Düşten Farksız 44.Bölüm
44.BÖLÜM
- 5 Mayıs 2002,
İstanbul
“Lütfen,”
diye yalvarırcasına konuştu genç kadın. Bundan önceki cümlelerini hızla
sıraladığından aksanı sıkça anadiline kaymıştı ancak kısa sözcüklerde bu sorunu
yaşamıyordu. “İzin verin, gireyim.”
Kapıda
duran güvenlik görevlisi kadına olan sabrını çoktan tüketmişti. Sınav süresi
başladıktan sonra içeriye kimseyi almaması emredilmişti. “Bacım laftan
anlamıyorsun herhalde sen, alamam içeri diyorum. Uzatma işte, kendini de yorma
beni de.”
Hava
öyle yakıcı bir sıcaklığa sahip değildi ancak bir nevi yarısını koşarak gelmek
zorunda kaldığı yolculuğu genç kadının kan ter içinde kalmasına sebep olmuştu.
Sıkıca toplamış olmasına rağmen özgürlüklerine kavuşmayı başarmış birkaç tutam
saç yüzüne düştüğünde parmakları oraya uzandı. Saçlarını kulaklarının arkasına
doğru iliştirirken başını salladı belli belirsiz. “Tamam, kusura bakmayın.”
Güvenlik
görevlisi kadının bir anda pes etmiş olmasına kısa bir süre şaşırdıysa da
hiçbir şey söylemedi. Olduğu yerde duvar gibi kalmayı sürdürdü, bu sırada kadın
yavaşça arkasını dönmüş ve binanın girişinden uzaklaşmak için adımlamaya
başlamıştı.
Arkasına
döner dönmez, o ana dek tuttuğu hıçkırıklarından biri dudaklarından dışarı
taşıp kulağına çarpmıştı. Titremeye başlayan dudaklarını birbirine bastırarak
düzgün adımlar atmaya devam etti. Dakikalar önce koşarak, nefesinin son
demlerini kullanarak geldiği şimdi yolları gerisin geri yürüyordu.
Kulaklarında
kendi hıçkırıkları ve hıçkırıkları bastırmak için aldığı içli nefeslerin
sesleri varken zihninde yankılanan ses ise başkaydı.
‘Ben
olmadan bir hiçsin sen, desteğim olmadan iki adım uzağa gidemezsin Helen’
diyordu zihninin içinde babası. Asla değişmeyen, soğuk ve kibirli sesiyle
konuşup duruyor. Aynı sözcükleri tekrarlıyordu.
Aklı
ermeye başladığından beri ezberindeydi tüm bunlar. Birkaç sözcüğün yeri
değişirdi ama babasının söylediklerinin aslı hiç değişmezdi.
Güldü
bir an kendi haline. Uzağa gidebileceğini, onsuz ayakta durabileceğini
göstermek için on sekizine basar basmaz işe koyulmuştu. Bir şeyler kanıtlamak
istediği kişi babası değildi, kendisiydi. Duyduğu tüm aşağılamalara inanmış,
hepsini kabullenmeye başlamış olan kız çocuğuna iyi gelmek içindi çabası.
Babasının
onu eliyle koymuş gibi bulamaması için, daha doğrusu bulsa da yanına gelememesi
için ise en kesin yol şu anda sınırları içinde bulunduğu ülkeydi.
Adından
başka bir şeyini bilmeden büyüdüğü annesinin yurdundaydı. Türkiye’deydi.
Babasının
alnına silah da dayansa bu sınırlara adım atmayacağını biliyordu. Helen için
Türkiye bir sığınaktı.
Az
önce ise burada yaşamasını en kolay yoldan sağlayacak olan şansı dakika farkıyla
kaçırmıştı. Gireceği mülakatta elenme ihtimalinden korkarken, o ihtimali
düşünmesine gerek kalmadan yazılı sınavı kaçırmıştı. Anadilini kullanabileceği,
bu sayede para kazanacağı bir iş avuçlarından kaymıştı. Bir daha benzer bir
şansı nereden bulabileceğini ise bilmiyordu.
“Güzel
bir başlangıç oldu, Helen.” dedi kendi kendisine fısıldayarak. Elinde var olan
sınırlı paranın suyunu çekmesine bir haftadan az kalmışken yaşadığı bu
talihsizlik inanılır gibi değildi. “Bir ay bile olmadan haklı çıktı babam,”
derken sesi utanç doluydu.
Gözlerinden
damlayan yaşlar arada önünü bulanık görmesine neden oluyorken yürümeyi hiç
bırakmamıştı. Ancak düşünceleri yüzünden yürümeyi kesmesi gereken yerde
kesmediğinden kendini gelirken geçmediği başka sokak aralarında bulmuştu
birden.
Etrafın
farkına vardığında omuzlarını yorgunca düşürüp yönünü değiştirmek için
hareketlendi. Tek kattan yüksek görünmeyen evlerle dolu, evlerin birçoğunun
eskiliği çokça göze batan bir sokağın ortasındaydı. Farkında olmadan gerçekten
çok yürümüş olmalıydı.
Omuzundan
düşmek üzere olan çantasını düzeltip ters yöne yürümeye başladığı anda aniden
önünde beliren iki beden yüzünden irkilmişti. Döndüğü anda karşısında bulduğuna
göre az önce yürüdüğü sırada da bu iki beden onun ardındalardı.
Helen
gerginlikle karşısındaki iki adamı süzerken bir yandan da etrafta başka bir
hareketlilik olup olmadığını kontrol ediyordu. Çevredeki evlerde birilerinin
yaşıyor olmasını ummuştu. Zira karşısındaki bu iki adamın pek arkadaş canlısı
göründüklerini söyleyemeyecekti.
Çantasını
refleksle önüne doğru çekti. Üstündeki ince, çiçekli elbisenin göğsündeki
açıklık aslında göze batar değildi ancak içinde bulunduğu durum Helen’i bunu
kapatmaya itmişti.
Hiçbir
şey söylemeden adamların sağından geçip gidecekken, sağda duran adamın hafifçe
yana kayıp önünü kapatması yüzünden bunu yapamamıştı. Pes etmeden aynı şeyi
solda uyguladığında ise yine sonuç aynıydı.
“Gökten
mi düştün kız sen?” diyerek gevşek bir tavırla konuşan adamın otuz iki diş
gülümsemesi Helen’i anlık olarak öğürmeye itecek kadar pisti. “Bu sokağa böyle
bir meleğin ayaklarıyla geldiği görülmemişti hiç.”
Çantasının
sapını sıkıca tuttu Helen. Kaskatı kesilmiş olsa da dışarıya korktuğunu tam
olarak belli etmekten kaçınıyordu. Bakışları çaresizce etrafta geziniyordu bir
yandan da, bir umut normal bir insanın bu sokağa uğrayacağını düşünmekteydi.
Helen’in
o sabah umudu yazılı sınavı kaçırdığında parçalanmıştı. Büyük umutlar beslediği
işi daha ilk adımdan kaybetmişti. Ancak kaderin onun için başka bir umut ışığı
sürprizi vardı.
“Vereceğin
adres tarifinin amına koyayım, Fatih.” diyerek kendisini anlamsız bir paket
için saatlerdir yürüten arkadaşına homurdanıyor olan genç adam sokağın başında
göründüğünde biraz ileride duruyor olan üçlünün henüz ondan haberi yoktu.
Yürüdü.
Attığı adımlar sakin ancak sağlamdı. Etrafa bakınarak ilerlemeye devam etti.
Devam eden adımlarını kesintiye uğratan önündeki yolun solunda kalan sahneydi.
Sırtı
kendisine doğru dönük ince bir beden görmüştü önce. O bedenin karşısında duran
iki tipi gördüğünde ise durumu çözmek için çok uzun zamana ihtiyacı olmadı.
Bileklerini
yormak istemediğinde aklı hızlı işlerdi. O anda da öyle oldu.
Adımları
üçlünün yanını bulduğunda yüzüne bakmaya zamanı olmadığı o ince bedenin yanında
durdu. Artık iki dallama kendisinin de karşısında kalmıştı.
“Yavrum
adres mi soruyorsun beylere? Bir arka sokaktayım demiştim sana,
karıştırmışsın.”
Helen,
az önce saçına doğru elini uzatmış olan iğrenç gülüşlü adamın paniğini henüz
atlamamışken birden yanından yükselen sesi duyduğunda irkilmişti. Gözleriyle
arıyor olduğu o yardım edecek kişinin yanında belirdiğini anladığında korku ona
hızlı düşünme yetisi kazandırmıştı.
“Karıştırmışım,”
dedi hemen. Yanındaki adama döndüğü gibi dudaklarını aralamıştı. Konuştuğu
sırada adamın yüzünde gezinen gözleri ona karşısındaki ikiliden çok daha başka
bir manzara sunduğunda içli içli ağlamak üzereydi Helen. O iki adamın
karşısında savunmasız kalmışken yaşadığı korku bir nebze olsun dindiğinde,
kendisine bakmak yerine adamlara bakan kişiden bakışlarını çekmemişti.
“Neyse,”
dedi genç adam. “Olur bazen, gel gidelim artık. Geç kaldık zaten.”
Helen
başını salladı. Bir an adamın onu korumaktan vazgeçeceğinden çekinmiş ve işe
yarar bir yolmuş gibi koluna yavaşça tutunmuştu. “Gidelim,” dedi sessizce.
Sessizce
gençlerin diyaloğunu dinleyen adamlardan biri gülerek arkadaşını dürttü. “Oğlum
bir şeyler ikram etmeden mi göndereceğiz misafirleri? Burası böyle bir mahalle
mi lan?”
Diğer
adam duyduklarıyla birlikte arkadaşının sırıtmasına en az onun kadar iğrenç
şekilde eşlik etti. “Olur mu öyle?”
Helen
duyduklarıyla birlikte kolunu tuttuğu adamın canını acıtamayacak ancak kendi
kuvvetinin üstünde bir sıkılıkla parmaklarını sıkılaştırdı.
Timur
zihninde bir köşeyi tırmalayan adamların sesini duymaya son verdiği anda kadının
kendisine daha sıkı tutunduğunu fark edince gözlerini yumdu kısa bir an.
Bileklerini yormama konusunda kararlı kalmakta zorlanıyordu.
“Korkma,”
dedi sakince kadına doğru dönüp. “Korkacak bir şey yok, yürüyelim.”
Helen
ilk söylenene uyum sağlayamadı ancak son söyleneni yaparak yürümek için
hareketlendi.
Tam
o anda, Helen adım atacakken ona uzanıp kadının kolunu yakalayan adamın
yarattığı küçük rüzgar fırtınaya döndü. “Birader sen yürü, biz yengeyi biraz
misafir edip arkandan yollayalım sana.”
Alayla
konuşurken karşısındaki en fazla yirmilik görünen genci süzmüş, yanındaki
arkadaşına da güvenerek rahatça çenesini çalıştırmıştı.
Timur’un
ilk yaptığı koluna tutunan kadını geriye doğru çekmek, diğerinin tutuşundan
uzaklaştırmak oldu. Yeterince uzakta durduğundan emin olduğunda ise ikinci
hamlesi hiç gecikmedi.
Gevşeyen
çenesini tamir etmek için aklına kısa bir çözüm gelmişti. Sesini bir daha
duymamak üzere adamın çenesine geçirdiği yumrukla birlikte duyulan ses aynı
anda birden fazla sesi doğurmuştu.
Helen’den
ürkek bir çığlık yükselmiş, yumruğu yiyen acıyla haykırmış, diğer adam ise
arkadaşının intikamını almak üzere Timur’a koştuğundan bir patırtı yaratmıştı.
Patırtı(!)
son bulduğunda ise sokağa derin bir sessizlik hakimdi.
Helen
eli ağzında, büyük bir şok içerisinde gözlerini bile kırpmadan aynı yere
bakıyordu. Yerde birbirlerinin üstüne devrilmiş, bilinçleri yokmuş gibi görünen
adamların canı yanıyor diye üzülmüş değildi ancak tüm bunlar yaşanırken
kendisini korumaya çalışan adamın da zarar göreceğini düşünerek telaşlanmıştı.
Telaşı
lüzumsuzdu. Timur, iki hantal bağımlının tek bir tokat bile atabileceği bir
adam değildi. Tabii Helen onu henüz tanımıyordu.
Tanımasına
çok çok az vakit vardı. Tanıyacak ve o adamı önce en büyük şansı sayacak, sonra
aynı adam onun için büyük bir pişmanlık oluverecekti.
Kader
ikisi için kartlarını adil dağıtmış olacak ki Timur cephesinde de durum pek
farklı değildi. Kadın önce onun her şeyi, sonra pişmanlığı olacaktı. Ancak
küçük sayılamayacak bir farkla…
Helen’in
Timur’a bıraktığı pişmanlık, kendisinde kalandan biraz büyük olacaktı.
Timur
ilk -ve belki son- aşkını kaybedişinin en büyük pişmanlığı olduğunu sanıyorken
aslında bambaşka ve çok daha büyük bir pişmanlıktan bihaberdi.
O
pişmanlığın adı Despina’ydı. Sonu ise hiç gelmeyecekti.
~
“Şarj aletim sende mi abim?”
Özgün abime başımı olumsuz anlamda
sallamak üzereyken Özgür arkadan kafasını uzattı. “Ulan bana sorarken bi’
kafama silah dayamadığın kaldı, Despina’ya miyavlıyorsun resmen.”
“Bende değil abi, Özgür’ün odasını ara bence.
Hayır dediğinde onda oluyor genelde.”
Özgür bana göz devirirken ona dil
çıkararak aynı şekilde karşılık vermiştim. Abim bizden umudunu keserek odadan
çıktığında kendimi geriye doğru bırakıp yattım. Başım yastığa değemeden Özgür
konuşmaya başlamıştı.
“Gece gece kaşınıyorsun çığırtkan, kaşırım
bak.”
“Yeni duş aldım,” dedim enseme yapışan
saçlarımı yukarı kaldırıp yastığa yayarken. “Bu evdeki tek kaşınan pis insan
sensin.”
Böyle bir şey yoktu ama bana neydi? Laf
sokmak için gerekirse olmayanı var ederdim.
Özgür inanamıyormuş gibi eliyle kendisini
gösterdi. “Ben mi?”
Başımı salladım hızlıca. Yatıyor olduğum
için biraz zorlanmıştım ama buna değerdi.
“Hayır, Özgür.” dedi kendi kendine konuşur
gibi. “Seni sinirlendirmek için yapıyor, sen buna kanacak bir ad-…”
Kendi kontrolünü sağlamaya çalışması
başarısızlıkla yarıda kesildiğinde çığlık atarak yerimden fırladım. Yatakta
üstüme gelince çok gıdıklıyordu, kaçamıyordum.
Odadan koşarak çıkarken gece yarısı bu
kadar ses yapıyor olmamızın komşuları mutlu etmediğinden emindim. Geçen
haftalarda babama ‘çocuklarınız kaç yaşında Timur Bey, hiperaktiflik var
herhalde’ diyen alt komşumuz sayesinde babam bizi -yüzde bir beni yüzde doksan
dokuz Özgür’ü- biraz azarlamıştı.
Şarj aletini kim bilir nerede arayan abim
bir sığınak olmaktan çıktığı için hedefim belliydi. Koştuğumu görünce
homurdanacak olsa da yapacak bir şey yoktu.
Babamın benim anlamadığımı sandığı ancak
her gece odaya gelmeden önce içtiği sigaralarının mekânı olan balkona
daldığımda polis basmış gibi izmaritini küllüğe atmıştı.
Her gece sigarasını içiyor, üşenmeden duş
alıyor ve yanıma öyle yatıyordu. Onun sigara içmeyişini isteme nedenlerim
arasında kokusunun gölgelenmesi vardı ancak tek neden bu değildi; bu kısmı bir
türlü anlatamıyordum.
“Merhaba!” diyerek hızla üstüne
atladığımda beni tek koluyla tutabilmiş olmasına artık şaşırmıyordum. Ani
sarılmalarıma, atlamalarıma ve uçuşlarıma ev halkı gayet aşinaydı. Hepsinin
beni düşmeden tutabilme yetenekleri vardı. Bu da beni daha keyifli uçmaya
itiyordu.
“Ne oluyor yine?” diyerek beni kucağında
düzgün bir hale soktu. Tek bacağında oturuyor hale gelmiş, yan şekilde ona
yaslanmıştım. Kolumu omuzundan geçirip sarkıttıktan sonra boynuna doğru yattım.
“Oğlun beni koşturuyor.”
“Kızın gece gece kaşınıyor.”
Aynı anda konuştuğumuz için babam önce
yüzünü buruşturdu. “Yavaş yavaş konuşun.”
“Sen bi’ sus!” diyerek bu kez birbirimize
dönüp yine aynı anda konuştuğumuzda ise küçük bir sessizlik oldu.
“Şu evde karşı karşıya geldiğiniz geceden
beri bir gününüz sakin geçmedi, yorulmuyor musunuz?”
Babamın sorusuna düşünmeden başımı iki
yana salladım. Özgür’e baktığımda onu da olumsuz bir baş sallama hareketi
yaparken görmüştüm.
“Al birini vur ötekine,” diye söylenen
babama baktım. “Vur mu?” dedim üzgün üzgün.
“Öyle değil bebeğim,” diyerek bana
açıklama yapmaya giriştiğinde Özgür pis pis sırıtıp kapıdan kaybolmuştu. Babam
birkaç dakika bana atasözünü açıkladıktan ve ben de onu omuzuna yasladığım
yanağımla uzunca dinledikten sonra biraz sessiz kaldık.
Balkonda Eylül’ün son haftasına girmek üzere
oluşumuzun geride bıraktığı küçük bir esinti hâkimdi. Pijamamı giydiğim için
üstüm inceydi ancak esinti beni üşütecek kadar soğuk sayılmazdı. Sadece yaz
gecelerinde olduğu kadar boğucu bir hava yoktu artık.
“Her gece yanıma gelmeden önce burada
sigara içiyorsun,” dedim biraz sonra dayanamayıp.
Burnunu şakağıma doğru bastırdı. “Bildiğin
halde yatakta uslu uslu bekliyorsun yani, öyle mi?”
“Yaramaz olan sen olunca uslu olma görevi
bana kalıyor,” dediğimde sesli bir şekilde güldü. “Zor bir görevmiş.”
“Çok,” dedim uzatarak. Sustuğum anda ağzım
kapanacakken esnemeye başladığım için dudaklarım ayrılmıştı. Uzun uzun
esnediğimde gözlerim sulanarak bulandı.
“Uykusu gelmiş birilerinin, koşturmak
yordu herhalde Ahu’m.”
“Az koştum, Özgür yetişmeden sana geldim.”
“Başka nereye gideceksin zaten? Baban
burada, babana koşacaksın tabii.”
Kendi sorup kendi cevapladığı için ben pek
karışmadım. Kucağından kalkmak ve odaya gitmek üşendiriciydi ama balkonda böyle
kalıp uyumaktansa yastığıma kavuşmak istiyordum.
“Ben yatacağım, senin uykun yok mu?”
“Şu an yok, ama istersen gelirim uyuyana
kadar yanına.”
Omuzundan doğrulup bedenimi düzeltirken
başımı salladım. “Uykun olunca gel, önemli değil.”
Kalkmak için hareket ettiğimde belime
sarıldı. “Öpmeden nereye?”
Kıkırdayarak iki yanağını da sulu sulu
öptüm. Sakalları dudaklarımı çizmişti ama artık buna o kadar alışkındım ki
etkisi bile yoktu.
“İyi geceler baba,” dedim dizinden
kalkmadan önce. “İyi geceler yavrum,” diyerek alnımdan öpmüş ve bu kez kalkmama
izin vermişti.
Salona geçtiğimde televizyonun karşısında
yayılmış olan Özgün Kılıç ile karşılaştım. Açtığı basketbol maçına dalmış
görünüyordu. Oturduğu koltuğun arkasından yaklaşıp omuzunun yanından başımı
eğdim. “İyi geceler abi,” diyerek ses çıkarttığımda başını pat diye çevirmişti.
Bana biraz kafa atmış olduğu için sızlandığımda çarptığı yeri öptü direkt.
“Sessiz sessiz gelmesene güzelim, acıttım mı?”
“Acıtmadın,” dedim uzatmadan. Acıttın
dersem kalkıp hastaneye götürme potansiyeli vardı çünkü. “Uyuyorum ben.”
“Uyu abim, iyi uykular.”
Onun yanından da ayrılıp odaya doğru
giderken uykum iyice geldiğinden adımlarım yavaştı. Mutfaktan elinde iki koca
bardak içecekle çıkan Özgür’le kafaya kafaya gelince güldüm. Sanırım benim
gecem sonlanıyordu ancak onlar uyumaya niyetli değillerdi. Elindekileri abisine
götürdüğü belliydi.
“Pilin mi bitti?”
Uyuyor musun demek yerine çoğu zaman daha
garip şekillerde sorular soran Özgür yeni bir soru üretmişti. “Evet,” dedim
uyum sağlayıp. “Pilim bitti.”
Elleri dolu olduğu için bana
saldıramamasından memnundum. İçecekleri bırakıp odama geri gelmeyeceğini
bildiğimden yanağından onun sinir olacağı şekilde makas aldım. “İyi geceler
hırsız.”
Yanağını tüm gücümle sıktığım için bana
ters ters baksa da bir şey söylemedi. Salona girdiğinde ben de gülerek odaya
geçtim.
Yatağa uzanıp ince örtünün altına
girdiğimde kendimi huzurlu bir uykunun kollarına bıraktığımı, güzel geçen bir
günün ve gecenin ardından rahatça uyuyacağımı düşünmüştüm.
Beni
kucaklayacak bir kâbusa gözlerimi yumduğumu, o kâbusun uyandığım andan çok daha
sonrasını dahi etkileyebileceğini tahmin edemezdim.
~
- Timur’dan
Elinin kolunun bağlı kalmasına alışkın bir
adam değildim.
Beni bununla karşı karşıya bırakan, hiçbir
şey yapamayıp öylece beklemekten fazlasını gerçekleştiremediğim dönüm noktası
ise çok uzak tarihli değildi.
Ahu’ya dair birden çok konuda, hatta belki
birkaç konu dışında kalan her detayda çaresizdim.
Farkında olmadan bana sevdiği ya da
sevmediği herhangi bir şeyden bahsettiğinde onu tanıyor olduğuma sevinemeden
neden bugüne dek bu detayları öğrenemediğime yanmaya başlıyordum. Geç kalma ve
yetememe korkusu her yanımı sarmışken daha önce sahip olmayışımla övündüğüm
korkuların en büyükleriyle sınanıyordum.
“Vişne suyu bitmiş, alayım mı çıkıp? Dün
bittiğini söylememişti Despina bana.”
Buzdolabının önüne duruyor olan Özgün’e
baktım. İçecek kutularını sağa sola itmiş ancak belli ki vişne suyuna
ulaşamamıştı. “Yedek almıştım, bir alt rafa bak.”
Sürekli tüketiyor oldukları herhangi bir
şeyin evde bitmesi düşük ihtimalliydi. Ahu’nun son birkaç haftadır takıntı
haline gelen vişne suyu, Özgür’ün her kahvaltıda yarım kavanoz yediği fıstık
ezmesi, Özgün için almaya başladığım çekirdeksiz yeşil zeytinler… Evde bu ve
buna benzer şekilde tüketilen hiçbir şey bitmezdi. Bitmelerine bir kala yedekleri
dolaplarda yer bulurdu. Atlamazdım.
“Buldum,” diyerek dediğim yerden cam
şişedeki meyve suyunu çıkarttı. Kahvaltı çoktan hazırdı. Çayları doldurmaya
başladığım sırada Özgür’ü Ahu’yu uyandırması için odaya yollamıştım.
Genellikle ben uyanırken biraz sarsılan ve
gözleri aralanan kızımı bu sabah sarsıntım uykusundan ayıramamıştı. Erken
yatmış olmasına rağmen sabah uyanmaması biraz garip olsa da yorgun olduğunu
düşünüp üstelememiştim.
Özgür mutfağa döndüğünde arkasından tembel
adımlarıyla görünecek olan zarif bedeni beklemiştim. Bir gözüm doldurduğum çay
bardağında, diğeri ise kapıdaydı. Özgür içeri girdiğinde ardında herhangi bir
hareketlilik olmayınca kaşlarım havalandı. Ben soramadan o konuştu.
“Uyumaya devam edecekmiş, siz yiyin dedi.”
“O nereden çıktı şimdi? Erken uyudu
zaten.” Özgün benim yerime aklımdakini dile getirdiğinde çayla uğraşmayı kesip
elimdekileri bıraktım.
“Başlayın siz, geliyorum. Özgür çayları
masaya al.”
Özgür’ün yanından geçip mutfaktan
çıktıktan sonra varacağım yer belliydi. Odanın kapısına gelip kapalı kapıyı
yavaşça açtığımda beni sırtı kapıya dönük olacak şekilde, örtü omuzlarına kadar
çekili halde uzanan kızım karşıladı.
Özgür odadan çıkar çıkmaz derin bir uykuya
dalma ihtimali olmamasına rağmen sesimi daha kısık tutarak onu ürkütmeden
seslenmeyi denedim. “Ahu?”
Hiçbir tepki alamadım. Sessizliği
kaşlarımın derince çatılmasına sebep olurken yatağa doğru adımlamıştım.
Aklıma düşen ilk ihtimal hasta oluşuydu.
Ateşlenmiş olabilir miydi? Gece farkına varamamış mıydım?
Kendi uzandığım tarafa dolanıp yatağa
çıktığımda oturur oturmaz eğilip yüzüne doğru baktım. Gözleri kapalıydı, ancak
uyumuyordu. Uyurken gözlerini normalde olduğundan daha sıkı kapatırdı, şu an
yalnızca hafifçe örtülüydü gözleri.
Avucumu alnına bastırdım. Teninden anormal
bir sıcaklık yayılmıyordu. Yine de elimin ısısına güvenemeyip yüzüne doğru
eğildim ve alnına dudaklarımı bastırdım. Bir süre teninde tuttuğum dudaklarımla
sıcaklık ölçümü yapmış, ateşinin olmadığına gerçekten ikna olduğumda biraz geri
çekilmiştim. Ancak doğrulmuş değildim.
“Bebeğim bakar mısın bana? Halsiz misin?”
“Uykum var,” diye fısıldadığını duydum.
Zor olmuştu. Sesi kısık ve bir o kadar da pürüzlüydü. Ben bu sesi tanıyordum.
“Ağladın mı sen?” diye sordum. Uzun uzun
ağladığında, iç çeke çeke kendini yorduğunda sesi böyle güçsüz düşüyordu. “Ahu
endişelendiriyorsun beni babam, aralar mısın mavilerini?”
“İstemiyorum,” dediğinde ilk kez
istemediği bir şeyi yapması için ısrar edecek olabilirdim ancak durmadım.
Omuzundan tuttuğum bedenini kendime doğru çevirmek için kuvvet uyguladığımda
bana direndi. “Bırak.”
Sorununun ne olabileceğini düşünüyor ancak
hiçbir sonuca varamıyordum. Gece uyumadan önce cıvıldayarak koşturan kızım
sabaha neden böyle uyanıyor, daha doğrusu uyanmayı reddediyordu?
“Öğleden sonra randevun var,” dedim
psikoloğuyla olan seansını hatırlatarak. “Kahvaltımızı yapalım, hazırlan.
Gitmeden önce dışarıda kahve içeriz seninle, olur mu? Sevdiğin o küçük kafede.”
Bana dönmeme ve gözlerini açmama inadı
sürüyorken sadece ara ara sesini duymama izin veriyordu. “Erteleyelim,” dedi
yine az önceki ses tonuyla. “Gitmeyeceğim.”
Psikoloğuyla görüşmeye başladığından beri
daha iyi olduğunu onu tanımayan biri dahi ayırt edebilirdi. Gitmekte bugüne
kadar asla ayak diretmemiş, ilk seans dışında hiç tereddüdü olmamıştı. Şimdi
değişen şeyin ne olduğunu bulamıyordum.
“Ertelemek istiyorsan erteleriz ama önce
gözlerini açıp bana bakman ve benim senin iyi olduğuna inanmam gerekiyor. Hadi
Ahu’m.”
Onu zorlamamak, streslendirmemek için daha
sakin kalmaya çalışıyordum ancak endişem beni fevri hareket etmeye itiyordu.
Bedenini tutup kaldıracak güce sahip olmam işe yarar değildi, o istemedikçe onu
hiçbir şeye zorlamazdım.
“Kötü bir gece miydi?” diye sordum
bulduğum ilk seçeneğe tutunup. “Güzelce uyuyamadın mı bebeğim?”
Bedeninin gözle görülür verdiği ilk tepki
bu iki sorumun ardından yaşandı. Omuzuyla birlikte bedeni belli belirsiz
titredi. Doğru bir yere parmak bastığımı anlatan tepkiyle birlikte derin bir
nefes almıştım.
Kendi yastığımın ona yakın ucuna yanağımı
yaslayacak şekilde uzandığımda bedenim ona dönüktü. Bir kolum kendi altımda
eziliyorken üstte kalan kolumu kaldırıp ona doğru uzattım. Karnına doğru
sardığım kolumu onu kendime çekmek için kullanmak yerine bekledim sessizce.
Gecelerdir birlikte uyuyorduk. Ona bu
şekilde dolandığımda ben onu kendime çekmezdim, her seferinde o bana yanaşır ve
ardından yüzünü bana dönüp göğsüme sığınırdı. Rutinimiz buydu.
Göğsüme yaklaşmasını, küçük burnunu kokumu
alabilmek için göğsüme bastırmasını bekledim.
Ne karnında duran kolumu itti ne de beklediğimi
yapıp bana döndü.
Gerginliğimin artmasına, onun için daha da
endişelenmeme neden olan bu tavrıyla yüzüm kasıldı. Beni göremediği için
yüzümdeki ifadeyi kontrol etmeye çalışmadım.
Başımı öne yaklaştırıp saçlarının üzerine
burnumu sertçe bastırdıktan sonra birkaç dakika onun sessizliğine eşlik ettim.
Odanın kapısında kısa bir vuruş duyuldu.
Ardından kapının aralandığını algıladım. Başımı omuzumun üzerinden geriye
çevirdiğimde beni Özgün ve Özgür yan yana karşılamıştı.
“Abi,” dedi Özgür. “Bir sorun yok değil
mi? Gelmeyince merak ettik.”
Başımı iki yana salladım. “Yapın
kahvaltınızı, bir şey yok.”
Ahu’nun şu an yalnız kalmaya çalıştığını,
benim tek başıma dahi ona fazlalık hissettirdiğimi az çok anlamıştım. Abilerini
de tepesine dikecek içerikli bir cevap verirsem daha da gerilirdi.
“Uykucu şirine kalkmıyor mu? Dün akşam
erken yemişti, acıkmıştır.”
Özgün’ün Ahu’ya yönelik konuşmasına direkt
yanıt vermedim. Bir umut Ahu’nun abisini yanıtlayacağını düşünmüştüm ancak
umudum boşaydı.
“Dışarıda yaparız belki biz kahvaltıyı,
ister misin babam?” diyerek başımı yeniden saçlarına yaklaştırıp kokusunu
soludum.
Aldığım derin nefesin sonunda saçlarına
peş peşe iki öpücük bırakmıştım.
Benim için cennetten farksız kokan
saçlarına bıraktığım bu iki busenin onun için iplerin koptuğu an olmasını
beklemiyordum elbette.
Dudaklarımı daha saçlarından çekemeden
omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başladığında ciğerlerimde dayanılmaz bir
yanma hissetmem kaçınılmazdı.
İçi çıkarcasına ağladığı, hıçkırıklarının
kulaklarıma ulaştıkça her zerremi yaktığı zamanlar geride kalmıştı. En azından
bir süredir düşüncelerim bu yöndeydi.
Kahkahalarına, kıkırdamalarına, heyecanlı
sesine ve olumsuz olan her şeyden uzak ruh haline o kadar hızlı alışmıştım ki
aslında bahsettiğim ağlayışların öyle çok da geçmişte kalmadığını şu ana dek
fark edememiştim.
Karnındaki kolum olduğu yerde kasıldı.
Sarsıla sarsıla ağlıyorken onu sabit tutan tek güç benmişim gibi hissetmiştim
bir an. Tutmasam parça parça olup dağılacak, ellerimin arasında toz olacaktı
sanki.
Kapıdan uzaklaşmamış olan iki kardeşin de
benden çok da farklı bir halde olduklarını zannetmiyordum. Az önce kulağıma
Özgür’ün sıkıntıyla iç çekişi dolmuş, Özgün’ün gerginken yaptığı klasik parmak
eklemlerini çıtlatma sesleri ulaşmıştı.
“Ahu,” diyebildim çaresizce. “Ne oldu
babasının bebeği?”
Burnunu çekiyor, kendini susturmak
istercesine zorluyordu. Ağlamasını istemiyordum fakat kendisini zorlaması
ağlamasından çok daha kötüydü.
“Şşt, tamam,” dedim kısık bir sesle. “Dök
içini, buradayım. Tutma, sıkma kendini.”
Ağladı. Beni dinlediğinden mi yoksa zaten
kendini durduracak gücü olmadığından mı bilmiyorum ama dakikalarca ağladı.
Sarsıla sarsıla, içi söküle söküle ağladı.
Odanın kapısının kapandığı duydum bir ara.
Daha fazla ağlayışını dinleyemediklerini, öyle bir kenarda eli kolu bağlı
beklemeyi yediremediklerini tahmin etmem zor değildi. Tanıyordum ikisini de.
Karnındaki kolumu çekmek yerine saçlarını
okşama görevini yüzüme verdim. Yüzümü başının arkasına, saçlarının içindeki
cennet çukuruna bastırıp durdum. Ağlayışı bir yerden sonra kısıldı.
Hıçkırıkları kaybolmadı ama ilk hallerinden daha zayıf şekle büründü.
“Annem,”
diye fısıldadı birden. Dudaklarından başka ne dökülse bu kadar acırdı içim,
bilmiyordum.
Kolay kolay anmadığı, yeri gelmedikçe
sesli olarak kimseye sunmadığı sıfat dudaklarından çıktığında yumruğumu sıktım.
Parmaklarımı kıracak kadar kuvvetli şekilde kapattığım yumruğum ona değmesin
diye dikkatliydim.
‘Annem
tüm sorulardan kaçabilmek için, tüm bunları anlatmadan önce ölümün kıyısına
yaklaşmayı bekledi. Ben elime tutuşturduğu üç beş kâğıt parçasını okumaya
fırsat bulamadan da öldü.’ Karşımda durduğu ilk gün,
gözlerimin içine baktığı ilk dakikalarda söyledikleri ezberimdeydi. O anı kaç
kez düşünmüş, kaç kez işin içinde sıkışıp kalmıştım hatırlayamıyordum. Kelimesi
kelimesine ezberdim.
Helen öldü, diye özetlemişti bu cümleleri
bana zihnim. Yunan kızı öldü, ilk aşkın öldü, ilk pişmanlığın öldü.
“Annem,” diye sayıklamayı sürdürdüğünde
yutkundum. Boğazımda sert bir kaya yer etmiş gibi yutkunuşlarım beni
rahatlatmak yerine daha da boğdu. Ağzımı açıp tek kelime edemedim.
Kime kızacağımı şaşırdığım hikâyemizdeki
tek masum kollarımın arasındaydı. İmkânsızı sayıklıyordu, belki de gücümün ona
sunmaya yetmeyeceği tek şeyi istiyordu.
Uyumadan önceki cıvıl cıvıl hali ile şimdi
kollarımda titreyen bedeni arasındaki koca bir dağı aşacak fark bana bir şeyler
anlatmıştı. Sayıklamalarının etkisinden bir nebze olsun sıyrılabildiğim anda
araladım dudaklarımı.
“Rüya…” dedim. “Rüyana mı geldi?”
Burnunu çekti bir hışımla. “Çok kötüydü,”
dediğinde duraksadım.
Rüya değildi. Kâbustu.
Ne diyeceğimi bilemeden öylece bekledim.
Ne gördüğünü sormam bir şeye yaramazdı, ‘geçti’ desem geçmiş olmayacaktı,
kendimi yırtsam da annesinin yerini dolduramazdım.
Ben baba olmayı yeni yeni
başarabiliyorken, ona anne eksikliğini nasıl hissettirmeyecektim? On dokuz yıl
boş kalan yerimi doldurmaya tüm gücümle çabalıyorken, bundan sonra açık kalacak
olan ‘anne’ boşluğunu kanamaktan nasıl alıkoyacaktım?
~
“Zorlamasak daha mı iyi olurdu acaba abi?
Küçük çocuk değil sonuçta.”
Ahu’nun benim gözümde küçük bir çocuktan
farksız olduğunu Özgün’e anlatmaya başlasam uzunca bir konuşma yapmam
gerekirdi. Bunun için ne vaktim ne de enerjim olmadığından hiç girişmedim.
“Birkaç lokma da olsa atıştırsın, sabahtan
beri ağzına bir parça yemek girmedi. Zorlamam gerekiyorsa da zorlayacağım.”
Sevdiği bir sosla hazırlanmış tavuk
parçaları ve tabağın kenarında o parçalara eşlik eden pilavla birlikte küçük
bir tabak hazırlamıştım. Birkaç çatal alsa bile kârdı.
Sabah ona bir saat kadar sessizliğimle
eşlik etmiş, yatakta kıpırdamadan onu sarmıştım. Annesini sayıkladığı, bana
kâbus gördüğünü belli ettiği andan sonra onu tutup kaldırmak için ısrarcı olmak
yerine tek yaptığım sakince eşlik etmek olmuştu.
Bir saat sonra yanından ayrılışımın nedeni
ise uykuya dalışıydı. Ağlayışı onu fazlasıyla yorduğundan olacak ki gözlerini
derin sayılabilecek bir uykuya yummuştu.
Sık sık kontrol edip durduğumdan bu
uykusunun tam olarak iki saat sürdüğünden de haberim vardı. O iki saatin
sonunda biraz daha durulmuş ve kendine gelmiş olarak odadan çıkacağını düşünmem
ise büyük bir yanılgıydı.
Yataktan yalnızca banyoya gitmek için bir
iki kez kalkmış, her seferinde tüm tekliflerime rağmen içeriye gelmeden yatağa
dönmüştü.
Konu bir başkası olsa belki tek yapacağım
zamana bırakmak, istediği zaman yataktan kalkar diye düşünmek olurdu ancak konu
kızımdı ve benim konu oyken öylece beklemek gibi bir lüksüm yoktu.
Halletmem gereken işleri Özgür’e yıkmış, o
her ne kadar evde kalayım dese de bir şekilde ikna etmiştim. Ahu’yla kalmak
dışında bir yolum yoktu.
Özgün’ü ardımda bırakarak elimdeki tabakla
birlikte odaya yöneldiğimde yeniden uyumuş olma ihtimaline karşın sessizdim.
Kapıyı aralayıp odaya girdiğimde sırtı
yatak başlığına dayalı, oturur şekilde telefon ekranına bakıyor olan kızımı
gördüğümde kısa bir nefes aldım. Telefona bakıyor olmasına bile şükredecek
haldeydim. Öyle boş bakışlarla uzanıyor olmasını hiç ama hiç sevememiştim.
Kapıyı açmamla birlikte bakışları beni
bulmuş, gözleri ekrandan ayrılmıştı.
İçeri girdiğimde tabağı kenardaki konsola
bırakıp yatağa doğru adımladım. “Açlıktan bayılacaksın artık bebeğim, bir
şeyler hazırladım.”
İtiraz etmek için açtığını sandığım
ağzından dökülenlerin olumlu oluşuyla göğsümdeki bin yükten biri eksilmişti.
“Teşekkür ederim, acıktım biraz.”
“Acıkırsın tabii kurban olduğum, hiçbir
şey yemedin sabahtan beri.”
Yatakta onun tersine gelecek şekilde
oturduğumda bacaklarım başlığa doğru dönükken kolayca yüzünü görebiliyordum.
“İyiysen balkonda ya da mutfakta yemek ister misin? Değişiklik olur biraz,
odayı da havalandırırız.”
Başını salladı sakince. “Olur, mutfağa
gelirim.”
Bir şey söyleyeceğim sırada kucağına
bıraktığı telefonuna peş peşe bildirim sesleri düştü. Hızla elleri telefonu
kavrayıp kaldırınca kaşlarım havalanmıştı.
Bu ne hızdı?
“Acil bir durum mu varmış babam?” dedim
merakımı gizleyemeden. Telefona böyle panikle tutunmasının sebebini merak
ediyordum tabii.
Parmakları ekranda hızlı hızlı gezinirken
yanıtladı beni. “Yok,” dedi masum masum. Sorduğum sorudaki iğnelemeyi anlaması
için biraz daha vakit gerekiyordu sanırım. “Acil değil, Pars yazmış da.”
Gözlerim devrilir gibi oldu. Sonra bana
bakmak yerine telefona bakıyor olduğunu hatırladım ve kendimi bırakıp cidden
göz devirdim.
“Ne dileniyormuş?” diye sordum.
Ahu bir an başını kaldırıp bana baktı.
Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıştı. Bunu
gülmemek için yaptığı gayet belli olduğundan uzun bir nefes verdim. “Tutma
kendini,” dedim. “Gül, gül.”
Kısık bir sesle kıkırdadı. Gözlerinden,
yüzünün her zerresinden yorgunluk akıyordu. Sabahtan beri -hatta sanıyorum ki
gecenin yarısından beri- ağlamaktan bitap düşmüştü. Yeni yeni toparlanmaya
çabalıyordu ancak fiziksel olarak da ruhsal olarak pat diye düzelebilmesi
mümkün değildi.
Yorgun görünüşüne rağmen gülebilmiş
olması, gözlerine kadar ulaşan kıkırdaması, yanıyor olan göğsüme serin bir
rüzgâr üflemişti.
“Bugün aramış beni, yazmış da. Cevap
verememiştim hiç. Sanırım Özgür’le konuşmuş, pek iyi hissetmediğimi öğrenmiş.”
Omuz silktim. Özgür’ün çenesindeki
gevşemeyi ne yapacaktık?
“Nasıl oldu da kapıda belirmemiş?”
Yüzündeki saçları geriye doğru itti.
Açılan yanağı iştahımı kabarttığından uzanıp elimin tersiyle yanağını okşadım
hafifçe.
“Ankara’da olduğunu biliyorsun,” dedi bana
Ahu gözlerini kısarak.
Hiç haberim yokmuş gibi yüzümü ekşittim.
“Aklımdan çıkmış.”
Pars’ı Ankara’ya yollayanın bizzat ben
olmam dışında bir problem yoktu. Kargo ile de halledilebilecek bir konuyu hayat
memat meselesi haline getirmiş, Pars’ı kargocum belleyerek Ankara’ya
yollamıştım.
Başına bunun gelmesindeki tek etken kızımı
fazla meşgul etmesi ve beni ondan alıkoymasıydı. Her Allah’ın günü Ahu’yu
onunla paylaşacak halim yoktu, kendi kaşınıyordu.
“Yalan söylemek çok kötü bir şey baba,”
diyerek beni ayıpladığında şiş gözleriyle karşımda üç yaşından küçükmüş gibi
mırıldanan kızıma bolca öpücük kondurmuştum.
Ahu kısa bir duş almış, üstünü değiştirmiş
ve en azından odada olduğundan birkaç kat daha iyi şekilde geri dönmüştü.
Mutfakta yemeğini yediği sırada Özgün’ün
kanatları altındaydı. İkisine çok ilişmeden karşılarında oturmuş olmam ise
tamamen stratejikti. Birazdan salona geçtiğimizde içeride senin yanındaydı
diyerek kızımı Özgün’den çalacaktım.
Pars’ı Ankara’ya yolladığım gibi yakında
Özgür ve Özgün’ü de farklı şehirlere postalayıp Ahu’yla baş başa kalma planı
kulağa çok da saçma gelmiyordu artık.
Salona geçişimizin ardından planladığım
gibi Ahu’yu göğsüme çekmiş, çenemi saçlarına bastırarak kaçışını büyük ölçüde
engellemiştim.
Konu asla bugünkü hüznüne gelmiyor,
bambaşka yerlerde geziniyordu. Ben konuşmak yerine onunla ilgilenmeyi seçmiştim
gerçi, konu açmak ya da devam ettirmek zorunda kalan Özgün’dü.
Bir saat kadar sonra kapı çaldığında
Özgür’ün anahtarı olmasına rağmen inadına zile bastığını düşündüğüm için
içimden söylenmeye başladığımda aslında günahını alıyor olduğumu fark etmem
uzun sürmedi.
Gelen Özgür değildi.
Ahu kötü hissediyor diye kıçına pervane
takıp Pars’ın burada aniden belirmesi bile aklımda daha yerleşik ihtimalliydi
ancak Özgün’ün açtığı kapıdan geçip salona girdiğini gördüğüm babamı habersizce
evde görmek aklımın ucundan geçmemişti.
“Dede,” diyerek direkt ayaklanan Ahu
göğsümü ve beni terk ettiğinde iç çektim. Biri bitiyor, diğeri başlıyordu.
Üstelik bu kez elimde büyüyen fırlamalardan biri değil, kendi üst modelimle
karşı karşıyaydım.
Mirza Akdoğan, öyle kolay rastlanmayan
açıklıktaki şefkatiyle Ahu’yu kollarının arasına aldığında uzun uzun
sarıldılar.
Babamla aram hiçbir zaman mükemmel
olmamıştı. Kendisine böyle sıkıca sarıldığım bir anım yoktu. Belki en başından
beri onun sınırlarının dışında bir çocuk oluşumdandı, belki de başka bir sebebi
vardı. Ancak en yakın olduğumuz dönemde dahi aramızda en az bir adım olurdu.
Anneme koşulsuz bir güven duymamı ve
bağlanmamı körükleyen de buydu. Ergenliğimi ve gençliğimin büyük çoğunluğunu
evden uzakta, babamın ağzına almayı bile değer görmediği işlerle uğraşarak
geçirdiğimden o yıllarda bağımız tamamen kopmuştu.
O yıllar, malum yıllardı. Helen’in
hayatımda olduğu yıllar…
Annem ve Ahu’nun karşı karşıya geldiği o
akşam babam hiç düşünmüş müydü bilmiyordum ama aslında bu ipin ucu ona da
varıyordu. Oğlunu ‘ne hali varsa görsün’ diyerek bir kenara atmak, asiliği son
bulunca geleceğini düşündüğünden hareketsiz kalmak da öyle çok masumane
değildi.
“Geleceğini söylemediler bana,” dedi Ahu.
“Sürpriz oldu.”
Babam yavaşça onu kendinden uzaklaştırdı
ancak koltuğa doğru geçerken tamamen ayrılmış değillerdi. Yan yana oturdular.
“Kimsenin haberi yoktu zaten, boncuk. Seni
görmek istediğimden geldim.”
Ahu’nun bakışları hızla içli bir hal aldı.
Sevgi ve ilgi çemberi her ne kadar çok yoğun olsa da, geçmişi kısaydı. Henüz
tam olarak adapte olabildiğini söylemek yalandan ibaret olurdu.
“Teşekkür ederim,” dediğinde babam bu
denli hisli gelen tepkiye biraz şaşırmıştı, anlayabiliyordum.
Ahu sıkıca tekrar boynuna sarıldığında
babam onun sırtını sıvazlarken omuzunun üzerinden bana doğru baktı. Kaşlarını
‘ne oluyor’ der gibi kaldırdığında başımı salladım yavaşça. “Sonra,” diyerek
dudaklarımı kıpırdattım.
Üstelemedi.
Normalde çıplak elle can çıkarıp, bir
şekilde istediği cevabı alma potansiyeli vardı ancak konu torunu olduğundan
daha temkinliydi belli ki.
Babamın Ahu’yu son görüşünün üzerinden
yirmi günden fazlasının geçtiğini biliyordum. En son evde, annem de varken
görüşmüşlerdi.
Bense babamı o günden sonra birkaç kez
tekrar görmüş, daha doğrusu görmek durumunda kalmıştım.
İlki onun isteğiyleydi. O günün iki gün
ertesi, sabah erkenden telefonum çalmış ve babam görüşmek istemişti.
Konunun o akşam konuşulanlar olacağından
zaten emindim ancak o görüşmeye gittiğimde babamı karşımda o denli savunmasız
bulmak beni de sarsmıştı.
Sevdiklerine karşı sonsuz bir ilgisi,
sevgisi, şefkati bulunan karısının aslında geride kalanlara nasıl kör olduğunu
öğrenmek için geç kalmıştı.
Aslında Ahu hayatıma girene dek annemin bu
yönüne ben de körlük etmiştim. Hepimiz aynı şeyi yapmıştık.
Babam annemin adına utanır gibi karşımda
dururken, kızımın karşısına yeniden geçecek kadar güç toparlayamadığını dile
getirirken onu çaresizce izlemiştim.
Bilmediği detaylara, Ahu’nun bunca yıl tek
sorununun babasızlık olmadığından bihaber olmasına rağmen bu haldeydi. Bendeki
yük daha eziciydi ancak karşısında olabildiğince sakin kalmış, Ahu’nun ona
karşı hiçbir kızgınlığı olmadığını ve olamayacağını anlatmıştım.
Yirmi günden fazla süre benim dediklerime
inanmasına ancak yetmiş olacak ki Ahu’nun karşısında bugün belirmişti.
Farkında olmadan en doğru günü bulmasından
içten içe hoşnuttum. Ahu’nun aklının dağılmasına ihtiyacı vardı. Annesini ona
geri verecek kuvvetim yoktu ama yeni hayatında gözlerinin içine bakan bir dolu
insan vardı artık.
“Halamla amcam neden gelmedi?” sorusu
geldiğinde aradan bayağı zaman geçmişti artık. Ahu’nun sonradan hatırladığı
detaya gülecek gibi oldum. Emre burada olsaydı suratını ekşite ekşite ‘yeni mi
aklına geldik’ diye söylenirdi.
“Haber vermedim,” dedi babam göğsünü
kabartarak. “Burada yeterince fazlalık var, ben seni görmeye geldim boncuğum.”
Özgün’ün bıyık altından güldüğünü
görmüştüm. Bense saklamaya gerek duymadan açıkça güldüm. Babamın oyuncağını
paylaşamayan çocuğa dönmüş olması ilginçti.
Ahu bizim gibi gülmek yerine dedesine
ayıplarcasına baktı. “Neden ki? Onlar da gelseydi keşke, arayalım mı?”
Babam gözlerinin içine baka baka konuşan
kızımın etki alanına çoktan kapılmış görünüyordu. Çünkü bana yaptığı ‘ara’
işaretinin geldiği başka bir anlam yoktu.
Kendime sabır dileyerek telefonumu aldım
sehpadan.
Emre’yi arayışım onun evde olmaması ve
işinin geceye kadar süreceğini öğrenmemle sonuçlanmıştı. Cemre ise aramama
yanıt vermemişti. Muhtemelen bakım saatiyle çakışmıştık. Kolay kolay geri
dönmezdi.
Ahu’ya elimden geleni yaptığımı gösterir
gibi baktığımda dudaklarını büktü. “Olsun,” dedi. “Denemiş olduk. Bir dahakine
onlar da gelir.”
“Aynen aynen,” derken babamın geçiştiriyor
olduğu o kadar belliydi ki… Yine gülecek gibi olmuş ancak bu kez kendimi
tutmuştum.
“Sen bi’ Türk kahvesi yap bize de içelim o
zaman boncuk, hadi bakalım.”
Ahu gözlerini kapatıp açtı. “Türk kahvesi
ne ki?” dedi birden. Özgür’le olan fal maceralarını bilmesem bu soruyu yerdim.
“Yunan kahvesi yapsam,” dedi babama
bakarak. “Olmaz mı?”
Babamın gözünün seğirdiğini buradan beri
görmüş ve arkama doğru yaslanmıştım. Ahu’nun derdi belliydi.
Türk kahvesi yapmayı gayet iyi bilse de
dedesinin Türk damarına basmaktan zevk alıyordu.
Babam derin bir nefes aldı. Ardından elini
dizlerine koyup ayaklandı. “Düş önüme,” dedi Ahu’ya. “Yemişim Yunan’ı da
kahvesini de, öğreteceğim ben sana asıl kahveyi.”
Ahu tatlı tatlı başını sallayıp
ayaklanırken ben gözlerimin önünde resmen cadıya dönüşen kızımı şaşkınca
izliyordum. Salondan çıkıp mutfağa yol aldıklarında Özgün’le göz göze geldik.
Aynı anda gülmüş, bir süre susmamıştık.
“Kızının nasıl tehlikeli bir varlık
olduğunun farkındasın değil mi?”
Omuz silktim. “İstediğini yapmakta özgür,
ben arkasındayım.”
Özgün başını salladı ağır ağır. “Sanki ben
tepesindeyim abi, ben de arkasındayım ne var?”
Başımı eğip sabır dilendim yine. Bu evdeki
en büyük ihtiyaç Ahu’ydu, hemen arkasından da sabır geliyordu.
Mutfaktan tıkırtılar ve
anlamlandırılamayacak yükseklikte konuşma uğultuları gelirken Özgün’e doğru
döndüm. “Özgün,” dediğimde bir an telefonuna kaydırdığı bakışları beni buldu.
“Bir hareketlilik var mı?”
Açıkça sormama gerek yoktu. Konu belliydi.
“Şimdilik yok abi,” dedi telefonunu
kapatıp kenara koyarken. “Sen harekete geçeceğinden emin misin bu herifin?”
Başımı yavaşça salladım. “Eminim,” dedim
keskin bir sesle.
“Saman altından su yürüteceğimize Pars’la
konuşsaydık önce, bu yol bana yeterince doğru gelmiyor.”
“Ne Pars’ı ne de Özgür’ü ayaklandırmaya niyetim
yok, Özgün. İkisinin de delireceğini adım gibi biliyorum. Dediğimi yap yeter,
gözün herifin üstünde kalsın. Bize kayan herhangi bir çembere yaklaştığında
haberim olsun. Bu kadar aslanım.”
Özgün daha fazla üstelemeden
sessizleştiğinde ben de derin bir nefes alıp başımı geriye doğru atarak
koltuğun sırtına yasladım.
Bu saatten sonra önümüze, özellikle de ucu
Ahu’ya dokunacak şekilde önümüze düşecek olan hiçbir taşın yere değmesini
beklemeyecektim. Taşları havaya atıldıkları ilk anda geriye savurmak, rüzgarının
bile kızıma esmemesini sağlamak için gerekirse seferber olacaktım.
Ona borçluydum.
Koca bir on dokuz yıl borçluydum. Ömrümün sonuna kadar ödeyecek, bitmeyeceğini bile bile tüm çabamı sarf edecektim.
Yorumlar
Yorum Gönder