Düşten Farksız 23.Bölüm

 23.BÖLÜM



“Önce ben geldim!” diye sızlandım Özgür’ü tişörtünden tutup çekiştirirken.

“Ee?” dedi umursamazca.

“Benim sıram!”

“Kim demiş?”

Aynı tonda ve asla öfkelenmeden sormaya devam ettikçe sinirlerim bozuluyordu.

“Ben diyorum.”

“Öyle mi prenses? Senin sözünün üstüne söz söylenmez, geç o zaman.”

Ne dediğini tam olarak anlamak için çok da çaba harcamadım. Bedenine çarpıp banyoya girerken arkamdan gülüyordu.

Uykudan uyanmama sebep olan tuvalete gitme ihtiyacım artık karnımı ağrıtmaya başlamıştı. Gözlerimi bu hisle araladığımda güneş çoktan doğmuş, henüz tepeye ulaşamasa da yolu yarılamıştı; saat on olmak üzereydi.

Yatağımda beni sıkıca sarmış kollar ve kolların ait olduğu bedenin boynunda soluklanır halde uyanmıştım. En son arabada gözlerimi uyku rolü yapmak için kapattığımı hatırlıyordum. Devamında olanlar zihnimde birbirleriyle eşleşemeyecek kadar silikti.

Banyonun kapısını açıp çıkmak için adımlayacakken Özgür’ün aynı noktada dikildiğini gördüm. “Çıkmasaydın çığırtkan.”

İçeride uzun kalmamıştım. Sırf uğraşmak için konuşuyordu. Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. Konuşmak -daha doğrusu söylenmek- için dudaklarımı aralayacağım sırada çoğunlukla yaramaz parıltılar barındıran kahvelerinde rastladıklarım beni duraksattı. Dudaklarım açıldığı gibi geri kapanırken bakışlarına dikkat kesildim.

Tavrında bir farklılık yoktu. Benimle sinirlerimi bozmak üzere didişmesine aşinaydım. Ancak bakışları başka bir şeylerin var olduğunu saklayamıyordu.

“İyi misin?” diye sordum birkaç saniyelik duraksamam sona erer ermez. “Niye öyle bakıyorsun?”

Afalladı. Aniden sormamı beklemediği belliydi. “İyiyim,” dediğinde bakışlarımı gözlerinden çekmedim. Daha doğru bir cevap beklediğimi böyle anlatmak istemiştim.

Sustu. Kızarak kaşlarımı daha da çattım. Kolunu omuzumdan enseme doğru sarıp beni kendine doğru çektiğinde yüzünü göremez hale gelmiştim. “Benim yüzümden mi üzgünsün?”

Dün öylesine garipti ki, etkilerinin bugüne taşmaması mümkün görünmüyordu.

Az önce yanından kalktığım, rahatsız bir uykuda gibi görünen babamın uyandığında nasıl bir tavır takınacağını bilmiyordum mesela. Bana bir şeyler sormak isteyecekti, benden duyması gerekenler olduğunu dün fazlaca kavramıştı. Onu buna iten, okuduğu mesajdı.

Özgür ise mesajı görmüş ancak ne yazdığını bilecek duruma gelememişti. Dedemlerde bayılışım ve devamında uyanmam ya da arabaya gidişimiz sırasında Özgür hiçbir şey biliyor gibi değildi, bundan emindim. Babam oturup onlara bundan bahsedecek değildi zaten. Henüz kendi sindiremediğini bir başkasına nasıl anlatabilirdi? Bu yüzden eve geldikten sonra da konuştuklarını düşünmüyordum.

Pençesinde kıvrandığım kâbusu hatırlayamamam, aynı evi paylaştığım iki adamı dün gece sabaha karşı nasıl yaktığımı da benden saklıyordu. Zihnimde buna dair hiçbir iz yoktu.

“Doğum gününde ağladım diye mi üzüldün?” diye sordum o henüz konuşamadan son anda aklıma gelen detayla.

“Evet,” derken nedenini anlayamadığım bir biçimde tepkisi yüksekti. “Evet, ona üzgünüm tabii.”

Beni halen kendisine yaslı tutuyordu. Bir kolumu kaldırıp sırtına doğru sardım. “Üzülme,” dedim sakince. “Hem tek değildim, o yüzden çağırmadım seni. Pars vardı.”

Adını özellikle anmıştım. İki ayrı amacım vardı.

“Bu bilginin beni rahatlatması mı gerekiyor kızım, kafayı yedirtmesene bana!”

İlk amacım olan Özgür’ün dikkatini sinirlendirerek dağıtmak kolayca gerçekleşmişti. İkinci amacım ise bana saklıydı. Onu anarken, istemsizce düşünmüş ve düşünmenin bana ne hissettireceğini kontrol etmek istemiştim.

Birkaç gün önce değil, on dakika önce konuşmuş gibi bana söylediklerini tek tek nefessizce sayabilirdim. Onunla konuştuktan sonra koca bir enkazın altında kalmış olmama sebep olan şeyler yaşanmıştı ama bu, Pars’ın gözlerimin içine baka baka hiç sakınmadan söylediklerini zihnimden atabildim demek değildi.

“Despina!” dediğini duydum Özgür’ün. Sesi acı doluydu. “Dalgınlığının sebebi uykudan uyanamamış olman, başka hiçbir şey değil. Bak bana canım benim!” diyerek yanaklarımı avuçlayıp beni kendinden ayırdı. Kafamı hızlı hızlı iki yana salladığında beynim ters dönmüştü.

“Hı?” gibi bir ses çıkarttım sadece.

Daha tam uyanmayı başaramadan başımın hızla sallanıp durması dengemi şaşırtmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak odağımı toplamaya çalışırken bir yandan da Özgür’ün yanaklarıma yapıştırdığı ellerini itmeyi deniyordum.

“Özgür!” diye seslenildiğini duyduğumda bedenim tatlı bir sıcaklıkla gevşedi. Kurtulmak için çabalamama gerek kalmamıştı. Kurtarıcım gelmişti.

“Dinliyorum abi…” derken göz ucuyla, benim arkamda kalan babama doğru bakıyordu Özgür. “Biz de günaydınlaşıyorduk tam.”

“Kendi ayılığınla mı karıştırdın oğlum, ne diye sarsıyorsun bedenini?”

Ağır bir kazaya karışmışım gibi yüzümü ekşittim. Babamın konuşmasıyla dikkati dağılan Özgür’ün tutuşundan kurtulduğumda yüzümdeki ifadeyi bozmadan arkama dönüp babama doğru ilerledim. Onun yanına doğru attığım küçük adımların sonunda dibine girmiştim.

“Başımı döndürdü,” dedim sızlanarak. “Ölürüm başına senin,” deyip alnımı öptü sertçe. Öylesine bir söyleyiş değil, sanki içindekileri taşırışıydı bu.

Özgür’ü şikâyet eden şımarık kız çocuğu modum hızla değişirken içim titreyerek göğsüne yaslandım. Ona tutunduğumda kendimi bin parçaya ayrılmaktan koruyabileceğim en kesin yolda olduğumu hissediyordum. Kollarındayken parçalanmama, canımın acımasına izin vermeyeceğine kendimi öylesine inandırmıştım ki onu hissettiğim anda bedenim tüm alarmları kapatıyor ve koruma kalkanlarını rahatlıkla indirip ona güveniyordu artık.

Bir dakikadan az olan ama kesinlikle daha fazlasıymış gibi hissettiren bir süre babamın göğsünde bekledim. Arada alnıma küçük öpücükler bırakmaya devam etmiş, ben de her seferinde daha da mayışmakta bir sakınca görmemiştim.

“Biraz daha uyumak ister misin?” diye sorduğunda olumsuz bir ses çıkarttım. Uykum yoktu, yeterince uykuya sığınmış ve uyumam gerekenin fazlasını uyumuştum.

“Ben isterim,” dedi abartı bir hevesle Özgür. “Despina uyumayacaksa beni uyutsana abi.”

Babamın Özgür’ü bana yaptığı gibi göğsünde uyuttuğu bir sahne gözümün önünde canlandığında kendimi tutamayarak kıkırdadım. İkisinin de koca bedenleriyle bir yere sığıştığını hayal etmek yeterince komikken, Özgür’ü babamın göğsüne sinmiş düşünmek daha da beterdi.

“Özgür…” dedi babam dişlerinin arasından. Çenemi göğsüne dayayarak yüzüne doğru baktım devamında söyleyeceklerini dinlerken ifadesini görebilmek için. “Dua et kızımı güldürdüğüne, yoksa çok tatlı bir uykuya yatıracağım ben seni böyle dalga geçmeye devam edersen.”

“Sonsuz uyku diyorsun…” Özgür sırıtarak konuşsa da bir tık gerilmişti. Babamın şaka yapma ihtimali olmadığını iyi bildiğinden olabilirdi sanırım.

“Korktun mu?” diye sordum başımı çevirip ona doğru bakarken. Özgür dudaklarını sarkıtır gibi oldu. “Korktum, çığırtkan.”

“İyi,” dedim omuz silkerek. “Hak ettin.”

Tavrıma ağzı açık kalırken babamın da gülüşüyle göğsü titremişti. Duygularıma oynayarak beni kandırabileceğine inanan Özgür’ü bu tepkim şok etmiş gibiydi.

“Hain…” diye homurdandı bana doğru. Kaşları çatılırken bir sonraki hamlesini tahmin edebilir hale geldiğim anda babamın kollarından sıyrılıp büyük bir hızla koşmaya başlamıştım.

Kaybedeni baştan belli koşturmacamızda benim nefesim tıkanana kadar Özgür beni avlanacak tavşan gibi koşturmuştu.

Odasının kapısında beni yakaladığında bedenimi aniden havalandırıp omuzuna attı. Dudaklarımdan kopan çığlığı kontrol edemediğim için kulaklarına tatlı bir dinleti sunmuştum bu sırada.

“Yakında atacaklar bizi bu evden çığırtkan, komşuların kulak sağlığına ağır bir tehlikesin sen.”

“Senin horlamandan rahatsız olmuyorlarsa bundan da olmazlar.”

Babamın kahkahasını duydum. Verdiğim cevabı beklemiyordu ama galiba beğenmişti.

“Sen omuzumda duran bir çuvala göre fazla mı cesaretlisin acaba?”

Yapabildiğim kadarıyla omuz silktim. “Eğer biraz daha omuzunda durursam sırtına doğru kusacağım bu arada, az önce kafamı sallarken yeterince başım dönmüştü.”

Özgür panikle beni yere bıraktığında derin bir nefes aldım. “Aferin,” dedim beni bırakışı sanki benden korktuğundan gerçekleşmiş gibi.

Yüne üstüme doğru geleceği sırada babam araya girdi. “Yeter, rahat durun artık. Yoruldunuz.”

Özgür’ün koca bedeninin yorulduğunu sanmıyordum ama benim yorulduğum kısmı doğruydu.

“Acıktım ben,” diyerek şaşırtmayan ancak alakasız bilgilendirmesiyle Özgür homurdandı. “Kahvaltıya mı gitsek? Ben evde doymuyorum.”

Dışarı çıkma fikri bir an için duraksamama neden oldu. Dün olduğu gibi dışarıda onu görme ihtimalim kapının eşiğindeydi. İstanbul’da oluşu ve beni bulup takip etmeye başlaması artık kanıtlı biçimde önümüzde duruyordu.

Bekleme sürem onlara neyi düşündüğümü açık etmiş olacak ki babamı duydum. “Gidelim,” dedi tereddütsüz. “Hazırlanın çıkalım.”

Bakışlarımız kesiştiğinde elalarından bana taşan düşünceleri okumakta zorlanmamıştım. Düşüncelerini saklamakta başarılı olduğu kadar, istediği anda onları açıkça göstermekte de iyiydi. Dışarı çıkmayı kendime bir korku haline getirmemi istemiyordu, yanımdalarken ortada bir sorun olmayacağını bilmemi ister gibi bakıyordu. Güven verir gibi…

Bakışlarından bana aktarmak istediklerine engel olmadım. Kendime tek başıma değil, onlarla olacağımı hatırlatarak cesaret verirken dudaklarımı araladım. “Nereye gideceğiz?”

Nereye gittiğimize dair büyük bir merakım yoktu ama kabul ettiğimi bu şekilde belli etmeyi seçmiştim. İkisinin de yüzünde hafif de olsa görülen bir rahatlama vardı. Konuşan Özgür oldu. “Çok soğuk ve kötü bir yere, git ona göre giyin gel çığırtkan.”

Benimle dalga geçişine ters ters bakarak yanıt verip odama doğru yöneldim. “Tamam en güzel elbisemi giyerim, anladım.”

“Neyi anladın ya?” diye yakındığını ve ensesinde patlayan tokadın sesini duymuştum peş peşe. Canını acıtmadığını biliyordum, babamın ona bu şekilde hafifçe vuruyor olması aralarındaki bir iletişim şekliydi.

“Çeneni bir tutsan, nasıl rahat edeceğiz var ya Özgür.”

Aralarındaki diyaloğa kıkırdarken odama girdim. Hazırlanmaya başlarken dudaklarımda küçük bir tebessüm, içimde ise karmakarışık hislerle bezeli yoğun bir yük vardı.

Uzun tutmamaya çalıştığım hazırlanma süremin sonunda her şeyimi halletmiş şekilde odadan çıktım.

“Hazırlandım ben,” diye seslenerek nerede olduklarını anlamaya çalıştım odanın kapısından çıkar çıkmaz.

Aklımın bir köşesi beni sürekli ‘babamın neden sorular sormadığına’ dair darlayıp dururken bir diğer köşe halinden memnundu. Dile getirmek yerine dünü yaşanmamış saymak ve her şeyi önceki günde olduğu halindeymiş gibi düşünmek benim için rahat olan yoldu.

‘Şimdi değilse, gece; gece değilse, yarın...’ diyerek susmama izin vermeyeceğini söylediğini hatırlıyordum dün dedemlere gitmeden hemen önce. Babamın tavrı bu sabah bir şekilde değişmiş olabilir miydi? Ve değiştiyse, neden değişmişti?

“Çıkalım o zaman, biz hazırız zaten.” diye konuşarak salondan çıkan Özgür’ün ardından babam da görünmüştü.

Gözlerimi irice açarak özellikle babama baktım. Özgür benimle uğraşmaya başlamadan önce ondan duymam gereken önemli bir şey vardı.

Yanıma gelip kısaca üzerime baktı, üstümdeki kalın askılı beyaz elbisenin hiçbir detayını tam göremediğinden emindim. Saniyeler bile sürmemişti bakışı. Ama yine de dudakları aralandı. “Çok güzel olmuşsun, bebeğim.”

Erimeye başlamadan önce toparlanıp kaşlarımı havalandırdım. “Bakmadın ki hiç.”

“Bakmasam da güzel olduğunu biliyorum, bakarsam beni delirtecek bir şey göreceğim ve küstüreceğim seni. Bakmamaya karar verdim.”

İlk kısmın etkisiyle dakikalarca aşık aşık yüzüne bakabilirdim ama ikinci kısmın ağır bastığına kendimi ikna edip direndim. Etrafımda döndüm yavaşça. “Niye delirecekmişsin? Bak üzerimde kirazlar var.”

“Başlayacağım şimdi kirazına, yürü çığırtkan. Aç aç bekletiyorsun, bir de el kadar elbiseler giyip çıkıyorsun şu odadan.”

Özgür beni sırtımdan öne çekiştirdiğinde ofladım. “Bu elbiseyi sen aldın bana.” Yalan değildi, birlikte alışverişe çıktığımızda aldığım ve onun zorla ödediklerindendi.

“Dolandırılmışım gidip iade edelim en yakın zamanda.”

Göz devirirken ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı geçirmekle uğraşıyordum. İkisi de elbiselerden pek anlamıyorlardı. Keşke halam burada olsaydı.

“Sen kullan,” demişti babam asansöre binmeden önce. Bu nedenle onun değil Özgür’ün arabasındaydık. Ön koltuğu babama bırakmamak için çırpınmadan arkaya geçmiştim.

“Ben öne oturmayayım diye kendini yırtan kız nerede?” diyerek arabayı çalıştırmadan önce ters ters bana bakan Özgür’e sırıttım. “Bilmem, nerede?”

“Şu arabayı çalıştır da klimayı aç artık Özgür, hadi koçum.”

Babamın bazen ikimizi birden yanından kovmak istediğini düşünüyordum böyle didiştiğimiz anlarda. Ancak bana kıyamıyor ve genelde sadece Özgür’e patlıyordu. Neyse ki benim için gayet kârlı bir durumdu, böyle devam edebilirdi.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum evdeyken sorduğum gibi. Bu kez gerçekten merak etmiştim. “Çok mu sürer?”

Otoparktan çıktığımız sırada Özgür cevapladı. “İlhan amcayla tanıştıralım seni bence, değil mi abi?”

Babamın bakışları Özgür’e çevrildi. “İlhan seni yanında Pars olmadan kapıdan içeri sokarsa, gidelim. Biz kahvaltı yaparken sen dışarıda beklersin ya da.”

Babamın söyledikleri fazlasıyla ilgimi çekmişti. “Neden Pars olmadan kabul etmiyor Özgür’ü?” Kafamı koltuklarının arasından öne doğru uzattım. Babam hafifçe bana döndü. “İlhan ikisini birbirinden ayırmaz uzun yıllardır, ikisini ayrı şekilde kabul etmeyecektir restorana.”

“Artık barıştılar, bunu söyleyebiliriz bence İlhan Bey’e.”

“Kim barışmış?” diye sordu Özgür ters ters.

“Aranızdaki dert, Mayıs’la olanlar yüzündendi. Mayıs’la barışmışken Pars’la aynı mı kalacaksın yani?”

“Evet,” dedi hiç beklemeden. “O ruhsuzla aramda ne kadar mesafe olursa o kadar mutluyum, geç fark ettim bunu.”

“Eminim Mayıs çok mutlu olur bunu duyunca, mutlaka ona da söyle.” dedim arkama yaslanıp kollarımı göğsümde kavuştururken. “Hatta ben en yakın zamanda söylerim. Abisi ve sevgilisi birbirinden böyle rahatsız olurken keyifle yaşar.”

“Mayıs bu durumun zaten farkında, Despina.”

“Değil,” dedim kendimden emin bir biçimde. “Aranızdaki sorunun kendisi olduğunu düşünüyordu. Şimdi sizin ilişkiniz eskisi gibi olacak ama Pars ve sen aynı kalacaksınız…”

Özgür benimle uğraşamayacağına karar vermiş olacak ki bir an gözünü yoldan ayırıp babama baktı yardım ister gibi.

“Hiç bakma bana, tek bir yanlış yok söylediklerinde.” Babam gayet netti. Özgür ondan umduğunu bulamayınca homurdanarak önüne döndü. Söylediklerini tam olarak duyamamıştım ama mutlu görünmediğini kolayca söylemek mümkündü.

“İkiniz de inadınız yüzünden öfkeli gibi davranmaya devam ediyorsunuz sadece.” dedim bacağımı diğerinin üstüne atarak arka koltukta yayılırken.

“Pars’ın derdinin inat olduğunu bilecek kadar tanıdın yani onu da, öyle mi çığırtkan?”

Aniden yaptığı hamlesiyle afallayarak durdum. Babamın boynunun sert sayılabilecek bir biçimde bana doğru çevrildiğini görmüştüm. Aynadan görebildiğim kadarıyla Özgür bu sahneye keyiflenmiş gibiydi.

“Tanıdığım falan yok,” dedim bastıra bastıra. “İkinizle on dakika aynı yerde durunca insan kolayca anlayabiliyor sadece. Aptal değilim.”

“Değilsin tabii,” dedi ağzının içinde yuvarlayarak Özgür. “Fazla zekisin hatta, biraz aldırmak lazım o aklını.”

“Boş boş konuşma da şu sapaktan dön, trafiğe girme bir saat çıkamayız sahil yolundan.”

Babam eliyle ön camdan sağ tarafı gösterirken Özgür’ün dikkatini benim üzerimden çekmişti. “Gidiyoruz yani İlhan amcanın yanına, sapaktan döndürdüğüne göre…”

Gidiyorduk, hatta gitmeyi bitirmiş ve birkaç dakika kadar önce de varmıştık bahsettikleri yere.

Yerleşim yerlerinin gittikçe azaldığı, ağaçların ve yeşilliğin sıklaştığı bölgelere doğru ilerledikçe etraf dinginleşmişti. Önünde durduğumuz yer fazlasıyla salaş görünen iki katlı bir binaydı. Doğanın ortasında olduğu gibi, kendisi de doğaya aitmiş gibi sarmaşıklarla kaplıydı büyük bir kısmı.

Yakın mesafede başka bir mekân yoktu, bu yüzden etraftaki park etmiş araç sayısı içerisinin kalabalık olduğunu gösteriyordu.

Sarmaşıklar yakınlaştıkça daha hoş görünmeye başlamıştı. İçeriye gireceğimiz sırada kapının dışında, solda kalan bank gibi görünen oturma alanındaki beden hızla ayaklanmıştı.

“Kimleri görüyorum!” diyerek sevecen bir tavırla konuşan adam altmışlı yaşlarındaydı tahminimce. Çoğu beyaza bürünmüş saçları, yüzünde yer yer belirgin kırışıklıklarla birlikte yaşını belli ediyordu ilk bakışta.

“Hoş geldin Timur’um,” diyerek en önden ilerleyen babamı selamladığında onu gördüğüne gerçekten sevindiğini yüzünden okumak mümkündü.

“Hoş bulduk İlhan abi, iyi gördüm seni.”

“İyi göreceksin tabii, ne zaman kötü görünmüşüm ben zaten?” Adamın abartılı bir sinirle söylenmesine kendimi tutamayıp kıkırdadım. Enerjisi çok tatlıydı. Gülüşüm dikkatini babamdan ayırıp bana çevirmesine sebep olduğunda dudaklarımı birbirine bastırdım.

Bana baktıktan sonra kısa bir an Özgür’e gözü çarptı, ardından yine bana döndü. “Bu asalak Mayıs’ını unutabildi de sana mı göz koydu diyeceğim ama iki dünyada mümkün gibi değil… Kim bu güzel kız?”

Babam öksürür gibi boğazını temizledi. Tahminin içeriğini beğenmişe benzemiyordu. Özgür ise keyifle sırıtıp beni kendisine yapıştırdı. “Çeneni tutabilsen biz şu oyunu yıllarca devam ettirirdik, kimse bir şey anlamazdı he.”

“Oyun?” diyen babamı duyduğumda Özgür’ün sönen sırıtışını ben yüzüme taktım. “Anlatsana, hangi oyun?” diyerek Özgür’ü sıkıştığı köşede iyice boğduğumda bana ‘sonra görüşeceğiz’ der gibi bakmıştı.

“Kendi aranızda anlaşıp beni meraktan çatlatmaya mı geldiniz, aç bırakırım sizi bakın!” İlhan Bey pek eğleniyor gibi görünmüyordu. Babam da onun sabrının sonuna geldiğimizi anlamış olacak ki konuşmaya başladı.

“Kızım, İlhan abi. Despina benim kızım.”

Adamın fiziksel ve zihinsel olarak donakaldığını gözlerimle görmüştüm. “Kızın..?” dedi şaşkınca. Özgür’e baktı bir an sonra. “Senin bir de kız kardeşin mi vardı ulan hayırsız, tek tek anlatıyorsun her şeyi yine.”

Beni Özgür’ün öz kardeşi sanmıştı sanırım, babamın onunla birlikte beni de evlat edindiğini mi düşünüyordu?

“İlhan amcam sen çok yanlış yerlerden anlıyorsun konuyu, oturup mu konuşsak?” Özgür omuzumdan sarkıttığı koluyla içeriyi işaret etti. “Açız, kahvaltını özledik. Yarım saattir övüyorum ben kahvaltının güzelliğini Despina’ya, haksız çıkartma beni.”

Adamın bakışları babamı buldu. Ondan daha düzgün bir açıklama alacağını düşünüyordu belli ki. “Ne diyor bu deli Timur?”

“Az rastlanılır bir durum ama doğru diyor abi; Özgür’ün kardeşi değil, benim öz kızım.”

Adamın şaşkınlığı on katına çıkarken babamı kolundan tutup içeriye doğru çekmişti. Onlar önden ilerlerken biz de biraz arkalarından takip ediyorduk. Özgür omuzuma sarılı kolunu çekmeden bana doğru eğildi. “Özgür’ün kardeşi değil derken, öz olmamasından bahsediyordu. Yoksa küçük kız kardeşimsin sen benim, biliyorsun değil mi saftirik?”

Yüzümü ona doğru yasladım. Biliyorum demeye gerek duymadım ama itiraz etmeyişimden zaten bunu anlayabilirdi.

Kısacık duygusal anımızı hemen sonra söylenerek yıktı. “Üstündeki kirazlara baktıkça iyice acıktım, hızlı yürü çığırtkan. Vişne reçeli bulalım acil.”

Göz deviriyor olsam da dudaklarım kıvrılmıştı bir yandan. Özgür’ün böyle duygusal bir şey söyledikten sonra direkt kaçıp konuyu değiştirmelerine artık alışmıştım.

Sarmaşıkların dolandığı mekânın içinde de bolca doğa teması gördüğüme şaşırmamıştım. İçerisi loştu, çok fazla masa yoktu ama olanlar da neredeyse tamamen doluydu. Tek tük boş masa çarpıyordu gözüme. Klima serinliğiyle ferahlayan ortama girince derin bir nefes almıştım. Dışarıdaki yakıcı sıcak içimi eritmişti.

Özgür köşelerden birinde kalan boş bir masaya doğru yönelmemizi sağladığında benim bakışlarım babamı aramaktaydı. Arayış içindeki halimi gördüğünde güldü. “Gelir şimdi, biz oturalım.”

İtiraz etmeden, benim için çektiği sandalyeye yerleştim. Karşıma geçmek yerine yanıma yerleşti. “Baban arabada benim tarafımı tutmadığına biraz pişman olsun, yanına ben yerleşeyim de.”

Dirseğimi masaya koyup yüzümü de avuç içime yasladım. Ona doğru döndükten sonra konuştum. “İstese seni buradan kaldıramaz yani…”

Duraksadı. Dudaklarını çocuk gibi büktü. “Orasını karıştırma, sus.” dediğinde kıkırdadım.

Birkaç dakika her zamanki gibi birbirimizi rahatsız ederek konuşup durduk. Dakikaların sonunda babamı ve hemen arkasından geliyor olan İlhan Bey’i bulmuştu bakışlarım.

“Nerede kaldın?” diye sordum bakışlarım babamdayken. Boş sandalyeye geçmeden önce eğilip saç çizgime dudaklarını bastırdı. “Çok mu özledin beni?”

Dilimi dişlerimle hafifçe sıyırıp acıttım. Yanımda değilken sabırsızlanıyor, gelmesi için aceleci bir tavra bürünüyordum. Özlediğimden olması mümkündü, özlüyordum tabii; ama bence asıl sorun bir anda onu kaybedecekmişim gibi delicesine endişelenen kalbimden kaynaklanıyordu. Bir anda kavuşmuşken yine öyle bir anda kaybedecekmiş gibi telaşlıydım.

Karşımdaki sandalyeye yerleşti. Ben uzun uzun onu süzüyorken masanın önünde ayakta duruyor olan İlhan Bey konuştu. “Hoş geldin tekrar güzel kızım,” dediğinde gülümsemiştim. “Teşekkür ederim İlhan Bey.”

Yüzü buruştu. Dedemin ona Mirza Bey dediğim anlardaki halini aratmıyordu. “Amca de, dede de ama beyli meyli konuşma.”

Başımı salladım uslu uslu. Aferin der gibi gülümsedi. Yüzündeki memnuniyetsiz ifade kaybolmuştu.

“Kahvaltı yollatıyorum ben size, beş kişilik.”

Kaşlarım havalandı. Babam ve Özgür biraz kocaman diye onları iki kişi mi saymıştı?

“Beş?” diyen Özgür de benim gibi şaşkın duruyordu. “Üç yeter İlhan amca, Despina çeyrek kişilik yiyor zaten.”

İlhan amcanın kaşları çatıldı. “Mayıs’la Pars gelmiyor mu?”

Alt dudağımı ağzımın içine doğru çekip geriye yaslandım. Özgür’ün vereceği cevaba göre alacağı tepki kesinlikle bayağı değişecek gibi görünüyordu.

“Yok gelmiyorlar,” dedi Özgür.

“Timur söyledi az önce, barışmışsınız Mayıs’la.”

“Barıştık İlhan amcam, barıştık ama gelmiyor bugünlük.”

İlhan amca ‘bana ne’ der gibi omuz silkti. “İyi, sen de yürü git o zaman buradan. Baba kız kahvaltı yapsınlar, ben size ikinizi ayrı ayrı buradan içeri sokmam demedim mi bin kere?”

İkiniz derken kastettiği Özgür ve Pars’tı, bunu babamın arabada söylediklerinden çıkarabilmiştim.

“Abi bu seferlik-…” diye başlayan babamın sözünü kesti direkt. “Bu seferi geçen seferi yok, bu salaklar dalaşıp dururken Mayıs kızımı ben ağırladım kaç kez. Madem barıştılar, ya hep birlikte gelirler ya da gelme bileti sadece Mayıs’ın olmaya devam eder.”

O kadar net bir tavrı vardı ki yalvarsak da geri adım atacak gibi değildi. Özgür’ün açlığının etkisiyle her an patlayabileceğini de düşünürsek buradan kalkıp başka bir yere gitmemiz ya da onu dışarı yollayıp bizim kahvaltı yapmamız da çok saçmaydı.

“Ben Mayıs’ı arayayım o zaman,” dedim masada duran telefonuma uzanırken.

Özgür’ün muhtemelen itiraz için aralanan dudakları İlhan amca bir avucunu yanağına sıkı sıkı yapıştırdığında kapandı. “Ara kızım, ara gelsinler.”

Babam Özgür’ün suratına gülmemek için zor duruyormuş gibi bakıyordu. Ben de gülmek ve gülmemek arasında bayağı kıvranır haldeydim. Arabadaki havalı tavrından geriye bir şey kalmamıştı, İlhan amcanın etkisi tahmin ettiğimden fazlaydı üzerinde.

Mayıs’ı arayıp telefonu kulağıma yaslarken göz ucuyla Özgür’e baktım. “Sen konuşmak ister misin?”

Sabır diler gibi bana bakınca sevimlice sırıttım. İstemiyordu galiba.

“Günaydın Despoşum!” diyerek heyecanla telefonu açan Mayıs’ın enerjik oluşuna güldüm. “Günaydın,” dedim onun kadar canlı olamasam da bir şekilde karşılık vererek.

“Pars yanında mı?” diye sordum çok oyalanmadan. Zaten yola çıkışları ve ardından buraya gelmeleri yeterince sürecekti.

Babam ve Özgür aynı anda öksürürken Mayıs kıkırdamıştı. “Sabah sabah rüyalarında mı gördün abimi canım balım böceğim, duşta abim istersen çağırayım konuşun.”

Babama ve Özgür’e eşlik ederek bu kez ben de öksürdüm. Şükürler olsun ki Mayıs’ı duymuyorlardı. Direkt Pars’ı sormamın herkes tarafından yanlış anlaşıldığını fark edince ısınan yanaklarımla birlikte asıl konuyu açtım.

Kısaca İlhan amcanın yanında olduğumuzu ve onları çağırdığını söylediğimde Mayıs hevesle onaylamıştı zaten. Pars ikna olur muydu Özgür ile kahvaltı yapacak olmaya bilmiyordum ama Mayıs bir şekilde ikna ederdi herhalde.

 

~

 

“Boş boş ekmek yiyip durmayı bırak artık Özgür.”

Özgür yanaklarını şişirecek kadar büyük bir ekmek parçasını ağzında tutuyorken babama doğru baktı. Ne söyleyeceğini son yarım saattir ezberlediğim için dolu ağzıyla konuşmadan önce ben konuştum. “Açım abi aç!” diye böğürerek Özgür’e seslendirme yaptığımda babam başını eğerek gülüşünü saklamaya çalışıyordu.

Özgür açlıktan, ben onu dinlemekten yakınıyorken olan babama oluyordu aslında ama o halinden memnundu. Bizi gülerek izliyor, Özgür’ün masaya gelen tek yiyecek olan ekmeği sömürmesini gözlemliyordu.

İlhan amca, belli ki Mayıs ve Pars gelmeden önce bize kahvaltı vermeyeceği konusunda şaka yapmamıştı. Bir ara Özgür garsonlardan birini zar zor ekmek getirmesi için ikna etmişti, o andan beri de ekmek tıkınıyordu zaten.

Telefonumdan saati kontrol ettiğimde Mayıs ile konuşmamın üzerinden otuz beş dakika kadar geçtiğini görmüştüm. “Ne zaman gelirler?” diyerek babama baktım. Yolları ne kadar sürerdi bir fikrim yoktu çünkü.

“Gelmek üzeredirler hemen çıktılarsa.”

Hemen çıkmış olmalarını umarak önümdeki suyumdan bir yudum aldım.

Birkaç dakika sonra, Özgür ekmekleri bitirdiği için biraz sakinleşmiş ve omuzuma doğru devrilip başını bırakmıştı. Ben bu sırada babama aklıma esen anlamsız bir şeyler anlatıyor ve onu da dinlemeye mecbur bırakıyordum. Gerçi hiç şikâyetçi görünmüyordu. Ya da güneş kremi sürmeyi unuttuğum için sitem etmem ilgisini çekmiş olabilirdi belki…

Masaya yakın bir yerde hissettiğim hareketlilikle başımı Özgür’ün omuzumda yatışıyla engelleyemediği kadar çevirdim. Yanımıza varmalarına bir iki adım kalan Eraslan kardeşleri de böylece görebilmiştim.

Mayıs’ın siyah bol ve kısa bir kot şortun üstüne geçirdiği straplez soluk yeşil üstü belki bir başkasının üstünde sade dururdu ama kıvırcık kabarık saçlarıyla ve taktığı takılarıyla birlikte giydiklerini bambaşka bir hale büründürmüştü.

Yarısından az yer kapladığı abisinin önünden ilerliyor olsa da onu görmeme engel olamamıştı bedeni. Pars’ın giydiklerini Mayıs’ın seçtiğine yemin edebilirdim, Mayıs’ın üstündeki renklerle bire bir aynı görünen kombinin başka bir açıklaması yoktu.

Bu detay beni hafifçe gülümsetirken onlar son adımlarını attığı sırada Özgür’e doğru fısıldadım. “Keşke sen de kirazlı gömlek giyseydin, bak ne kadar tatlılar!”

Özgür konuştuğumda direkt başını kaldırıp arkasına doğru döndü. Zaten o dönene kadar Mayıs ve Pars yanımıza ulaşmışlardı.

“Günaydın,” diyerek ışıl ışıl gülümseyen Mayıs’a baktım. Gözleri parıldıyordu. Onun için bu kahvaltının aslında çok önemli olduğunun farkındaydım.

“Günaydın,” diyen aynı anda babam ve ben olduk. Özgür daha çok gözlerini sevgilisinin yüzüne doğru dikip içli içli bakmakla yetinmişti.

“Sana gün aymamış, çok mu acıktın?” diye sordu Mayıs kıkırdayarak Özgür’e bakarken. Onu tanıması şaşırtıcı değildi.

“Biraz daha gelmeseydiniz beni yiyecekti sanırım, son anda yetiştiniz.” diyerek dalga geçsem de Özgür de Mayıs da beni takmamışlardı. Aralarındaki bakışmayı daha fazla bölmeden gözlerimi çektim. Gözlerimi onlardan çekip önüme dönmem mantıklı olurdu. Ancak ben mantıklı olanı yapamamış, bakışlarımı istemsizce Mayıs’ın yanında durmayı sürdüren Pars’a doğru çevirmiştim.

Ayaktayken zaten belirgin olan boyu, ben oturur haldeyken daha da göze batar haldeydi. Göze batan bir başka detay da koyu mavilerinin yüzümde gezinip duruyor olması olabilirdi.

“Hah, gelmişsiniz!” Arkamızdan yükselen memnun sesin sahibi İlhan amcaydı. “Yerleşin, yollatıyorum kahvaltıyı hemen. Ben de uğrarım sonra yanınıza, biraz mutfaktayım yoğunluktan.”

Pars’ın omuzuna bana göre hızlı ancak muhtemelen Pars’a göre yavaş olacak şekilde vurup yanımızdan uzaklaştı yeniden.

Mayıs Özgür’ün karşısında ve babamın yanında olan sandalyeye yerleşti. Oturduğumuz masa altı kişilikti, ancak bir sandalye sanırım başka bir masaya çekildiğinden beş sandalye diziliydi karşılıklı. İkisi babam ve Mayıs’ın oturduğu taraftaydı, sona kalan boş sandalye ise benim sağımdaydı. Pars oraya yerleşirse o ve Özgür arasında kalmış olacaktım.

Tek derdimiz ikisi arasında kalacak olman mı, Despoş? Yanımıza oturacak… İç sesim fazla Mayıs’a maruz kalmaktan delirmişti, bir ara ayarının düzeltilmesi gerekiyordu.

“Günaydın Timur abi,” diyerek babama küçük bir baş selamı verdikten sonra rutin bir durummuş gibi yanıma yaklaşıp sandalyeyi geriye doğru çekti ve oturdu.

“Günaydın koçum,” yanıtı babamdan geldiğinde Özgür aşıklar bakışmasını aniden kesip kaşları çatık halde babama döndü. “Ne koçu?”

Babam omuz silkti. “Aranızdaki saçmalık sona erdiğine göre, normale dönebiliriz. Yedi ayda yiyip bitirdiniz beni oğlum ikiniz de.”

Mayıs’ın bana anlattığı, Pars ve Özgür’ün babamın elinde şekillenişi hikâyesini doğrulayan bir sahneydi. Babam gerçekten rahatlamış görünüyordu.

“Son erme falan yok,” diye başladı Özgür. Elimi yüzüme kapatıp ağlamaya başlayacaktım. Çocuk gibiydi bu konuda.

“Saçmalık olduğunu kabul ediyorsun yani…” diyen Mayıs’tı. Özgür hem babamın hem de Mayıs’ın üstüne gelmesiyle omuzlarını doğrultup savunma işine girişti. Kahvaltımız gelip ağzı yemekle dolana kadar susmayacağına dair şüphelerim oluşmaya başlamıştı.

Özgür’ün anlamsız yakarışlarını dinlerken, konu onu da kapsadığı halde sessizce oturuyor olan Pars’a kaydı bakışlarım. İkili konuşmalarında da Pars genellikle sessizlikle sinir bozan taraftı ama şu an hiç konuşmaması yine de garip gelmişti.

Başımı küçücük bir hareketle çevirip ona baktığım anda mavilerimiz birbirlerine mıknatısın ters uçları gibi çekilmişti. “Sana da günaydın, Afrodit.”

“Günaydın,” dedim mırıltıdan fazlasına yükseltemediğim kısık sesimle. Yakınımdaydı, fısıldasam da duyacak kadar yakınımdaydı hatta.

Göğüs kafesimde bir baskı hissettiğimde elbisemin beni sıktığı yalanına kendimi inandırıp omuz askılarımı düzelttim yavaşça.

Sandalyemin bir anda hareket etmesiyle deprem oluyormuş gibi panikleyerek masaya tutundum. Ağzımdan şaşkınlık nidası çıktığı sırada beni hareket ettirenin sandalyemi kendine doğru çeken Özgür olduğunu fark etmiştim.

“Sıkışmayın öyle kenarda, bu taraf boş.”

“Sıkışmıyorduk, Akdoğan. Sen çocuk gibi mızmızlanmana devam et, bölmeyelim seni.”

Pars, Parslığını yaparak sakin bir biçimde az önceki suskunluğunu da kapsayacak bir tepki verdiğinde gözlerimi kıstım. Özgür abartmazdı umarım.

“İkinizi de dışarı attırmak üzereyim, sabrımı sınamayın.” Babam gayet normal bir şey söylüyor ve asla tehdit savurmuyor gibi keyifle konuşurken önünde duran tabağı düzeltiyor gibi yapmıştı. “İkiniz de bu tarafa geçip yan yana oturuyorsunuz, Mayıs sen de karşıya geç güzelim hadi.”

Babamın ikinci kez söylemesine gerek olmadan yeni oturma düzenimiz iki sandalyeli tarafta Özgür ve Pars, diğer tarafta da babam ortamızda kalacak şekilde Mayıs ve ben şeklindeydi.

“Herkes hak ettiği yerde oturuyor olduğuna göre, sorun kalmadı.” Babam ellerini üzerlerinde toz varmış gibi birbirine vurup arkasına yaslandı.

“Pek mutlu görünmüyorlar,” dedim babamın üstünden Mayıs’a doğru uzanır gibi eğilirken. “Sorun kalmadığından emin miyiz?”

“Üçümüz rahatız, o ikisinin ne yaşadığından bize ne bebeğim?” Babam beni yarı yolda yakalayıp omuzuna çekerken gayet keyifliydi. Mayıs’ın yalnız kaldığını düşünerek elimi uzatıp onu çekiştirdim. Bu sayede babamın diğer omuzuna düşmüştü.

Özgür ve Mayıs’ın ayrı geçirdiği aylardan önce, babam ve Mayıs’ın da sevimli bir yakınlığı olduğunu az çok anlamıştım. Birbirleriyle olan iletişimlerinden ve Mayıs’ın anlattıklarından bunu çıkartmak zor olmamıştı.

“Yavaş Despoş, omuzunu kıracağız adamın.”

“Despoş ne Mayıs?” derken babamın yüzü buruşmuştu. “Başka bir kısaltma bulamadın mı?”

“İsmi çok uzun Timur abi, ne yapabilirim?”

Babam göz ucuyla bana baktı. Burnumu yukarı dikmiştim ve ben de ona bakıyordum bu sırada.

“Ahu desin Mayıs sana, madem çok yoruluyor…”

Dudaklarım kıvrıldı yavaşça.

“Ahu kim? Niye Ahu diyeyim?” Peş peşe merakla soran Mayıs’ı babam cevapladı.

“Ahu karşında duruyor, Despina Ahu Akdoğan hemen yanında nasıl görmüyorsun?”

Ahu olmaya bile aşina olmayı başaramamışken birden Akdoğan olarak anılmak kalbimi hiç olmadığı kadar hızlandırmıştı.

“Ya…” diyerek son harfi uzata uzata bayılıyormuş gibi mırıldanan Mayıs’a baktım. Benim gözlerimle verdiğim tepkiyi o sesli olarak benim yerime vermişti. “Çok tatlısınız böyle baba kız, kız babası olmak için doğmuşsun gibi Timur abi.”

Gülümsedim, buruktu ama yine de dudaklarımda asılıydı. Kız babası için doğmuş olsa da kız babası olmaya başlayalı bir ay bile olmamıştı. Oysa kızı on dokuz yaşını yaşıyordu.

“Keyfiniz bol olsun ya, siz sohbete böyle kısık sesle devam edin hep. Biz iyiyiz.” Özgür küsmüş çocuklar gibi kollarını göğsünde kavuşturup bize tip tip bakarken benzer bir biçimde mi göreceğim diye merakla Pars’a çevirdim bakışlarımı.

Pars’ı ikinci kez kendime bakıyor halde bulmuştum ve yine bakışlarımız kesişmişti.

“İyi olmayın diyen mi var size? Siz de bize duyurmadan kendi aranızda konuşun oğlum beni ilgilendirmiyor. Düne kadar bir olup arkamdan saçmalayan siz değil miydiniz, üç beş ay geçti diye ne oldu?”

Babamın düne kadardan kastı belli ki yedi ay öncesiydi. Özgür ve Pars’ı birbirleriyle atışmadan ve yakın halde hayal etmekte zorlanıyordum. Babamın ve Mayıs’ın şahitliği olmasaydı buna kolay kolay inandırılamazdım zaten.

“Ne olduysa oldu abi, kim nasıl istiyorsa öyle davransın. Uzatmasak mı şu konuyu?” Pars bıkkınca söylenirken Özgür’e hiç bakmamıştı. Sesi bıkkın olduğu kadar yorgundu da. Hislerim beni tamamen yanıltmıyorsa aralarının bu halde olmasından Özgür kadar memnun olmadığını söyleyebilirdim.

“Ay!” diyerek bir anda babamın diğer omuzundan kalktı Mayıs. Onun ani tepkisi hepimizin dikkatini çekerken dördümüz de artık ona bakıyorduk.

“Ne oluyor?” diye sordum merakla. Bir anda yüksek bir tepki vermişti, şimdi de kıkır kıkır gülüyordu. Komik olan neydi?

“Yok,” dedi gülüşünü durdurmak istercesine elini ağzına bastırıp. “Yok bir şey, sinirim bozuldu bir an aklıma bir şey geldi de.” derken bakışları bir bana bir Pars’a değip duruyordu.

“Açlıktan kendini kaybeden tek ben değilmişim belli ki Mayıs çiçeği, iyi misin sen?” Özgür yarı endişeli yarı alaycı bir şekilde karşısında oturan sevgilisini sorgularken ben de dayanamayıp güldüm. Babam ve Pars da gülüyor sayılmasalar da dudakları her an gülümsemeye kayacak bir kıvrımla hareketlenmişti.

Mayıs, Özgür’ün kendisiyle dalga geçiyor olmasına karşılık hızla mod değiştirdi. Kavisli, düzgün şekillendirilmiş kaşları çatılarak öne doğru eğildi. “Neye gülüyorum biliyor musun?”

“Neye gülüyorsun sevgilim?”

Mayıs’ın ‘sevgilim’ kısmına tepkisiz kalmak için kendini sıktığına yemin edebilirdim. Ama başarılı olmuştu, bir şey belli etmeden konuşmaya devam edebildi. “Despoşun diğer adı Ahu’ymuş ya…”

Adıma mı gülüyordu? Neresi komikti?

Pars’ın dikkat kesilişini, tenimi delip geçecekmiş gibi bakan bakışlarını hissediyordum.

“Ee,” dedi Özgür şaşırmayarak. O bu konuda bilgi sahibiydi.

“Ahu, ceylan demek…” deyip sürekli reklama giren diziler gibi duraksadı yine Mayıs. Birazdan ben Özgür’den daha beter sabırsızlanıp üstüne atlayacaktım. “Pars da yırtıcı ve vahşi bir hayvan demek ya hani…”

Gözlerim irileşti. Algıladığım bilgiler yerine oturduğunda Mayıs’ın çenesini kapatmak için çok geç kalmıştım. Özgür’ü sinirlendirmeye çalışırken, aramızda oturan asıl sinir kaynağını göz ardı etmişti. Babam buradaydı!

“Ee..?” sesi bu kez Özgür’den değil babamdan çıktı. Özgür’ün alaycı sesine hiç benzemeyen, birazdan masayı devirecekmiş gibi gergin çıkan sesiyle birlikte Mayıs’ın sertçe yutkunduğunu hareket eden boğazından görmüştüm.

İç çekerek bize doğru döndü yavaşça. Göz göze geldiğimizde elimi gözlerime örttüm. Ben burada yokmuşum gibi devam edebilirlerdi.

“Eesi Timur abicim,” diyerek zaman kazanmaya çalıştığı aşırı belli olacak şekilde yavaş yavaş konuşuyorken birden yerinde hopladı. “Kahvaltı! Bakın kahvaltımız geldi.”

Elindeki büyük tepsiyle birlikte yanımızda beliren garson en az bizim kadar ürkmüşe benziyordu. Az önce Özgür’ün ekmek için yalvardığı adamdı, muhtemelen akıl hastanesinden izinli ayrılıp kahvaltıya geldiğimizi düşünüyordu artık.

Garson tepsideki küçük tabakları tek tek masaya dizip masayı doldururken kimse konuşmadı bir süre. Babam halen Mayıs’a dönük halde ondan cevap bekliyor, Özgür sevgilisinin sıkışıklığına gülse mi yoksa babama benzer şekilde gerilse mi bilemiyor gibi onlara bakıyordu.

Geriye kalan son kişiye, ifadesini en merak ettiğim yüze doğru hafifçe bakışlarımı çevirdiğimde Pars’ı yarım bir gülümsemeyle bulmayı beklemiyordum. Onun dışında kalan herkesin çırpınıyor olmasını umursamadan gayet keyfi yerinde bir biçimde karşısına doğru bakıyordu. Bana bakıyordu. Bana bakıyor ve kıvrımına hayran hayran izleyicilik yapabileceğim kadar hoş görünen yarım bir gülümseme eşliğinde yapıyordu bunu.

Afrodit olduğumu iddia ederek kendisini Ares olarak tanımlayan birinin, av ve avcı olduğumuzu duyduğunda üzülmesi bir anlam taşımazdı.

Pars Eraslan, benim avlayacağı bir ceylan olduğumu duyduğuna çok sevinmiş görünüyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm