Düşten Farksız 23.Bölüm
23.BÖLÜM
“Önce ben geldim!” diye sızlandım Özgür’ü
tişörtünden tutup çekiştirirken.
“Ee?” dedi umursamazca.
“Benim sıram!”
“Kim demiş?”
Aynı tonda ve asla öfkelenmeden sormaya
devam ettikçe sinirlerim bozuluyordu.
“Ben diyorum.”
“Öyle mi prenses? Senin sözünün üstüne söz
söylenmez, geç o zaman.”
Ne dediğini tam olarak anlamak için çok da
çaba harcamadım. Bedenine çarpıp banyoya girerken arkamdan gülüyordu.
Uykudan uyanmama sebep olan tuvalete gitme
ihtiyacım artık karnımı ağrıtmaya başlamıştı. Gözlerimi bu hisle araladığımda
güneş çoktan doğmuş, henüz tepeye ulaşamasa da yolu yarılamıştı; saat on olmak
üzereydi.
Yatağımda beni sıkıca sarmış kollar ve
kolların ait olduğu bedenin boynunda soluklanır halde uyanmıştım. En son
arabada gözlerimi uyku rolü yapmak için kapattığımı hatırlıyordum. Devamında
olanlar zihnimde birbirleriyle eşleşemeyecek kadar silikti.
Banyonun kapısını açıp çıkmak için
adımlayacakken Özgür’ün aynı noktada dikildiğini gördüm. “Çıkmasaydın
çığırtkan.”
İçeride uzun kalmamıştım. Sırf uğraşmak
için konuşuyordu. Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. Konuşmak -daha doğrusu
söylenmek- için dudaklarımı aralayacağım sırada çoğunlukla yaramaz parıltılar
barındıran kahvelerinde rastladıklarım beni duraksattı. Dudaklarım açıldığı
gibi geri kapanırken bakışlarına dikkat kesildim.
Tavrında bir farklılık yoktu. Benimle
sinirlerimi bozmak üzere didişmesine aşinaydım. Ancak bakışları başka bir
şeylerin var olduğunu saklayamıyordu.
“İyi misin?” diye sordum birkaç saniyelik
duraksamam sona erer ermez. “Niye öyle bakıyorsun?”
Afalladı. Aniden sormamı beklemediği
belliydi. “İyiyim,” dediğinde bakışlarımı gözlerinden çekmedim. Daha doğru bir
cevap beklediğimi böyle anlatmak istemiştim.
Sustu. Kızarak kaşlarımı daha da çattım.
Kolunu omuzumdan enseme doğru sarıp beni kendine doğru çektiğinde yüzünü
göremez hale gelmiştim. “Benim yüzümden mi üzgünsün?”
Dün öylesine garipti ki, etkilerinin
bugüne taşmaması mümkün görünmüyordu.
Az önce yanından kalktığım, rahatsız bir
uykuda gibi görünen babamın uyandığında nasıl bir tavır takınacağını
bilmiyordum mesela. Bana bir şeyler sormak isteyecekti, benden duyması
gerekenler olduğunu dün fazlaca kavramıştı. Onu buna iten, okuduğu mesajdı.
Özgür ise mesajı görmüş ancak ne yazdığını
bilecek duruma gelememişti. Dedemlerde bayılışım ve devamında uyanmam ya da
arabaya gidişimiz sırasında Özgür hiçbir şey biliyor gibi değildi, bundan
emindim. Babam oturup onlara bundan bahsedecek değildi zaten. Henüz kendi
sindiremediğini bir başkasına nasıl anlatabilirdi? Bu yüzden eve geldikten
sonra da konuştuklarını düşünmüyordum.
Pençesinde
kıvrandığım kâbusu hatırlayamamam, aynı evi paylaştığım iki adamı dün gece
sabaha karşı nasıl yaktığımı da benden saklıyordu. Zihnimde buna dair hiçbir iz
yoktu.
“Doğum gününde ağladım diye mi üzüldün?”
diye sordum o henüz konuşamadan son anda aklıma gelen detayla.
“Evet,” derken nedenini anlayamadığım bir
biçimde tepkisi yüksekti. “Evet, ona üzgünüm tabii.”
Beni halen kendisine yaslı tutuyordu. Bir
kolumu kaldırıp sırtına doğru sardım. “Üzülme,” dedim sakince. “Hem tek
değildim, o yüzden çağırmadım seni. Pars vardı.”
Adını özellikle anmıştım. İki ayrı amacım
vardı.
“Bu bilginin beni rahatlatması mı
gerekiyor kızım, kafayı yedirtmesene bana!”
İlk amacım olan Özgür’ün dikkatini
sinirlendirerek dağıtmak kolayca gerçekleşmişti. İkinci amacım ise bana
saklıydı. Onu anarken, istemsizce düşünmüş ve düşünmenin bana ne
hissettireceğini kontrol etmek istemiştim.
Birkaç gün önce değil, on dakika önce
konuşmuş gibi bana söylediklerini tek tek nefessizce sayabilirdim. Onunla
konuştuktan sonra koca bir enkazın altında kalmış olmama sebep olan şeyler
yaşanmıştı ama bu, Pars’ın gözlerimin içine baka baka hiç sakınmadan
söylediklerini zihnimden atabildim demek değildi.
“Despina!” dediğini duydum Özgür’ün. Sesi
acı doluydu. “Dalgınlığının sebebi uykudan uyanamamış olman, başka hiçbir şey
değil. Bak bana canım benim!” diyerek yanaklarımı avuçlayıp beni kendinden
ayırdı. Kafamı hızlı hızlı iki yana salladığında beynim ters dönmüştü.
“Hı?” gibi bir ses çıkarttım sadece.
Daha tam uyanmayı başaramadan başımın
hızla sallanıp durması dengemi şaşırtmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak odağımı
toplamaya çalışırken bir yandan da Özgür’ün yanaklarıma yapıştırdığı ellerini
itmeyi deniyordum.
“Özgür!” diye seslenildiğini duyduğumda
bedenim tatlı bir sıcaklıkla gevşedi. Kurtulmak için çabalamama gerek
kalmamıştı. Kurtarıcım gelmişti.
“Dinliyorum abi…” derken göz ucuyla, benim
arkamda kalan babama doğru bakıyordu Özgür. “Biz de günaydınlaşıyorduk tam.”
“Kendi ayılığınla mı karıştırdın oğlum, ne
diye sarsıyorsun bedenini?”
Ağır bir kazaya karışmışım gibi yüzümü
ekşittim. Babamın konuşmasıyla dikkati dağılan Özgür’ün tutuşundan
kurtulduğumda yüzümdeki ifadeyi bozmadan arkama dönüp babama doğru ilerledim.
Onun yanına doğru attığım küçük adımların sonunda dibine girmiştim.
“Başımı döndürdü,” dedim sızlanarak.
“Ölürüm başına senin,” deyip alnımı öptü sertçe. Öylesine bir söyleyiş değil,
sanki içindekileri taşırışıydı bu.
Özgür’ü şikâyet eden şımarık kız çocuğu
modum hızla değişirken içim titreyerek göğsüne yaslandım. Ona tutunduğumda
kendimi bin parçaya ayrılmaktan koruyabileceğim en kesin yolda olduğumu
hissediyordum. Kollarındayken parçalanmama, canımın acımasına izin
vermeyeceğine kendimi öylesine inandırmıştım ki onu hissettiğim anda bedenim
tüm alarmları kapatıyor ve koruma kalkanlarını rahatlıkla indirip ona
güveniyordu artık.
Bir dakikadan az olan ama kesinlikle daha
fazlasıymış gibi hissettiren bir süre babamın göğsünde bekledim. Arada alnıma
küçük öpücükler bırakmaya devam etmiş, ben de her seferinde daha da mayışmakta
bir sakınca görmemiştim.
“Biraz daha uyumak ister misin?” diye
sorduğunda olumsuz bir ses çıkarttım. Uykum yoktu, yeterince uykuya sığınmış ve
uyumam gerekenin fazlasını uyumuştum.
“Ben isterim,” dedi abartı bir hevesle
Özgür. “Despina uyumayacaksa beni uyutsana abi.”
Babamın Özgür’ü bana yaptığı gibi göğsünde
uyuttuğu bir sahne gözümün önünde canlandığında kendimi tutamayarak kıkırdadım.
İkisinin de koca bedenleriyle bir yere sığıştığını hayal etmek yeterince
komikken, Özgür’ü babamın göğsüne sinmiş düşünmek daha da beterdi.
“Özgür…” dedi babam dişlerinin arasından.
Çenemi göğsüne dayayarak yüzüne doğru baktım devamında söyleyeceklerini
dinlerken ifadesini görebilmek için. “Dua et kızımı güldürdüğüne, yoksa çok
tatlı bir uykuya yatıracağım ben seni böyle dalga geçmeye devam edersen.”
“Sonsuz uyku diyorsun…” Özgür sırıtarak
konuşsa da bir tık gerilmişti. Babamın şaka yapma ihtimali olmadığını iyi
bildiğinden olabilirdi sanırım.
“Korktun mu?” diye sordum başımı çevirip
ona doğru bakarken. Özgür dudaklarını sarkıtır gibi oldu. “Korktum, çığırtkan.”
“İyi,” dedim omuz silkerek. “Hak ettin.”
Tavrıma ağzı açık kalırken babamın da gülüşüyle
göğsü titremişti. Duygularıma oynayarak beni kandırabileceğine inanan Özgür’ü
bu tepkim şok etmiş gibiydi.
“Hain…” diye homurdandı bana doğru.
Kaşları çatılırken bir sonraki hamlesini tahmin edebilir hale geldiğim anda
babamın kollarından sıyrılıp büyük bir hızla koşmaya başlamıştım.
Kaybedeni baştan belli koşturmacamızda
benim nefesim tıkanana kadar Özgür beni avlanacak tavşan gibi koşturmuştu.
Odasının kapısında beni yakaladığında
bedenimi aniden havalandırıp omuzuna attı. Dudaklarımdan kopan çığlığı kontrol
edemediğim için kulaklarına tatlı bir dinleti sunmuştum bu sırada.
“Yakında atacaklar bizi bu evden
çığırtkan, komşuların kulak sağlığına ağır bir tehlikesin sen.”
“Senin horlamandan rahatsız olmuyorlarsa
bundan da olmazlar.”
Babamın kahkahasını duydum. Verdiğim
cevabı beklemiyordu ama galiba beğenmişti.
“Sen omuzumda duran bir çuvala göre fazla
mı cesaretlisin acaba?”
Yapabildiğim kadarıyla omuz silktim. “Eğer
biraz daha omuzunda durursam sırtına doğru kusacağım bu arada, az önce kafamı
sallarken yeterince başım dönmüştü.”
Özgür panikle beni yere bıraktığında derin
bir nefes aldım. “Aferin,” dedim beni bırakışı sanki benden korktuğundan
gerçekleşmiş gibi.
Yüne üstüme doğru geleceği sırada babam
araya girdi. “Yeter, rahat durun artık. Yoruldunuz.”
Özgür’ün koca bedeninin yorulduğunu
sanmıyordum ama benim yorulduğum kısmı doğruydu.
“Acıktım ben,” diyerek şaşırtmayan ancak
alakasız bilgilendirmesiyle Özgür homurdandı. “Kahvaltıya mı gitsek? Ben evde
doymuyorum.”
Dışarı çıkma fikri bir an için duraksamama
neden oldu. Dün olduğu gibi dışarıda onu
görme ihtimalim kapının eşiğindeydi. İstanbul’da oluşu ve beni bulup takip
etmeye başlaması artık kanıtlı biçimde önümüzde duruyordu.
Bekleme sürem onlara neyi düşündüğümü açık
etmiş olacak ki babamı duydum. “Gidelim,” dedi tereddütsüz. “Hazırlanın
çıkalım.”
Bakışlarımız kesiştiğinde elalarından bana
taşan düşünceleri okumakta zorlanmamıştım. Düşüncelerini saklamakta başarılı
olduğu kadar, istediği anda onları açıkça göstermekte de iyiydi. Dışarı çıkmayı
kendime bir korku haline getirmemi istemiyordu, yanımdalarken ortada bir sorun
olmayacağını bilmemi ister gibi bakıyordu. Güven verir gibi…
Bakışlarından bana aktarmak istediklerine
engel olmadım. Kendime tek başıma değil, onlarla olacağımı hatırlatarak cesaret
verirken dudaklarımı araladım. “Nereye gideceğiz?”
Nereye gittiğimize dair büyük bir merakım
yoktu ama kabul ettiğimi bu şekilde belli etmeyi seçmiştim. İkisinin de yüzünde
hafif de olsa görülen bir rahatlama vardı. Konuşan Özgür oldu. “Çok soğuk ve
kötü bir yere, git ona göre giyin gel çığırtkan.”
Benimle dalga geçişine ters ters bakarak
yanıt verip odama doğru yöneldim. “Tamam en güzel elbisemi giyerim, anladım.”
“Neyi anladın ya?” diye yakındığını ve
ensesinde patlayan tokadın sesini duymuştum peş peşe. Canını acıtmadığını
biliyordum, babamın ona bu şekilde hafifçe vuruyor olması aralarındaki bir
iletişim şekliydi.
“Çeneni bir tutsan, nasıl rahat edeceğiz
var ya Özgür.”
Aralarındaki diyaloğa kıkırdarken odama
girdim. Hazırlanmaya başlarken dudaklarımda küçük bir tebessüm, içimde ise
karmakarışık hislerle bezeli yoğun bir yük vardı.
Uzun tutmamaya çalıştığım hazırlanma
süremin sonunda her şeyimi halletmiş şekilde odadan çıktım.
“Hazırlandım ben,” diye seslenerek nerede
olduklarını anlamaya çalıştım odanın kapısından çıkar çıkmaz.
Aklımın bir köşesi beni sürekli ‘babamın
neden sorular sormadığına’ dair darlayıp dururken bir diğer köşe halinden
memnundu. Dile getirmek yerine dünü yaşanmamış saymak ve her şeyi önceki günde
olduğu halindeymiş gibi düşünmek benim için rahat olan yoldu.
‘Şimdi
değilse, gece; gece değilse, yarın...’ diyerek
susmama izin vermeyeceğini söylediğini hatırlıyordum dün dedemlere gitmeden
hemen önce. Babamın tavrı bu sabah bir şekilde değişmiş olabilir miydi? Ve
değiştiyse, neden değişmişti?
“Çıkalım o zaman, biz hazırız zaten.” diye
konuşarak salondan çıkan Özgür’ün ardından babam da görünmüştü.
Gözlerimi irice açarak özellikle babama
baktım. Özgür benimle uğraşmaya başlamadan önce ondan duymam gereken önemli bir
şey vardı.
Yanıma gelip kısaca üzerime baktı,
üstümdeki kalın askılı beyaz elbisenin hiçbir detayını tam göremediğinden
emindim. Saniyeler bile sürmemişti bakışı. Ama yine de dudakları aralandı. “Çok
güzel olmuşsun, bebeğim.”
Erimeye başlamadan önce toparlanıp
kaşlarımı havalandırdım. “Bakmadın ki hiç.”
“Bakmasam da güzel olduğunu biliyorum,
bakarsam beni delirtecek bir şey göreceğim ve küstüreceğim seni. Bakmamaya
karar verdim.”
İlk kısmın etkisiyle dakikalarca aşık aşık
yüzüne bakabilirdim ama ikinci kısmın ağır bastığına kendimi ikna edip
direndim. Etrafımda döndüm yavaşça. “Niye delirecekmişsin? Bak üzerimde
kirazlar var.”
“Başlayacağım şimdi kirazına, yürü
çığırtkan. Aç aç bekletiyorsun, bir de el kadar elbiseler giyip çıkıyorsun şu
odadan.”
Özgür beni sırtımdan öne çekiştirdiğinde
ofladım. “Bu elbiseyi sen aldın bana.” Yalan değildi, birlikte alışverişe
çıktığımızda aldığım ve onun zorla ödediklerindendi.
“Dolandırılmışım gidip iade edelim en
yakın zamanda.”
Göz devirirken ayağıma beyaz spor
ayakkabılarımı geçirmekle uğraşıyordum. İkisi de elbiselerden pek
anlamıyorlardı. Keşke halam burada olsaydı.
“Sen kullan,” demişti babam asansöre
binmeden önce. Bu nedenle onun değil Özgür’ün arabasındaydık. Ön koltuğu babama
bırakmamak için çırpınmadan arkaya geçmiştim.
“Ben öne oturmayayım diye kendini yırtan
kız nerede?” diyerek arabayı çalıştırmadan önce ters ters bana bakan Özgür’e
sırıttım. “Bilmem, nerede?”
“Şu arabayı çalıştır da klimayı aç artık
Özgür, hadi koçum.”
Babamın bazen ikimizi birden yanından
kovmak istediğini düşünüyordum böyle didiştiğimiz anlarda. Ancak bana kıyamıyor
ve genelde sadece Özgür’e patlıyordu. Neyse ki benim için gayet kârlı bir
durumdu, böyle devam edebilirdi.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum evdeyken
sorduğum gibi. Bu kez gerçekten merak etmiştim. “Çok mu sürer?”
Otoparktan çıktığımız sırada Özgür
cevapladı. “İlhan amcayla tanıştıralım seni bence, değil mi abi?”
Babamın bakışları Özgür’e çevrildi. “İlhan
seni yanında Pars olmadan kapıdan içeri sokarsa, gidelim. Biz kahvaltı yaparken
sen dışarıda beklersin ya da.”
Babamın söyledikleri fazlasıyla ilgimi
çekmişti. “Neden Pars olmadan kabul etmiyor Özgür’ü?” Kafamı koltuklarının
arasından öne doğru uzattım. Babam hafifçe bana döndü. “İlhan ikisini
birbirinden ayırmaz uzun yıllardır, ikisini ayrı şekilde kabul etmeyecektir
restorana.”
“Artık barıştılar, bunu söyleyebiliriz
bence İlhan Bey’e.”
“Kim barışmış?” diye sordu Özgür ters
ters.
“Aranızdaki dert, Mayıs’la olanlar
yüzündendi. Mayıs’la barışmışken Pars’la aynı mı kalacaksın yani?”
“Evet,” dedi hiç beklemeden. “O ruhsuzla
aramda ne kadar mesafe olursa o kadar mutluyum, geç fark ettim bunu.”
“Eminim Mayıs çok mutlu olur bunu duyunca,
mutlaka ona da söyle.” dedim arkama yaslanıp kollarımı göğsümde kavuştururken.
“Hatta ben en yakın zamanda söylerim. Abisi ve sevgilisi birbirinden böyle
rahatsız olurken keyifle yaşar.”
“Mayıs bu durumun zaten farkında,
Despina.”
“Değil,” dedim kendimden emin bir biçimde.
“Aranızdaki sorunun kendisi olduğunu düşünüyordu. Şimdi sizin ilişkiniz eskisi
gibi olacak ama Pars ve sen aynı kalacaksınız…”
Özgür benimle uğraşamayacağına karar
vermiş olacak ki bir an gözünü yoldan ayırıp babama baktı yardım ister gibi.
“Hiç bakma bana, tek bir yanlış yok
söylediklerinde.” Babam gayet netti. Özgür ondan umduğunu bulamayınca
homurdanarak önüne döndü. Söylediklerini tam olarak duyamamıştım ama mutlu
görünmediğini kolayca söylemek mümkündü.
“İkiniz de inadınız yüzünden öfkeli gibi
davranmaya devam ediyorsunuz sadece.” dedim bacağımı diğerinin üstüne atarak
arka koltukta yayılırken.
“Pars’ın derdinin inat olduğunu bilecek
kadar tanıdın yani onu da, öyle mi çığırtkan?”
Aniden yaptığı hamlesiyle afallayarak
durdum. Babamın boynunun sert sayılabilecek bir biçimde bana doğru çevrildiğini
görmüştüm. Aynadan görebildiğim kadarıyla Özgür bu sahneye keyiflenmiş gibiydi.
“Tanıdığım falan yok,” dedim bastıra
bastıra. “İkinizle on dakika aynı yerde durunca insan kolayca anlayabiliyor
sadece. Aptal değilim.”
“Değilsin tabii,” dedi ağzının içinde
yuvarlayarak Özgür. “Fazla zekisin hatta, biraz aldırmak lazım o aklını.”
“Boş boş konuşma da şu sapaktan dön,
trafiğe girme bir saat çıkamayız sahil yolundan.”
Babam eliyle ön camdan sağ tarafı
gösterirken Özgür’ün dikkatini benim üzerimden çekmişti. “Gidiyoruz yani İlhan
amcanın yanına, sapaktan döndürdüğüne göre…”
Gidiyorduk, hatta gitmeyi bitirmiş ve
birkaç dakika kadar önce de varmıştık bahsettikleri yere.
Yerleşim yerlerinin gittikçe azaldığı,
ağaçların ve yeşilliğin sıklaştığı bölgelere doğru ilerledikçe etraf
dinginleşmişti. Önünde durduğumuz yer fazlasıyla salaş görünen iki katlı bir
binaydı. Doğanın ortasında olduğu gibi, kendisi de doğaya aitmiş gibi
sarmaşıklarla kaplıydı büyük bir kısmı.
Yakın mesafede başka bir mekân yoktu, bu
yüzden etraftaki park etmiş araç sayısı içerisinin kalabalık olduğunu gösteriyordu.
Sarmaşıklar yakınlaştıkça daha hoş
görünmeye başlamıştı. İçeriye gireceğimiz sırada kapının dışında, solda kalan
bank gibi görünen oturma alanındaki beden hızla ayaklanmıştı.
“Kimleri görüyorum!” diyerek sevecen bir
tavırla konuşan adam altmışlı yaşlarındaydı tahminimce. Çoğu beyaza bürünmüş
saçları, yüzünde yer yer belirgin kırışıklıklarla birlikte yaşını belli
ediyordu ilk bakışta.
“Hoş geldin Timur’um,” diyerek en önden
ilerleyen babamı selamladığında onu gördüğüne gerçekten sevindiğini yüzünden
okumak mümkündü.
“Hoş bulduk İlhan abi, iyi gördüm seni.”
“İyi göreceksin tabii, ne zaman kötü
görünmüşüm ben zaten?” Adamın abartılı bir sinirle söylenmesine kendimi
tutamayıp kıkırdadım. Enerjisi çok tatlıydı. Gülüşüm dikkatini babamdan ayırıp
bana çevirmesine sebep olduğunda dudaklarımı birbirine bastırdım.
Bana baktıktan sonra kısa bir an Özgür’e
gözü çarptı, ardından yine bana döndü. “Bu asalak Mayıs’ını unutabildi de sana
mı göz koydu diyeceğim ama iki dünyada mümkün gibi değil… Kim bu güzel kız?”
Babam öksürür gibi boğazını temizledi.
Tahminin içeriğini beğenmişe benzemiyordu. Özgür ise keyifle sırıtıp beni
kendisine yapıştırdı. “Çeneni tutabilsen biz şu oyunu yıllarca devam
ettirirdik, kimse bir şey anlamazdı he.”
“Oyun?” diyen babamı duyduğumda Özgür’ün
sönen sırıtışını ben yüzüme taktım. “Anlatsana, hangi oyun?” diyerek Özgür’ü
sıkıştığı köşede iyice boğduğumda bana ‘sonra görüşeceğiz’ der gibi bakmıştı.
“Kendi aranızda anlaşıp beni meraktan
çatlatmaya mı geldiniz, aç bırakırım sizi bakın!” İlhan Bey pek eğleniyor gibi
görünmüyordu. Babam da onun sabrının sonuna geldiğimizi anlamış olacak ki
konuşmaya başladı.
“Kızım, İlhan abi. Despina benim kızım.”
Adamın fiziksel ve zihinsel olarak
donakaldığını gözlerimle görmüştüm. “Kızın..?” dedi şaşkınca. Özgür’e baktı bir
an sonra. “Senin bir de kız kardeşin mi vardı ulan hayırsız, tek tek
anlatıyorsun her şeyi yine.”
Beni Özgür’ün öz kardeşi sanmıştı sanırım,
babamın onunla birlikte beni de evlat edindiğini mi düşünüyordu?
“İlhan amcam sen çok yanlış yerlerden
anlıyorsun konuyu, oturup mu konuşsak?” Özgür omuzumdan sarkıttığı koluyla
içeriyi işaret etti. “Açız, kahvaltını özledik. Yarım saattir övüyorum ben
kahvaltının güzelliğini Despina’ya, haksız çıkartma beni.”
Adamın bakışları babamı buldu. Ondan daha
düzgün bir açıklama alacağını düşünüyordu belli ki. “Ne diyor bu deli Timur?”
“Az rastlanılır bir durum ama doğru diyor
abi; Özgür’ün kardeşi değil, benim öz kızım.”
Adamın şaşkınlığı on katına çıkarken
babamı kolundan tutup içeriye doğru çekmişti. Onlar önden ilerlerken biz de
biraz arkalarından takip ediyorduk. Özgür omuzuma sarılı kolunu çekmeden bana
doğru eğildi. “Özgür’ün kardeşi değil derken, öz olmamasından bahsediyordu.
Yoksa küçük kız kardeşimsin sen benim, biliyorsun değil mi saftirik?”
Yüzümü ona doğru yasladım. Biliyorum
demeye gerek duymadım ama itiraz etmeyişimden zaten bunu anlayabilirdi.
Kısacık duygusal anımızı hemen sonra
söylenerek yıktı. “Üstündeki kirazlara baktıkça iyice acıktım, hızlı yürü
çığırtkan. Vişne reçeli bulalım acil.”
Göz deviriyor olsam da dudaklarım
kıvrılmıştı bir yandan. Özgür’ün böyle duygusal bir şey söyledikten sonra
direkt kaçıp konuyu değiştirmelerine artık alışmıştım.
Sarmaşıkların dolandığı mekânın içinde de
bolca doğa teması gördüğüme şaşırmamıştım. İçerisi loştu, çok fazla masa yoktu
ama olanlar da neredeyse tamamen doluydu. Tek tük boş masa çarpıyordu gözüme.
Klima serinliğiyle ferahlayan ortama girince derin bir nefes almıştım.
Dışarıdaki yakıcı sıcak içimi eritmişti.
Özgür köşelerden birinde kalan boş bir masaya
doğru yönelmemizi sağladığında benim bakışlarım babamı aramaktaydı. Arayış
içindeki halimi gördüğünde güldü. “Gelir şimdi, biz oturalım.”
İtiraz etmeden, benim için çektiği
sandalyeye yerleştim. Karşıma geçmek yerine yanıma yerleşti. “Baban arabada benim
tarafımı tutmadığına biraz pişman olsun, yanına ben yerleşeyim de.”
Dirseğimi masaya koyup yüzümü de avuç
içime yasladım. Ona doğru döndükten sonra konuştum. “İstese seni buradan
kaldıramaz yani…”
Duraksadı. Dudaklarını çocuk gibi büktü.
“Orasını karıştırma, sus.” dediğinde kıkırdadım.
Birkaç dakika her zamanki gibi birbirimizi
rahatsız ederek konuşup durduk. Dakikaların sonunda babamı ve hemen arkasından
geliyor olan İlhan Bey’i bulmuştu bakışlarım.
“Nerede kaldın?” diye sordum bakışlarım
babamdayken. Boş sandalyeye geçmeden önce eğilip saç çizgime dudaklarını
bastırdı. “Çok mu özledin beni?”
Dilimi dişlerimle hafifçe sıyırıp acıttım.
Yanımda değilken sabırsızlanıyor, gelmesi için aceleci bir tavra bürünüyordum.
Özlediğimden olması mümkündü, özlüyordum tabii; ama bence asıl sorun bir anda
onu kaybedecekmişim gibi delicesine endişelenen kalbimden kaynaklanıyordu. Bir
anda kavuşmuşken yine öyle bir anda kaybedecekmiş gibi telaşlıydım.
Karşımdaki sandalyeye yerleşti. Ben uzun
uzun onu süzüyorken masanın önünde ayakta duruyor olan İlhan Bey konuştu. “Hoş
geldin tekrar güzel kızım,” dediğinde gülümsemiştim. “Teşekkür ederim İlhan
Bey.”
Yüzü buruştu. Dedemin ona Mirza Bey
dediğim anlardaki halini aratmıyordu. “Amca de, dede de ama beyli meyli
konuşma.”
Başımı salladım uslu uslu. Aferin der gibi
gülümsedi. Yüzündeki memnuniyetsiz ifade kaybolmuştu.
“Kahvaltı yollatıyorum ben size, beş
kişilik.”
Kaşlarım havalandı. Babam ve Özgür biraz
kocaman diye onları iki kişi mi saymıştı?
“Beş?” diyen Özgür de benim gibi şaşkın
duruyordu. “Üç yeter İlhan amca, Despina çeyrek kişilik yiyor zaten.”
İlhan amcanın kaşları çatıldı. “Mayıs’la
Pars gelmiyor mu?”
Alt dudağımı ağzımın içine doğru çekip
geriye yaslandım. Özgür’ün vereceği cevaba göre alacağı tepki kesinlikle bayağı
değişecek gibi görünüyordu.
“Yok gelmiyorlar,” dedi Özgür.
“Timur söyledi az önce, barışmışsınız
Mayıs’la.”
“Barıştık İlhan amcam, barıştık ama
gelmiyor bugünlük.”
İlhan amca ‘bana ne’ der gibi omuz silkti.
“İyi, sen de yürü git o zaman buradan. Baba kız kahvaltı yapsınlar, ben size
ikinizi ayrı ayrı buradan içeri sokmam demedim mi bin kere?”
İkiniz derken kastettiği Özgür ve Pars’tı,
bunu babamın arabada söylediklerinden çıkarabilmiştim.
“Abi bu seferlik-…” diye başlayan babamın
sözünü kesti direkt. “Bu seferi geçen seferi yok, bu salaklar dalaşıp dururken
Mayıs kızımı ben ağırladım kaç kez. Madem barıştılar, ya hep birlikte gelirler
ya da gelme bileti sadece Mayıs’ın olmaya devam eder.”
O kadar net bir tavrı vardı ki yalvarsak
da geri adım atacak gibi değildi. Özgür’ün açlığının etkisiyle her an
patlayabileceğini de düşünürsek buradan kalkıp başka bir yere gitmemiz ya da
onu dışarı yollayıp bizim kahvaltı yapmamız da çok saçmaydı.
“Ben Mayıs’ı arayayım o zaman,” dedim
masada duran telefonuma uzanırken.
Özgür’ün muhtemelen itiraz için aralanan
dudakları İlhan amca bir avucunu yanağına sıkı sıkı yapıştırdığında kapandı.
“Ara kızım, ara gelsinler.”
Babam Özgür’ün suratına gülmemek için zor
duruyormuş gibi bakıyordu. Ben de gülmek ve gülmemek arasında bayağı kıvranır
haldeydim. Arabadaki havalı tavrından geriye bir şey kalmamıştı, İlhan amcanın
etkisi tahmin ettiğimden fazlaydı üzerinde.
Mayıs’ı arayıp telefonu kulağıma yaslarken
göz ucuyla Özgür’e baktım. “Sen konuşmak ister misin?”
Sabır diler gibi bana bakınca sevimlice
sırıttım. İstemiyordu galiba.
“Günaydın Despoşum!” diyerek heyecanla
telefonu açan Mayıs’ın enerjik oluşuna güldüm. “Günaydın,” dedim onun kadar
canlı olamasam da bir şekilde karşılık vererek.
“Pars yanında mı?” diye sordum çok
oyalanmadan. Zaten yola çıkışları ve ardından buraya gelmeleri yeterince
sürecekti.
Babam ve Özgür aynı anda öksürürken Mayıs
kıkırdamıştı. “Sabah sabah rüyalarında mı gördün abimi canım balım böceğim,
duşta abim istersen çağırayım konuşun.”
Babama ve Özgür’e eşlik ederek bu kez ben
de öksürdüm. Şükürler olsun ki Mayıs’ı duymuyorlardı. Direkt Pars’ı sormamın
herkes tarafından yanlış anlaşıldığını fark edince ısınan yanaklarımla birlikte
asıl konuyu açtım.
Kısaca İlhan amcanın yanında olduğumuzu ve
onları çağırdığını söylediğimde Mayıs hevesle onaylamıştı zaten. Pars ikna olur
muydu Özgür ile kahvaltı yapacak olmaya bilmiyordum ama Mayıs bir şekilde ikna
ederdi herhalde.
~
“Boş boş ekmek yiyip durmayı bırak artık
Özgür.”
Özgür yanaklarını şişirecek kadar büyük
bir ekmek parçasını ağzında tutuyorken babama doğru baktı. Ne söyleyeceğini son
yarım saattir ezberlediğim için dolu ağzıyla konuşmadan önce ben konuştum.
“Açım abi aç!” diye böğürerek Özgür’e seslendirme yaptığımda babam başını
eğerek gülüşünü saklamaya çalışıyordu.
Özgür açlıktan, ben onu dinlemekten
yakınıyorken olan babama oluyordu aslında ama o halinden memnundu. Bizi gülerek
izliyor, Özgür’ün masaya gelen tek yiyecek olan ekmeği sömürmesini
gözlemliyordu.
İlhan amca, belli ki Mayıs ve Pars
gelmeden önce bize kahvaltı vermeyeceği konusunda şaka yapmamıştı. Bir ara
Özgür garsonlardan birini zar zor ekmek getirmesi için ikna etmişti, o andan
beri de ekmek tıkınıyordu zaten.
Telefonumdan saati kontrol ettiğimde Mayıs
ile konuşmamın üzerinden otuz beş dakika kadar geçtiğini görmüştüm. “Ne zaman
gelirler?” diyerek babama baktım. Yolları ne kadar sürerdi bir fikrim yoktu
çünkü.
“Gelmek üzeredirler hemen çıktılarsa.”
Hemen çıkmış olmalarını umarak önümdeki
suyumdan bir yudum aldım.
Birkaç dakika sonra, Özgür ekmekleri bitirdiği
için biraz sakinleşmiş ve omuzuma doğru devrilip başını bırakmıştı. Ben bu
sırada babama aklıma esen anlamsız bir şeyler anlatıyor ve onu da dinlemeye
mecbur bırakıyordum. Gerçi hiç şikâyetçi görünmüyordu. Ya da güneş kremi
sürmeyi unuttuğum için sitem etmem ilgisini çekmiş olabilirdi belki…
Masaya yakın bir yerde hissettiğim
hareketlilikle başımı Özgür’ün omuzumda yatışıyla engelleyemediği kadar
çevirdim. Yanımıza varmalarına bir iki adım kalan Eraslan kardeşleri de böylece
görebilmiştim.
Mayıs’ın siyah bol ve kısa bir kot şortun
üstüne geçirdiği straplez soluk yeşil üstü belki bir başkasının üstünde sade
dururdu ama kıvırcık kabarık saçlarıyla ve taktığı takılarıyla birlikte
giydiklerini bambaşka bir hale büründürmüştü.
Yarısından az yer kapladığı abisinin
önünden ilerliyor olsa da onu görmeme engel olamamıştı bedeni. Pars’ın
giydiklerini Mayıs’ın seçtiğine yemin edebilirdim, Mayıs’ın üstündeki renklerle
bire bir aynı görünen kombinin başka bir açıklaması yoktu.
Bu detay beni hafifçe gülümsetirken onlar
son adımlarını attığı sırada Özgür’e doğru fısıldadım. “Keşke sen de kirazlı
gömlek giyseydin, bak ne kadar tatlılar!”
Özgür konuştuğumda direkt başını kaldırıp
arkasına doğru döndü. Zaten o dönene kadar Mayıs ve Pars yanımıza ulaşmışlardı.
“Günaydın,” diyerek ışıl ışıl gülümseyen
Mayıs’a baktım. Gözleri parıldıyordu. Onun için bu kahvaltının aslında çok
önemli olduğunun farkındaydım.
“Günaydın,” diyen aynı anda babam ve ben
olduk. Özgür daha çok gözlerini sevgilisinin yüzüne doğru dikip içli içli bakmakla
yetinmişti.
“Sana gün aymamış, çok mu acıktın?” diye
sordu Mayıs kıkırdayarak Özgür’e bakarken. Onu tanıması şaşırtıcı değildi.
“Biraz daha gelmeseydiniz beni yiyecekti
sanırım, son anda yetiştiniz.” diyerek dalga geçsem de Özgür de Mayıs da beni
takmamışlardı. Aralarındaki bakışmayı daha fazla bölmeden gözlerimi çektim.
Gözlerimi onlardan çekip önüme dönmem mantıklı olurdu. Ancak ben mantıklı olanı
yapamamış, bakışlarımı istemsizce Mayıs’ın yanında durmayı sürdüren Pars’a
doğru çevirmiştim.
Ayaktayken zaten belirgin olan boyu, ben
oturur haldeyken daha da göze batar haldeydi. Göze batan bir başka detay da
koyu mavilerinin yüzümde gezinip duruyor olması olabilirdi.
“Hah, gelmişsiniz!” Arkamızdan yükselen
memnun sesin sahibi İlhan amcaydı. “Yerleşin, yollatıyorum kahvaltıyı hemen.
Ben de uğrarım sonra yanınıza, biraz mutfaktayım yoğunluktan.”
Pars’ın omuzuna bana göre hızlı ancak
muhtemelen Pars’a göre yavaş olacak şekilde vurup yanımızdan uzaklaştı yeniden.
Mayıs Özgür’ün karşısında ve babamın yanında
olan sandalyeye yerleşti. Oturduğumuz masa altı kişilikti, ancak bir sandalye
sanırım başka bir masaya çekildiğinden beş sandalye diziliydi karşılıklı. İkisi
babam ve Mayıs’ın oturduğu taraftaydı, sona kalan boş sandalye ise benim
sağımdaydı. Pars oraya yerleşirse o ve Özgür arasında kalmış olacaktım.
Tek
derdimiz ikisi arasında kalacak olman mı, Despoş? Yanımıza oturacak… İç
sesim fazla Mayıs’a maruz kalmaktan delirmişti, bir ara ayarının düzeltilmesi
gerekiyordu.
“Günaydın Timur abi,” diyerek babama küçük
bir baş selamı verdikten sonra rutin bir durummuş gibi yanıma yaklaşıp
sandalyeyi geriye doğru çekti ve oturdu.
“Günaydın koçum,” yanıtı babamdan
geldiğinde Özgür aşıklar bakışmasını aniden kesip kaşları çatık halde babama
döndü. “Ne koçu?”
Babam omuz silkti. “Aranızdaki saçmalık
sona erdiğine göre, normale dönebiliriz. Yedi ayda yiyip bitirdiniz beni oğlum
ikiniz de.”
Mayıs’ın bana anlattığı, Pars ve Özgür’ün
babamın elinde şekillenişi hikâyesini doğrulayan bir sahneydi. Babam gerçekten
rahatlamış görünüyordu.
“Son erme falan yok,” diye başladı Özgür.
Elimi yüzüme kapatıp ağlamaya başlayacaktım. Çocuk gibiydi bu konuda.
“Saçmalık olduğunu kabul ediyorsun yani…”
diyen Mayıs’tı. Özgür hem babamın hem de Mayıs’ın üstüne gelmesiyle omuzlarını
doğrultup savunma işine girişti. Kahvaltımız gelip ağzı yemekle dolana kadar
susmayacağına dair şüphelerim oluşmaya başlamıştı.
Özgür’ün anlamsız yakarışlarını dinlerken,
konu onu da kapsadığı halde sessizce oturuyor olan Pars’a kaydı bakışlarım.
İkili konuşmalarında da Pars genellikle sessizlikle sinir bozan taraftı ama şu
an hiç konuşmaması yine de garip gelmişti.
Başımı küçücük bir hareketle çevirip ona
baktığım anda mavilerimiz birbirlerine mıknatısın ters uçları gibi çekilmişti. “Sana da günaydın, Afrodit.”
“Günaydın,” dedim mırıltıdan fazlasına
yükseltemediğim kısık sesimle. Yakınımdaydı, fısıldasam da duyacak kadar
yakınımdaydı hatta.
Göğüs kafesimde bir baskı hissettiğimde
elbisemin beni sıktığı yalanına kendimi inandırıp omuz askılarımı düzelttim
yavaşça.
Sandalyemin bir anda hareket etmesiyle
deprem oluyormuş gibi panikleyerek masaya tutundum. Ağzımdan şaşkınlık nidası
çıktığı sırada beni hareket ettirenin sandalyemi kendine doğru çeken Özgür
olduğunu fark etmiştim.
“Sıkışmayın öyle kenarda, bu taraf boş.”
“Sıkışmıyorduk, Akdoğan. Sen çocuk gibi
mızmızlanmana devam et, bölmeyelim seni.”
Pars, Parslığını yaparak sakin bir biçimde
az önceki suskunluğunu da kapsayacak bir tepki verdiğinde gözlerimi kıstım.
Özgür abartmazdı umarım.
“İkinizi de dışarı attırmak üzereyim,
sabrımı sınamayın.” Babam gayet normal bir şey söylüyor ve asla tehdit
savurmuyor gibi keyifle konuşurken önünde duran tabağı düzeltiyor gibi
yapmıştı. “İkiniz de bu tarafa geçip yan yana oturuyorsunuz, Mayıs sen de
karşıya geç güzelim hadi.”
Babamın ikinci kez söylemesine gerek
olmadan yeni oturma düzenimiz iki sandalyeli tarafta Özgür ve Pars, diğer
tarafta da babam ortamızda kalacak şekilde Mayıs ve ben şeklindeydi.
“Herkes hak ettiği yerde oturuyor olduğuna
göre, sorun kalmadı.” Babam ellerini üzerlerinde toz varmış gibi birbirine
vurup arkasına yaslandı.
“Pek mutlu görünmüyorlar,” dedim babamın
üstünden Mayıs’a doğru uzanır gibi eğilirken. “Sorun kalmadığından emin miyiz?”
“Üçümüz rahatız, o ikisinin ne
yaşadığından bize ne bebeğim?” Babam beni yarı yolda yakalayıp omuzuna çekerken
gayet keyifliydi. Mayıs’ın yalnız kaldığını düşünerek elimi uzatıp onu
çekiştirdim. Bu sayede babamın diğer omuzuna düşmüştü.
Özgür ve Mayıs’ın ayrı geçirdiği aylardan
önce, babam ve Mayıs’ın da sevimli bir yakınlığı olduğunu az çok anlamıştım.
Birbirleriyle olan iletişimlerinden ve Mayıs’ın anlattıklarından bunu çıkartmak
zor olmamıştı.
“Yavaş Despoş, omuzunu kıracağız adamın.”
“Despoş ne Mayıs?” derken babamın yüzü
buruşmuştu. “Başka bir kısaltma bulamadın mı?”
“İsmi çok uzun Timur abi, ne yapabilirim?”
Babam göz ucuyla bana baktı. Burnumu
yukarı dikmiştim ve ben de ona bakıyordum bu sırada.
“Ahu desin Mayıs sana, madem çok
yoruluyor…”
Dudaklarım kıvrıldı yavaşça.
“Ahu kim? Niye Ahu diyeyim?” Peş peşe
merakla soran Mayıs’ı babam cevapladı.
“Ahu karşında duruyor, Despina Ahu Akdoğan hemen yanında nasıl
görmüyorsun?”
Ahu olmaya bile aşina olmayı
başaramamışken birden Akdoğan olarak anılmak kalbimi hiç olmadığı kadar
hızlandırmıştı.
“Ya…” diyerek son harfi uzata uzata
bayılıyormuş gibi mırıldanan Mayıs’a baktım. Benim gözlerimle verdiğim tepkiyi
o sesli olarak benim yerime vermişti. “Çok tatlısınız böyle baba kız, kız
babası olmak için doğmuşsun gibi Timur abi.”
Gülümsedim, buruktu ama yine de
dudaklarımda asılıydı. Kız babası için doğmuş olsa da kız babası olmaya
başlayalı bir ay bile olmamıştı. Oysa kızı on dokuz yaşını yaşıyordu.
“Keyfiniz bol olsun ya, siz sohbete böyle
kısık sesle devam edin hep. Biz iyiyiz.” Özgür küsmüş çocuklar gibi kollarını
göğsünde kavuşturup bize tip tip bakarken benzer bir biçimde mi göreceğim diye
merakla Pars’a çevirdim bakışlarımı.
Pars’ı ikinci kez kendime bakıyor halde
bulmuştum ve yine bakışlarımız kesişmişti.
“İyi olmayın diyen mi var size? Siz de
bize duyurmadan kendi aranızda konuşun oğlum beni ilgilendirmiyor. Düne kadar
bir olup arkamdan saçmalayan siz değil miydiniz, üç beş ay geçti diye ne oldu?”
Babamın düne kadardan kastı belli ki yedi
ay öncesiydi. Özgür ve Pars’ı birbirleriyle atışmadan ve yakın halde hayal
etmekte zorlanıyordum. Babamın ve Mayıs’ın şahitliği olmasaydı buna kolay kolay
inandırılamazdım zaten.
“Ne olduysa oldu abi, kim nasıl istiyorsa
öyle davransın. Uzatmasak mı şu konuyu?” Pars bıkkınca söylenirken Özgür’e hiç
bakmamıştı. Sesi bıkkın olduğu kadar yorgundu da. Hislerim beni tamamen
yanıltmıyorsa aralarının bu halde olmasından Özgür kadar memnun olmadığını
söyleyebilirdim.
“Ay!” diyerek bir anda babamın diğer
omuzundan kalktı Mayıs. Onun ani tepkisi hepimizin dikkatini çekerken dördümüz
de artık ona bakıyorduk.
“Ne oluyor?” diye sordum merakla. Bir anda
yüksek bir tepki vermişti, şimdi de kıkır kıkır gülüyordu. Komik olan neydi?
“Yok,” dedi gülüşünü durdurmak istercesine
elini ağzına bastırıp. “Yok bir şey, sinirim bozuldu bir an aklıma bir şey
geldi de.” derken bakışları bir bana bir Pars’a değip duruyordu.
“Açlıktan kendini kaybeden tek ben
değilmişim belli ki Mayıs çiçeği, iyi misin sen?” Özgür yarı endişeli yarı
alaycı bir şekilde karşısında oturan sevgilisini sorgularken ben de dayanamayıp
güldüm. Babam ve Pars da gülüyor sayılmasalar da dudakları her an gülümsemeye
kayacak bir kıvrımla hareketlenmişti.
Mayıs, Özgür’ün kendisiyle dalga geçiyor
olmasına karşılık hızla mod değiştirdi. Kavisli, düzgün şekillendirilmiş
kaşları çatılarak öne doğru eğildi. “Neye gülüyorum biliyor musun?”
“Neye gülüyorsun sevgilim?”
Mayıs’ın ‘sevgilim’ kısmına tepkisiz
kalmak için kendini sıktığına yemin edebilirdim. Ama başarılı olmuştu, bir şey
belli etmeden konuşmaya devam edebildi. “Despoşun diğer adı Ahu’ymuş ya…”
Adıma mı gülüyordu? Neresi komikti?
Pars’ın dikkat kesilişini, tenimi delip
geçecekmiş gibi bakan bakışlarını hissediyordum.
“Ee,” dedi Özgür şaşırmayarak. O bu konuda
bilgi sahibiydi.
“Ahu, ceylan
demek…” deyip sürekli reklama giren diziler gibi duraksadı yine Mayıs. Birazdan
ben Özgür’den daha beter sabırsızlanıp üstüne atlayacaktım. “Pars da yırtıcı ve vahşi bir hayvan demek ya
hani…”
Gözlerim irileşti. Algıladığım bilgiler
yerine oturduğunda Mayıs’ın çenesini kapatmak için çok geç kalmıştım. Özgür’ü
sinirlendirmeye çalışırken, aramızda oturan asıl sinir kaynağını göz ardı
etmişti. Babam buradaydı!
“Ee..?” sesi bu kez Özgür’den değil
babamdan çıktı. Özgür’ün alaycı sesine hiç benzemeyen, birazdan masayı
devirecekmiş gibi gergin çıkan sesiyle birlikte Mayıs’ın sertçe yutkunduğunu
hareket eden boğazından görmüştüm.
İç çekerek bize doğru döndü yavaşça. Göz
göze geldiğimizde elimi gözlerime örttüm. Ben burada yokmuşum gibi devam
edebilirlerdi.
“Eesi Timur abicim,” diyerek zaman
kazanmaya çalıştığı aşırı belli olacak şekilde yavaş yavaş konuşuyorken birden
yerinde hopladı. “Kahvaltı! Bakın kahvaltımız geldi.”
Elindeki büyük tepsiyle birlikte yanımızda
beliren garson en az bizim kadar ürkmüşe benziyordu. Az önce Özgür’ün ekmek
için yalvardığı adamdı, muhtemelen akıl hastanesinden izinli ayrılıp kahvaltıya
geldiğimizi düşünüyordu artık.
Garson tepsideki küçük tabakları tek tek
masaya dizip masayı doldururken kimse konuşmadı bir süre. Babam halen Mayıs’a
dönük halde ondan cevap bekliyor, Özgür sevgilisinin sıkışıklığına gülse mi
yoksa babama benzer şekilde gerilse mi bilemiyor gibi onlara bakıyordu.
Geriye kalan son kişiye, ifadesini en
merak ettiğim yüze doğru hafifçe bakışlarımı çevirdiğimde Pars’ı yarım bir
gülümsemeyle bulmayı beklemiyordum. Onun dışında kalan herkesin çırpınıyor
olmasını umursamadan gayet keyfi yerinde bir biçimde karşısına doğru bakıyordu.
Bana bakıyordu. Bana bakıyor ve kıvrımına
hayran hayran izleyicilik yapabileceğim kadar hoş görünen yarım bir gülümseme
eşliğinde yapıyordu bunu.
Afrodit
olduğumu iddia ederek kendisini Ares
olarak tanımlayan birinin, av ve avcı olduğumuzu duyduğunda üzülmesi bir
anlam taşımazdı.
Pars Eraslan, benim avlayacağı bir ceylan olduğumu duyduğuna çok sevinmiş görünüyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder