Düşten Farksız 43.Bölüm

 43.BÖLÜM


 

“İstediğinde konuşmayı bırakabilirsin, bunu sana sık sık hatırlatıyorum. Devam etmek istemediğinde dilediğin kadar nefeslen Despina.”

Sesini duydukça kendimi uykuya dalacakmış gibi hissettiğim sakinlikte konuşan kadına doğru baktım. Geçtiğimiz iki hafta boyunca bu onu dördüncü görüşümdü. Bugün sarı kıvırcık saçlarını açık bırakmak yerine sıkıca toplamış, gözlerinin mavisinin daha dikkat çekici hale gelmesine yol açmıştı. Tanıştığımız günden beri saçları ilgimi çekiyordu, fazla kıvırcık ve fazla güzeldi.

“İyiyim,” diyerek başımı kıpırdattım. Karşımdaki koltukta o oturuyorken, ben bulunduğum geniş koltukta en köşeye sinmiştim. “Çok mu hızlı konuştum? Neden yine hatırlatma yaptınız?”

“İçinden geldiği gibi konuşman benim için en doğrusu, hızlı ya da yavaş olman hiçbir sorun yaratmaz. Nefeslerinin seni yorduğunu düşündüğüm için araya girdim, bu doğru muydu?”

Konuşurken uzun tuttuğu cümleleri aslında hep bana yönelttiği sorulardan ibaretti. Az önce anlattığım anın içine çekildiğimin ve bunun nefeslerimi sıklaştırdığının farkına varmamı sağladığında parmaklarımla oynadım. “Doğruydu,” dedim sadece.

“O halde biraz dinlen ve öyle devam edelim. Anlatmak istediğin başka bir konu varsa, seni iyi hissettiren başka şeylerden bahsedebilirsin. Yalnızca uzak geçmişi değil, günlük yaşantını da paylaşabilirsin benimle.”

Bu odanın kapısından ilk girdiğim günün üzerinden iki hafta geçiyordu artık. Geldiğim gün hiçbir beklentim ve isteğim olmamasına rağmen henüz birkaç kez görüşmüş olmamız aklımda bazı ışıklar açmama yaramıştı.

Canan’la yüz yüze geldiğim akşamın sonu Özgün’ün gelişiyle tatlı sonlanmış görünse de ertesi sabaha uyandığımda aslında ortada tatlı hiçbir şey olmadığı açığa çıkmıştı. Babamın annesine söyledikleri, o kadının annemin hamile olduğunu bile bile gitmesi için elinden geleni yapışı, yıllarca susması… Hepsi birleşmiş ve aklımı bu konudan başka bir şeye yöneltemeyeceğim kadar yormaya başlamıştı.

Bir iki gün kendi halimde eve kapanıp kaldığımda ise babam beni uyumaya çalıştığımız öylesine bir gece buraya gelmeye ikna etmişti. Aslında ikna etmekten çok, buraya geleceğimi haber vermişti.

Benim için bir süredir psikolog araştırıyor olduğunu o an öğrenmiş, öğrendiğim an biraz bozulsam da sonra bunun kötü bir şey olmadığına kendimi inandırmıştım. İyi olmam için çabalıyordu.

“Günlük yaşantımda bir değişiklik yok ki,” dedim sunduğu öneriyi boşa çıkarttığımı sanarak.

Gülümsedi hafifçe. “Eğer değişiklik olmaması, rutin ilerleyen günler senin için can sıkıcı değilse bu da büyük bir gelişme aslında. Günlerimizin tamamı çok iyi ya da çok kötü geçmez, kimse böyle bir hayat sürmüyor.”

O günden sonraki iki haftayı düşündüm kendi kendime. Hızlıca yaşananların üzerinden geçtim.

Evde hiçbir sorun yoktu. Babam yanımdaydı, birlikteydik. Özgür ve Özgün sık sık evdelerdi, Özgün gerçekten kalıcı olarak bizimleydi artık.

Mayıs o gün olanlara şahit olduktan sonra aramızda bir köprü kurulmuş, bir koca günü başka hiç kimse olmadan onların evinde hiç susmadan konuşarak geçirmiştik. Ben anlatmıştım, o dinlemişti. Sonra tam tersini yapmıştık ve bende de ona ait düşünceler, duygular yer etmeye başlamıştı. Tanıştığımız günden beri arkadaş olduğumuzu zaten hissediyordum ama artık aramızdaki bağın arkadaşlığın ötesine kaydığını anlıyordum. İçim ona karşı daha sıcaktı.

Pars… O vardı bir de. Bir gün göremezsem ertesi günü mutlaka bir şekilde yanında geçirmek için çabaladığım, yirmi dört saatten fazla özlemini kaldıramadığım bir yere yerleşmişti. İşin en hoş tarafı da aynı şekilde onun da bana duyduğu özlem ve bunu dile getirmekten asla kaçınmamasıydı. Aramızda en ufak bir sorun çıkmıyordu, sorunun başlayacak gibi olmasına bile izin vermeden durumu çözüyordu ve ona aşık olmam benim yapmam gereken tek görev olarak kalıyordu.

“Gözlerin parıldamaya başladığına göre zihnin sanırım birilerini hayal ediyor, değil mi?”

Kolayca yakalanmış olmamın onun bir psikolog olmasıyla ilgili olduğunu umuyordum. Yoksa aklıma her Pars düştüğünde gözlerim parıldıyorsa, bu bazı sorunlar doğurabilirdi.

Başımı salladım. “Evet,” dedim çekinmeden. “Günlerimi sorduğunuzda bir iki haftadır neler yaşadığımı düşündüm. En sonunda da aklıma Pars geldi.”

Hayatımdaki, daha doğrusu yeniden doğduğum hayatımdaki isimleri biliyordu. İlk seansta afallamış olsam da sonra onunla konuşmayı sevmeye başlamış ve pek susmamıştım. Özellikle güzel olan şeyleri anlatmakta hiçbir çekincem yoktu.

Seansın sonuna dek konuyu bugünlerimde, sıkça da Pars’ta tuttum. Yeniden geçmişe dönmek yerine beni mutlu edecek şeyler anlattım. Anlatabileceğim, dakikalarca üzerinde konuşabileceğim güzel şeyler yaşıyor olmak benim için son birkaç aya dek ulaşılması zor hayallerden ibaretti. O hayallere kavuştuğumu bilmek en büyük güç kaynağımdı.

“Seans sıklıklarımız yine haftada iki olmaya devam etsin mi, yoksa haftada bir gün görüşmeyi mi tercih edersin Despina?”

Oturduğum yerden kalkmadan önce gelen soruyla birlikte duraksadım. “Bilmiyorum ki,” dedim omuzlarım hafifçe oynarken. “Sizin seçmeniz gerekmiyor mu?”

Kısa bir an gülümsedi. “Bu odada tüm seçimler sana ait.”

Gözlerimi etrafta gezdirdim. “Ama burası sizin odanız Nilperi Hanım.”

Cevabım yalnızca gülüşünü büyütmesine yaradı. Ben sıkılana dek haftada iki gün görüşmeye devam etmeyi kararlaştırdığımızda artık odadan çıkma zamanım gelmişti.

“Görüşmek üzere, dilediğin zaman bana ulaşabileceğini biliyorsun artık.”

Başımı onaylar anlamda salladım. Bana odanın kapısına kadar eşlik ettikten sonra ben aşağıya inmek için koridorun diğer tarafına yöneldiğimde o da aksi tarafa yürüdü.

“Nilperi Hanım,” diyen sekreterin sesini duyuyordum. “Uras Bey geldi, siz seansta olduğunuz için Simge Hanım’ın odasına aldım.”

Tanıdık gelmeyen isimleri duymam bir anlam ifade etmezken aşağı ineceğim asansörün önüne gelmiştim. Asansörün kapılarının açılması için tuşa dokundum. Kabine girdikten hemen sonra, kapılar kapanmadan önce son duyduğum ise keyifli bir seslenişten ibaretti.

“Peri’m ben geldim…”

 

~

 

“Güneş gözlüğün nerede senin? Gözlerini kısmaktan kırıştın çıngıraklı.”

“Evde unuttum,” diyerek hüzünle mırıldanırken Özgün abime doğru baktım. “Senin gözlüğünü ben takayım mı?”

“Yavrum gözlük sana feda olsun ama araba kullanıyorum, çok güneş var.”

Açıklamasını yeterli bulduğum için uzatmadım. Sabah seansa yetişmek için son anda evden çıkınca çantamda olmayan gözlüğümü evde bırakmıştım. Tüm suç beni acele ettiren Özgür’ündü. Zaten beni sabah sabah motora bindirmiş ve midemi ters döndürmüştü.

“İyi ki sen geldin beni almaya,” dedim gözlerim yarı kapalı halde.

“Bu barıştık demek mi?”

Omuz silktim. “Yo, barıştık demek değil.”

Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Özgün Kılıç üzerinde denediğim iki haftalık intikam planımda ilk gün dışında hiç pes etmemiştim. Sürekli babama ya da Özgür’e sırnaşıp ondan uzak kalışım, bir şey isteyecekken genelde ona gitmeyişim gibi küçük detaylarla koca bir ay ortadan kayboluşunun öcünü alıyordum. Daha ne kadar devam edeceğime de karar vermiş değildim.

“Yetmedi mi abim? Tamam, haklısın dedim sana ama bu işkence ne zaman bitecek? Gözümün önünde Özgür’e kur yapıyorsun ve ben yoldan geçen yabancı gibi sizi izliyorum sadece.”

Kaşlarımı çattım. “Ne yapıyorum ne?”

“Kur,” dedi gülerek. Yoldan gözlerini tamamen çekemiyordu ama ara ara göz ucuyla bana bakıyordu.

“O ne?” diye sordum.

“Yakın davranmak, ilgi göstermek gibi.”

Başımı salladım. “Evet, doğru o zaman. Kur yapıyorum.”

“Bana da yapsana,” derken sesi yalvarır gibiydi. “Yemin ederim böyle ısıra ısıra sevesim var seni ama yaklaştırmıyorsun iki haftadır. Pars mıdır leopar mıdır nedir, ona bile daha yakınsın benden.”

“Abi,” dedim sakince. “Pars sevgilim ya benim hani.”

Yüzü buruştu. “Sus, sesli söyleme gerçek olur.”

“Abi gerçek zat-…”

Birden arabanın kornasına basıp kulaklarımın çınlamasına sebep olduğu için susmuştum.

“Elim çarptı,” diyerek açıklama yaptığında ona ters ters bakmakla yetindim. “Kesin öyledir.”

Abim beni eve bırakana kadar ona terslenmiş ve kornayla acıttığı kulaklarımın intikamını almıştım. Benimle eve gelmediği, işi olduğu için ise vedalaşmamız gerektiğinden intikamıma ara verip yanaklarını sulu sulu öperek onu yollamıştım.

Evde tek kaldığım anlar nadirdi ve tercihim hep yanımda olmalarından yanaydı. Ancak tekken tedirgin hissetmemeyi, korkmam gereken kimsenin kalmamış olduğu gerçeğini de çok seviyordum.

Kendime soğuk bir kahve hazırlayıp salonda televizyonun karşısına yerleştiğimde önüme çıkan bir filmi izlemeye başlamıştım.

Filmin bir şeye benzememesi tadımı kaçırsa da başka bir şey arayıp bulmaya üşendiğim için yarısından fazlasını izlemiş ve vakit harcamıştım. Ana karakterlerin gereksiz bir olaydan kaynaklanan ayrılığını boş gözlerle izlediğim sırada çantamın içinden çıkartmaya bile çabalamadığım telefonumun sesini duydum.

Çantamı fırlattığım yerden almaya gidip hızla telefonumu çıkarttığımda ekrandaki isme bakar bakmaz aramayı yanıtlamıştım.

“Despoşum,” diyerek neşeyle konuşan Mayıs’a aynı şekilde karşılık verdim. “Efendim Mayıs böceği?”

Halamdan öğrendiğim ve gerçekten bir böcek türü olduğunu kesinleştirdiğim şekilde ona seslenmem pek hoşuna gitmese de artık çok geçti.

“Ne yapıyorsun? Evde misin?”

“Evdeyim, gel istersen. Tek başımayım zaten.”

“Başka bir zaman gelirim, bugün okula uğramam gerekiyor dışarıdayım.”

Eylülün yarısındaydık. Ayın sonunda Mayıs artık okuluna gidiyor olacaktı. Birkaç gün önce ders seçimlerini yapmaya çalıştığı kriz gününe denk gelmiş ve içinden çıkan canavara şok içinde bakakalmıştım.

Hiçbir zaman okul aşkıyla yanıp tutuşan bir öğrenci olmamıştım ama üniversiteye gitme fikri zihnimde belirdikçe içimde küçük kıpırtılar oluşturuyordu. Delicesine yapmak istediğim bir meslek yoktu ancak belleğimdeki dillerin üzerinde çalışmaya bayılıyordum. Muhtemelen kendimi bir şekilde bu yola sokacaktım.

Bu yıl her şey için geç kalmış olsam da gelecek yıl başvuracağım okullar olacaktı. Aslında bu kısım da biraz karışıktı. Üniversiteyi burada okuma şansımın olup olmadığını bilmiyordum. Sisteme asla hakim değildim ancak burada bir yere yerleşebilmem sanıyorum ki Avrupa’da başvurduğum okullardan kabul almaktan daha zorlayıcıydı.

Aylarca buradan uzak olabilecek misin diyerek her seferinde olduğu gibi sorusunu soran sesi anlık olarak görmezden geldim. Diğer seansta bu konuyu Nilperi Hanım ile konuşacaktım. Aklımı üst üste meşgul ediyor olan ve beni sıkan düşüncelerimi onunla paylaşmam için beni cesaretlendiriyordu sürekli.

“Kolay gelsin,” dedim Mayıs’ın dışarıdaki uğultularla birlikte bana ulaşan sesine karşılık. “Teşekkür ederim aşkım benim.”

Dudaklarımı bir şey söylemek için aralamışken beni keserek kendi konuştu. “Bu arada aşkım demişken, Özgür’le konuştum az önce ben de.”

Kıkırdadım. “Tamam Mayıs, aşkın Özgür evet.”

“Ya,” dedi itiraz ederek. “Onu demiyorum dur bi’. Konu benim değil, senin aşkın.”

Kaşlarım havalandı hemen. “Pars mı?”

“Yani hayatım başka aşkın varsa… Bilmiyorum.”

“Mayıs!” dediğimde sırıttığından emindim. “Neyse işte, Özgür’den aldığım bilgilere göre aşkın bugün depodaymış.”

“Maç mı var?” diye sordum gergin bir halde. Haberim yoktu. Bundan sonraki her maçından haberim olacağını söyleyen Pars’ı hatırlamıştım hemen.

“Yok,” dedi. “Maç yok, zaten bir süredir depo kapalıymış.”

“O zaman Pars’ın ne işi var orada? Babamlarla birlikte salonda sanıyordum ben. Çalışacağım demişti.”

“Bilemiyorum artık Despoşum, ben bildiğim kısmı sana aktardım. Gerisi sana kalmış.”

“Ne anlatıyorsun Mayıs?” diye sorduğumda ofladı. “Ya git de sevgilinin yanına takıl işte diyorum, koca depoda bir sevgilin varmış diyorum safoz arkadaşım benim ya.”

Bağırır gibi konuştuktan sonra telefonu suratıma kapattı. Biraz gerilmişti sanırım…

Şaşkınca telefon ekranına biraz baktıktan sonra kendime gelebildiğimde ayaklandım. Televizyonu kapatmam, kahve bardağımı mutfağa bıraktıktan sonra koştur koştur odama geçmem peş peşe ve hızlıydı.

Son gidişim Pars’ın doğum günü gecesine denk geldiğinden mini bir elbiseyle gittiğim yere bu kez daha insaflı olarak dizlerime doğru inen küçük çiçekli kırmızı bir elbise seçmiştim. Mayıs’ın söylediğine göre orada sadece Pars vardı ancak bunun doğru olmama ihtimaline de hazırlıklı olmamda bir sakınca yoktu.

Hızlıca hazırlandıktan sonra Mayıs’a attığım mesajla edindiğim konum sayesinde bir taksiye binmiş ve adresi vermiştim. Habersiz bir şekilde yola çıkmam aslında riskti. Pars oradan ayrılmış, eve dönmüş bile olabilirdi ama sürpriz yapma şansını da kaçırmak istemiyordum.

“Ablam geldik,” diyen taksici babamdan büyük duruyordu. İlk geldiğim günden beri taksicilerin ‘abla’ deme alışkanlığını bir türlü çözememiştim.

Çantamdan para çıkartırken adam hafifçe arkaya doğru döndü. “İsterseniz bekleyeyim, tenha burası. Sıkıntı çıkmasın.”

Abla demesini anlamsız bulsam da ettiği teklife gülümsedim. “Teşekkür ederim,” dedim. “Gerek yok. Kolay gelsin.”

Parayı ödedikten sonra taksiden inmiş ve gerçekten adamın dediği gibi tenha görünen alanda adımlamaya başlamıştım. Deponun girişine kadar geldiğimde bir an duraksadım. İçeriye direkt dalmam mantıksızdı.

Telefonumu çıkartıp son aramalarımda bolca ismi bulunan kişiye dokunduğumda telefonu kulağıma yasladım. Birkaç kez çaldı, açmayacağını düşünmeye başladığım anda sesini duydum.

“Efendim güzelim?”

“Neredesin sen?” diye sordum beklemediği bir sertlikte. Bunun onu duraksatacağını biliyordum. Birkaç saniye bekledi. “Nerede miyim?”

“Evet,” dedim. “Neredesin? Hemen olduğun yerin kapısına çıkar mısın?”

“Anlayamıyorum seni Afrodit, iyi misin?”

Güldüm biraz. “Telefondan sesim tam gelmiyorsa kapıya çık işte.”

Bu kez daha uzun duraksadı. Ardından telefon kapanmadı ama yürümeye başladığını anladım. Burada olacağıma ihtimal vermiyordu muhtemelen ama yine de dediğimi yapmaya karar vermişti.

İki dakika içerisinde önünde durduğum demir kapı aralandı. Kapının tam önünde kulağımda telefon ile duruyordum.

Pars’ın yüzünü gördüğüm anda dudaklarımı birbirlerinden ayırdım. “Ben geldim!”

Gözlerini birkaç kez açıp kapattı. Hemen ardından kaşları yavaş yavaş çatıldı. O tepkilerini sıralarken ben de beni görür görmez öpüp sarılmadığı için ne tarz bir olay çıkartsam diye düşünmekteydim.

“Kimle?” diye sordu önce.

Onu taklit ederek kaşlarımı çattım. “Taksici amcayla Pars, keşke gitmeseydi de tanışsaydın.”

Yüzümü dikkatle süzdükten sonra bakışları bir an bedenime doğru çevrildi. Sıkıldığım için yerimde sallandım. Ardından uzanıp elimle onu göğsünden ittirdim. “Çık da içeri gireyim.”

Onu itememiştim ama kendi isteğiyle önümden çekilmişti. Belli ki içeride gerçekten tekti. Yoksa homurdanıp neden buraya geldiğime dair birkaç saat daha konuşacağından emindim.

Benimle birlikte o da içeriye yöneldi. İçeri gelmeden önce girdiğimiz kapıyı uzun bir sürgüyle kilitli hale getirdiğinde çıkan ses yüzünden ona doğru dönmüştüm. “Neden kilitledin? Kimse yok ki etrafta.”

“Şu an yok, manyağın biri gelsin sabrımı mı sınasın Ahu? Giymişsin yine elbiseni gelmişsin bu sıçtığımın deposuna. Elbisesiz almıyorlar sanki.”

Elimi ağzıma kapattım sıkıca. “Pars…” dedim hüzünle. Anlamayarak bana baktığında devam ettim. “Pars sen gerçekten bir ayısın, sevgilim.”

Sesim gittikçe hüzünden sıyrılmış ve öfke dolmuştu.

Ani bir hamleyle dudaklarımdan kısa bir öpücük çaldı. Üst dudağımı ağzının içine alıp sertçe emip bırakmıştı. “Son kelimenden başka bir şey duyamadım.”

Elimin tersiyle omuzuna vurdum. “İyi ki geldin demek yerine bir kovmadığın kaldı.”

Omuzundan çekip düşüreceğim elimi havada yakalayarak dudaklarını avuç içime bastırdığında eriyor olduğumu anlamasın diye düz bir ifadeyle ona bakmaya çalışıyordum. “Şehrin en sessiz yerlerine yanında bizden kimse yokken gelmen mantıklı mı sence minik tanrıça?”

Omuz silktim. “Bana ne, mantıksızsa da geldim çoktan. Sağlamım da. Sarılmak yerine neden bağırıyorsun bana?”

“Bağırmadım,” dedi hemen. Evet, bağırmamıştı ama konumuz bu değildi. “Bağırdın,” dedim inatla. “Ayısın sen, kutup ayısı.”

“Ayıyım öyle mi?” dediğinde başımı salladım. Başımı sallamam baş dönmesi yaratacak kadar kuvvetli değildi ancak ben ne olduğunu anlayamadan Pars beni kalçamın altından kavradığı gibi omuzuna attığında başım tepetakla olmuştu.

“Ay!” diye bağırdım. “Ay değil, ayı. Ayı diyordun en son.”

Ben omuzundan sarkmıyormuşum gibi rahatça yürümeye başladığında yüzümü sırtına bastırdım. Şu ana dek belirtmeyi unuttuğum küçük bir detay vardı tabii.

Üstünde tek bir kumaş parçası yoktu.

“Sen niye çıplaksın?”

“Sen baskına gelene kadar antrenman yapmakla meşguldüm, ondan olabilir mi güzelim?”

Sırtına parmaklarımla şekiller çizerken yolculuğum dünyayı ters gördüğüm için konforsuz olsa da duruma itiraz etmiyordum. “Olabilir belki,” dedim usulca.

Burnundan kısa bir nefes verdiğini duydum. Gülmüştü.

Odaların dizili olduğu koridora değil, maçların yapıldığı alana doğru ilerlediğimizi son ana kadar fark etmemiştim. Geniş aralıktan geçtiğimizde ringin tepesindeki spot ışıklar dışında karanlık olan alanda merakla etrafı inceledim. Burayı daha önce hiç boşken görmemiştim.

İnsanlarla doluyken uğultulu ve boğucu görünen alan şu an sessiz ve gizemliydi.

“Ben seni balkondan izleseydim,” dedim Pars beni henüz yere bırakmamışken.

“İzleyeceğini kim söyledi?” diye sorarken ringin iplerinin bulunduğu yere kadar gelmiştik. “Hı?” gibi bir ses çıkarttım.

“Rakibe ihtiyacım var, yeterince ısındım. Karşıma geçeceksin Ahu.”

İplerden ben sırtındayken geçemeyeceği için bir adım kala bedenimi yavaşça yere bıraktı. Ayaklarım zemine bastığında bir an sendelesem de ona tutunarak yerimde kalabildim. “Pardon,” dedim. “Tersken sesin anlamsız geldi. Rakibin olacağım sandım, ne diyordun?”

Dişlerini göreceğim şekilde sırıttı. Ardından iplerin arasında koca bir boşluk yarattı. “Çık bakalım, ringde önüne çıkanları titreten bir sevgilin ve yenilmişliği olmayan bir baban var. Biraz da seni görelim.”

Beni açtığı boşluktan geçirirken dudaklarımı araladım. “Abim de var,” diye mırıldandım Özgür için.

“O olmasa da olur,” diyerek söylenip ben ringe çıkar çıkmaz kendisi de benden çok daha hızlı şekilde iplerin arasından geçti.

Dört bir yanı iplerle sarılı geniş sayılabilecek yükseltinin tam ortasında etrafı süzerken garip hissediyordum.

“Sevdin mi buradan etrafa bakmayı?”

“Sevmedim,” dedim direkt. “Hadi inelim.”

Nedensizce Pars’ın mavilerindeki parıltılar beni biraz germişti. Ringde beni yerden yere vurmayı ve dövmeyi mi planlıyordu acaba?

Birden bu fikre fazlaca tutunduğumda aceleyle konuştum. “Canım acırsa babama söylerim seni, rakibin olmak istemiyorum.”

Üst üste yaptığım açıklamalar Pars’tan koca bir kahkaha dinlememe yol açtığında kısa bir an ona bakakalsam da toparlandım. “Gülmesene,” dedim omuzlarımı oynatarak. Beni ciddiye almasının tek yoluymuş gibi biraz yanına doğru yaklaştım. Aramızda bir adımdan kısa bir mesafe bırakmış, neredeyse göğsünde soluklanacak kadar ona yaklaşmıştım.

“Kimle konuştuğunun farkında mısın sen şu an minik tanrıça?”

“Farkındayım,” dedim başımı sallarken.

“Öyle görünmüyor,” dedi gözlerini biraz kısıp. “Canını yakacağımı düşündüğüne göre…”

“Ama rakibim ol dedin bana, sen rakiplerini-…”

Çeneme parmaklarını sararak yüzümü hafifçe yukarı kaldırdı. Bu, cümlem bitemeden susmama sebep olmuştu. “Küçük yumruklarını nasıl sıkacağını öğreteceğim sadece, seni pataklamayacağım Ahu.”

Pataklamanın ne olduğu hakkında tam bir fikrim yoktu ama anlamdan çıkartmak çok zor olmamıştı.

Sakinleştiğimi fark ettiğinde çenemi biraz sıktı. Yüzümü parmaklarının arasında sağa sola salladığında çocuk gibi hareketlerine uyum sağlıyordum.

“Tamam,” dedim az önceki tavrımdan sıyrılarak. “Ellerime eldiven mi takacağız?”

Etrafa merakla bakındığımda Pars ringin sağda kalan köşesine doğru adımladı. Elinde tuttuğu kırmızı büyük eldivenlere baktım. “Çok büyük değil mi onlar?”

“Elimizdekiyle yetinmek zorundayız, ayarlayabildiğim kadar ayarlayacağım. Gel.”

Yanına doğru küçük adımlar attım. Ellerimin ikisini birden ona uzattığımda eldivenleri ellerime geçirmeye başlamadan önce bileklerimin damarlarımın rengiyle yeşile çalan kısmını parmak uçlarıyla okşadı. “İncecik bileklerin, ilk yumrukta bileklerin parçalanacak gibi duruyor. Vazgeçmek üzereyim.”

Kaşlarımı çattım. “Güçlüyüm ki ben,” diye mırıldandım. “Tak şunları.”

“Az önce kaçmaya çalışan kimdi? Bugün dengesiz bir gününde miyiz Afrodit?”

İkizler burcuydum. Dengesiz bir günüm olmazdı, hayatımın tamamı dengesizdi. Bunu Pars’a söylemem bir şey ifade etmeyeceği için boş vermiştim.

Söylenerek de olsa eldivenleri elime geçireceği sırada bir anda durdurdum. “Elbisem ne olacak? Bununla hareket edemiyorum ki.”

Bakışları ilk geldiğim anda bakmamış gibi yine elbisemi buldu. “Giymeden önce düşünseydin, yapacak bir şey yok.”

“Senin kıyafetin yok mu burada?”

“Tişörtümü giydiğinde daha rahat edeceksen, vereyim.”

Kendi üstünde tutmadığı, az önce gördüğüm küçük taburede asılı duran tişörtüne göz attım. Giydiğimde elbiseden farkı olmayacaktı ama dar ve uzun bir elbiseden daha konforlu olacağını düşünüyordum.

“Giyerim, bu elbiseyle olmaz.”

“Tamam ringin prensesi, nasıl rahat edeceksen öyle yapalım.”

Kıkırdadım. Tişörtünü alıp bana getirdiğinde kaşlarım havalandı. “Burada mı giyineceğim?”

Dudakları kıvrıldı. “Benden utanmayacağını düşünmüştüm.”

Burnumu havaya diktim. “Senden utanmıyorum, gerodeménos. Kamera falan varsa diye dedim.”

Keyifli ifadesi aniden söndü. “Böyle bir ihtimal olsa sence ben ne tepki verirdim?”

Yalancı bir tavırla bekledim. “Bilmiyorum, ne tepki verirdin?”

Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Şimdi keyifli olan bendim.

Elbisemin eteklerini yavaşça yukarıya doğru toplamaya başladığımda pür dikkat beni izliyor olması biraz sıcaklamama yol açmıştı. Hissettiğimin utanç olmadığının farkındaydım ancak çok daha başka bir şeyin etkisiyle yanaklarıma kan tırmanmıştı.

“Bu kadar dikkatli bakmak zorunda mısın?”

Beni yanıtsız bıraktı. Sanırım zorundaydı.

Elbisenin kumaşı kalçalarımı geçtiğinde yavaş olmanın bir şey kazandırmadığını fark ederek kalan kısmı daha aceleci bir şekilde üzerimden çıkarttım. Elbisemi yere bırakmak yerine elimde toparlayıp Pars’ın göğsüne fırlattığımda gülerek havada yakaladı.

“İstersen böyle de kalabilirsin, daha rahat olacaksa…”

Üzerimdeki soluk kırmızı, dantel detayları olan iç çamaşırı takımını açıkça süzerken konuştuğunda durdum. Tişörtüne uzanmadan önce bakışlarımı gözlerine diktim. “Böyle kalmak benim için sorun olmaz,” dedim nereden yüklendiğimi bilmediğim cesaretle. “Aynı şey senin için geçerli olmayacak gibi ama…”

Beklemediği cevabımla birlikte bakışları yüzüme çevrildi. Kollarını göğsüne doğru kaldırıp orada çaprazladığında gerilerek şişkinleşen kas boğumları çıplaklığı yüzünden çok daha çarpıcıydı.

“Cesur rolü mü yapıyorsun?”

Başımı iki yana salladım. “Rol yapmıyorum. Senden çekinmiyorum,” dedim açıkça. Bedenimi ondan saklamak gibi bir çabam yoktu. “Ama ben bu haldeyken bana bir şeyler öğretebilecek gücü bulabileceğini düşünmüyorum.”

Kalçalarımı zar zor örten bir iç çamaşırı ve göğüslerimi yukarı doğru iten bir sütyen ile karşısındayken tek odağının bana yumruk attırmak olması imkânsızdı.

“İddiaya girmek ister misin? İradesiz bir adam değilim.”

Sırıttım. “Konu benken iradesiz olduğunu itiraf eden sendin, yanlış mı hatırlıyorum? Utanmasan Özgür’ü sevgilim sanıyorken bile üstüme atlayacaktın Pars.”

Boğazını temizler gibi öksürdü. Doğru noktaya değindiğimi anladığım için keyifliydim.

“Neyse,” dedim. “Bu saatten sonra giyin desen de giyinmeyeceğim. Dersimize başlayabiliriz, Eraslan.”

“Başlayalım, Akdoğan.” dediğinde ters ters baktım. “Ben soyadını kullandım diye senin böyle bir hakkın oluşmadı, Özgür’e seslenişin ve bana seslenişin nasıl aynı olabilir?”

Şaşkınca güldü sinirime. “Gel döv bi’ de beni, sakinleş güzelim.”

“Öğretirsen döveceğim zaten,” dedikten sonra gözlerimi iri iri açtım. “Ne zaman sizi dövebilir hale gelirim sence?”

“Yarım saat sonra falan,” derken dalga geçiyordu benimle. Küskünce yüzüne baktım. Ardından üzerine doğru adımladım. Üzerimde elbiseyle ona adımlamama verdiği tepki ile şu an veriyor olduğu tepki kesinlikle birbirinden farklıydı.

“Başlayalım artık, akşam oldu.”

Ellerimi yeniden ona uzattım. Kollarımı öne uzattığımda göğsüm şişip kabardığı için gözleri oraya çevriliyor gibi olsa da kontrolünü henüz kaybetmiş değildi.

Ellerime eldivenleri geçirdi. Ayarlayabildiği kadar sıkı şekilde ayarlamayı denese de eldivenler asla bileğime oturmamıştı.

“Olmuyor ki,” diye mızmızlandığımda derin bir nefes alarak yanımdan bir an için uzaklaştı. Geri döndüğünde elinde beyaz, uzun sargılar vardı. “Bunlarla saralım elini, bir sonraki ders için sana eldiven alıp öyle başlarız.”

Ellerimi garip bir düzenle o beyaz sargılara doladığında ellerim biraz ağrısa da ses çıkartmadım. Sanırım sıkı olması gerekiyordu. Sonunda hazır hale geldiğimde yaklaşık on beş dakika boyunca bana ayakta nasıl duracağımı gösterip defalarca kez denetmekle uğraşmaktaydı.

“Of!” diye bağırdım dayanamayıp. “Duruyorum işte ayakta, bacaklarımı da açtım tamam, başka bir şey öğret.”

Kaşları çatıldı. Belimde duran eliyle beni dik tutmaya çalışıyordu. Ne kadar dik durursam durayım tatmin olmadığı için dakikalardır bununla uğraşıyorduk.

“Duruşun düzgün olmadıkça attığın yumrukların sağlam olması mümkün değil.”

“Bana ne,” dedim direkt. “Sanki sağlam atsam burnunu kıracağım, zaten azıcık vurabileceğimi biliyoruz. Öğret işte, lütfen. Sıkıldım.”

Derin bir nefes aldı. Başını salladığında heyecanla yerimde sallandım. “Kapat avuçlarını.”

Avuçlarımı kapatırken, babamın daha önce öğrettiği gibi başparmağımı dışarıda tutarak kapadığımda merakla Pars’ın yüzüne baktım. Yumruğumu sıkmayı bildiğim için beni tebrik edecek miydi?

“Yaptım.”

“Görüyorum,” derken elime uzanıp sıktığım yumruğumu hafifçe çevirdi. “Parmağını biraz daha sıkı bastır aşağıdakilere, her an düşecekmiş gibi durmasın.”

Dediğini yaparken sürekli bakışlarımı yüzüne çevirerek onu kontrol ediyordum. “Oluyor mu?”

“Olacak,” dedi beni kırmadan. “Göğüs hizanda kaldır yumruklarını.”

Göğsümün nerede olduğunu bilmiyormuşum gibi yumruklarımı karnıma yakın tuttuğumda dalgınlıkla yumruklarımı tutup göğsüme doğru çekti. Ellerinden biri üzerimdeki sütyenin dantelli dokusuna sürtündüğünde içimden fazlasıyla keyifli bir kahkaha atmıştım.

Elini ateşe değdirmiş gibi geri çekti. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp açtığında ben dudaklarımı bükmüş yüzüne bakıyordum. “Yapamadım mı?”

“Ahu,” dedi hemen. “Oyun oynama benimle.”

“Oynamıyorum,” dedim inatla. “Yumruk atmaya çalışıyorum, ne yaptım ki?”

Ani bir şekilde bel boşluğumu bir avucuyla sıkıca kavradığında tutuşunun sıkılığı karşısında dudaklarımdan kesik bir nefes kopmuştu.

“Tenini tenimde hissetmem için beni zorluyorsun.”

“Yo,” dedim. “Ben uslu uslu duruyorum. Sen biraz gerildin ama.”

“Gerildim,” dedi başını sallarken. Beni belimden tutarak kendisine doğru kalkmam için zorlamıştı. Parmak uçlarımda yükseldiğimde göğsüm göğsüne vurmuş oldu. “Gerildim ve bendeki gerilimi birazdan tamamen sana aktarıyor olacağım.”

“Aa,” dedim şaşırmış gibi. “İddiamız bu kadar hızlı mı sonl-…”

Beni susturan bir öpücüktü.

Hayır, dudaklarıma konan bir öpücük değildi.

Yüzünü öyle yavaş ve öyle derin bir biçimde boynuma doğru eğmişti ki oraya bıraktığı ıslak öpücüğün etkisiyle dudaklarıma kilit vurulmuş gibi susmuştum.

Bahsettiği gerilim aktarımının ne olduğunu çok iyi anlamıştım. Az önce dudaklarından tenime küçük bir akımın taştığına yemin edebilirdim.

“Pars,” dedim iç çeker gibi.

“Hım?” dedi boynumdan başını kaldırmaya gerek duymadan.

“Ringde duruyoruz,” dedim nerede ve ne halde olduğumuzu kendime de ona da hatırlatmaya çalışarak.

“Evet,” dedi nefesi boynuma çarparken. “Şimdi seninle bir atasözü öğreneceğiz hatta.”

Bekledim devam etmesi için. “Ben buraya çıktığım her seferi savaşarak sonlandırıyordum. Bugüne dek hiçbir istisna olmadı.”

Yutkundum. Sanırım gelecek olan atasözünü biliyordum. Tesadüfen öğrendiğim ancak aklıma kazınan bir kalıptı.

Dudaklarımı araladım. Ellerim benden bağımsız havalandı. Omuzlarına sıkıca tutunduğumda belimdeki eliyle çıplak tenimi okşamıştı. “Savaşma, seviş.” dedim sessizce.

Boyun boşluğumda derin bir nefes aldı. Kokumu bitirecekmiş gibi solumuştu. Tekrar etti beni. “Savaşma, seviş.”

Sözcükler ağzından çıkar çıkmaz başını kaldırıp dudaklarıma kapandığı an gelmişti. Ağzım, ağzı tarafından çepeçevre sarılmışken bunun bir savaş olmadığını tam olarak söyleyebilmem mümkün değildi.

Tırnaklarım omuzlarına saplanırken bedenimin verdiği tepkilerin kontrolü benden çoktan alınmıştı.

İlk kez öpüşüyor değildik. Ancak bedenlerimizin ilk kez bu kadar serbestçe birbirine temas ediyor oluşu bu öpücüğü diğer tüm öpücüklerden daha sıcak kılmıştı.

“Rahatsız hissediyor m-…” diyerek dudaklarımdan ayrılıp konuşmaya başladığında bu kez cümlesi ağzının içine tıkılmış halde kalan o oldu. Alt dudağını ısırır gibi çekiştirdim. Isırdığım yeri kısaca öptüğümde gözlerim kapalı olsa da onu görür gibiydim.

Pars’a yakınlaşmalarımızın çoğunda buna benzer şeyler sorduran sebebi çok iyi biliyordum. Basit bir öpüşmenin hafif alevlenmeye başladığı her anda karşıma bu soruyla çıkıyordu.

Dokunuşlarından çekinmiyordum, dokunuşları bana hatırlamamam gereken hiçbir şeyi hatırlatmıyordu. Tenimde tenini, dudaklarımda dudaklarını hissederken aklımda sadece o vardı. Bu ana dek hiç aksi yaşanmamıştı. Bu saatten sonra da yaşanacağını zannetmiyordum.

- yetişkin içerik uyarısını kitabın açıklamasında bir kez ve ilk gelen sahnenin başında bir kez daha olmak üzere iki defa yapıyorum, her seferinde uyarı koymak akışı bölüyormuşum gibi hissettiriyor; aykırı çiçek’ten gelmeyen ve bana alışkın olmayanlarınız için belirtmiş olayım. bundan sonra hiçbir uyarı görmeyeceksiniz, her an her şeye hazırlıklı olun :d

“Bir kez daha durup böyle bir soru sorarsan…” dedim bastıra bastıra.

“Sorarsam?” dedi alayla. Dudaklarımız ayrıldığında gözlerimi aralamıştım. Göz gözeydik.

“Dudaklarımın tadını unuttururum sana.”

Tehdidimi havada bırakacak tepkisi hiç gecikmedi. “Yıllarca yasakla dudaklarını bana, aldığım bu tadı unutmam. Her zerren ezberimde Ahu.”

İçimde çığlıklar atan sesin dışarıya taşacakmış gibi hissettirmesiyle tek yapabildiğim dudaklarına kapanmak oldu. Gözlerim örtülürken tüm duyularım yalnızca onun nemli dudaklarına açıktı.

Dudaklarımı acıtacak kadar sert emiyor, küçük ısırıklarla ıslaklığını bulaştırdığı dudaklarımı sızlatıyordu.

Belimdeki elinin karşısına diğer elini yasladığında beni kuş tüyüymüşüm gibi havalandırdı. Bacaklarımı çıplak beline dolayıp ona tutunduğumda bacaklarımın arasında kaskatı olan gövdesini hissediyordum.

Öpücükleri dudaklarımdan taşıp çeneme, oradan da boğazıma doğru kaydığında kucağında olduğum için beni yüksekte tutması ve öptüğü yerlere uzanması daha kolaydı. Islak yollar çizerek boğazımda gezinen dudaklarıyla başım refleksle geriye doğru düşmüş, öpeceği koca bir alan daha açmıştım.

Burnunu boynuma sürtmeyi bırakmadan boynumu öpücükleriyle süslediği sırada belimde duran ellerinden biri aşağıya doğru kaydığında kalbim göğsümde titriyordu.

Kalçamın soluna sapladığı parmaklarıyla etimi sıktığında boğuk bir ses çıkarttım. Bunun benden kopan bir inleyiş olduğunu kulağıma çarptığı anda anca fark edebilmiştim.

“Pars,” diye soludum dudaklarımdan kaçan inleyişin ardından.

“Güzelim, güzel bebeğim,” diyerek cevapladığında dudaklarım titredi. Ağlayacağımın bir işareti değildi, sadece hissettiklerim dışarıya taşmaya çalışıyorlardı.

Pars’ı ilk görüşümden sonra çok zaman geçmeden içimde beliren, o günlerden beri de gitmek yerine gün geçtikçe olgunlaşan sesin sahibini serbest bıraktığımda bunun geri dönülemez bir yol olduğunun bilincindeydim.

İpleri onun elinden almak ve ellerimin arasında sıkıca tutmak dürtüsüyle kaplandığımda boynumda duran yüzünü hafifçe ittim başımla.

Neye tepki verdiğimi anlayamadan avucumu ensesine kapadığım gibi yüzümü boynuna bastırmıştım. Belirgin bir damarının üstüne dudaklarımı dokundurduğumda nabzının dudaklarımda attığını hissettim. Nabzının hızı ve o hıza sebep olma zevkiyle birlikte gözlerim kapandığında vücudum bir an aşağıya doğru kaydı.

Bacaklarımı beline çok sıkı dolamadığımı, beni tutanın kalçamdaki eli olduğunu bu sayede anlamıştım. Ancak kaydığım sırada dudaklarımı nabzına bastırıyor olmam onun kontrolünü de azalttığından artık karnından çok kasıklarına yaslıydım.

Altındaki basket şortuna benzer geniş şortun kumaşı öyle kapkalın bir şey değildi. İncecik bir külotla ona kendimi yasladığımda bacaklarımın arasındaki sıcaklığı ona yansıtıyor olduğumu biliyordum.

Hırıltılı bir sesle inlediğinde yanılmadığımdan emin oldum.

“Sikeyim,” diye soludu. Küfür ettiği başka başka anlar olmuştu ancak hepsi öfkedendi. Şimdi bambaşka bir şey ona bu küfrü ettirmiş gibiydi. “Sıcacıksın Ahu.”

Kalçamdaki parmakları etimi delecekmiş gibi tenimi damgalarken yutkundum. Boynunda sessiz bir nefes almış, gömüldüğüm yere daha da kapaklanmıştım.

Kucağındaki bedenimle birlikte aniden yürümeye başladığında irkildim. Geri geri gidiyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlamak için kafamı kaldıracağım anda kalçamdaki eli kıpırdamadı ancak diğer eli başımın arkasını buldu. Kıpırdayamadım.

Vardığımız yerin ringin bir köşesine bırakılmış olan küçük sandalye olduğunu Pars oturduğunda ve bedenim onun kucağında kaldığında anlayabildim. Bacaklarının arasında boşlukta kalan kalçamdan ayırmadığı elinin tersi kendi bacağına yaslıydı.

Kucağında oturuyor haldeyken ondan yüksekte kalacağımı bildiğim için bu kez engel olmasına izin vermeden başımı boynundan kaldırdım. Hırsla dudaklarına kapandığımda sırtı ringin iplerinin birleşim noktası gibi görünen ince direğe yaslıydı.

Dudaklarından alacağım bir öz varmış gibi sertçe emdiğim ıslak dudaklarını bir anlığına serbest bıraktığımda konuştu. Konuşurken dudakları dudaklarımı sıyırıyordu.

“Beni durdur,” dedi fısıltıyla. “Beni durdur çünkü ben kendimi durdurabilecek gibi değilim.”

Başımı iki yana salladım aşırı bir yavaşlıkla. Bu hareketimle dudaklarımız birbirine sürtünmüştü. “İstemiyorum,” dedim onun gibi sessizce.

“Durmamı istemiyorsun,” dedi tekrar ederek. Gözlerimi kapatıp açtım onay verir gibi.

Güldü. Kısa bir an gülmüştü ama gözlerine o gülüşün yansımaları yerleşti. Koyu mavileri çoktan laciverte dönmüştü.

“Benden korkmuyorsun,” dediğinde “Evet,” diyebildim.

“Belki de korkmalısın,” dedi duraksamadan. Kaşlarımın çatılması istemsizdi. “Daha önce tatmadığım bir arzuyu bana tattırıyorken, belki de çok korkmalısın benden Afrodit.”

“Bana kimseyi öpmediğini söyledikten sonra bir şeyler daha söylemiştin,” dedim nefes nefese. “Hatırlıyor musun?”

Yüzü düşünceli bir hal alırken ne yaptığımı bilmeden olduğum yerde kıpırdadığımda tırnaklarını külotun sınırına sürttü. “O küçük sıkı kalçan yerinde kalsın, kasıklarını bana iterken adımı bile hatırlayamıyorum ulan ben. Ne sözü söylemişim?”

Kıkırdadım. Benden bu denli etkileniyor oluşu göğsümü kabartıyordu. Bu kabartı iki anlamlıydı. Bir yanım gururdan soyut olarak kabarırken, diğer yandan göğsüm öne doğru şişip onun çıplak göğsüne yaslanmaya çabalıyordu.

“Benim içimde senin ilklerin için heyecanlı bir kadın olduğunu söylemiştin,” dedim ezbere bildiğim sözcükleri sıralarken.

Yüzü aydınlandı. Hatırlamıştı.

“Ve?” dedi devam edeyim diye. “Ve,” diye başladım. “O kadını hiç şu an olduğu kadar delice hissetmemiştim. Her şeyin bana özel olsun istemem delilik mi?”

Kendimi mağarasından yeni çıkıyor olan bir ilkellikle sarmalanmış hissediyordum. Pars’ın dudaklarını kıvırıp boştaki elini omurgamda yavaşça yukarı itmesiyle dikkatim dağılsa da gözlerim gözlerindeydi.

“Delilik,” dedi hiç oyalanmadan. “Beni sana deli edip bu olaydan kendin hiç iz almadan sıyrılabileceğini mi düşünüyordun yoksa?”

Başımı salladım usulca. “Evet,” dedim. “Sen bana deli olurken ben karşında alayla seni izlerim diye düşünmüştüm. Aşkının beni senden daha deli edeceğini bilmiyordum.”

Dürüst oluşum ondaki ipleri -ne kadarı kaldığı şüpheliydi zaten- kopartmış gibi açlıkla bana saldırışı bedenimi sarsmıştı.

Dudaklarımı ezerek öperken sırtımda bir çizgi çizen parmakları üst sınıra, sütyenimin kumaşına çarptı. Olduğu yerde bekleyen parmaklarının bir izin çıkartmaya çabaladığını anladığım anda tek başına yapamazmış gibi bir elimi arkaya attım. Sütyenin kopçasında parmaklarımız birbirine girdiğinde metal parçaları birbirinden ayıranın hangimiz olduğunu anlayamamıştım.

Sütyenin açılmasıyla kumaş öne doğru gevşedi. Omuz askılarını takmak yerine straplez hale getirdiğim sütyeni üstümde tutan tek kuvvet ona doğru sıfır mesafeyle yaslanmamdı. Engelin kendisi olduğunu anlayamadan kumaşı çekiştirdiğinde dudaklarının üstünde güldüm.

Kendimi geriye doğru itip küçük bir boşluk yarattığımda sütyen hızla aramızdan düşmüş, Pars’ın kucağından da kayıp yerle buluşmuştu.

Göğüs uçlarım havayla temas etmeden çok önce şişmeye başlamıştı ancak kumaşsız kaldıkları anda sertleşerek daha da belirgin hale geldiler.

Göğsüne sürtünen uçlarım canımı ince bir sızıyla yaktığında dudaklarını ısırdım. Isırışımı bir tehlike olarak görmeden öpüşünü derinleştirmekle yetindiğinde bir şey yapmam gerekiyormuş gibi hissederek elimi yüzüne çıkarttım.

Yanağını sıkıca kavradığımda keyifli bir homurtu çıkarttı. Yanaklarına dokunmamı seviyordu bunu biliyordum. Ancak bu kez parmaklarımdan şefkat değil arzu akıyordu.

Hafif uzun bıraktığım tırnaklarım elmacık kemiklerini çizer gibi olduğunda aynı hissi kalçamda duyumsadım.

Kucağındaydım. Çırılçıplak değildim ama kasıklarımı örten küçük bir kumaştan fazlasına sahip olduğum da söylenemezdi.

Sırtımda bekliyor olan elinin karnıma doğru dolandığını hissettim. Eli daha yukarı tırmanıyorken bir yandan da göğüslerim onun gövdesinde eziliyordu. Dudakları dudaklarımdan kopup yanağıma doğru ilerledi. Kulağımın altına kadar aceleyle sürttüğü dudakları sıcaktı. Ona bu sıcaklığı ben bulaştırmıştım.

Göğüslerimin altında, çok iri sayılmasalar da elini uzattığında onu sıkıştıracak kadar dolgun olan göğüslerimin çizgisinde avucunun varlığı belirdiğinde hıçkırır gibi nefeslendim.

Parmaklarının tersiyle göğsümün altını belli belirsiz okşadığında üşümüş gibi ürpermiştim. Yerimde resmen kıvranmama neden olan bu ürpertiyle birlikte kendimi öne attım.

Boşlukta kalan kalçamı ileri itmemle kasıklarım ona çarptı.

Yumuşak bir yere değil, belirgin bir şekilde sertleşen bir yere çarpmıştım. Çarptığım anda kasıklarımda varlığını sürdüren bir nemin olduğunu ise anca fark edebilmiştim.

Bir şeyin yoksunluğunu çekiyor, ona yakın olmanın ölçüsünü tutturamadığımdan asla yetinemiyordum. Bedenlerimiz bir olsa, ona karışsam da yetmeyecek gibiydi.

“Ne istiyorsun?” diye sordu boğuk bir sesle. “Neden kendini bana çarptığını biliyor musun? Neyin seni bunu yapmaya zorladığının farkında mısın minik tanrıça?”

Peş peşe sıraladığı soruların arasında sıkışmış, bitmeyecek bir yangında kilitli kalmış gibiydim.

Sızlandım sadece. Neye sızlandığımı bile algılayamıyordum.

Beni kalçamdan çekerek sertçe kasıklarına oturttuğunda az önceki çarpışmadan çok daha yoğun, çok daha net bir hisle sarındım. Yerleşmesi gereken yeri biliyormuş gibi kadınlığımın çizgisine oturan baskıyı sadece kasıklarımda değil her hücremde hissediyordum sanki.

“Amına koyayım böyle işin, bulunduğumuz yerin saçmalığını sikeyim Ahu.”

Dişlerinin arasından öfkeyle soluduğunda ben kendime yettiremediğim nefeslerimle boynuna baygınlık geçirmek üzere gibi düşmüştüm. Alnımı ısınan omuzuna yasladığımda kasıklarımdaki ıslaklıkta onun gittikçe belirginleşen varlığını hissediyordum hâlâ.

“Sıcak,” diye mırıldanabildim sadece.

“Biliyorum yavrum,” derken sol göğsüme hafifçe parmaklarını sürttü. “Sana sıcaksa bana cehennem.”

Kasıklarım sızlıyor, dudaklarımı bastırdığımda boynunda hissettiğim nabızdan farksız halde atıyordu. Bunu onun hissetmiyor olması imkânsızdı. Beni her zerremle hissettiğinden emindim.

Aramıza utanç duvarı örmedim. Örmeyecektim.

“Geçmiyor,” dedim sessizce. “Ne geçmiyor?”

Sesli bir yanıt vermek yerine kendimi ona daha sert bastırdım sinirle. Boğazından bir ses yükseldi. Elinde kalacak gibi hissediyordum.

Parmaklarının ucunda beni ezebilecek bir güç vardı ve bu güç beni korkutmak yerine hayran bırakıyordu.

“Sızlıyorsun, kalp gibi atıyorsun. Islak ve sıcaksın. Beni öldürmeye çalışıyorsun.”

Başımı iki yana salladım. Alnım omuzuna sürtünmüştü bu hareketimle.

“Dindirmemi istiyor musun?” diye sorduğunda duraksadım. Dindirebileceği kaç yol vardı o an aklımda değildi ama aklım en taşlı olana gitmişti.

“Burada olmaz,” dedim şaşkınca.

Göğüs ucumu parmaklarının arasına alıp sıktı. “İçine almak ister gibi bastırdığın yerle burada böyle birleşemezsin, korkma. Böyle anlamsız bir yerde bu anı yaşatmam sana.”

Titrek bir nefes aldım. Sessiz kaldığımda burnunu şakağıma doğru bastırıp sürttü. “Islanmaya devam ediyorsun, sikseler o kuytuyu rahatlatmadan buradan kalkmayacağım Ahu.”

Birbirine yaslı duran kasıklarımızın arasında aniden ellerinden birini soktuğunda paniklemiştim. Beni geri çekeceğini sanıyorken karnımın biraz altına doğru dokunduğunda alnım omuzundan ayrıldı.

Yüzümü yüzüne doğru çevirdiğimde gözlerimiz birbirine tutundu. Bakışlarımız birbirinden ayrılamazmış gibi donakaldığımızda parmakları karnımdan çok daha aşağıya doğru yol almaya başlamıştı.

Kadınlığıma ıslandıkça daha da yapışan kırmızı ince kumaşın geniş kısmında kalın başparmağını hissettiğimde dudağımı sertçe ısırdım.

Sızlayışımı nasıl durduracağını artık biliyordum.

Onu durdurmadım. Yerimden kıpırdamadım hatta.

Parmağı küçük hareketlerle olduğu yeri geçip biraz daha aşağıya kaydığında nabzın kaynağı olan şişkin tepeyi bulmuştu. Dudaklarından birkaç şey döküldü. Bunların beni de aşan küfürler olduğunu tahmin ediyordum. Gözleri kopkoyu bir maviydi, geceye dönüşmüştü.

Kumaşı kendisine sınır edindi. Çıplak tenime dokunmaya kalkışmadı ama ıslanan kumaş öylesine incelmişti ki parmağını kuytumda belirgin şekilde hissediyordum.

Bulduğu tepeyi narince ovduğunda tiz bir ses çıkarttım. Bedenim benim kontrolüm dışında hareketlendiğinde diğer kolu sıkıca belime sarılıp beni sabitledi.

“Uslu dur Afrodit.” Sesi hiç olmadığı kadar sıcak hissettiriyordu.

Parmağı olduğu yerde daha sert ama yine de yavaş hareketler yapmaya başladığında ağlayacakmışçasına yüzüm gerildi. “Lütfen,” dedim ne için dilendiğimi bilmeden. “Pars, lütfen.”

Omuzlarına gevşekçe sardığım kollarım hiçbir güç kırıntısına sahip değillerdi. Sadece ona temas etmek için kollarım oradaydı, tutunacak gücüm yoktu.

Burnunu yanağıma doğru bastırdı. Yüzüm yüzüne yaslanıp ağırlığını ona bırakırken kadınlığımdaki parmağına ikinci bir parmağı eşlik etmeye başladı.

“Lütfen ne? Neye ihtiyacın olduğunu söyle bana?”

“Sana,” dedim hiç düşünmeden. İçimden yükselen sesi dışarıya bırakmıştım.

Deliriyormuş gibi baktı gözlerime. “Şeytanın bana neler fısıldadığından haberin yok, öyle açık açık ‘sana’ diyemezsin. Aklımı kaçıracağım.”

“Yalan-…” dedim cümlenin başını zar zor çıkartabilip. Pars birden parmaklarını hızlandırıp ıslaklığımı sağa sola taşırarak beni okşamaya başladığında gözlerimden düşen iki yaşın sebebi belliydi.

Hayal etmediğim, aklımın ucundan geçirmediğim bir zevk bulutuna sarılmışken gözlerimin önünde uçuşan renkler vardı.

“Devam et,” dedi alayla. “Dinliyorum ben seni güzelim.”

Omuzlarından sarıp sırtına sarkıttığım kollarımı kıpırdattım. Ensesine tırnaklarımı bastırarak öç almaya çalıştığımda yarattığım tek şey onun alevini harlayacak tutuşturucuydu.

“Üzgünüm,” dediğinde aradan kaç saniye ya da belki dakika geçtiğinden habersizdim. Zaman algımı ve onunla birlikte birçok açıdan algımı yitirmiş gibiydim. “Özünü daha yakından hissetmek zorundayım, bir kumaş parçasına değil parmaklarıma akmanı istiyorum sevgilim.”

Ben sıkça ona böyle seslensem de ondan bunu duyduğum anlar bir elin parmağından çok değildi.

Az rastlananın daha özel hissettirmesinden miydi yoksa tüm sebep Pars’ın kendisi miydi bilmiyordum ama dudaklarından fırlayan ‘sevgilim’ sözcüğünün beni en az parmakları kadar kıvrandırdığını söyleyebilirdim.

Gözlerimin önünde karartılar hissederek göğsümü zorlayan kalp atışlarıma karşı koymaya çalıştığım sırada Pars’ın parmakları birden külotu aşarak çıplak kadınlığıma saplandı.

Gözlerim irileşebilirdi buna belki ancak zevkten kısılmış gözlerimin böyle bir şansı olmamıştı.

Kumaşın üstündeki dokunuşlarının bin katı etkiyle bana karışan parmakları saniyeler içinde bir uçurumdan sertçe itilmeme sebep olmuştu.

Yaşadığımın ne olduğunu bile doğru düzgün algılayamazken kadınlığımda sırılsıklam bir his vardı. O ıslaklığın birçoğu da sıvının kaynağındaki parmaklarına akmıştı.

Şu ana dek duymadığım utancın bir an beni yokladığını hissetsem de kıpırdamadım. Tembel hareketlerle aynı yeri birkaç kez daha okşadı.

Yorgunlukla başım aşağı düşecekken yüzüyle bana engel oldu. Yanağını yanağıma bastırdı.

“Ezbere bildiğim dudaklarının tadının yanına bir şey daha ekleyeceğim,” diye sessizce konuştuğunda onu duyuyor ancak anlayamıyordum.

Kasıklarımdan uzaklaşan parmaklarıyla birlikte gerilerek tenimden çekilmiş olan kumaş yeniden kadınlığıma örtüldü. Yoğun bir ıslaklıkla karşılaşan kumaş kadınlığımın dudakları arasında ezilirken nefeslerim düzensizdi.

Parmaklarındaki sularımın farkındaydım ancak parmaklarına doğru bakıp ıslaklığı görmek başka bir yerden yanmama neden olmuştu.

Elini yukarı doğru kaldırdı. Az önce kurduğu cümle şimdi anlam bulurken parmaklarını yüzüne yaklaştıracağını anladığım anda bileğine tutundum. Onu durduracak gücüm yoktu ama anlık bir çabaydı.

Yanaklarımızı ayırdı, gözlerini gözlerime odakladı.

“Parmaklarımı dudaklarıma bastırmama izin vermeyecek misin?”

Başımı iki yana salladım bilinçsizce.

“Peki,” diyerek hızla kabullenişiyle afalladığımda elini yukarı gitmemesi için tutmayı sürdürüyordum ancak elini yukarı değil öne ittiğinde buna hazırlıklı değildim.

Göğüs hizamda duran elini öne itince parmakları direkt sağ mememe çarpmış, kasıklarımdan çaldığı ıslaklığı oraya bulaştırmıştı. “Böyle daha lezzetli olacağını düşünmüştüm ben de,” dediği anda başını eğerek göğüs ucuma sertçe yapıştı.

Kucağında yükseldiğim için başını aşırı yormasına gerek yoktu. Göğsüm ağzına alamayacağı kadar iri olsa da dudaklarıyla büyük bir kısmını talan edip ıslak sesler çıkartarak emdi.

Karnım içeri göçmüş, gözlerim kapanarak başım geriye düşmüştü. Zirveye ulaşışımın daha da hassas hale getirdiği ucum dudaklarının arasında eziliyordu. Nefes alsa titreyecek haldeydim zaten.

İştahla yemek yemiş gibi sık nefeslerle geri çekildiğinde beni yükselttiği için ona hafifçe üstten bakıyordum. Gözlerim kısık da olsa görüntüm netti. Yüzündeki her detayı çoktan aklıma kazımamışım gibi süzdüm.

“Sınırlarını bana açmak bir hataydı,” dedi sakince. “Nefes aldığım sürece bir daha o sınırların dışına çıkmayacağım minik tanrıça.”

“Çıkmana izin vereceğimi kim söyledi?” diye sorduğumda arsızlığıma sırıttı. Dudaklarıma yeniden kapandığında bu kez beni alevlenen bir arzuyla değil, arzuyu doğuran aşkla öpüyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm