Düşten Farksız 32.Bölüm
32.BÖLÜM
- 1 hafta sonra,
26 Temmuz
“Baba!”
Kaçıncı kez seslendiğimi artık
sayamıyordum. Bir türlü sesim salona ulaşmıyordu sanırım, oysa odamdan oraya
ses duyurmak çok da zor değildi.
Saçıma kocaman bir şapkaymış gibi sardığım
havluyla ıslak saçlarımı kontrol altında tutmaya çalışırken bir elim havluda
duruyor ve düşmesine engel oluyordu.
Odadan çıkıp tembellikle salona doğru
ilerledim. Acaba ben duştayken evden mi çıktı diye düşünmeye başlamıştım artık.
Beni bu kadar duymamasına tek açıklamam buydu çünkü.
Salonun kapısına vardığımda son kez
seslendim. “Baba?” derken bu kez sesim öncekiler kadar yüksek değildi ve biraz
merak doluydu.
İçeri girdiğimde görmeyi beklediğim
manzara başını geriye doğru atmış, oturur halde uyuklayan bir Timur Akdoğan değildi.
Kollarını göğsünde kavuşturmuş, başını koltuğun sırt kısmının tepesine doğru
yaslayıp boynunu gererek gözlerini kapatmıştı.
Hareketlerimi olabildiğince ses
çıkartmadan yaparak ona doğru yaklaştım. Yanına oturursam sarsıntıdan
uyanabilirdi ama yanına kıvrılacağım bir an bulmuşken öyle hiç görmemiş gibi
uzaklaşamazdım.
Hem benim de uykum gelmiş olabilirdi,
insanlık haliydi sonuçta.
Havlumun düşmeyeceğinden emin olduktan
sonra yavaşça koltuğa, tam yanına oturdum. Kollarını göğsünde çaprazladığı için
oraya yaslanamıyordum. Dudaklarımı büküp omuzuna doğru yattım ben de. Elimdeki
imkânlar şimdilik bu kadardı.
Yanağımı omuzuna yaslayarak boynuna bakar
halde yattım. Bacaklarımı koltukta kendime doğru çekip olduğum yerde
küçülmüştüm bir yandan da.
Omuzunda yarattığım ağırlığı hissetmesiyle
birlikte başını kıpırdatması ve refleksle yanağını saçlarıma doğru yaslamak
için hareket etmesi peş peşeydi. Ancak hesapları kafamdaki havlu yığınından
dolayı tutmamıştı. Saçlarım yerine pürüzlü havlu dokusunu hissettiğinden olacak
ki huysuz bir homurdanmayla yerinde doğrulur gibi oldu.
O hareketlenince ben de omuzundan
kalkmıştım.
“Ahu?” dedi sorar gibi.
“Benim, evet.” dedim. “Başka kim omuzuna
yatabilir, niye soruyorsun?”
Ellerimi belime atıp çirkefleşmemek için
zor duruyordum. Çirkefleşmenin ne
demek olduğunu birkaç gün önce abimden, o bana bu şekilde seslenip sinirimi
bozduğunda öğrenmiştim.
Babam araba kullanırken ön koltuğa oturmak
istemem çirkeflik miydi? Hayır. Peki, bunu başarabilmek için küskün bakışlarla
babama ağlayacak gibi bakmam… Buna henüz karar vermemiştim.
Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordum ama en
fazla kırk dakikayla sınırlı olabileceğini biliyordum. Duşa girmek için içeri
geçmemden öncesinde uyumuyordu. Yine de saatlerdir uyuyormuş da yeni uyanmış
gibi bakıyordu şu an. Bunda sanırım uyanma şeklinin etkisi büyüktü.
Verdiğim tepkiyi pek umursamadan kısaca
esnedikten sonra elaları başımdaki havlu sarmalına çevrildi. “Kurut saçlarını,
bu ne dürüm gibi sarmışsın kafanı.”
“Zayıflıyor ısıyla kurutunca, evdeyim zaten.
Kendisi kurur.”
Açıklamamdan memnun olmuş gibi
görünmüyordu ama üstelemedi.
“Uykun mu var senin? Odada yatsana.”
Başını iki yana salladı. “Yok uykum,
dalmışım bir an öyle.”
“Baba,” diye soludum omuzlarım düşerken.
Son bir haftadır olduğu gibi ona ‘baba’ dediğim anda elaları sıcak bir
yansımayla parladı. “Hım?” dedi elini uzatıp yanağımı hafifçe okşarken.
“Gece neden uyumadın?” Uyuyakalmış olması
aslında biraz düşününce çok da şaşırmamam gereken bir durumdu. Gece gözlerimi
birkaç kez sıcaktan darlandığım için, bir iki kez de su içmek için aralamıştım.
Uyandığım anlarda babamı da uyanık bulmamı o an sersemlikle ‘ben hareket edince
uyanmıştır’ olarak değerlendirmiştim.
“Uyudum,” dedi ben susar susmaz. Kaşlarımı
çattım. “Yalan söylemene ne gerek var şu an?”
Sessiz kaldığında haklı olan taraf olduğum
kanıtlanmıştı. Ama haklı ya da haksız olmakla değil, onu uyutmayan nedenlerle
daha ilgiliydim şu anda.
“Bir sorun mu var?” diyerek başımı hafifçe
omuzuma doğru eğdim. Islak saçlarımın ağırlığına ve bu baş hareketime aynı anda
direnemeyen havlu gevşeyerek yarı açık hale gelmişti. Üstümde askılı bir üst
olduğu için sırtıma ve göğsüme inen nemin kıyafetlerimi ıslatmayacak olduğunu
biliyordum; rahattım.
“Sorun yok bebeğim,” dedi yanağımdaki
elini açığa çıkan saçlarıma doğru çıkartıp, kaçmaya çalışan tutamı parmağına
dolarken.
“Bebek mi kandırıyorsun?” diye sorduğumda
dudakları kıvrıldı. Neye gülümsediğini biraz sonra anlayınca omuzlarımı
düşürdüm. “Yani öyle değil…”
Kıvrım büyüdü ve babam sesli bir biçimde
güldü. “Bazen Özgür’e seni sıkıştırma konusundaki ısrarında hak veriyorum.
Fazla tatlı oluyorsun.”
Elimi ağzıma kapattım. Şaşkınlıkla
çıkarttığım sesin ardından elimi ağzımdan yavaşça çektim. “Özgür’e hak mı
veriyorsun? Aramızdaki bir konuda beni değil, Özgür’ü mü tutuyorsun yani?”
Dünyanın sonu gelmişçesine abarttığım
tepkime sadece gülmeye devam etmekle yetinmişti. Umduğum karşılığı alamadığım
için şansımı zorlamadım.
“Şimdi neden uyumadığını anlat, hadi.”
Sorumu unutmadığımı fark ettiğinde gülüşü
donuk bir hal aldı. Sanırım çoktan dikkatimi dağıtmış olduğunu düşünmüş ve
rahatlamıştı.
“Bir haftadır evden çıkmıyorsun, Ahu.”
Aniden ama gerçekten aniden gelen donmayla
birkaç saniye sessiz kaldım. Konunun onunla ilgili olmasını ya da en azından
direkt olarak beni bu kadar kapsamamasını ummuştum. Onun uykuları benim
yüzümden kaçtığında, kendi uykularım kaçmış kadar kötü hissediyordum çünkü.
“Çıkmıyorum,” dedim onay verir gibi.
“Evet,” derken başını salladı öylesine.
“Neden peki?”
Dudaklarımı araladım. Nasıl bir cevap vermem
gerekiyordu?
“Üşeniyorum,” dedim aklıma ilk geleni
söyleyip. “Hem nereye gideyim ki?”
Cümlemin sonunda konuşmaya başlamadan önce
saçımdaki eliyle uzanıp yanağıma çıkarttığım parmaklarımı kavradı. “Yanağını
çekiştirmesen de bunun yalan olduğunu anlayabilirim, saklanma benden.”
Yutkundum. Afallamıştım biraz.
“Bir haftadır evden dışarıya adım atmadın,
Özgür’ün sana kaç kez dışarıya çıkmak isteyip istemediğini sorduğunu saymayı
bıraktım; ben de benimle ya spor salonuna ya da seni mutlu edecek başka bir yere
gel de değişiklik olsun diye sorup durdum.”
“Dışarı çıkmak istemedim.”
“Dışarıya çıkmayı istiyorsun, yavrum. Yeni
bir yer gördüğünde çocuk gibi heyecanlanıyorsun, yanında biz varken İstanbul’da
gezinmeyi sevdiğini daha önce itiraf etmiştin.”
Sessiz kaldım. Babam konuşmaya devam
etmişti zaten.
“Ahu… Artık bizimleyken de güvende
hissetmiyor musun sen babam? Evden çıktığında tek olmayacağını bildiğin halde
neden cesaretlenemiyorsun?”
Vereceğim cevaplardan hiçbiri, yalan ya da
gerçek, onu rahatlatmış olmayacaktı. Bu yüzden hiçbirine sığınmadım. Cevaplar
yerine ona sığınmaya karar vererek öne doğru uzanıp kollarımı bedenine sardım.
Göğsüne saklanma isteğimi geri çevirmedi. Çenesini ıslak saçlarımın üstüne
yaslarken ben de yanağımı göğsüne yapıştırmıştım.
“Kimse seni benden ayıramaz, sana zarar
gelmesine izin vermem. Babana güvenmiyor musun?”
“Güveniyorum,” dedim fısıltıyla. Elimi
yanağıma götürme refleksimle savaşmama gerek yoktu, doğruyu söylüyordum.
“O zaman kendini eve kapatmak gibi bir
derdin olmasın, bir hafta önce nasılsa şimdi de öyle olsun.”
Onaylayan bir şey söylemedim veya
yapmadım. Gözlerimi sıkıca kapattım.
Bu bir haftayı neden evde geçirdiğimi,
dışarı çıkmanın benim için neden bu denli kâbusa dönüştüğünü düşündüm.
“Onun yine beni takip etmesini
istemiyorum,” dedim sessizce. Yaslandığım göğsü kasılmıştı hemen. “Dışarıya
adım attığım anda bunu düşüneceğim her an, böyle olmasındansa evde kalmak daha
iyi geliyor.”
“Sana zarar veremez.”
Derin bir nefes almaya çalıştım. “Yanıma
yaklaştığını bilmek bile benim için zarar,” dedim konuşmak için cesaretimi
toparlayabildiğim ilk anda.
Enseme bastırdığı avucunu hissediyordum.
Havlum çoktan saçlarımdan tamamen düşmüştü, nereye gittiğinden habersizdim.
Islak saçlarımın arasından açtığı boşlukla direkt olarak elini enseme, tenime
yaslamıştı arada hiçbir engel olmadan.
“Onun bakışları bile zarar,” dedim ağzımın
içi günlerdir susuzmuşum gibi kuru halde.
“Ahu…” dediğinde burnumu tişörtüne
bastırdım. Mentollü kokuyu soluyup ciğerlerime rahat bir nefes aldırmaya çalıştım.
“Ben bu konuya dair bir şey sormaktan çok
korkuyorum,” derken sesi bir an titremişti. O titreyiş benim de içimde yankı
buldu. “Ama artık ertelemeyelim, bana anlat bebeğim.”
Aceleyle göğsünden kalkmaya çalıştım.
Çırpınışımı geç fark etmişti ve bu da beni sıkıca tutmaya çalışmasından önce
kollarının arasından sıyrılabilmeme yol açmıştı. Koltukta geriye gitmemiş olsam
da az önceki kadar yakın değildik, artık temas etmiyorduk birbirimize.
“Kaçma!” dedi yakınarak. “Kaçma, lütfen.
Ben o mesajı okuduğum günden beri iyi değilim, öncesinde de değildim belki ama
o günden beri gözlerimi rahatça kapatamıyorum ben.”
Bahsettiği mesaj, Nikolos’u arabada
gördüğüm ilk anda yolladığı mesajdı. Üzerinden iki hafta geçmişti.
O gün babamın beni hiç durmadan sorularla
boğacağına dair çekincem, araya giren diğer konular nedeniyle görünürlüğünü
yitirmişti ama bana sormuyor olması kendisi düşünmüyor demek değildi; bu detayı
atlamıştım.
“Ne anladıysan, o.” dedim birden.
Üstüme koca bir ağırlık çökmüş, o
ağırlığın yorgunluğu her yanımı sarıp sarmalamıştı şu anda.
Benden nasıl bir cevap bekliyordu? Alacağı
cevapları kaldırabileceğini mi sanıyordu? Göz göre göre onu böyle ağır bir
darbeyle vurabileceğime inanması akıl alır gibi değildi.
Gözleri ne zaman kızarmaya başlamıştı
bilmiyordum. Elalarının etrafında bulunan beyazlık kızıllaşarak damarlarını
açık eder şekildeydi. Gözbebekleri neredeyse hiç hareket etmiyor, yüzümdeki
herhangi bir noktayı hedef belirlemiş halde bana bakıyordu.
“Olmasın,” dedi yalvararak. Onu bu halde
görmeye alışkın değildim, hatta daha önce görmemiştim de. Sinirlendiğine,
tepkisizliğine, gülüşlerine denk gelmiştim bugüne dek ama şu an karşımda duran
Timur Akdoğan’ın bir sonraki hamlesi ne olacak anlayamıyordum.
“Olmasın,” diye ikinci kez tekrarladığında
bu sefer yalvarıştan çok haykırışa benziyordu seslenişi.
“Saçımı kurutacağım b-…” diyerek önümü
göremez halde de olsam kaçış yolu arayıp ayaklanmak için hareketlendim. Bu
konuşmaya devam etmek istemiyordum.
Ben ayağa kalkamadan kolumun alt kısmından
sıkıca ama canımı acıtmayacak şekilde tutup gidişime engel oldu.
“Anlatacaksın,” dedi başını aceleyle sallarken. “Anlat artık, Ahu! Doldu için,
taşsın artık, anlat.”
Kolumu çektim. Daha doğrusu çekmeyi
denedim. Onun temaslarından kaçtığım tek tük an vardı, onlar da hep ilk
tanıştığımız günlerde gömülüydü. Şimdi günler, haftalar sonra ilk kez yeniden
kendimi uzaklaştırmaya çalışıyordum.
Bırakmadı beni. Çırpınışım canımı
acıtmasın diye tutuşunu biraz gevşetti ama ayağa kalkıp gidebileceğim kadar
alan tanımadı asla.
“Neyi anlatacağım?” diye bağırdığımda
sesimin neden yükseldiğini bilmiyordum. Sesimin de söylediklerimin de kontrolü
o an elimden kopup gitmiş gibiydi. Günlerin, ayların hatta belki yılların
taşacağı an bu an olmamalıydı.
O her ne kadar aksini düşünse de bu iç
dökme olur da şimdi gerçekleşirse ne ona ne de bana iyi gelecekti.
Bağırışım salonda yankılanıp yeniden
kulağıma çarptı. Aynı şekilde ona da ulaşmış olmalıydı.
“Canının nereden yandığını,” dedi benim
bağırışıma inat sessizce. “Göster bana, göster ki üfleyeyim sızın dinsin Ahu’m.
Hadi bebeğim, hadi babam.”
“Sus,” diye mırıldandım. Avuçlarımı
kulaklarıma kapatıp ellerimle orayı baskıladım. Babamın sesiyle birlikte başka
sesler de duymaya başlamıştım. Bunlar zihnimin raflarında hazır bekleyen,
ortaya çıkmak için fırsat kollayan seslerdi.
Kulaklarım gibi gözlerimi kapattım sıkıca.
Ne kadar az duyum çalışırsa o kadar az algılardım, yaptığım hesap buydu. Ancak
hesaplarım tutmamış, kapattığım gözlerim bana hiçlik yerine ağır bir ceza
vermişti.
Gözümün önüne gelen görüntülerle
dudaklarımdan bir çığlık fırladı.
Bedenimin iki güçlü kol tarafından sıkıca
sarılıp o kolun sahibine çekildiğini hissettim ama ne ayak diredim ne de
karşılık verip kollarımı kıpırdattım.
“Bilmiyordum,” diye mırıldandım. Hiç
durmadan aynı sözcüğü tekrarladım. “Bilmiyordum.”
Yanağını yanağıma yaslamış, kollarıyla
sıkıca sırtıma sarılmıştı. Ellerim kulaklarımda, gözlerim ise kapalı olduğundan
tek farkındalığım buydu.
Kulağımı kapatan sol elimin üstünü sayısız
kez öptü. Sırtımı bebek uyutur gibi okşadı. Dokunuşları kırılacakmışım gibi
dikkatli, sanki canım yanacakmış gibi yumuşaktı.
Kaç kez ‘bilmediğimi’ söyledim ona,
sayamadım. Odağım kaymış, tek yaptığım bunu tekrarlamak olmuştu. Kulaklarımdaki
ellerimi yavaşça gevşettiğimi, yorgunca ellerimi iki yandan aşağı sarkıttığımı
anladığında yanağını yanağıma daha da sıkı yasladı.
Varlığını hissedeyim diye yapıyordu. İşe
yarıyordu da. Sakallarının sertliğini, ondan gelen sıcaklığı yüzümde
hissediyordum.
“Baba,” diye fısıldadım.
“Ölsün sana,” dedi nefes bile almadan.
“Söyle.”
“Çok küçüktüm,” dedim dudaklarım
titrerken. “Çok küçüktüm, bilmiyordum ki.”
Sırtım kapana kısılmış gibi zonkladı.
Kollarının aniden kasılmasıyla, beni farkında olmadığını düşündüğüm bir
sertlikte sıkmasıyla olmuştu bu. Kaynağı da sözcüklerimdi.
“Neyi?” dedi iki hecede. Sesi kısacık
sözcüğün bile sonuna dayanamayıp çatlamıştı.
Titreyen dudaklarımı sıkıca birbirine
bastırdım. Hâlâ kapalı tuttuğum gözlerimi kısık da olsa açtığımda önemli bir
şey varmış gibi pencerede asılı duran perdeye bakıyordum sadece.
“Dokunmaması gerektiğini,” dedim
fısıltıyla. Bu iki kelime bir anda beni şoklamış, soğuk suya atılmışım gibi
kendime aniden gelmeme sebep olmuştu. Sözcüklerimin dondurduğu tek isim kendim
de değildim.
Parmaklarının sırtıma saplanır gibi tutunduğunu
hissettim. Canım yanmıyordu ama bu normalde babamın bastırmayacağı kadar sert
bir baskıydı. Şu an hareketlerinin kontrolünün onda olmadığını bu sayede
anlayabilmiştim.
Hiçbir şey söylemiyor oluşu on saniyeyi
geçtiğinde gerilmiştim.
Bu an beni çok geriye, yıllar öncesine
götürdü.
Üzerimde gezinen bakışlarının, savunmasız
kaldığım her an bedenimi bulan dokunuşlarının bir babanın şefkatiyle
harmanlanmadığını anlamam çok uzun sürmüştü. Annem onu hayatımıza dahil edip
‘bu adam senin baban’ diyene dek o kadar eksiktim ki… O geldiğinde gözüm başka
hiçbir şey görmeden tüm kalbimle ona bağlanmıştım.
Evlenmeleri, artık aynı evde yaşayacak
oluşumuz ve benim de okuldaki çocuklardan farksız biçimde bir babaya sahip
olmam fikri çok güzeldi. Yani uzaktan… Aklı ermeyen bir çocukken her şey çok
güzeldi.
Ben olan biteni anladığımda ise önce ona
yıllar boyu kopmaz bir güven bağı ile bağlanmış olan anneme, sonra da uzun süre
boyunca savaşacağımız annemin hastalığına yenik düşmüştüm. Daha küçükken annem
bana inanmayacak ve kızacak diye susmuştum, susmamam gerektiğini bilecek kadar
büyüdüğümde ise annemi en fazla bir iki yıl daha nefes alır halde
görebileceğimi öğrenmiştim.
Bir şekilde susmaya hep mecbur
hissetmiştim ve bugün bir anda her şeyi döküp anlatmak bu yüzden çok zordu.
Yanağımda, babamın yanağını yasladığı
yanağımda küçük bir ıslaklık hissettiğimde irkilerek başımı kıpırdattım. Yüzünü
benden ayırmadı. O ıslaklığın ne olduğunu anlayabilmem için değildi belki ama
akıttığı birkaç damla daha yaş yine yanağımda nem bıraktığında iç çektim.
“Baba,” diye sızlandım. Şu ana dek
gözlerim asla dolmamış, acımamıştı. Fakat onun gözlerinden damlalar dökülmüş
olduğu gerçeği hızla gözlerimi doldurmuştu.
“Söyleme,” dedi. “Hak etmiyorum, söyleme.”
Bir haftadır tekrarlamam için, ondan
önceki günlerde ise artık söylemeye başlamam için gözümün içine hevesle baktığı
sıfatı şimdi öylece kenara itiyordu.
İki yanımda serbestçe duran kollarımı aynı
anda kaldırıp boynuna sıkı sıkıya doladım. “Söyleyeceğim,” dedim gözyaşlarımı
akıtmamak için kendimi zorlayarak. “Hep söyleyeceğim, bu kez doğru kişiye
söylüyorum. Benden bunu yapmamamı isteyemezsin.”
Sırtımın tam ortasına avucuyla bastırdı.
Beni içine alıp saklayacakmış gibi sıkı tutuyordu. “Baba mı diyordun o-… ona
da?”
Duraksayarak, sorduğu sorudan da alacağı
cevabı isteyip istemediğinden de emin olmadan konuşmuştu.
Ona bu anın son kötü bilgisini de vermek
için dudaklarımı araladım. Bir daha bu konu ne zaman açılırdı bilmiyordum ancak
çok yakın bir zamanda gerçekleşmemesini umuyordum, zira bütün gücüm çoktan
tükenmişti. “Üç yıl öncesine kadar öz
babam sanıyordum onu.”
Mayıs bana günler önce, Özgür ve Pars’ın
babamın yanında boksu öğrendiklerini anlatırken bir yandan babamdan da biraz
bahsetmişti: Yenilmez diyorlar,
genelde soyadlarıyla seslenilir hepsine ama babanın lakabı bu.
Annem onun lakabını haksız çıkartmak için
elinden geleni esirgememiş, Timur Akdoğan’ı gerçek anlamda yenmişti. Bir daha
yerden kalkamayacağı, kalksa da yeniden kazanamayacağı bir hale gelmesine sebep
olmuştu.
Ben bu hikâyenin arada kalanı, canı öylece
ezilip yok olanıydım. Hiçe sayılmış, çocukluğumun öylece harcanmasını afallamış
gözlerle izlemiştim.
Annemin babamdan ne için ayrılmış olduğunu
bilmiyordum ve belki de öğrenemeyecektim ama aklıma tüm bunları haklı
çıkartacak; aynı anda beni de babamı da yakacak kadar onu anlayabileceğim bir
sebep gelmiyordu.
Nikolos hayatımıza girmeden önce annemin
çok daha kırılgan, yalnız ve hüzünlü olduğunu hatırlıyordum hayal meyal. O
geldikten sonraki ilk birkaç yıl hem annem hem de ben hiç olmadığımız kadar
iyiydik hatta. Ama sonra… Sonra annem iyi hissetmesinin büyüsüne öylesine
kapılıp gitmişti ki benim gölgelerinde çürüyüp gitmeye yüz tuttuğumu son
nefesini verene dek fark edememişti.
~
“Konuşmak istemiyorsun hâlâ, doğru mu
anlıyorum?”
Gözlerimi kapatıp açarak onaylamamın
yetmeyeceğini son anda hatırladığımdan olumlu bir ses çıkartmayı denedim.
Evde, odam ve salon dışında en çok vakit
geçirdiğim yerde, balkondaydım.
Güneş batmak üzereydi. Kızıllığıyla etrafı
sarmış, gökyüzüne bakarken ateşe bakıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Balkonda duran sandalyelerden ikisini dip
dibe yerleştirmiş halde, yanımdaki diğer sandalyede Özgür varken oturuyordum.
Bana yakın olan koluna paylaşmak istemediğim bir oyuncakmış gibi sarılmış,
yüzümü karşıya çevirmiş olsam da şakağımı omuzundaki çıkıntıya doğru
bırakmıştım.
“Beni korkutuyorsun biraz,” dedi Özgür
sıkıntıyla. “Böyle sessiz olmana alışkın değilim, hiç sevmedim bu halini.”
Derin bir nefes almakla yetindim.
Yanağını başımın üzerine doğru yasladı.
“Her halimi sevmek zorundasın ya da ben de sana bayılıyordum zaten gibi bir şey
demeyecek misin?”
Herhangi bir normal günde az önceki
cümlesine tepkim bahsettiği iki seçenekten biri olurdu, haklıydı. Ancak şu an,
söyledikleri aklımdan geçmemişti bile.
Aklım tamamen babamdaydı. Babamda ve
babama anlattıklarımda…
“Babam ne zaman gelecek?” diye sordum
Özgür’ün beni konuşturma çabası bunu kapsamasa da.
“Bilmiyorum,” dedi. “Arayalım mı? Onu
özlediğin için mi böyle sessizsin?”
Suskunluğum ona olumlu mu yoksa olumsuz
bir yanıt gibi mi göründü, bilmiyordum.
“Arayalım,” dedim fısıltıyla.
Tutunduğum kolunu kıpırdatmadan sol eliyle
masadaki telefonuna uzandı. Bir iki yere dokunduktan sonra telefonunu kulağına
yaslamıştı.
Telefonun uzun süre çalmasını bekledim,
babam gideli -yani Özgür geleli- çok olmamıştı aslında. Bu nedenle her nereye
bir hışımla gittiyse orada meşgul olduğunu ve telefonu açamayacağını
düşünmüştüm.
Yanıldığımı anlamam bir iki saniyeden çok
sürmedi. “Abi,” dedi Özgür direkt. O devam edemeden sanırım babam konuşmaya
başladı, susmak zorunda kaldı. Dinleyişi devam ederken ben de bakışlarımı
yukarı dikmiş ona bakıyordum.
“İyi, iyi evet bir sorun yok. Sadece seni
bekliyor, beni beğenmedi kızın. Ne zaman gelirsin diye aradım.”
Özgür durumu kendi dilinde yumuşatsa da
babamın durumu gerçek haliyle anlayacağını tahmin ediyordum.
‘Öz babam sanıyordum onu,’ deyişimin
ardından ikimiz de sessizlik yemini etmişiz gibi susmuştuk. Uzun bir süre
kıpırdamadan, kolları sırtımda ve benim kollarım da boynundayken kalmıştık
hatta. Sanki ben söylediklerimi, o da duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. Oysa
bunların öyle birkaç dakikada, bir iki saatte sindirilip tamam denecek şeyler
olmadığı da açıkça ortadaydı.
“Tamam,” dediği sırada Özgür’ün sesi değişmişti.
Bu değişim kolunu bırakmasam da başımı ondan çekip daha düzgün şekilde yüzüne
bakmaya çalışmama neden oldu.
Telefonunu kulağından çektiğinde aramanın
sonlandığını anladım. Telefonu masaya bırakıp ileri doğru itti. “Ne dedi?” diye
sordum hemen.
Yutkundu Özgür. Bu tepkiyi tanıyordum.
Söylemesi gerekenden ne zaman haz etmese, o zaman bu hale geliyordu.
Söyleyecekleri boğazına dizilmiş ve konuşmasına izin vermiyormuş gibi…
“Geç gelebilirmiş,” dedi sonra bir anda.
Babamın tek söylediğinin bu olmadığını düşünsem de Özgür’den cevap beklemek
umutsuz bir bekleyiş olacaktı. Tek tesellim telefonunu hemen açmış olması ve
geç de olsa bir şekilde gelecek oluşuydu. Geldiğinde cevapları babamdan direkt
olarak alırdım, yani en azından denerdim.
“Bakma öyle çığırtkan,” dediğinde nasıl
baktığımın farkında bile değildim. Afallayarak gözlerimi kırpıştırdım. İç
çekti. “Evet, böyle saf saf bak bana. Boş bakışlar atma, içindeki her şey
tükenmiş gibi bakma.”
“Sensin saf,” dedim burnumu çekerek.
Dudakları kıvrıldı, dişlerini göstererek gülümsedi. “Abiye saf denmez, taş
olursun.”
Taşın ‘çok güzel’ anlamında da
kullanıldığını biliyordum. Muhtemelen bunu bilmeyip bir kayadan bahsettiğini
düşüneceğimi sanmıştı. Onu böyle beklemediği şeylerle şaşırtmayı seviyordum.
“Evet,” dedim. “Taş gibiyim, öyle
diyorlar.”
Gözleri irileşti. “Kim diyor?”
Omuz silktim. Boş olan elini kaldırıp
yüzünü sıvazladı. Sonra birden bana döndü hızla. Koluyla birlikte savrulmuştum
biraz.
“Eraslan mı diyor? O mu öğretti?” Her
kelimesinde kaşları biraz daha çatılıyordu.
Bana bunu Pars öğretmemişti, ancak
muhtemelen bana bu iltifatı seslendirecek tek kişi oydu. Özgür’ün ilk sorusunun
onu içermesine şaşırmamıştım bu yüzden.
“Yok,” dedim. Ancak bu Özgür’ü mutlu etmek
yerine daha da germişe benziyordu.
“Kim dedi ulan o zaman? Kaç kişi var kızım
sana bunu söyleyip öğrenmene sebep olabilecek?”
Sinirden ağlayacak gibi duruyordu şu an.
Sanırım Pars’ın doğru cevap olmasına kendini hazırlamıştı ve şimdi ikinci bir
cevabın varlığı onu delirtmişti.
“Tatlı biriydi bayağı,” dedim sesime
hayranlık parıltıları ekleyip. “Çekiciydi yani…”
Uzatabilirdim. Ancak ne benim buna enerjim
ne de Özgür’ün dayanacak sabrı kalmamıştı.
“Mayıs söylemişti,” dedim dudak büzüp.
“Sevgilini beğenmeme kızıyorsan…”
Özgür gelen veriyi işleyebilmek için harcadığı
birkaç saniyenin sonunda az öncekinden daha da çatık kaşlı bir hale büründü.
“Sen benim ayarlarımla oynamayı neden bu
kadar çok seviyorsun?”
“Seni de seviyorum,” dedim gözlerimi
kırpıştırıp. “Öpeyim.”
Yerimde yükselip yanağını öptüm. Asıl
şimdi ayarları bozulmuştu.
Yeniden koluna yaslanıp bakışlarımı
gökyüzüne diktiğimde bir an sonra alnımı öptü sulu sulu. “Tamam,” dedim bıkmış
gibi. “Sen de beni seviyorsun anladım, alnımı yalama bir daha.”
Bunu söylemem yalnızca yeni sulu öpücükler
kazanmama yaramıştı. Özgür farkında olmadan beni koyu bir karanlıktan kaçırıp
kendi eğlenceli ışığının altına çekerken en azından bir süreliğine de olsa
bugünün yorgunluğunu unutmuştum.
~
“Bir kez daha telefonu kapatmayı
istiyormuşum gibi sorular sorarsan…”
“Sorarsam ne?” dedim hattın diğer ucundan
yükselen sese karşılık.
“Sorduğunda görürsün, Afrodit. Ama bence
deneme.”
İçindeki kahve yükselmeye başladığında
cezveyi ocaktan alıp telefonu kulağım ve omuzum arasında sıkıştırarak dengede
tuttum.
“Tehdit mi ediyorsun beni?”
“Sen tehdit görmemişsin,” derken Pars’ın
sesi keyifliydi.
Bir hafta boyunca dışarı çıkmamaya dair
kendi kendime uyguladığım yasak, evdekileri beni düşündüklerinden
meraklandırmıştı. Pars’ı ise elini kolunu sallayarak buraya gelemediğinden
‘özlemi delirtmişti’. Yani bu kendi tanımıydı.
Her boşlukta beni arıyor, arayamazsa da
mesaj atıyor ve bir şekilde varlığını hissettiriyordu. Sık sık tekrarladığı
şikâyeti de buydu; özlemden delirmek.
Abarttığını söylemek isterdim ancak şu an
ellerim doluydu, yanağımı kaşıyamazdım.
O çok sık anıyordu, evet; oysa benim de
ondan bir farkım yoktu. Onu özlemiştim. Üstelik bu içimde uyuyan Pars delisinin
tek başına hissettiği bir eksiklik değildi, ben de ona eşlik ediyordum.
“Durgunsun biraz, sabah aramadım diye küs
müyüz minik tanrıça?”
Durgunluğumun sebebinin birkaç saat önceki
ağır konuşmalar olduğunu şu anda ona anlatabilmem mümkün değildi. Bu nedenle
bana verdiği fırsatı değerlendirdim.
“Evet,” dedim. “Neden aramadın?”
“Antrenmandaydım, eve gelir gelmez aradım.
Barışmana yeter mi bu?”
Düşünüyormuş gibi bekledim biraz.
“Bakarız,” dedim sonra.
Keyifle kısa bir kahkaha attı. “Bakalım,
tabii. Bakalım.”
“Şimdi Özgür’e kahve götüreceğim, kapatmam
lazım o yüzden.”
“Zıkkım içsin,” dedi çok sevimli bir şey
diler gibi. “Hım?” dediğimde iç çekti. “Afiyet olsun diyorum, güzelim. Olur da
yakınlardaysa içine çamaşır suyu falan ekle istersen, aroma verir.”
Kıkırdadım. “Kapatıyorum Pars.”
“Kapatıyorum demesi kolay tabii sana, için
gitmiyor hiç.”
Gidiyor
ki… Bize taşınsana canım, balım, gerodeménosum; telefona gerek de olmaz. Hissettiklerini
dile getirmeye heyecanla girişen sesi bölüp ben devam ettim. “Nereden
biliyorsun gitmediğini, içimde misin ki?”
Anlık bir sessizlik yaşandı. Pars’ın
telefonu kapattığını sanacağım şekilde uzayan sessizliği anlamlandıramamıştım.
Yanlış bir şey mi söylemiştim?
“Değilim,” dedi boğuk bir sesle. “Bilemem
o yüzden evet.”
Beni onaylamasına o göremese de başımı
salladım. Kahvelerin daha fazla soğumaması için istemesem de kapatmam
gerekiyordu. “O zaman görüşürüz,”
“Görüşürüz, Ahu. Umarım yakın bir zamanda
böyle iki ayrı uçta değil fazlasıyla yakından görüşürüz.”
Telefonu kulağımdan çekip kapatırken nefes
nefese olmam anlamsızdı. Ama öyleydim…
İki elime birer fincanı alıp salona doğru
geçtim. Balkona çıkıp Özgür’e kahveleri uzattığımda masaya koymuştu fincanları.
Ben de yerime geçecekken zil sesi duyulduğunda gözlerimi kocaman açıp direkt
arkamı dönüp koşturdum.
Babam gelmişti.
“Abim yavaş, bekle beni. Baban değildir
belki.”
Özgür’ü duysam da duymazlıktan gelip
kapıya varmıştım hızla. Beklemeden kapıyı açtığımda karşımda bir değil, birden
fazla kişi vardı.
O kişilerin arasında babamı göremediğimde
ister istemez yüzüm asılacak gibi oldu. Ancak karşımda kimlerin olduğunu
kendime hatırlatıp gülümsemeye çalıştım.
“Misafir kabul ediyor musunuz bu saatte
boncuk?”
Kapıdaki küçük grubun en önündeki isim
konuşmuştu. Mirza Akdoğan yaşını asla göstermeyen dinç haliyle tam karşımdaydı.
Gülümsedim. Misafir olmadıklarını söyleyip
yanıtlayacağım sırada benden önce bir başkası davranmıştı hemen.
“Misafir miyiz sanki Mirza, dediğin de laf
olsa yani.”
Gülümsememin donuk bir hal alıp yüzümde
onların garipseyeceği bir şekle bürünmemesi için zorladım kendimi. Canan
Hanım’ın konuşmasıyla birlikte dedemin girişine olan gülümsememi büyütme
isteğim solmuştu.
Önde dedem ve Canan Hanım yan yanalardı,
onların arkasında bekleyen ikiliyi gördüğümde ise fazlasıyla sevinmiştim.
Dedem soluna doğru dönüp eşine baktıktan
hemen sonra yeniden bana dönmüştü, onun bakışlarında ne olduğunu yakalayamamıştım
çünkü ben halama ve amcama bakmakla meşguldüm bu sırada.
“Kapıda kaldık baba, girsek artık.” Amcam
dedemi iter gibi öne doğru gelmeye çalıştığında önünde duvar gibi dikilen
babasını kıpırdatamamıştı.
“Sen niye geldin ki zaten?” diye sordu
dedem birden. Halamın kıkırdayarak ikizine keyifle bakıyorken ben de dudağımı
ısırmıştım. Özgür’ün de gülmemek için uzunca bir nefes bıraktığını duyumsadım.
Tam arkamdaydı, bir kolunu boynuma doğru sarmış halde sırtıma göğsünü
yaslamıştı.
“Abim bana hakaret etsin diye değil
herhalde, yeğenimi göreceğim. Sen farklı bir şey için mi geldin?”
Dedem ona ters ters baksa da kapıdan
çekildi biraz. Böylece içeri ilk giren amcam oldu. Onu sırasıyla Canan Hanım ve
halam takip etti.
Amcam yanağımı parmakları arasına
sıkıştırdıktan sonra arkamda bekleyen Özgür’le kısa bir sohbete girişmişken
Canan Hanım bana kısa bir baş hareketiyle selam vermekle yetinmişti.
Nikolos’u arabada gördüğüm gün, yanlarına
gittikten biraz sonra bilincim kaybolmuş ve bayılmıştım. Uyandığımda -uyandığım
gerçeğini bir tek ben biliyorken- duyduklarımdan sonra Canan Hanım’a bir daha
eski olağan halimde bakabilmem mümkün olmamıştı.
Hiçbir zaman eşi ya da çocukları kadar
bana koşar adım gelmiş değildi, ancak bunun normal olduğunu düşünerek üzerinde
durmamıştım. Oysa asıl konunun beni oğlunun hayatında istemiyor, baş belasından
ibaret olduğumu düşünüyor olması olduğunu anladığımda ipler bağlanamayacak
şekilde kopmuştu.
Canan Hanım da amcamın ardından içeri
girmişti. Özgür’e gülümseyerek selam verdiğinde içimden bu gülümsemenin ne
kadar sahici olduğunu düşündüm bir an. Canan Hanım’ın buraya geldiği, peşinden
Meltem’i de sürüklediği gün Özgür’ün beni iyi hissettirmek için kendinden bir
parçayı açığa çıkarttığını hatırlıyordum. Açıkça olmasa da Canan Hanım’ın tıpkı
şimdi bana yaptığı gibi ona karşı da yıllar önce böyle soğuk yaklaştığını belli
etmişti.
Zaman ilaç olmuş ve onun Özgür’e karşı
bakış açısını değiştirmiş miydi, yoksa artık pes ettiğinden müdahale edemiyor
ve gülümsemelerin ardına mı saklanıyordu?
“Aşkım ama elbise giymemişsin… Ben yine
uyumlu olacağız diye en çiçekli elbisemi giymiştim, bak.”
Halam elbisesinin eteklerini tutarak bana
üzgün üzgün baktığında dudağımı büktüm. Üstümdeki bol şort ve askılı ikilisiyle
fazla ev halindeydim.
“Giyerim ki hemen, bekle.”
Hiç sorgulamadan odama doğru yol alacağım
sırada halam kıkırdadı. Elimi tuttu sıkıca. “Şaka yaptım, nasıl rahatsan öyle
kal. Bol bol vaktimiz var, başka günlerde elbiselerimizi uydururuz birbirine.”
Olumlu anlamda başımı salladım. Ben halama
dalmışken kapının dışında kalan son isim olan Mirza Akdoğan da içeri girmiş ve
kapıyı kapatmıştı.
“Gel bakayım bi’, büyüdün mü sen bir iki
haftada ne oldu?”
Kollarını açarak bana küçük bir çocukmuşum
gibi davranan dedeme güldüm. “Evet,” dedim kolları arasına girip ona
sarılırken. “Çok büyüdüm, boyum uzadı bayağı.”
“Deve huylu babana çektiysen otuzuna kadar
bile uzarsın sen, daha ona yetişememişsin.”
“Ülke kadın boy ortalamasının tepesinde
zaten kız baba, nereye uzasın daha? Boyun kaç senin Despina?”
Dedemin kolları arasında dönerek halama
baktım. “1,74.” diye yanıtladım. Sonra dedeme baktım. “Ama büyümüşüm, belki
artık 1,75 olmuşumdur.”
Aynı anda birden fazla gülüş duyuldu.
Gülenlerden sadece Özgür dikkatimi çektiği için ona ters ters baktım.
Misafirler var diye üstüne atlamayacağımı mı düşünüyordu?
Kalabalık halinde salona doğru
geçtiğimizde beklediğim soru amcamdan geldi. “Abim nerede? Ararsak gelmeyin der
diye aramadan geldik ama adam yokmuş evde zaten.”
Babamın onlara vereceği cevaba dair
tahmini biraz komikti, ancak gülersem ayıp olabileceğini düşünerek kendimi
tuttum.
“Gelir yakında, haber veririm şimdi burada
olduğunuzu.” Özgür yanıtlayınca benim konuşmama gerek kalmamıştı.
Koltuklara dağılışımız karışıktı. Tekli
koltuklardan birine amcam, diğerine Özgür yerleşmişti. Canan Hanım ve halam
onların karşısındaki diğer koltuktalardı. Televizyonun karşısındaki uzun
koltukta ise ben ve dedem yan yana oturuyorduk.
“Bu saatte hayırdır inşallah, bir sorun mu
var?”
Saat çok geç değildi. Dokuzu yeni
geçiyordu. Ancak gece yarısıymış gibi gerilen ve söylediklerinin ikinci
yarısında ela gözleri yüzüme saplanan Canan Hanım aynı anda hem gergin hem de
kötü hissetmeme sebep olmuştu.
Babamın hayatında bir sorun varsa, bu
sorunun benden kaynaklanma ihtimalinin çok yüksek olduğunun altını çiziyordu.
Haksız olduğunu haykırmak isterdim ama bu koca bir yalan olurdu.
“Yok,” dedi Özgür duraksamadan. Canan
Hanım’ın bende duran bakışlarına inat o da direkt olarak karşısındaki kadına
bakıyordu. Üstüme doğru gelen okların önüne düşünmeden atlamasına içimden
erisem de dışarıya tepkisizdim. “Bir sorun yok Canan Teyze.”
Özgür’ün kendinden emin sesine eklenen
dedem oldu. “Liseli genç mi bu adam, Canan? Kırk yaşına geldi, kendi kadar kızı
var. Geç saatmiş erken saatmiş, ne yapacaksın?”
“Aman tamam,” dedi Canan Hanım. “İyi ki
bir şey sordum yani, boğazıma dizdiniz.”
Kucağımda duran ellerimi birbirine
yaklaştırıp parmaklarımı iç içe geçirdiğimin farkında değildim. Parmak uçlarıma
tırnaklarımla yarım aya benzer izler kazırken bir anlığına dalgınlaşmış, yaşadığımız
saniyelerden kopmuştum.
“Despina?” diye seslenen dedemin sesiyle
irkilir gibi kendime geldiğimde salondaki istisnasız tüm bakışları üzerimde
hissetmiştim.
“Efendim,” dedim yanıma doğru dönüp.
“İyi misin boncuk? Daldın öyle uzun uzun.”
“İyiyim,” dedim çok oyalanmadan.
İnandırıcılığını kaybetmemeliydi cevabım çünkü pek altı dolu değildi aslında.
“Elini yüzünü yıkayalım mı birlikte canım?
İyi gelir belki.”
Halamın beni buradan çıkaracak ve dikkat
çekmeme sebep olmayacak teklifine başımı hızla sallayarak onay verdim. Benim
onayımla oturduğu yerden kalktı. Ben de kalktığımda birlikte salonun çıkışına
yönelmiştik.
Banyoya doğru gidiyordum. Halamın da bir
adım arkamdan geldiğini duyuyor ve hissediyordum bu sırada.
Işığı yakıp içeri girdim. Kapıyı kapatmadan
lavaboya ilerleyip soğuk suyu açarak avuçlarımı doldurdum. Avuçlarıma suyun
dolmasını beklerken karşımdaki aynaya diktiğim bakışlarım bana solgun bir yüz
göstermişti. Solgun ve her zerresinden yorgunluk akan, bakışları odaksız bir
yüz…
Avuçlarıma suyun çoktan dolduğunu, taşıp
akmaya başladığını sonradan anladığımda eğilerek suyu yüzüme çarptım. Halamın
kapı boşluğuna dayadığı omuzuyla beni izlediğini biliyordum ama sessizdi.
Yüzümün her yerine yayılan soğuk su
damlaları hedef bilmeksizin sağa sola ilerlerken bakışlarım yine aynayı buldu.
“Uyumuyordun,” dedi halam birden bire.
Akan suyu kesmek için musluğa dokunan elim
titredi. Su artık akmıyor, onun sesi de kesildiğinden banyoda sadece halamın
sözcüğünden kalan yankı duyuluyordu.
“Annemi duydun o gün, Despina. Öyle değil
mi?”
Aynadan mavi irislerimin tam ortasına
baktım dikkatle. Ben mi her hareketiyle kendini ele veren biriydim, yoksa artık
etrafımda bulunan insanlar beni anlamak için çok daha fazla özen gösteren
kişiler miydi?
İlk seçeneği elemem uzun sürmedi. Doğru
olsaydı, annemden saklanamazdım çünkü. Doğru olan ikinci seçenekti. Babamı
bulmak için çıktığım yol beni umduğumun ötesinde bir noktaya ulaştırmıştı. Hem
onu bulmuş hem de çok daha fazlasına sahip olabilmiştim.
“Özür dilerim,” derken sesi kısılmıştı az
önceye oranla. “Onun adına.”
Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Aynada
kendimi izlemeye bir anlık ara verdikten sonra omuzumun üzerinden halama doğru
döndüm.
Yüz hatlarım ve özellikle gözlerim annemin
bire bir kopyalarıydı. Çocukluğumdan beri bununla övünürdüm, anneme benziyordum.
Babama hiç benzemediğimi düşünüp üzüldüğüm
yıllar da geçirmiştim. Nikolos’un sarı saçları, yeşil gözleri ve asla ortak
paydada benimle buluşmayan hatlarıyla bana en ufak benzerliği yoktu. Onu babam
sanıyorken buna üzüldüğüm anları hatırlıyordum. Fiziksel özellikler
bulamadığımda inatla kişilik özellikleri arardım hatta.
Bulamadığım o ortak özelliklere artık
şükreder haldeydim.
Şimdi halama baktığımda, daha önce o kadar
ilgimi çekmeyen bir detay fark etmiştim. Saçlarımız aynıydı. İri dalgalar, koyu
kahve tutamlar ve saçlarımızın gürlüğü benzerdi. Annemin ince telli, bana göre
açık kalan kahverengi saçlarını düşününce saçlarım kesinlikle halamdan parçalar
taşıyordu.
Cemre Akdoğan o an ona neden buruk bir
biçimde gülümsediğimi düşündü bilmiyorum ama ben ona saçlarını benimle
paylaştığı için teşekkür etmiştim aslında. Beni onlara bağlı kılacak,
aralarında hissettirecek en ufak detaya bile öyle muhtaçtım ki böylesi uçuk bir
şeye delice sevinebiliyordum.
Halamın o gün de annesine karşı çıkıp
susturmaya çalıştığını, tek bir kelimesine dahi hak vermediğini hatırlıyordum.
“Özür dileme,” dedim normal bir konudaymışız gibi kenardaki kalın peçeteye
uzanıp yüzümü kurutmak için bir parça kopartırken.
“Biliyorum özür dilemesi gereken kişi
annem zaten ama… Onun yapmayacağını bildiğimden ben diliyorum işte.”
Peçeteyi yüzümü kurularken gözlerimin
çevresinde gereğinden uzun tutmuştum. Bu biraz saklanma isteğiydi, biraz da
yorgunluktan sızlayan gözlerimi iyileştirmeye çalışmaktandı.
“Kimsenin özür dilemesine gerek yok,”
dedim ciddi bir şekilde. Peçeteyi yüzümden çekip buruşturdum avucumun içinde.
“Herkes çok haklı.”
Halamın ince kaşları çatıldı. Banyonun
girişinde duruyordu, ben de bir iki adım ilerisinde ve halen lavabonun
önündeydim.
“O ne demek öyle?”
Sessiz kaldım. Peçeteyi kenardaki çöp
kutusuna attıktan sonra doğruldum. Kapıya, dolayısıyla halama doğru yürüdüğümde
çatılı kaşları gevşemiş değildi. Yanına vardığımda amacım aslında birlikte
artık salona dönmemizdi. Ancak halam benimle aynı düşünmediğini göstererek
kapıya bir bakıma kendini engel olarak dikti.
“Despina,” dedi adımı sorar gibi
tonlarken. “Annemin haklı bulunacak hiçbir fikri yok bu konuda, kızı olarak
hiçbir şüphe duymadan söylüyorum bunu. Sakın aksini düşünmek gibi bir delilik yapma.”
“Yapmam,” dedim uzatmadan. Şu an onu kendi
düşüncelerime ikna etmem, bir okyanusu küçük bir kaşıkla boşaltmaya
çabalamaktan farksızdı. Beni, benden başka kimse tam anlamıyla anlayamıyordu.
Bu kimsenin suçu değildi, ellerinden geleni yapan birden fazla kişi vardı artık
hayatımda ama yine de olmuyordu.
Seni,
senin baktığın yerden anlayabilecek kimse yok yani… İç
sesim yorgunca mırıldanırken duraksadım.
Bir hafta önceye, belki de bu şehre adım
attığımdan beri geçirdiğim en korku dolu anın yaşandığı dakikalara gitti aklım.
O anlarda hissettiklerimi, korkunun dışında kalan her ne varsa hepsini düşündüm
birkaç saniye içinde.
“Hala,” dedim sonra mırıldanarak. Ondan
bir şey isteyeceğimi haykıran bir seslenişti aslında.
“Canım?”
“Bizim bir sırrımız olabilir mi bu geceye
özel?”
Gözleri önce kısıldı, biraz beni o şekilde
süzdü. Sonra merakı her şeyin üstüne çıkmış olacak ki başını salladı hızlıca.
“Ne olacakmış sırrımız?”
Dudaklarımı araladım. Söyleyeceklerimi bir
çırpıda bitirdiğimde halamı şoktan şoka sürüklediğimden dolayı ona duyduklarını
sindirebilmesi için biraz zaman vermem gerekmişti.
~
“Özgür umarım delirmez,” diyerek
başparmağını ısırıyor halde bana bakan halama döndüm.
“Özgür zaten deli, hala. Bence sorun yok.”
Kendini tutamayıp güldü. “Çok eğlenceli
değil mi böyle davranmak, ben de Emre’ye laf attığım her an kırk kilo vermiş
gibi hafifliyorum.” dediğinde ona eşlik ederek ben de güldüm.
“Ben buradayım bu arada,” Amcam halamın
saçını çekip varlığını hatırlatırken halam ince bir sesle bağırdı.
Gözlerimi irileştirdim. “Ama bağırma!”
“Bağırma derken sen de bağırıyorsun,
güzelliğim. Hala yeğen aynı yarım aklı paylaşıyorsunuz herhalde.”
Ofladım. Bu sırada halam beni arabaya
doğru ittirmişti. “Neyse ne ya, binin de gidin artık hadi.”
“Sen yukarıdakileri oyalayabileceğinden
eminsin yani…” Amcam omuz silkerek konuşurken ben ön yolcu kapısını açmıştım.
“Eminim ikizim, eminim. Alt tarafı kızı
arkadaşının yanına götüreceksin, hem seninleyken güvende değilse ne zaman
güvende olacak Despina? Terzi değilsin sonuçta, polislik yap biraz işte.”
Halam söylene söylene geriye adımlamadan
önce amcamın arabaya binmekle uğraştığı anda çaktırmadan bana göz kırptı.
Gülümseyerek teşekkür eder gibi baktım ona.
Halam otopark asansörüne ilerlerken biz de
arabanın içindeydik artık.
“Evet,” dedi amcam. “Neresiymiş bu meşhur
Mayıs’ın evi? Özgür’den alışkındık ismini duymaya, senin de arkadaşın oluvermiş
hızlıca.”
Şortumun cebinden telefonumu çıkartıp
Mayıs’ın daha önce bana attığı konumu biraz arayıp tarayıp bulduktan sonra amcama
yolladım hemen. “Attım sana konumu,” dedim direkt.
O konumu ayarlamak için telefonuna
uzanırken ben bu geceki yalan dolanlarımın yarın bir gün boynuma yapışıp beni
boğmaması için içimden dilekler dilemeye başlamıştım.
Gecenin doğrulara ulaşan tek ismi halamdı.
Şu an içinde bulunduğum arabanın amcama ait oluşu da onun fikri olarak
gelişmişti zaten.
Gittiğim yerin Mayıs’ı da içinde
barındırdığı kısmı doğruydu, evet. Amcam bu konuda yanılmıyordu. Ancak gidiş
sebebimi onunla acilen konuşmam gerektiği olduğunu sanıyorken büyük bir
yanılgının içindeydi.
Bacağımı hafif hafif sallarken bakışlarımı
ön cama diktim.
Bu gece her şey yolunda ilerlerse eğer, birden çok karanlık köşe ışığa kavuşacaktı; fakat aksi gerçekleşirse de zar zor aydınlanmış bazı noktaları karanlığa gömeceğimi biliyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder