Düşten Farksız 32.Bölüm

 32.BÖLÜM



- 1 hafta sonra, 26 Temmuz

 

“Baba!”

Kaçıncı kez seslendiğimi artık sayamıyordum. Bir türlü sesim salona ulaşmıyordu sanırım, oysa odamdan oraya ses duyurmak çok da zor değildi.

Saçıma kocaman bir şapkaymış gibi sardığım havluyla ıslak saçlarımı kontrol altında tutmaya çalışırken bir elim havluda duruyor ve düşmesine engel oluyordu.

Odadan çıkıp tembellikle salona doğru ilerledim. Acaba ben duştayken evden mi çıktı diye düşünmeye başlamıştım artık. Beni bu kadar duymamasına tek açıklamam buydu çünkü.

Salonun kapısına vardığımda son kez seslendim. “Baba?” derken bu kez sesim öncekiler kadar yüksek değildi ve biraz merak doluydu.

İçeri girdiğimde görmeyi beklediğim manzara başını geriye doğru atmış, oturur halde uyuklayan bir Timur Akdoğan değildi. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, başını koltuğun sırt kısmının tepesine doğru yaslayıp boynunu gererek gözlerini kapatmıştı.

Hareketlerimi olabildiğince ses çıkartmadan yaparak ona doğru yaklaştım. Yanına oturursam sarsıntıdan uyanabilirdi ama yanına kıvrılacağım bir an bulmuşken öyle hiç görmemiş gibi uzaklaşamazdım.

Hem benim de uykum gelmiş olabilirdi, insanlık haliydi sonuçta.

Havlumun düşmeyeceğinden emin olduktan sonra yavaşça koltuğa, tam yanına oturdum. Kollarını göğsünde çaprazladığı için oraya yaslanamıyordum. Dudaklarımı büküp omuzuna doğru yattım ben de. Elimdeki imkânlar şimdilik bu kadardı.

Yanağımı omuzuna yaslayarak boynuna bakar halde yattım. Bacaklarımı koltukta kendime doğru çekip olduğum yerde küçülmüştüm bir yandan da.

Omuzunda yarattığım ağırlığı hissetmesiyle birlikte başını kıpırdatması ve refleksle yanağını saçlarıma doğru yaslamak için hareket etmesi peş peşeydi. Ancak hesapları kafamdaki havlu yığınından dolayı tutmamıştı. Saçlarım yerine pürüzlü havlu dokusunu hissettiğinden olacak ki huysuz bir homurdanmayla yerinde doğrulur gibi oldu.

O hareketlenince ben de omuzundan kalkmıştım.

“Ahu?” dedi sorar gibi.

“Benim, evet.” dedim. “Başka kim omuzuna yatabilir, niye soruyorsun?”

Ellerimi belime atıp çirkefleşmemek için zor duruyordum. Çirkefleşmenin ne demek olduğunu birkaç gün önce abimden, o bana bu şekilde seslenip sinirimi bozduğunda öğrenmiştim.

Babam araba kullanırken ön koltuğa oturmak istemem çirkeflik miydi? Hayır. Peki, bunu başarabilmek için küskün bakışlarla babama ağlayacak gibi bakmam… Buna henüz karar vermemiştim.

Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordum ama en fazla kırk dakikayla sınırlı olabileceğini biliyordum. Duşa girmek için içeri geçmemden öncesinde uyumuyordu. Yine de saatlerdir uyuyormuş da yeni uyanmış gibi bakıyordu şu an. Bunda sanırım uyanma şeklinin etkisi büyüktü.

Verdiğim tepkiyi pek umursamadan kısaca esnedikten sonra elaları başımdaki havlu sarmalına çevrildi. “Kurut saçlarını, bu ne dürüm gibi sarmışsın kafanı.”

“Zayıflıyor ısıyla kurutunca, evdeyim zaten. Kendisi kurur.”

Açıklamamdan memnun olmuş gibi görünmüyordu ama üstelemedi.

“Uykun mu var senin? Odada yatsana.”

Başını iki yana salladı. “Yok uykum, dalmışım bir an öyle.”

“Baba,” diye soludum omuzlarım düşerken. Son bir haftadır olduğu gibi ona ‘baba’ dediğim anda elaları sıcak bir yansımayla parladı. “Hım?” dedi elini uzatıp yanağımı hafifçe okşarken.

“Gece neden uyumadın?” Uyuyakalmış olması aslında biraz düşününce çok da şaşırmamam gereken bir durumdu. Gece gözlerimi birkaç kez sıcaktan darlandığım için, bir iki kez de su içmek için aralamıştım. Uyandığım anlarda babamı da uyanık bulmamı o an sersemlikle ‘ben hareket edince uyanmıştır’ olarak değerlendirmiştim.

“Uyudum,” dedi ben susar susmaz. Kaşlarımı çattım. “Yalan söylemene ne gerek var şu an?”

Sessiz kaldığında haklı olan taraf olduğum kanıtlanmıştı. Ama haklı ya da haksız olmakla değil, onu uyutmayan nedenlerle daha ilgiliydim şu anda.

“Bir sorun mu var?” diyerek başımı hafifçe omuzuma doğru eğdim. Islak saçlarımın ağırlığına ve bu baş hareketime aynı anda direnemeyen havlu gevşeyerek yarı açık hale gelmişti. Üstümde askılı bir üst olduğu için sırtıma ve göğsüme inen nemin kıyafetlerimi ıslatmayacak olduğunu biliyordum; rahattım.

“Sorun yok bebeğim,” dedi yanağımdaki elini açığa çıkan saçlarıma doğru çıkartıp, kaçmaya çalışan tutamı parmağına dolarken.

“Bebek mi kandırıyorsun?” diye sorduğumda dudakları kıvrıldı. Neye gülümsediğini biraz sonra anlayınca omuzlarımı düşürdüm. “Yani öyle değil…”

Kıvrım büyüdü ve babam sesli bir biçimde güldü. “Bazen Özgür’e seni sıkıştırma konusundaki ısrarında hak veriyorum. Fazla tatlı oluyorsun.”

Elimi ağzıma kapattım. Şaşkınlıkla çıkarttığım sesin ardından elimi ağzımdan yavaşça çektim. “Özgür’e hak mı veriyorsun? Aramızdaki bir konuda beni değil, Özgür’ü mü tutuyorsun yani?”

Dünyanın sonu gelmişçesine abarttığım tepkime sadece gülmeye devam etmekle yetinmişti. Umduğum karşılığı alamadığım için şansımı zorlamadım.

“Şimdi neden uyumadığını anlat, hadi.”

Sorumu unutmadığımı fark ettiğinde gülüşü donuk bir hal aldı. Sanırım çoktan dikkatimi dağıtmış olduğunu düşünmüş ve rahatlamıştı.

“Bir haftadır evden çıkmıyorsun, Ahu.”

Aniden ama gerçekten aniden gelen donmayla birkaç saniye sessiz kaldım. Konunun onunla ilgili olmasını ya da en azından direkt olarak beni bu kadar kapsamamasını ummuştum. Onun uykuları benim yüzümden kaçtığında, kendi uykularım kaçmış kadar kötü hissediyordum çünkü.

“Çıkmıyorum,” dedim onay verir gibi.

“Evet,” derken başını salladı öylesine. “Neden peki?”

Dudaklarımı araladım. Nasıl bir cevap vermem gerekiyordu?

“Üşeniyorum,” dedim aklıma ilk geleni söyleyip. “Hem nereye gideyim ki?”

Cümlemin sonunda konuşmaya başlamadan önce saçımdaki eliyle uzanıp yanağıma çıkarttığım parmaklarımı kavradı. “Yanağını çekiştirmesen de bunun yalan olduğunu anlayabilirim, saklanma benden.”

Yutkundum. Afallamıştım biraz.

“Bir haftadır evden dışarıya adım atmadın, Özgür’ün sana kaç kez dışarıya çıkmak isteyip istemediğini sorduğunu saymayı bıraktım; ben de benimle ya spor salonuna ya da seni mutlu edecek başka bir yere gel de değişiklik olsun diye sorup durdum.”

“Dışarı çıkmak istemedim.”

“Dışarıya çıkmayı istiyorsun, yavrum. Yeni bir yer gördüğünde çocuk gibi heyecanlanıyorsun, yanında biz varken İstanbul’da gezinmeyi sevdiğini daha önce itiraf etmiştin.”

Sessiz kaldım. Babam konuşmaya devam etmişti zaten.

“Ahu… Artık bizimleyken de güvende hissetmiyor musun sen babam? Evden çıktığında tek olmayacağını bildiğin halde neden cesaretlenemiyorsun?”

Vereceğim cevaplardan hiçbiri, yalan ya da gerçek, onu rahatlatmış olmayacaktı. Bu yüzden hiçbirine sığınmadım. Cevaplar yerine ona sığınmaya karar vererek öne doğru uzanıp kollarımı bedenine sardım. Göğsüne saklanma isteğimi geri çevirmedi. Çenesini ıslak saçlarımın üstüne yaslarken ben de yanağımı göğsüne yapıştırmıştım.

“Kimse seni benden ayıramaz, sana zarar gelmesine izin vermem. Babana güvenmiyor musun?”

“Güveniyorum,” dedim fısıltıyla. Elimi yanağıma götürme refleksimle savaşmama gerek yoktu, doğruyu söylüyordum.

“O zaman kendini eve kapatmak gibi bir derdin olmasın, bir hafta önce nasılsa şimdi de öyle olsun.”

Onaylayan bir şey söylemedim veya yapmadım. Gözlerimi sıkıca kapattım.

Bu bir haftayı neden evde geçirdiğimi, dışarı çıkmanın benim için neden bu denli kâbusa dönüştüğünü düşündüm.

“Onun yine beni takip etmesini istemiyorum,” dedim sessizce. Yaslandığım göğsü kasılmıştı hemen. “Dışarıya adım attığım anda bunu düşüneceğim her an, böyle olmasındansa evde kalmak daha iyi geliyor.”

“Sana zarar veremez.”

Derin bir nefes almaya çalıştım. “Yanıma yaklaştığını bilmek bile benim için zarar,” dedim konuşmak için cesaretimi toparlayabildiğim ilk anda.

Enseme bastırdığı avucunu hissediyordum. Havlum çoktan saçlarımdan tamamen düşmüştü, nereye gittiğinden habersizdim. Islak saçlarımın arasından açtığı boşlukla direkt olarak elini enseme, tenime yaslamıştı arada hiçbir engel olmadan.

“Onun bakışları bile zarar,” dedim ağzımın içi günlerdir susuzmuşum gibi kuru halde.

“Ahu…” dediğinde burnumu tişörtüne bastırdım. Mentollü kokuyu soluyup ciğerlerime rahat bir nefes aldırmaya çalıştım.

“Ben bu konuya dair bir şey sormaktan çok korkuyorum,” derken sesi bir an titremişti. O titreyiş benim de içimde yankı buldu. “Ama artık ertelemeyelim, bana anlat bebeğim.”

Aceleyle göğsünden kalkmaya çalıştım. Çırpınışımı geç fark etmişti ve bu da beni sıkıca tutmaya çalışmasından önce kollarının arasından sıyrılabilmeme yol açmıştı. Koltukta geriye gitmemiş olsam da az önceki kadar yakın değildik, artık temas etmiyorduk birbirimize.

“Kaçma!” dedi yakınarak. “Kaçma, lütfen. Ben o mesajı okuduğum günden beri iyi değilim, öncesinde de değildim belki ama o günden beri gözlerimi rahatça kapatamıyorum ben.”

Bahsettiği mesaj, Nikolos’u arabada gördüğüm ilk anda yolladığı mesajdı. Üzerinden iki hafta geçmişti.

O gün babamın beni hiç durmadan sorularla boğacağına dair çekincem, araya giren diğer konular nedeniyle görünürlüğünü yitirmişti ama bana sormuyor olması kendisi düşünmüyor demek değildi; bu detayı atlamıştım.

“Ne anladıysan, o.” dedim birden.

Üstüme koca bir ağırlık çökmüş, o ağırlığın yorgunluğu her yanımı sarıp sarmalamıştı şu anda.

Benden nasıl bir cevap bekliyordu? Alacağı cevapları kaldırabileceğini mi sanıyordu? Göz göre göre onu böyle ağır bir darbeyle vurabileceğime inanması akıl alır gibi değildi.

Gözleri ne zaman kızarmaya başlamıştı bilmiyordum. Elalarının etrafında bulunan beyazlık kızıllaşarak damarlarını açık eder şekildeydi. Gözbebekleri neredeyse hiç hareket etmiyor, yüzümdeki herhangi bir noktayı hedef belirlemiş halde bana bakıyordu.

“Olmasın,” dedi yalvararak. Onu bu halde görmeye alışkın değildim, hatta daha önce görmemiştim de. Sinirlendiğine, tepkisizliğine, gülüşlerine denk gelmiştim bugüne dek ama şu an karşımda duran Timur Akdoğan’ın bir sonraki hamlesi ne olacak anlayamıyordum.

“Olmasın,” diye ikinci kez tekrarladığında bu sefer yalvarıştan çok haykırışa benziyordu seslenişi.

“Saçımı kurutacağım b-…” diyerek önümü göremez halde de olsam kaçış yolu arayıp ayaklanmak için hareketlendim. Bu konuşmaya devam etmek istemiyordum.

Ben ayağa kalkamadan kolumun alt kısmından sıkıca ama canımı acıtmayacak şekilde tutup gidişime engel oldu. “Anlatacaksın,” dedi başını aceleyle sallarken. “Anlat artık, Ahu! Doldu için, taşsın artık, anlat.”

Kolumu çektim. Daha doğrusu çekmeyi denedim. Onun temaslarından kaçtığım tek tük an vardı, onlar da hep ilk tanıştığımız günlerde gömülüydü. Şimdi günler, haftalar sonra ilk kez yeniden kendimi uzaklaştırmaya çalışıyordum.

Bırakmadı beni. Çırpınışım canımı acıtmasın diye tutuşunu biraz gevşetti ama ayağa kalkıp gidebileceğim kadar alan tanımadı asla.

“Neyi anlatacağım?” diye bağırdığımda sesimin neden yükseldiğini bilmiyordum. Sesimin de söylediklerimin de kontrolü o an elimden kopup gitmiş gibiydi. Günlerin, ayların hatta belki yılların taşacağı an bu an olmamalıydı.

O her ne kadar aksini düşünse de bu iç dökme olur da şimdi gerçekleşirse ne ona ne de bana iyi gelecekti.

Bağırışım salonda yankılanıp yeniden kulağıma çarptı. Aynı şekilde ona da ulaşmış olmalıydı.

“Canının nereden yandığını,” dedi benim bağırışıma inat sessizce. “Göster bana, göster ki üfleyeyim sızın dinsin Ahu’m. Hadi bebeğim, hadi babam.”

“Sus,” diye mırıldandım. Avuçlarımı kulaklarıma kapatıp ellerimle orayı baskıladım. Babamın sesiyle birlikte başka sesler de duymaya başlamıştım. Bunlar zihnimin raflarında hazır bekleyen, ortaya çıkmak için fırsat kollayan seslerdi.

Kulaklarım gibi gözlerimi kapattım sıkıca. Ne kadar az duyum çalışırsa o kadar az algılardım, yaptığım hesap buydu. Ancak hesaplarım tutmamış, kapattığım gözlerim bana hiçlik yerine ağır bir ceza vermişti.

Gözümün önüne gelen görüntülerle dudaklarımdan bir çığlık fırladı.

Bedenimin iki güçlü kol tarafından sıkıca sarılıp o kolun sahibine çekildiğini hissettim ama ne ayak diredim ne de karşılık verip kollarımı kıpırdattım.

“Bilmiyordum,” diye mırıldandım. Hiç durmadan aynı sözcüğü tekrarladım. “Bilmiyordum.”

Yanağını yanağıma yaslamış, kollarıyla sıkıca sırtıma sarılmıştı. Ellerim kulaklarımda, gözlerim ise kapalı olduğundan tek farkındalığım buydu.

Kulağımı kapatan sol elimin üstünü sayısız kez öptü. Sırtımı bebek uyutur gibi okşadı. Dokunuşları kırılacakmışım gibi dikkatli, sanki canım yanacakmış gibi yumuşaktı.

Kaç kez ‘bilmediğimi’ söyledim ona, sayamadım. Odağım kaymış, tek yaptığım bunu tekrarlamak olmuştu. Kulaklarımdaki ellerimi yavaşça gevşettiğimi, yorgunca ellerimi iki yandan aşağı sarkıttığımı anladığında yanağını yanağıma daha da sıkı yasladı.

Varlığını hissedeyim diye yapıyordu. İşe yarıyordu da. Sakallarının sertliğini, ondan gelen sıcaklığı yüzümde hissediyordum.

“Baba,” diye fısıldadım.

“Ölsün sana,” dedi nefes bile almadan. “Söyle.”

“Çok küçüktüm,” dedim dudaklarım titrerken. “Çok küçüktüm, bilmiyordum ki.”

Sırtım kapana kısılmış gibi zonkladı. Kollarının aniden kasılmasıyla, beni farkında olmadığını düşündüğüm bir sertlikte sıkmasıyla olmuştu bu. Kaynağı da sözcüklerimdi.

“Neyi?” dedi iki hecede. Sesi kısacık sözcüğün bile sonuna dayanamayıp çatlamıştı.

Titreyen dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Hâlâ kapalı tuttuğum gözlerimi kısık da olsa açtığımda önemli bir şey varmış gibi pencerede asılı duran perdeye bakıyordum sadece.

“Dokunmaması gerektiğini,” dedim fısıltıyla. Bu iki kelime bir anda beni şoklamış, soğuk suya atılmışım gibi kendime aniden gelmeme sebep olmuştu. Sözcüklerimin dondurduğu tek isim kendim de değildim.

Parmaklarının sırtıma saplanır gibi tutunduğunu hissettim. Canım yanmıyordu ama bu normalde babamın bastırmayacağı kadar sert bir baskıydı. Şu an hareketlerinin kontrolünün onda olmadığını bu sayede anlayabilmiştim.

Hiçbir şey söylemiyor oluşu on saniyeyi geçtiğinde gerilmiştim.

Bu an beni çok geriye, yıllar öncesine götürdü.

Üzerimde gezinen bakışlarının, savunmasız kaldığım her an bedenimi bulan dokunuşlarının bir babanın şefkatiyle harmanlanmadığını anlamam çok uzun sürmüştü. Annem onu hayatımıza dahil edip ‘bu adam senin baban’ diyene dek o kadar eksiktim ki… O geldiğinde gözüm başka hiçbir şey görmeden tüm kalbimle ona bağlanmıştım.

Evlenmeleri, artık aynı evde yaşayacak oluşumuz ve benim de okuldaki çocuklardan farksız biçimde bir babaya sahip olmam fikri çok güzeldi. Yani uzaktan… Aklı ermeyen bir çocukken her şey çok güzeldi.

Ben olan biteni anladığımda ise önce ona yıllar boyu kopmaz bir güven bağı ile bağlanmış olan anneme, sonra da uzun süre boyunca savaşacağımız annemin hastalığına yenik düşmüştüm. Daha küçükken annem bana inanmayacak ve kızacak diye susmuştum, susmamam gerektiğini bilecek kadar büyüdüğümde ise annemi en fazla bir iki yıl daha nefes alır halde görebileceğimi öğrenmiştim.

Bir şekilde susmaya hep mecbur hissetmiştim ve bugün bir anda her şeyi döküp anlatmak bu yüzden çok zordu.

Yanağımda, babamın yanağını yasladığı yanağımda küçük bir ıslaklık hissettiğimde irkilerek başımı kıpırdattım. Yüzünü benden ayırmadı. O ıslaklığın ne olduğunu anlayabilmem için değildi belki ama akıttığı birkaç damla daha yaş yine yanağımda nem bıraktığında iç çektim.

“Baba,” diye sızlandım. Şu ana dek gözlerim asla dolmamış, acımamıştı. Fakat onun gözlerinden damlalar dökülmüş olduğu gerçeği hızla gözlerimi doldurmuştu.

“Söyleme,” dedi. “Hak etmiyorum, söyleme.”

Bir haftadır tekrarlamam için, ondan önceki günlerde ise artık söylemeye başlamam için gözümün içine hevesle baktığı sıfatı şimdi öylece kenara itiyordu.

İki yanımda serbestçe duran kollarımı aynı anda kaldırıp boynuna sıkı sıkıya doladım. “Söyleyeceğim,” dedim gözyaşlarımı akıtmamak için kendimi zorlayarak. “Hep söyleyeceğim, bu kez doğru kişiye söylüyorum. Benden bunu yapmamamı isteyemezsin.”

Sırtımın tam ortasına avucuyla bastırdı. Beni içine alıp saklayacakmış gibi sıkı tutuyordu. “Baba mı diyordun o-… ona da?”

Duraksayarak, sorduğu sorudan da alacağı cevabı isteyip istemediğinden de emin olmadan konuşmuştu.

Ona bu anın son kötü bilgisini de vermek için dudaklarımı araladım. Bir daha bu konu ne zaman açılırdı bilmiyordum ancak çok yakın bir zamanda gerçekleşmemesini umuyordum, zira bütün gücüm çoktan tükenmişti. “Üç yıl öncesine kadar öz babam sanıyordum onu.”

Mayıs bana günler önce, Özgür ve Pars’ın babamın yanında boksu öğrendiklerini anlatırken bir yandan babamdan da biraz bahsetmişti: Yenilmez diyorlar, genelde soyadlarıyla seslenilir hepsine ama babanın lakabı bu.

Annem onun lakabını haksız çıkartmak için elinden geleni esirgememiş, Timur Akdoğan’ı gerçek anlamda yenmişti. Bir daha yerden kalkamayacağı, kalksa da yeniden kazanamayacağı bir hale gelmesine sebep olmuştu.

Ben bu hikâyenin arada kalanı, canı öylece ezilip yok olanıydım. Hiçe sayılmış, çocukluğumun öylece harcanmasını afallamış gözlerle izlemiştim.

Annemin babamdan ne için ayrılmış olduğunu bilmiyordum ve belki de öğrenemeyecektim ama aklıma tüm bunları haklı çıkartacak; aynı anda beni de babamı da yakacak kadar onu anlayabileceğim bir sebep gelmiyordu.

Nikolos hayatımıza girmeden önce annemin çok daha kırılgan, yalnız ve hüzünlü olduğunu hatırlıyordum hayal meyal. O geldikten sonraki ilk birkaç yıl hem annem hem de ben hiç olmadığımız kadar iyiydik hatta. Ama sonra… Sonra annem iyi hissetmesinin büyüsüne öylesine kapılıp gitmişti ki benim gölgelerinde çürüyüp gitmeye yüz tuttuğumu son nefesini verene dek fark edememişti.

 

~

 

“Konuşmak istemiyorsun hâlâ, doğru mu anlıyorum?”

Gözlerimi kapatıp açarak onaylamamın yetmeyeceğini son anda hatırladığımdan olumlu bir ses çıkartmayı denedim.

Evde, odam ve salon dışında en çok vakit geçirdiğim yerde, balkondaydım.

Güneş batmak üzereydi. Kızıllığıyla etrafı sarmış, gökyüzüne bakarken ateşe bakıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Balkonda duran sandalyelerden ikisini dip dibe yerleştirmiş halde, yanımdaki diğer sandalyede Özgür varken oturuyordum. Bana yakın olan koluna paylaşmak istemediğim bir oyuncakmış gibi sarılmış, yüzümü karşıya çevirmiş olsam da şakağımı omuzundaki çıkıntıya doğru bırakmıştım.

“Beni korkutuyorsun biraz,” dedi Özgür sıkıntıyla. “Böyle sessiz olmana alışkın değilim, hiç sevmedim bu halini.”

Derin bir nefes almakla yetindim.

Yanağını başımın üzerine doğru yasladı. “Her halimi sevmek zorundasın ya da ben de sana bayılıyordum zaten gibi bir şey demeyecek misin?”

Herhangi bir normal günde az önceki cümlesine tepkim bahsettiği iki seçenekten biri olurdu, haklıydı. Ancak şu an, söyledikleri aklımdan geçmemişti bile.

Aklım tamamen babamdaydı. Babamda ve babama anlattıklarımda…

“Babam ne zaman gelecek?” diye sordum Özgür’ün beni konuşturma çabası bunu kapsamasa da.

“Bilmiyorum,” dedi. “Arayalım mı? Onu özlediğin için mi böyle sessizsin?”

Suskunluğum ona olumlu mu yoksa olumsuz bir yanıt gibi mi göründü, bilmiyordum.

“Arayalım,” dedim fısıltıyla.

Tutunduğum kolunu kıpırdatmadan sol eliyle masadaki telefonuna uzandı. Bir iki yere dokunduktan sonra telefonunu kulağına yaslamıştı.

Telefonun uzun süre çalmasını bekledim, babam gideli -yani Özgür geleli- çok olmamıştı aslında. Bu nedenle her nereye bir hışımla gittiyse orada meşgul olduğunu ve telefonu açamayacağını düşünmüştüm.

Yanıldığımı anlamam bir iki saniyeden çok sürmedi. “Abi,” dedi Özgür direkt. O devam edemeden sanırım babam konuşmaya başladı, susmak zorunda kaldı. Dinleyişi devam ederken ben de bakışlarımı yukarı dikmiş ona bakıyordum.

“İyi, iyi evet bir sorun yok. Sadece seni bekliyor, beni beğenmedi kızın. Ne zaman gelirsin diye aradım.”

Özgür durumu kendi dilinde yumuşatsa da babamın durumu gerçek haliyle anlayacağını tahmin ediyordum.

‘Öz babam sanıyordum onu,’ deyişimin ardından ikimiz de sessizlik yemini etmişiz gibi susmuştuk. Uzun bir süre kıpırdamadan, kolları sırtımda ve benim kollarım da boynundayken kalmıştık hatta. Sanki ben söylediklerimi, o da duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. Oysa bunların öyle birkaç dakikada, bir iki saatte sindirilip tamam denecek şeyler olmadığı da açıkça ortadaydı.

“Tamam,” dediği sırada Özgür’ün sesi değişmişti. Bu değişim kolunu bırakmasam da başımı ondan çekip daha düzgün şekilde yüzüne bakmaya çalışmama neden oldu.

Telefonunu kulağından çektiğinde aramanın sonlandığını anladım. Telefonu masaya bırakıp ileri doğru itti. “Ne dedi?” diye sordum hemen.

Yutkundu Özgür. Bu tepkiyi tanıyordum. Söylemesi gerekenden ne zaman haz etmese, o zaman bu hale geliyordu. Söyleyecekleri boğazına dizilmiş ve konuşmasına izin vermiyormuş gibi…

“Geç gelebilirmiş,” dedi sonra bir anda. Babamın tek söylediğinin bu olmadığını düşünsem de Özgür’den cevap beklemek umutsuz bir bekleyiş olacaktı. Tek tesellim telefonunu hemen açmış olması ve geç de olsa bir şekilde gelecek oluşuydu. Geldiğinde cevapları babamdan direkt olarak alırdım, yani en azından denerdim.

“Bakma öyle çığırtkan,” dediğinde nasıl baktığımın farkında bile değildim. Afallayarak gözlerimi kırpıştırdım. İç çekti. “Evet, böyle saf saf bak bana. Boş bakışlar atma, içindeki her şey tükenmiş gibi bakma.”

“Sensin saf,” dedim burnumu çekerek. Dudakları kıvrıldı, dişlerini göstererek gülümsedi. “Abiye saf denmez, taş olursun.”

Taşın ‘çok güzel’ anlamında da kullanıldığını biliyordum. Muhtemelen bunu bilmeyip bir kayadan bahsettiğini düşüneceğimi sanmıştı. Onu böyle beklemediği şeylerle şaşırtmayı seviyordum.

“Evet,” dedim. “Taş gibiyim, öyle diyorlar.”

Gözleri irileşti. “Kim diyor?”

Omuz silktim. Boş olan elini kaldırıp yüzünü sıvazladı. Sonra birden bana döndü hızla. Koluyla birlikte savrulmuştum biraz.

“Eraslan mı diyor? O mu öğretti?” Her kelimesinde kaşları biraz daha çatılıyordu.

Bana bunu Pars öğretmemişti, ancak muhtemelen bana bu iltifatı seslendirecek tek kişi oydu. Özgür’ün ilk sorusunun onu içermesine şaşırmamıştım bu yüzden.

“Yok,” dedim. Ancak bu Özgür’ü mutlu etmek yerine daha da germişe benziyordu.

“Kim dedi ulan o zaman? Kaç kişi var kızım sana bunu söyleyip öğrenmene sebep olabilecek?”

Sinirden ağlayacak gibi duruyordu şu an. Sanırım Pars’ın doğru cevap olmasına kendini hazırlamıştı ve şimdi ikinci bir cevabın varlığı onu delirtmişti.

“Tatlı biriydi bayağı,” dedim sesime hayranlık parıltıları ekleyip. “Çekiciydi yani…”

Uzatabilirdim. Ancak ne benim buna enerjim ne de Özgür’ün dayanacak sabrı kalmamıştı.

“Mayıs söylemişti,” dedim dudak büzüp. “Sevgilini beğenmeme kızıyorsan…”

Özgür gelen veriyi işleyebilmek için harcadığı birkaç saniyenin sonunda az öncekinden daha da çatık kaşlı bir hale büründü.

“Sen benim ayarlarımla oynamayı neden bu kadar çok seviyorsun?”

“Seni de seviyorum,” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Öpeyim.”

Yerimde yükselip yanağını öptüm. Asıl şimdi ayarları bozulmuştu.

Yeniden koluna yaslanıp bakışlarımı gökyüzüne diktiğimde bir an sonra alnımı öptü sulu sulu. “Tamam,” dedim bıkmış gibi. “Sen de beni seviyorsun anladım, alnımı yalama bir daha.”

Bunu söylemem yalnızca yeni sulu öpücükler kazanmama yaramıştı. Özgür farkında olmadan beni koyu bir karanlıktan kaçırıp kendi eğlenceli ışığının altına çekerken en azından bir süreliğine de olsa bugünün yorgunluğunu unutmuştum.

 

~

 

“Bir kez daha telefonu kapatmayı istiyormuşum gibi sorular sorarsan…”

“Sorarsam ne?” dedim hattın diğer ucundan yükselen sese karşılık.

“Sorduğunda görürsün, Afrodit. Ama bence deneme.”

İçindeki kahve yükselmeye başladığında cezveyi ocaktan alıp telefonu kulağım ve omuzum arasında sıkıştırarak dengede tuttum.

“Tehdit mi ediyorsun beni?”

“Sen tehdit görmemişsin,” derken Pars’ın sesi keyifliydi.

Bir hafta boyunca dışarı çıkmamaya dair kendi kendime uyguladığım yasak, evdekileri beni düşündüklerinden meraklandırmıştı. Pars’ı ise elini kolunu sallayarak buraya gelemediğinden ‘özlemi delirtmişti’. Yani bu kendi tanımıydı.

Her boşlukta beni arıyor, arayamazsa da mesaj atıyor ve bir şekilde varlığını hissettiriyordu. Sık sık tekrarladığı şikâyeti de buydu; özlemden delirmek.

Abarttığını söylemek isterdim ancak şu an ellerim doluydu, yanağımı kaşıyamazdım.

O çok sık anıyordu, evet; oysa benim de ondan bir farkım yoktu. Onu özlemiştim. Üstelik bu içimde uyuyan Pars delisinin tek başına hissettiği bir eksiklik değildi, ben de ona eşlik ediyordum.

“Durgunsun biraz, sabah aramadım diye küs müyüz minik tanrıça?”

Durgunluğumun sebebinin birkaç saat önceki ağır konuşmalar olduğunu şu anda ona anlatabilmem mümkün değildi. Bu nedenle bana verdiği fırsatı değerlendirdim.

“Evet,” dedim. “Neden aramadın?”

“Antrenmandaydım, eve gelir gelmez aradım. Barışmana yeter mi bu?”

Düşünüyormuş gibi bekledim biraz. “Bakarız,” dedim sonra.

Keyifle kısa bir kahkaha attı. “Bakalım, tabii. Bakalım.”

“Şimdi Özgür’e kahve götüreceğim, kapatmam lazım o yüzden.”

“Zıkkım içsin,” dedi çok sevimli bir şey diler gibi. “Hım?” dediğimde iç çekti. “Afiyet olsun diyorum, güzelim. Olur da yakınlardaysa içine çamaşır suyu falan ekle istersen, aroma verir.”

Kıkırdadım. “Kapatıyorum Pars.”

“Kapatıyorum demesi kolay tabii sana, için gitmiyor hiç.”

Gidiyor ki… Bize taşınsana canım, balım, gerodeménosum; telefona gerek de olmaz. Hissettiklerini dile getirmeye heyecanla girişen sesi bölüp ben devam ettim. “Nereden biliyorsun gitmediğini, içimde misin ki?”

Anlık bir sessizlik yaşandı. Pars’ın telefonu kapattığını sanacağım şekilde uzayan sessizliği anlamlandıramamıştım. Yanlış bir şey mi söylemiştim?

“Değilim,” dedi boğuk bir sesle. “Bilemem o yüzden evet.”

Beni onaylamasına o göremese de başımı salladım. Kahvelerin daha fazla soğumaması için istemesem de kapatmam gerekiyordu. “O zaman görüşürüz,”

“Görüşürüz, Ahu. Umarım yakın bir zamanda böyle iki ayrı uçta değil fazlasıyla yakından görüşürüz.”

Telefonu kulağımdan çekip kapatırken nefes nefese olmam anlamsızdı. Ama öyleydim…

İki elime birer fincanı alıp salona doğru geçtim. Balkona çıkıp Özgür’e kahveleri uzattığımda masaya koymuştu fincanları. Ben de yerime geçecekken zil sesi duyulduğunda gözlerimi kocaman açıp direkt arkamı dönüp koşturdum.

Babam gelmişti.

“Abim yavaş, bekle beni. Baban değildir belki.”

Özgür’ü duysam da duymazlıktan gelip kapıya varmıştım hızla. Beklemeden kapıyı açtığımda karşımda bir değil, birden fazla kişi vardı.

O kişilerin arasında babamı göremediğimde ister istemez yüzüm asılacak gibi oldu. Ancak karşımda kimlerin olduğunu kendime hatırlatıp gülümsemeye çalıştım.

“Misafir kabul ediyor musunuz bu saatte boncuk?”

Kapıdaki küçük grubun en önündeki isim konuşmuştu. Mirza Akdoğan yaşını asla göstermeyen dinç haliyle tam karşımdaydı.

Gülümsedim. Misafir olmadıklarını söyleyip yanıtlayacağım sırada benden önce bir başkası davranmıştı hemen.

“Misafir miyiz sanki Mirza, dediğin de laf olsa yani.”

Gülümsememin donuk bir hal alıp yüzümde onların garipseyeceği bir şekle bürünmemesi için zorladım kendimi. Canan Hanım’ın konuşmasıyla birlikte dedemin girişine olan gülümsememi büyütme isteğim solmuştu.

Önde dedem ve Canan Hanım yan yanalardı, onların arkasında bekleyen ikiliyi gördüğümde ise fazlasıyla sevinmiştim.

Dedem soluna doğru dönüp eşine baktıktan hemen sonra yeniden bana dönmüştü, onun bakışlarında ne olduğunu yakalayamamıştım çünkü ben halama ve amcama bakmakla meşguldüm bu sırada.

“Kapıda kaldık baba, girsek artık.” Amcam dedemi iter gibi öne doğru gelmeye çalıştığında önünde duvar gibi dikilen babasını kıpırdatamamıştı.

“Sen niye geldin ki zaten?” diye sordu dedem birden. Halamın kıkırdayarak ikizine keyifle bakıyorken ben de dudağımı ısırmıştım. Özgür’ün de gülmemek için uzunca bir nefes bıraktığını duyumsadım. Tam arkamdaydı, bir kolunu boynuma doğru sarmış halde sırtıma göğsünü yaslamıştı.

“Abim bana hakaret etsin diye değil herhalde, yeğenimi göreceğim. Sen farklı bir şey için mi geldin?”

Dedem ona ters ters baksa da kapıdan çekildi biraz. Böylece içeri ilk giren amcam oldu. Onu sırasıyla Canan Hanım ve halam takip etti.

Amcam yanağımı parmakları arasına sıkıştırdıktan sonra arkamda bekleyen Özgür’le kısa bir sohbete girişmişken Canan Hanım bana kısa bir baş hareketiyle selam vermekle yetinmişti.

Nikolos’u arabada gördüğüm gün, yanlarına gittikten biraz sonra bilincim kaybolmuş ve bayılmıştım. Uyandığımda -uyandığım gerçeğini bir tek ben biliyorken- duyduklarımdan sonra Canan Hanım’a bir daha eski olağan halimde bakabilmem mümkün olmamıştı.

Hiçbir zaman eşi ya da çocukları kadar bana koşar adım gelmiş değildi, ancak bunun normal olduğunu düşünerek üzerinde durmamıştım. Oysa asıl konunun beni oğlunun hayatında istemiyor, baş belasından ibaret olduğumu düşünüyor olması olduğunu anladığımda ipler bağlanamayacak şekilde kopmuştu.

Canan Hanım da amcamın ardından içeri girmişti. Özgür’e gülümseyerek selam verdiğinde içimden bu gülümsemenin ne kadar sahici olduğunu düşündüm bir an. Canan Hanım’ın buraya geldiği, peşinden Meltem’i de sürüklediği gün Özgür’ün beni iyi hissettirmek için kendinden bir parçayı açığa çıkarttığını hatırlıyordum. Açıkça olmasa da Canan Hanım’ın tıpkı şimdi bana yaptığı gibi ona karşı da yıllar önce böyle soğuk yaklaştığını belli etmişti.

Zaman ilaç olmuş ve onun Özgür’e karşı bakış açısını değiştirmiş miydi, yoksa artık pes ettiğinden müdahale edemiyor ve gülümsemelerin ardına mı saklanıyordu?

“Aşkım ama elbise giymemişsin… Ben yine uyumlu olacağız diye en çiçekli elbisemi giymiştim, bak.”

Halam elbisesinin eteklerini tutarak bana üzgün üzgün baktığında dudağımı büktüm. Üstümdeki bol şort ve askılı ikilisiyle fazla ev halindeydim.

“Giyerim ki hemen, bekle.”

Hiç sorgulamadan odama doğru yol alacağım sırada halam kıkırdadı. Elimi tuttu sıkıca. “Şaka yaptım, nasıl rahatsan öyle kal. Bol bol vaktimiz var, başka günlerde elbiselerimizi uydururuz birbirine.”

Olumlu anlamda başımı salladım. Ben halama dalmışken kapının dışında kalan son isim olan Mirza Akdoğan da içeri girmiş ve kapıyı kapatmıştı.

“Gel bakayım bi’, büyüdün mü sen bir iki haftada ne oldu?”

Kollarını açarak bana küçük bir çocukmuşum gibi davranan dedeme güldüm. “Evet,” dedim kolları arasına girip ona sarılırken. “Çok büyüdüm, boyum uzadı bayağı.”

“Deve huylu babana çektiysen otuzuna kadar bile uzarsın sen, daha ona yetişememişsin.”

“Ülke kadın boy ortalamasının tepesinde zaten kız baba, nereye uzasın daha? Boyun kaç senin Despina?”

Dedemin kolları arasında dönerek halama baktım. “1,74.” diye yanıtladım. Sonra dedeme baktım. “Ama büyümüşüm, belki artık 1,75 olmuşumdur.”

Aynı anda birden fazla gülüş duyuldu. Gülenlerden sadece Özgür dikkatimi çektiği için ona ters ters baktım. Misafirler var diye üstüne atlamayacağımı mı düşünüyordu?

Kalabalık halinde salona doğru geçtiğimizde beklediğim soru amcamdan geldi. “Abim nerede? Ararsak gelmeyin der diye aramadan geldik ama adam yokmuş evde zaten.”

Babamın onlara vereceği cevaba dair tahmini biraz komikti, ancak gülersem ayıp olabileceğini düşünerek kendimi tuttum.

“Gelir yakında, haber veririm şimdi burada olduğunuzu.” Özgür yanıtlayınca benim konuşmama gerek kalmamıştı.

Koltuklara dağılışımız karışıktı. Tekli koltuklardan birine amcam, diğerine Özgür yerleşmişti. Canan Hanım ve halam onların karşısındaki diğer koltuktalardı. Televizyonun karşısındaki uzun koltukta ise ben ve dedem yan yana oturuyorduk.

“Bu saatte hayırdır inşallah, bir sorun mu var?”

Saat çok geç değildi. Dokuzu yeni geçiyordu. Ancak gece yarısıymış gibi gerilen ve söylediklerinin ikinci yarısında ela gözleri yüzüme saplanan Canan Hanım aynı anda hem gergin hem de kötü hissetmeme sebep olmuştu.

Babamın hayatında bir sorun varsa, bu sorunun benden kaynaklanma ihtimalinin çok yüksek olduğunun altını çiziyordu. Haksız olduğunu haykırmak isterdim ama bu koca bir yalan olurdu.

“Yok,” dedi Özgür duraksamadan. Canan Hanım’ın bende duran bakışlarına inat o da direkt olarak karşısındaki kadına bakıyordu. Üstüme doğru gelen okların önüne düşünmeden atlamasına içimden erisem de dışarıya tepkisizdim. “Bir sorun yok Canan Teyze.”

Özgür’ün kendinden emin sesine eklenen dedem oldu. “Liseli genç mi bu adam, Canan? Kırk yaşına geldi, kendi kadar kızı var. Geç saatmiş erken saatmiş, ne yapacaksın?”

“Aman tamam,” dedi Canan Hanım. “İyi ki bir şey sordum yani, boğazıma dizdiniz.”

Kucağımda duran ellerimi birbirine yaklaştırıp parmaklarımı iç içe geçirdiğimin farkında değildim. Parmak uçlarıma tırnaklarımla yarım aya benzer izler kazırken bir anlığına dalgınlaşmış, yaşadığımız saniyelerden kopmuştum.

“Despina?” diye seslenen dedemin sesiyle irkilir gibi kendime geldiğimde salondaki istisnasız tüm bakışları üzerimde hissetmiştim.

“Efendim,” dedim yanıma doğru dönüp.

“İyi misin boncuk? Daldın öyle uzun uzun.”

“İyiyim,” dedim çok oyalanmadan. İnandırıcılığını kaybetmemeliydi cevabım çünkü pek altı dolu değildi aslında.

“Elini yüzünü yıkayalım mı birlikte canım? İyi gelir belki.”

Halamın beni buradan çıkaracak ve dikkat çekmeme sebep olmayacak teklifine başımı hızla sallayarak onay verdim. Benim onayımla oturduğu yerden kalktı. Ben de kalktığımda birlikte salonun çıkışına yönelmiştik.

Banyoya doğru gidiyordum. Halamın da bir adım arkamdan geldiğini duyuyor ve hissediyordum bu sırada.

Işığı yakıp içeri girdim. Kapıyı kapatmadan lavaboya ilerleyip soğuk suyu açarak avuçlarımı doldurdum. Avuçlarıma suyun dolmasını beklerken karşımdaki aynaya diktiğim bakışlarım bana solgun bir yüz göstermişti. Solgun ve her zerresinden yorgunluk akan, bakışları odaksız bir yüz…

Avuçlarıma suyun çoktan dolduğunu, taşıp akmaya başladığını sonradan anladığımda eğilerek suyu yüzüme çarptım. Halamın kapı boşluğuna dayadığı omuzuyla beni izlediğini biliyordum ama sessizdi.

Yüzümün her yerine yayılan soğuk su damlaları hedef bilmeksizin sağa sola ilerlerken bakışlarım yine aynayı buldu.

“Uyumuyordun,” dedi halam birden bire.

Akan suyu kesmek için musluğa dokunan elim titredi. Su artık akmıyor, onun sesi de kesildiğinden banyoda sadece halamın sözcüğünden kalan yankı duyuluyordu.

“Annemi duydun o gün, Despina. Öyle değil mi?”

Aynadan mavi irislerimin tam ortasına baktım dikkatle. Ben mi her hareketiyle kendini ele veren biriydim, yoksa artık etrafımda bulunan insanlar beni anlamak için çok daha fazla özen gösteren kişiler miydi?

İlk seçeneği elemem uzun sürmedi. Doğru olsaydı, annemden saklanamazdım çünkü. Doğru olan ikinci seçenekti. Babamı bulmak için çıktığım yol beni umduğumun ötesinde bir noktaya ulaştırmıştı. Hem onu bulmuş hem de çok daha fazlasına sahip olabilmiştim.

“Özür dilerim,” derken sesi kısılmıştı az önceye oranla. “Onun adına.”

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Aynada kendimi izlemeye bir anlık ara verdikten sonra omuzumun üzerinden halama doğru döndüm.

Yüz hatlarım ve özellikle gözlerim annemin bire bir kopyalarıydı. Çocukluğumdan beri bununla övünürdüm, anneme benziyordum.

Babama hiç benzemediğimi düşünüp üzüldüğüm yıllar da geçirmiştim. Nikolos’un sarı saçları, yeşil gözleri ve asla ortak paydada benimle buluşmayan hatlarıyla bana en ufak benzerliği yoktu. Onu babam sanıyorken buna üzüldüğüm anları hatırlıyordum. Fiziksel özellikler bulamadığımda inatla kişilik özellikleri arardım hatta.

Bulamadığım o ortak özelliklere artık şükreder haldeydim.

Şimdi halama baktığımda, daha önce o kadar ilgimi çekmeyen bir detay fark etmiştim. Saçlarımız aynıydı. İri dalgalar, koyu kahve tutamlar ve saçlarımızın gürlüğü benzerdi. Annemin ince telli, bana göre açık kalan kahverengi saçlarını düşününce saçlarım kesinlikle halamdan parçalar taşıyordu.

Cemre Akdoğan o an ona neden buruk bir biçimde gülümsediğimi düşündü bilmiyorum ama ben ona saçlarını benimle paylaştığı için teşekkür etmiştim aslında. Beni onlara bağlı kılacak, aralarında hissettirecek en ufak detaya bile öyle muhtaçtım ki böylesi uçuk bir şeye delice sevinebiliyordum.

Halamın o gün de annesine karşı çıkıp susturmaya çalıştığını, tek bir kelimesine dahi hak vermediğini hatırlıyordum. “Özür dileme,” dedim normal bir konudaymışız gibi kenardaki kalın peçeteye uzanıp yüzümü kurutmak için bir parça kopartırken.

“Biliyorum özür dilemesi gereken kişi annem zaten ama… Onun yapmayacağını bildiğimden ben diliyorum işte.”

Peçeteyi yüzümü kurularken gözlerimin çevresinde gereğinden uzun tutmuştum. Bu biraz saklanma isteğiydi, biraz da yorgunluktan sızlayan gözlerimi iyileştirmeye çalışmaktandı.

“Kimsenin özür dilemesine gerek yok,” dedim ciddi bir şekilde. Peçeteyi yüzümden çekip buruşturdum avucumun içinde. “Herkes çok haklı.”

Halamın ince kaşları çatıldı. Banyonun girişinde duruyordu, ben de bir iki adım ilerisinde ve halen lavabonun önündeydim.

“O ne demek öyle?”

Sessiz kaldım. Peçeteyi kenardaki çöp kutusuna attıktan sonra doğruldum. Kapıya, dolayısıyla halama doğru yürüdüğümde çatılı kaşları gevşemiş değildi. Yanına vardığımda amacım aslında birlikte artık salona dönmemizdi. Ancak halam benimle aynı düşünmediğini göstererek kapıya bir bakıma kendini engel olarak dikti.

“Despina,” dedi adımı sorar gibi tonlarken. “Annemin haklı bulunacak hiçbir fikri yok bu konuda, kızı olarak hiçbir şüphe duymadan söylüyorum bunu. Sakın aksini düşünmek gibi bir delilik yapma.”

“Yapmam,” dedim uzatmadan. Şu an onu kendi düşüncelerime ikna etmem, bir okyanusu küçük bir kaşıkla boşaltmaya çabalamaktan farksızdı. Beni, benden başka kimse tam anlamıyla anlayamıyordu. Bu kimsenin suçu değildi, ellerinden geleni yapan birden fazla kişi vardı artık hayatımda ama yine de olmuyordu.

Seni, senin baktığın yerden anlayabilecek kimse yok yani… İç sesim yorgunca mırıldanırken duraksadım.

Bir hafta önceye, belki de bu şehre adım attığımdan beri geçirdiğim en korku dolu anın yaşandığı dakikalara gitti aklım. O anlarda hissettiklerimi, korkunun dışında kalan her ne varsa hepsini düşündüm birkaç saniye içinde.

“Hala,” dedim sonra mırıldanarak. Ondan bir şey isteyeceğimi haykıran bir seslenişti aslında.

“Canım?”

“Bizim bir sırrımız olabilir mi bu geceye özel?”

Gözleri önce kısıldı, biraz beni o şekilde süzdü. Sonra merakı her şeyin üstüne çıkmış olacak ki başını salladı hızlıca. “Ne olacakmış sırrımız?”

Dudaklarımı araladım. Söyleyeceklerimi bir çırpıda bitirdiğimde halamı şoktan şoka sürüklediğimden dolayı ona duyduklarını sindirebilmesi için biraz zaman vermem gerekmişti.

 

~

 

“Özgür umarım delirmez,” diyerek başparmağını ısırıyor halde bana bakan halama döndüm.

“Özgür zaten deli, hala. Bence sorun yok.”

Kendini tutamayıp güldü. “Çok eğlenceli değil mi böyle davranmak, ben de Emre’ye laf attığım her an kırk kilo vermiş gibi hafifliyorum.” dediğinde ona eşlik ederek ben de güldüm.

“Ben buradayım bu arada,” Amcam halamın saçını çekip varlığını hatırlatırken halam ince bir sesle bağırdı.

Gözlerimi irileştirdim. “Ama bağırma!”

“Bağırma derken sen de bağırıyorsun, güzelliğim. Hala yeğen aynı yarım aklı paylaşıyorsunuz herhalde.”

Ofladım. Bu sırada halam beni arabaya doğru ittirmişti. “Neyse ne ya, binin de gidin artık hadi.”

“Sen yukarıdakileri oyalayabileceğinden eminsin yani…” Amcam omuz silkerek konuşurken ben ön yolcu kapısını açmıştım.

“Eminim ikizim, eminim. Alt tarafı kızı arkadaşının yanına götüreceksin, hem seninleyken güvende değilse ne zaman güvende olacak Despina? Terzi değilsin sonuçta, polislik yap biraz işte.”

Halam söylene söylene geriye adımlamadan önce amcamın arabaya binmekle uğraştığı anda çaktırmadan bana göz kırptı. Gülümseyerek teşekkür eder gibi baktım ona.

Halam otopark asansörüne ilerlerken biz de arabanın içindeydik artık.

“Evet,” dedi amcam. “Neresiymiş bu meşhur Mayıs’ın evi? Özgür’den alışkındık ismini duymaya, senin de arkadaşın oluvermiş hızlıca.”

Şortumun cebinden telefonumu çıkartıp Mayıs’ın daha önce bana attığı konumu biraz arayıp tarayıp bulduktan sonra amcama yolladım hemen. “Attım sana konumu,” dedim direkt.

O konumu ayarlamak için telefonuna uzanırken ben bu geceki yalan dolanlarımın yarın bir gün boynuma yapışıp beni boğmaması için içimden dilekler dilemeye başlamıştım.

Gecenin doğrulara ulaşan tek ismi halamdı. Şu an içinde bulunduğum arabanın amcama ait oluşu da onun fikri olarak gelişmişti zaten.

Gittiğim yerin Mayıs’ı da içinde barındırdığı kısmı doğruydu, evet. Amcam bu konuda yanılmıyordu. Ancak gidiş sebebimi onunla acilen konuşmam gerektiği olduğunu sanıyorken büyük bir yanılgının içindeydi.

Bacağımı hafif hafif sallarken bakışlarımı ön cama diktim.

Bu gece her şey yolunda ilerlerse eğer, birden çok karanlık köşe ışığa kavuşacaktı; fakat aksi gerçekleşirse de zar zor aydınlanmış bazı noktaları karanlığa gömeceğimi biliyordum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm