Aykırı Çiçek 59.Bölüm
59.BÖLÜM
- 25 Mart 2017, Yunanistan
“Şeytan diyor
tut şunun boynunu, çevir kır.”
Dişlerinin
arasından oldukça kısık bir sesle mırıldandığı cümlesi havaya karışırken,
Yaman’ın gerginliği gitgide artıyordu. Bulunduğu masada biraz daha kalmaya
devam edecek olursa daha önce rastlanmayan bir sınıra ulaşacaktı o gerginlik.
Uzun
sayılabilecek dikdörtgen bir masanın etrafında toplamda dokuz kişi vardı.
Birkaç saat öncesinde imzaları atılan projenin şerefine düzenlenen yemeğin bir
sabır testine döneceğini bilseydi, Yaman’ın ilk işi bir yalan uydurup
havaalanına doğru yola çıkmak olurdu.
“Yaman Bey?”
diyerek hafif yüksek bir sesle kendisini çağırıyor olan asistanını son anda
fark edebilmişti düşüncelerinin arasında. Onu duyduğunu belli etmek için başını
bulunduğu yöne çevirdi.
“Adnos Bey
size bir soru yöneltti, dalmıştınız sanırım.” Yaman duyduğu isimle dilini
ısırdı kimseye bir şey belli etmeden.
İçinden ‘bir
de bu piçin sorularını mı cevaplayacağım’ gibi bir şeyler geçirse de ılımlı bir
ifade takınarak adama doğru döndü. Boğazını hafifçe temizledi, ardından ortak
iletişim dilleri olan İngilizceye geçiş yaparak sorusunu tekrarlamasını rica
etti.
“Dönüş
tarihinizi biraz daha erteleyemez misiniz Yaman Bey? Sizi bir süre daha misafir
etmek isteriz.”
Masadakiler
için oldukça normal olan bu teklif Yaman’ın sinirlerini hoplatmıştı. Adamın
bunu ne amaçla sorduğunu, biraz önce kulak misafiri olduğu konuşmalardan sonra
çok iyi kavrayabiliyordu.
Aylardır
onlarca kişinin emek verdiği projeyi düşünerek kendisini tepkisiz kalmaya
zorladı. Döndüğünde babasına ‘ortak şirketin patronunu öldüresiye dövdüm, iptal
ettik anlaşmayı’ demek istemiyordu. Babasının da bunu duymak istediğini
sanmıyordu zaten.
“Maalesef,”
dedi sesini abartı bir üzüntüyle doldurarak. “Yarın sabah dönmek zorundayız.”
Adamın verdiği
cevaptan pek memnun kalmadığı her halinden okunabiliyordu. Sabır çekerek
önündeki şarap kadehine uzandı. Birkaç yudumu peş peşe aldıktan sonra kadehi
masaya bırakacakken Adnos’un sesini tekrar duymuştu.
“Siz
meşgulsünüz anladığım kadarıyla, o halde Hayal Hanım’ı misafir edelim. Hem
kalan ayrıntılar iç-…”
Adnos’un
sözleri tamamlanamadan önce iki ayrı şey gerçekleşti. Aslında ayrı da
sayılamazlardı çünkü biri, diğerini kesinlikle tetiklemişti.
Birkaç dakika
önce lavaboya gitmek üzere masadan ayrılan Hayal, kendi adını duyacağını
biliyormuş gibi tam o anda masaya ulaşmıştı. Adnos’un hızla onu bulan
bakışlarındaki rahatsız edici pırıltılar ise ikinci gerçekleşen olayın fitilini
ateşlemişti.
Yaman sert bir
hamleyle sandalyesini geriye çekerek ayaklandığında masanın diğer sakinleri
irkildiler. “Şimdi aklıma geldi, bizim yetişmemiz gereken bir görüşmemiz daha
vardı bu gece için. Hatta geç bile kaldık.”
Yaptığı
açıklama Adnos’un çalışanları için yeterli gelirken, böyle bir şey olmadığını
bilen asistanı aval aval kendisine bakıyordu. Adnos’un da canı fazlasıyla
sıkkın duruyordu. Gecenin erken ve bu şekilde sonlanmasını beklemediği kesindi.
Yaman hadi
dercesine asistanının omuzuna dokunduğunda Hayal şaşkınca konuştu. “Kimle
görüşmemiz vardı ki?”
Yaman’ın
keskin bakışları konuşur konuşmaz genç kadını buldu. Hayal, daha önce böyle
baktığına denk gelmediği adamın halini pek hayra yoramamıştı. Çekingence
Yaman’ın asistanına döndü. “Ben mi unuttum Ayşin?”
Yaman’ın
bakışları, kendisine bir hata yaptığını düşündürtmüştü. Önemli bir şey unutmuş
gibi hissetmişti bu nedenle.
Ayşin ne
diyeceğini bilemeyerek patronuna döndüğünde gördüğü ifadeyle apar topar
doğruldu. “Evet, evet. Dün aniden eklendi programa, ben size bilgi vermeyi
unutmuşum. Kusura bakmayın lütfen.” Son cümlesini İngilizce ve masanın geri
kalanına bakarak kurmuştu.
Kaotik bir
biçimde restoranın çıkışına yöneldiklerinde Hayal ortamı ateşe verdiğini
bilmeden mırıldandı. “Düzgünce veda etseydik keşke, ayıp oldu.”
Yaman’ın
adımlarını bıçak gibi kesen cümlesi iki kadının ondan biraz ileride kalmasına
yol açmıştı. Yaman’ın arkada kaldığını ilk fark eden Ayşin oldu. Tedirgince ona
bakıyordu, ne diyeceğini bilememişti. Onu bu durumdan kurtaran Yaman oldu.
“Otele dön Ayşin,
yarın sabah lobide bulup havaalanına geçeceğiz.”
Ayşin göz
ucuyla Hayal’e baktı. Onu bir yırtıcıyla yalnız bırakıyor gibi hissediyordu ama
Yaman’ın söylediklerine karşı gelme şansı da yoktu. “Tabii Yaman Bey, iyi
geceler size.”
Kaldıkları
otel, Adnos’a ait olan yapılardan biriydi. Yemeği de otelin lüks restoranında
yediklerinden dolayı Ayşin’i göndermesinde bir sorun yoktu o an için.
“Ben de
gideyim mi? Siz yalnız mı görüşeceksiniz bahsettiğiniz kişiyle?” Hayal anlam
vermeye çabalayarak sorarken Yaman sinir bozukluğuyla gülmenin kıyısından
dönmüştü.
“İnadına mı
yapıyorsun?” diye sordu hiç beklemeden. Aralarındaki birkaç adımlık mesafeyi
hızla katedip kadına yaklaşmıştı bu sırada.
Hayal’in az
önce lavabodayken tazelediği soluk kırmızı rujla boyalı dudakları hafifçe
aralandı. Yaman bakışlarını oraya indirmemek için büyük bir savaş vermekteydi.
Kehribar gözlerden ayırmamaya gayret ettiği bakışlarını sabit tutmak hiç bu
kadar zor gelmemişti ona daha önce.
“Anlayamadım
Yaman Bey,” diye mırıldandı Hayal zar zor. Normalde dümdüz açıklayıcı cümleler
kuran adamın bu hali Türkiye sınırları içerisinde mi geçerliydi sadece acaba,
diye düşündü.
“Anlamaya
çalışmazsan anlamazsın zaten Hayal, çok doğal değil mi?” dedikten sonra
duraksadı. Burnuna çok yakından gelmeye başlamış olan kokusunu biraz daha
solursa bir sonraki hamlesi bambaşka olacaktı. Kendini frenlemesi gerekiyordu.
Birkaç ay önce
Barış Göktürk’ün onayıyla staja başlamış olan Hayal’in tecrübe kazanması için
aktif olarak projelerle uğraşıyor olan Yaman’ın en yakına konumlandırılması,
Yaman için hiç beklemediği bir sınava dönüşmüştü.
Meraklı gözlerle
yaptıklarını incelerken ya da farkında olmadan gözlerinin içiyle derin derin
gülümserken Yaman bu kadının kendisine büyü yapmış olabileceğinden
şüpheleniyordu. Aksi halde herhangi bir insanın, bir başka insanı bu denli etki
altına alabilmesi mümkün olmamalıydı.
Bu hiç adil
değildi.
“Şarap mı
çarptı sizi biraz?” Hayal bu soruyu aslında içinden geçirmek üzere
niyetlenmişti. Kesinlikle patronunun suratına suratına böyle bir soru dile
getirmek gibi bir niyeti yoktu. Ağzını telaşla kapatırken çoktan ağzından
çıkmış olan cümleyi geri alabilecekmişçesine umutluydu.
Yaman bu
haline başını geriye atarak derinden bir sesle gülerken Hayal şaşkınca ona
bakakalmıştı. Gülümsediğine denk gelmişti elbette, fakat böylesine rahatça
güldüğü bir ana ilk kez şahit oluyordu. Gerilen boynuyla birlikte ortaya daha
belirgin şekilde çıkan ademelmasıyla bakışırken ‘son’ olmamasını içinden
geçirdiğini görmezden geldi.
“İki yudumda
sarhoş olacak biri gibi miyim Hayal?”
Yeniden
bakışları kesiştiğinde Hayal hafifçe yutkundu. Ardından yavaşça omuz silkti.
“Bilmem,” dedi sakince. “Tanımıyorum ki sizi.”
Yaman’ın
dudakları kızın cevabıyla kıvrıldı. “Tanıman için fırsat yaratmalıyız o halde.”
“Üç ay sonra
stajı sonlanacak bir stajyere kendinizi tanıtmakla vakit mi harcayacaksınız?”
dedi Hayal yüzü garip bir hal alırken. “Boşa gitmez mi?”
Yaman hiç
duraksamadı. “Gider,” diye onayladı. “Bir stajyere oturup kendimi anlatmak için
ayırdığım vakit boşa gider Hayal.”
Hayal ‘ben
demiştim’ der gibi başını salladı. Hafif serinlemeye başlayan havayla
üzerindeki kolsuz elbisenin koruyamadığı kollarını kendine doğru sararak
ısıtmaya çalışmıştı bir yandan da.
“Ama ben
kendimi sadece stajyerime tanıtmayacağım,” diye soludu Yaman. “Aynı zamanda
âşık olduğum kadına da tanıtacağım.”
~
Bolca düşünülüp verilen bir kararın, aslında doğru olan
olmadığı bazen en başından beri bilinirdi. Ama geriye başka bir çare kalmayınca
bile bile yanlışı seçmek de kaçınılmaz olurdu. Zor olan o an o kararı vermek
değil, yanlış kararın sonuçlarıyla daha sonra yüzleşmekti.
Hayal, bunların gerçekliğini kabulleneli bi’ hayli zaman
geçmişti. Gerçi kabullenmiş olmak, yüzleşmeyi kolaylaştırıyor muydu gibi bir
soru sorulsa hiç duraksamadan ‘hayır’ diye yanıtlardı. Zaten kesin olan cevabı,
az önce hastane odasının kapısı açıldığında bir o kadar daha kesinleşmişti.
“Doktorlar küçücük olmaz ki akıllım, bak ben küçüğüm.”
diyerek kıkırdayan Rüya’yı o an için duymakta güçlük çekiyordu. Tüm duyuları
odada yalnızca bir kişi varmışçasına tek bir noktaya odaklıydı. Ona bakıyor,
onu duyuyor, onu hissediyordu.
Hayal’in aniden bambaşka bir hale bürünmesi, o an için
odada yalnızca İzgi’nin dikkatini çekmişti. Abisine kilitlenen bakışlarını
gördüğünde bir şeyler sezmemesi imkânsızdı. Dudaklarını birbirine bastırarak
bir an için ne yapması gerektiğini düşündü. Ardından dayanamayıp seslendi.
“Hayal? İyi misin?”
Yaman için, odada birinin daha bulunduğunu hissediyor
olsa da başını kaldırıp o kişinin kim olduğuna bakma ihtiyacı o anda doğmuştu.
Odaya girdiğinde ilk işi İzgi’nin gerçekten iyi olduğundan emin olmaktı,
ardından Rüya dikkatini çekmişti zaten.
Kız kardeşinin seslendiği isim beyninde birkaç noktaya
iğneler batmış gibi sızlatırken, bakışları yatağın karşısındaki koltukta duran
bedeni buldu ağır ağır.
Hayal, İzgi’nin kendisine seslendiğini hiç duymamıştı.
Yaman’ın bakışları birden kendisini bulduğunda büyük bir telaşa kapılmasının
sebebi buydu. Beklemiyordu, ironik olsa da aynı odada olmalarına rağmen ondan yine kaçabileceğini sanmıştı.
Odadaki elle tutulur hale gelen duygusal karmaşa İzgi’yi
araya girmek zorunda bırakmıştı. Rüya’nın şaşkın şaşkın Hayal’e ve Yaman’a
bakıyor olduğunu görüyordu çünkü.
“Acar,” diye seslendi yanıbaşında duran adama. “Benim
canım çikolata istiyor çok,” derken anlaması için gözleriyle Rüya’yı işaret
etmişti.
Acar sıkıntıyla iç çekerek Yaman’a baktı. Daha önce böyle
göründüğünü hatırlamıyordu, canını sıkmıştı bu durum. Yine de İzgi’nin çabasını
hiçe saymadı. “Alayım ben, ama tek başıma seçemem ki. Rüya benimle gelmek ister
misin sen de?”
Rüya afallamış bir halde odadaki diğer ikiliyi izliyorken
bakışları adını kullanan Acar’a yavaş yavaş çevrildi. “Annemden izin almamız
lazım, sen yabancı birisisin çünkü.” Bilmiş bilmiş konuşurken bakışları Hayal’i
buldu.
Hayal’e dönüp, “Anne!” diye seslendiğinde bir adım
ötesinde duruyor olan koca adamın kalbine har bir ateş savurduğunun farkında
değildi.
Kimse bir tepki veremeden ışık hızıyla odayı terk eden
Yaman, arkasında birbirinden farklı hislere kapılan bir dörtlü bırakmıştı.
İzgi panikle yerinden kalkacak gibi öne atıldığında
kolundaki serumu bile unutmuş haldeydi. Acar atik bir hamleyle onu kavradı.
“Gidiyorum ben peşinden, kal burada.” Alnına hızla minik bir öpücük bırakıp
Yaman’ın arkasından odadan çıktı.
İzgi çöken omuzlarıyla birlikte, peş peşe abisinin ve
sevgilisinin çıkıp gittiği kapıya birkaç saniye daha baktıktan sonra
dudaklarını ıslatarak başını yavaşça karşıdaki koltuğa çevirdi.
Görmeyi beklediği, tıpkı az önceki gibi durgun görünüyor
olan Hayal’ken yanakları çoktan sırılsıklam olmuş gözleri hiç durmadan yaşlar döken
bir Hayal asla değildi.
“Hayal,” dedi sakince. Neler olup bittiğini tam
kavramadan saçma bir tavır takınmak istemiyordu. Hele ki karşısında içli içli
ağlayan bir kadın varken bunu yapması mümkün değildi. Önce dinleyip sonra
olması gerekeni yapmayı planlıyordu. “Neler oluyor, abimle tanışıyor muydunuz?”
Rüya oturuyor olduğu yataktan aceleyle inerken düşme
tehlikesi geçirmiş olmasını umursamadan hızlı adımlarla kendisini koltuğa attı.
Kollarını kaldırıp sıkıca Hayal’in boynuna doladıktan sonra yüzünü de boynuna
saklamıştı. “Bana mı kızdı o adam?”
Hayal boğazına dizilen hıçkırıkların dışarıya çıkmasını
zorlukla engellerken yutkundu birkaç kez. “Hayır,” dedi. “Hayır bebeğim, neden
sana kızsın?”
Rüya, arkalarındaki kadının onu duymasından çekinerek
sesini kısabildiği kadar kısarak konuştu. “Anne dedim diye kızdı anladım ben. Hani kimse kızmayacaktı, söz vermiştin
bana.”
“Verdim tabii, yine veririm Rüya’m. Kimse kızamaz sana
birtanem, sen bana ne demek istiyorsan ben oyum.”
Rüya sık sık olduğu gibi Hayal’in kokusuyla biraz olsun
sakinleşirken avucuyla sıkıca kadının üzerindeki kıyafete tutunmuştu. “Başka
kimse ablasına anne demiyor, ben diyorum bir tek. Ayıp bir şey yaptım diye mi gitti o adam?”
Dilinden dökülen son üç kelime Hayal için sınırdı. Artık
tutamadığı hıçkırıklardan ilki dışarıya taştığında, diğerleri de peşi sıra
dökülmeye başlamışlardı.
“Gitmesin,” diye mırıldandığı yakarışını bir tek kendisi
duymuştu. Her zaman olduğu gibi yine sesini bir başkasına duyuramamıştı. İçine
içine yanmak, yangınını hiç kimseye gösterememek Hayal’in bu hayattaki
sınavıydı.
İzgi duyduğu hıçkırıkla ne yapacağını bilemez bir halde
yatakta olabildiğince doğrulmayı denedi. Kolundaki serumun asılı olduğu demir
çubuğu fark ettiğinde yataktan kalkmak için önünde bir engel kalmamıştı.
Tekerlekli demir çubuğu da peşi sıra sürükleyerek Hayal
ve Rüya’nın olduğu kısma yaklaştı yavaş yavaş. Rüya, Hayal’in boynuna
gömüldüğünden; Hayal de hıçkırıklarıyla boğuşmaktan onu fark edememişlerdi.
Koltukta kalan küçük boşluğa oturduğunda yarattığı hareketlilik ikisinin de
başını İzgi’ye çevirmesine yol açtı.
İzgi, tıpkı Hayal gibi küçük kızın da dolu gözleriyle
karşılaşınca sıkıntıyla iç çekti. İkisi de ağlıyordu ve canlarının yandığını
gözlerinden okumak hiç zor değildi.
“Ne kadar sulugözsünüz öyle siz anne kız,” diye
mırıldandı ılımlı bir şekilde. Rüya’nın gülebileceğini düşünmüştü. Aklının
ucundan gülmeyebilecek olması geçmişti tabii, ama öfkeyle dolan gözler görmeyi
asla beklememişti bu cümleyi kurarken.
“Anne kız değiliz biz!” diyerek sinirle haykıran Rüya’nın
söyledikleri İzgi’yi birkaç saniyeliğine afallamış bir halde bıraktı. Dudakları
aralandı fakat söyleyecek bir şey bulamamıştı.
Tanışalı henüz bir iki saat bile geçmemesine rağmen
defalarca kez ‘anne’ diye seslenmişti Rüya Hayal’e yanlarındayken. İzgi az önce
duyduğu haykırışı ve bu gerçeği birleştirmekte güçlük çekiyordu.
“Şşş, tamam bebeğim. Sakinleş.” Hayal boğuk çıkan sesiyle
biraz da olsun Rüya’yı sakinleştirmek adına çabaladıysa da bunun pek işe
yaradığı söylenemezdi. Çaresizce İzgi’ye döndü. Onun şaşkınlığını görebiliyordu
açıkça.
“Kız kardeşim,” diye mırıldandı. Ki bu bir mırıltı bile
sayılmazdı, sesi hiç çıkmamıştı. Rüya’ya duyurmadan İzgi’ye açıklamanın tek
yolu buydu şu an için. Yalnızca dudaklarını kıpırdatmıştı ona doğru.
İzgi’nin şaşkınlığı dinmek yerine körüklenirken kendini
abartı bir tepki vermemek için zorladı. Bakışları birkaç kez ikisi arasında
gidip geldi. Sıkı sıkı Hayal’e tutunan, bakışları kırgınlıkla parıldayan
Rüya’ya bakarken dudakları farkında olmadan sarkmıştı. Kimsenin acı çekmesinden
hoşlanmıyordu elbette ama çocuklar İzgi’nin zayıf noktalarıydı her zaman. Belki kendi çocukluğu hep kırgın
büyüdüğündendi bu, belki de bambaşka bir sebepten.
Tamamını kavraması zor olsa da anlayabildiği kısımla
yetinerek Rüya’ya dikkatle bakarken konuşmaya başladı. “Bence anne kızsınız,”
dedi hafifçe gülümserken. “Niye öyle değilmişsiniz ki?”
Rüya titreyen dudakları ve kaçamak bakışlarıyla kendisine
dönmüştü. “Ablam o benim,” diyerek açıklamaya çalıştığında İzgi’nin de ona
kızacağını zannettiğinden gergindi. Az önce odadan bir hışımla çıkıp giden
adamın sorununun kendisiyle olduğuna küçük kalbi fazlasıyla inanmış ve
kırılmıştı. “Ama anne diyorum ona hep, çünkü annem bizden uzağa gittiği için
gerçek annemle konuşamıyorum.”
İzgi, bahsedilen uzağın Rüya’ya ‘ölümü’ anlatmak için
kurulan bir sembol olduğunu Hayal’in bakışlarından anlayabilmişti. Az önce
ağlıyorlar diye içerlediği ikiliye eşlik etmeye başlamamak için savaşıyordu
şimdi.
“İyi yapıyorsun güzelim,” dedi Rüya’nın sırtına çekingence
elini yaslarken. “İkinizden başka kimse karışamaz ki buna, neden ağlıyorsun sen
şimdi?”
Rüya, beklediği tepki yerine şefkatle sırtını sıvazlayan
ve olumlu bir şeyler mırıldanan kadınla şaşırmıştı. Abisi gibi gideceğini
düşünmüştü, ama hiç öyle olmamıştı.
“Herkesin gerçek annesi var, ben ablama anne diyorum.
Saçma bir şey bu, abin de çok kızdı ve gitti. Hani beni sevecekti?”
İzgi gözlerini kapatıp derin bir uykuya çekilmek ve bu
karmaşadan koşarak uzaklaşmak istiyordu. Herkes birbirini yanlış anlamıştı,
nasıl hızla düzelecekti bu karışıklık bilmiyordu.
“Sana kızmadı o Rüyacım, eminim ki sana kızmadı. Hem o
Hayal’in senin ablan olduğunu bile bilmiyor ki. Nereden anlasın da kızsın canım
benim?”
“Ama gitti…” diye içli içli mırıldandı Rüya. Yaman odaya
gelmeden önce o kadar heveslenmişti ki şimdi yaşananlar bin kat daha fazla etki
etmişti küçük kıza.
“Bana kızdı bebeğim, sana kızmadı.” Hayal’in suskunluğu
bu cümleyle bozulurken hem İzgi’nin hem Rüya’nın bakışları onu buldu.
“Eski bir arkadaşım o benim, uzun zamandır hiç arayamadım
onu. Şimdi beni görünce küstü galiba.” Bu, Yaman-Hayal cephesinin Rüya için
binlerce kez daraltılmış özetiydi. İçinde yalan yoktu, ama oldukça eksikti.
İzgi duyduklarını birleştirmeye başladığında, ilk andaki
tahminlerinde yanılmadığını az çok anlamıştı. Acar’a âşık olduktan ve onu
kendine âşık ettikten sonra etraftaki bakışların içinde gezinen benzer
duyguları ayırt etme konusunda oldukça gelişmiş sayılırdı.
Hayal’in odaya giren abisine nasıl baktığını, abisinin
Rüya ‘anne’ diye seslendiğinde nasıl canının acıdığını görmüştü. Bunlar tek bir
seçenek sunuyordu önüne. Hayal ve Yaman,
iyi sonlanmayı başaramamış bir aşk hikâyesinin başkahramanlarıydılar.
Aynı dakikalarda hastanenin bahçesinde, buz kesen havaya
rağmen banklardan birinde öylece oturan iki adam fazlasıyla suskunlardı.
Acar, Yaman’ın peşinden zar zor yetiştiğinde tek kelime
etmeden kuyruk gibi onun peşinde dolanmaktan başka bir şey yapmamıştı. Yaman’ın
tepkisizliği sürerken bahçeye çıkmış ve dağınık yerleştirilmiş banklardan
birine yerleşmişlerdi.
Yaman karşıda ilgi çekici bir şey varmış gibi bakışlarını
hiç ayırmadan hastane binasının boş duvarına bakmaktaydı. Acar ise göz ucuyla
arada onu kontrol edip duruyordu. Kendisinden alışkın olduğu bu ifadesizlik,
bir başkasındayken pek iç açıcı değildi. Etrafındakilerin kendisine neden
söylenip durduğunu, İzgi hayatına girdikten sonra yaşadığı değişimin neden bu
denli sevildiğini şimdi daha iyi anlıyordu.
“Nasıl bir araya geldiniz siz?” diye sorduğunda Acar
hemen ona doğru döndü.
“Karşı daireye taşınmışlar,” dedi hiç beklemeden. Yaman
aradığında ona zaten kurabiye durumunu anlatmıştı. Onun parçaları
birleştirmesinin zor olmayacağını biliyordu.
Yaman güler gibi bir ses çıkarttı. Neşeden yoksun bir
gülüştü bu. “Bana layık görülen tesadüf anca bu kadar olurdu zaten.”
Acar sorup sormamak konusunda kararsız olsa da bir
şekilde konunun derinleşmesi gerektiğinin farkındaydı. “Sevgili miydiniz?” diye
sordu bu yüzden. Eski bir arkadaştan ibaret olmadığını, yukarıda Rüya’nın
‘anne’ diye seslenişinin ardından kurşun yemiş gibi sarsılan halinden
anlamıştı.
- Yaman
Dünü dünde bırakmayı bilen bir adamdım. En azından birkaç
istisna dışında bu böyleydi.
İlk istisna
Deniz’di, denizkızımdı. Aylar da geçse yıllar da geçse onun yokluğunu dünde
bırakamamıştım. Aslında buna çabalamamıştım da zaten. Acısı taze kalmış, üzeri
hiç örtülmemişti. Bir mucize onu yıllar sonra yeniden kollarıma bıraktığında
afallamaya fırsatım bile olmamıştı. Yeşilleriyle dolu dolu bana bakınca,
kollarını kaldırıp bana sarınca o güne dek çektiğim tüm sızı bir anda
kaybolmuştu. Hiç yaşanmamış gibiydi artık.
İkinci istisnanın varlığı ise hem şüpheli hem
de bir o kadar kesindi. Bazen unuttum dediğim, üzerini çizdiğimi sandığım bir
şeydi bu. Üzerini örtmek kolay geliyordu çoğu zaman. Tek sıkıntı o örtünün
şeffaf olmasıydı. Ben üstünü örtüp kapattığımı sanıyorken aslında apaçık bir
biçimde hep benimleydi o gerçek. Hiçbir zaman dünde kalmamıştı.
Hastanede olduğunu öğrendiğim Deniz’e büyük bir telaşla
yetişmişken, yiyebileceğim en ağır darbelerden birine kendi ayaklarımla
koştuğumun farkında değildim.
Odaya girip iyi olduğundan emin olduğum kız kardeşim,
vücudumdaki o saf telaşı söndürürken yanı başında onunla bekleyen minik bir
beden afallatmıştı beni. Kopkoyu uzun saçlar, kavruk bir ten ve kehribar gözler
bir an için karşımdaki kişinin bambaşka birinin küçük bir kopyası olduğunu
düşünmeme sebep olmuştu. Kendimi toparlayarak, konuyu onunla tanışmaya çalışıp
dağıtırken aslında kendimi oyalıyordum.
Acar’ın küçük kıza sunduğu teklifin ardından duyduğum o
dört harften oluşan kısacık kelimenin keskin bir bıçak olup göğsüme batması çok
hızlı gelişmişti. Gözlerimi kaldırıp odada bir kişinin daha varolduğunu
gördüğüm an, o kişinin kim olduğunu anlamama yetecek kadar uzun ama tepki
veremeyeceğim kadar kısaydı.
Biraz önce yüzüne bakarken bana birini anımsatan kız
çocuğunun, o anımsadığım kişiye ‘anne’ diye seslenmesi zihnimde garip bir
uğultu yaratmıştı. Aslında uğultu yeni başlamış da sayılmazdı. Asıl kıyamet,
bakışlarım koltukta oturan kadını bulduğunda zaten çoktan kopmuştu.
Dişlerimi sertçe birbirine bastırarak çenemi kastım. Bu
hissettiğim ağrıyı dile getirmemek için almaya çalıştığım bir önlemdi. İşe
yaramayacağını anladığımda ise kendimi odanın dışında bulmuştum.
“Sana
benzeyen, senin minik bir kopyan olan bir kız çocuğu…” derken gözümün önüne
gelen görüntüyle dudaklarım kıvrıldı. Gözlerimde ne belirdi bilemiyordum ama
bakışlarının gözlerimin içine bakarken hevesle parıldadığının farkındaydım.
“Böyle bir
hayal için çok erken,” dese de sesindeki kıpırtılar aksini iddia ediyor
gibiydi. Yüzüne dökülen birkaç tutam saçı yavaşça kulaklarının arkasına
iliştirdim. “Erken ya da geç olması umurumda değil, bir gün gerçekleşecek. O
kız çocuğu etrafta koşturacak, ikinizi kollarımın arasında göreceğim.”
İçine çekildiğim anının sonunu getirmeden başımı iki yana
sallayarak kendime gelmeye çalıştım.
‘Gerçekleşmiş,’ dedim kendimin bile duyamayacağı
kısıklıkta konuşarak. ‘Bak o kız çocuğu doğmuş Yaman, sen hangi cehennemdeydin
peki?’
Bahçeye ilerleyen adımlarımı kontrol eden ben değildim.
Öylesine soluksuz hissediyordum ki kendimi daha derin nefes alabileceğim bir
yere yönelirken bulmuştum.
İşe yaramamıştı. Hâlâ nefeslerim boğazımda takılı kalıp
ciğerlerime inemiyordu. Gözümün önünde tatlı tatlı kıkırdayan o kız çocuğu
beliriyordu ve kulaklarımda ‘anne’ diye seslenen sesinden başka bir şey yoktu.
Aklımdaki bin sorudan birini ayırıp dile getirdiğimde
Acar’dan aldığım cevapla birlikte, içinde bulunduğum tesadüfe lanetler
yağdırmıştım.
“Sevgili miydiniz?” diye sorduğunu duyduğumda gözlerimi
yavaşça kapatıp açmakla yetindim. Sorduğu sorunun cevabından, ben söylemeden
önce de emin gibi duruyordu zaten.
Anladım der gibi başını hafifçe salladı. Başka bir şey
sormadı ya da söylemedi. Bu işime gelmişti, sesli bir biçimde bazı şeyleri
kabullenmeye gücüm yoktu.
Güçsüz hissediyordum. Belki ilk kez değildi, ama sık
rastlamadığım kadar yoğundu.
“Eve geçiyorum ben. Deniz’in yanındasın sen zaten.” dedim
aklımdaki yolu kısaca dile getirerek.
“Ben onun her zaman yanındayım Yaman, ama inan şu an
konumuz bu değil. Kaçıyorsun sen.” dediğinde bakışlarım sertçe onu buldu.
“Kaçıyorum?”
“Kaçıyorsun evet, yüzleşmekten kaçıyorsun. Yanlış
yapıyorsun.”
“Değil aşkını unutmak, rehberdeki ismini bile silmeyi
başaramadığın kadın yıllar sonra bir gün kızıyla karşına çıkarsa; sen kaçmazsın
o zaman kardeşim. Sen yüzleşirsin.”
Söylediklerimi duyduğunda direkt olarak empati kurmak
zorunda kalacağını biliyordum. Öyle olmasını istediğimden konuşmuştum zaten.
Yüzünün kasılmasını, hayal ettiği sahneyle kararan bakışlarını sessizce
izledim.
Kabullenmek zor olsa da karşımdaki adamın Deniz’e duyduğu
aşkı göz ardı etmek daha zordu. Bu yüzden beni aslında anlayabileceğinin
farkındaydım. Bencil bir yöntem olsa da ona nasıl hissettiğimi kısaca
özetlemiştim az önce.
Omuzuma attığı eliyle aynı yeri sertçe sıktı. Bu ‘tamam,
anladım seni’ demenin bir yolu gibiydi o an için. Gitmek için daha fazla
beklememin bir anlamı olmadığını düşünerek harekete geçeceğim sırada Acar’ın
telefonu çaldığında bakışlarım ona çevrildi.
Ekrandaki ‘zümrüt göz’ yazısını gördüğümde arayanın kim
olduğunu anlamak zor olmamıştı. Sık sık Acar’ın Deniz’e böyle seslendiğine
şahit oluyorduk.
Bekletmeden açıp telefonu kulağına yasladı. “Efendim
güzelim?” dedikten sonra kısa bir an karşı tarafı dinledi. Ardından kaçamak
bakışlarla bana bakarken konuşmuştu. “Ne?”
Böyle şaşırmasına neden olan ne olabilir diye
meraklanmışken bir an önce öğrenmek için Acar’ın kolunu dürttüm. “Ne oluyor
lan?”
“Tamam Feris, anladım kapat sen. Geleceğim yanınıza
birazdan.” Telefonu kapatır kapatmaz cevap beklediğimi belli edercesine
gözlerimi hiç ayırmadan ona bakıyordum.
“Ne olmuş diyorum?”
“Feris’le Rüya yukarıdalarmış da…” dedi mırın kırın
ederek. Karşımdaki adamın daha önce babamın baskısı altında bile böyle ezilip
büzüldüğüne rastlamamıştım. Şimdi neden ikiye bölünecekmiş gibiydi?
“Öylelerdi zaten, yeni bir bilgi mi bu Acar? Ne oluyor
amına koyayım doğru düzgün konuşsana!”
Burun kemiğini iki parmağıyla sıkıştırdı. “Sadece ikisi
var odada şu an.”
Başım yavaşça sola doğru eğildi. Sesli bir biçimde adını
dile getirmek için doğru anın bu olmadığından emindim, adını anmadım. “O
neredeymiş?”
“Seni bulmak için çıkmış az önce apar topar.”
Gözlerimi birkaç saniyeliğine sıkıca kapattım. “Gidiyorum
ben, arasın dursun.” dedim umursamaz çıkmasına çabaladığım sesimle. Kimi
kandırıyordum, kendimi mi yoksa Acar’ı mı?
“Birkaç dakika önce gitmiş olsan öyle olurdu da-…” diye
konuştuğunda boynumu kopartacak bir hızda başımı onun baktığı yöne çevirdim.
Sarsak adımlarla buraya doğru gelen bedeni görmüştüm o anda.
“Ben bahçede olduğumuzu başta Feris’e yazınca… O da
söylemiş herhalde nerede olduğumuzu şeye…”
Dişlerimin arasından tısladım. “İyi bok yedin, aferin
sana.”
Gerçekten tebrik etmişim gibi ‘rica ederim’ dercesine
omuzumu patpatladıktan sonra hızla yanımdan yok oldu. Ne ara kalkıp ne ara
gözden kaybolmuştu anlayamamıştım.
Geç kalmış olmama rağmen banktan kalkıp arabaya doğru
ilerlemek için attığım üçüncü adım koluma tutunan ince parmaklarla kesildi. “Yaman,”
diye mırıldandığını duydum.
Adımı ondan en son ne zaman duyduğumu o kadar iyi
hatırlıyordum ki şimdi üstüne yenisi eklense de hep o hatırladığım anın içinde
sıkışık kalacakmışım gibiydi.
‘Yaman,
yapamıyorum ben, bitsin.’
Yukarıda duyduğum ‘dört harf’ gibi, dört yıl önce de bu
‘dört kelime’ beni mahvetmişti. Karşımdaki kadın beni dörde küstürmeye yeminli
olmalıydı.
Onu duymamışım ve kolumda parmaklarının sıcaklığını
hissetmiyormuşum gibi ilerlemeye devam etmek için adım attım bir kez daha. “Lütfen!
Yalvarırım dinle, sonra gitmene gıkımı çıkarmayacağım yemin ederim. Sadece
dinle, beni yıllardır kimse duymuyor ama sen duyarsın biliyorum. Bencillik
yapıyorum, hep yaptım ama n’olursun dinlemeden gitme.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Solumda bekliyordu, ona
bu denli yakın olmayalı yıllar geçmiş olmasına rağmen sanki dünmüş gibi
aşinaydım dokunuşuna, sesine…
“Ne anlatacaksın,” dedim dümdüz bir sesle. “Bana ne
anlatabilirsin ki sen?”
Bedenimi bir anda ona çevirdiğimde beklemediği bu
hareketimle irkildi. Gözlerinin içi titriyordu. Beyaz kısma çökmüş kızarıklık
ve yanaklarındaki halen kurumamış izler ağlıyor olduğunu haykırırken bu gerçeği
göz ardı etmeye çabaladım.
Tek damla gözyaşına tahammül edemediğim kadının bu haline
bir gün tepkisiz kalmam gerektiği aklımın ucundan geçmezdi o zamanlarda.
“Nasıl gittiğini mi anlatacaksın, yoksa nereye gittiğini
mi? Ya da belki nasıl unuttuğunu anlatırsın, buna ihtiyacım da var biliyor
musun? Anlat ki ben de yapayım, ben de gidebileyim senden, ben de unutayım
artık. Başka birine, çocuk sahibi olabilecek kadar âşık olmama da yardım et.
Nasıl yaptın bütün bunları anlat bana.”
Yaşlar yanaklarındaki belirgin yollardan inmeye
başladığında gözlerimi kıstım. “Hadisene Hayal, bekliyorum bak. Dinleyeceğim
seni.”
Kolumdaki parmakları olduğu yerden kıpırdamadı, ama artık
çok daha sıkı bir biçimde tutunuyordu oraya. Sanki tutunmasa yere düşecek gibi
sıkıydı tutuşu.
“Rüya benim kızım değil.”
Yine dört kelime, yine bambaşka bir afallama ve yine o
sızı.
Dudaklarım aralandı. Bir şeyler söylemeye çalıştım ama
olmadı. Sustum. Tek yapabildiğim kehribarlarına büyük bir dikkatle bakmaktı.
Yaşların dolup taştığı gözlerine hasretim birkaç dakika bakmakla
dinebilecekmişçesine dikkatli bakıyordum.
“Kız kardeşim,” diye mırıldandı. “Rüya benim kız
kardeşim, Yaman.” Sesindeki yükleri aklımdan uyduruyor olmayı diledim, gerçek
olmayan bir şeyleri kendi aklımdan saçma sapan kuruyor olmayı diledim.
“Anne diyor sana,” dedim kendimi savunur gibi.
“Eksikliğini hissediyor çünkü, anne ne demek bilmiyor.
Herkesin annesi var diye meraklanıyor, ben de böyle bir çözüm bulabildim ona.
Elimden başka bir şey gelmiyordu ki.”
Son cümleyi Rüya’dan farksız bir sesle, küçük bir çocuk
gibi seslendirdiğinde yutkunmaya çalıştım. “Annen…” dedim alacağım yanıtı bile
bile.
Elinin tersiyle yanaklarını apar topar kurulamaya
çalıştı. Bir eli benden hiç ayrılmıyordu. “Kaybettik, dört yıl oluyor.”
Başımı aceleyle iki yana salladım. “Yapmadım de,” dedim
sitemle.
“Yapmak zorundaydım,” dedi buruk bir gülümsemeyle.
“Değildin,” dedim yakarır gibi. “Gitmek zorunda
değildin.”
“Babamın yanına gitmek zorundaydım Yaman, Rüya için
yapmak zorundaydım. Ona tek başıma ne manen ne de madden yetemezdim. Almanya’ya
dönmek zorundaydım.”
“Ben yok muydum?” dedim öfke bedenimi ele geçirirken.
“Ben yetmez miydim, sen Rüya’nın varlığını bile bana zikretmemişken bile ona
sahip çıkmaz mıydım?”
Hayal’in ailesiyle ilgili bildiğim gerçekler, bir yıllık
ilişkimize rağmen kısıtlıydı. Almanya’da yaşadıklarını ve onlarla nadiren
görüşüyor olduğunu biliyordum; ayrıntılar hep aklımı kurcalasa da onu bu konuda
sıkıştırmak istememiştim hiçbir zaman.
“Çıkardın,” dedi hiç duraksamadan. O kadar emin duruyordu
ki belki de ben bile kendimden bu kadar emin olamazdım. “Ama ona bakması
gereken bir babaya sahipken seni bu yükün altına itemezdim. Babamın yanından
Rüya’yı alıp senin yanına getiremezdim, onları yalnız da bırakamazdım.”
Her sorumun bir cevabı vardı ve ben yıllarca kendimi bir
hiç uğruna terk edilmiş olmama öylesine inandırmıştım ki şimdi ağzımı
açamıyordum.
“Bekle deseydin o zaman, ben bir gün döneceğim beni bekle
deseydin Hayal.” Adını daha fazla dilimin ucunda bekletmeye kıyamayıp
seslendiğimde ikimiz de aynı anda dudaklarımızı kıvırdık.
“Acıyla verilen kararlar, sonuçlarını düşündürtmek için
fazla fevri oluyor. Ben gözümün önünü göremezken, yıllar sonrasını hayal
etmekte hiç iyi değildim, yapamadım. Belki de beni yıllarca da olsa
bekleyeceğini bildiğimden, sana kıyamadım. Beni suçla, benden nefret et, bir
başkasına bana baktığın gibi bakmaya yüz bul istedim.” Nefeslenmek için bir an
duraksadı. “Yıllar önce senden gitmeye çalıştığımda ruhum ölürken de sana
âşıktım, son nefesimi alıp ölene dek de öyle olmaya devam edeceğim Yaman
Göktürk.”
Genzimin yanmaya başladığını, alev yutmuşum gibi
hissettirdiği gerçeğini gerilere itmeye çalıştım.
Benden keyfi bir biçimde, sıkılıp gittiğini sandığım
kadının yıllarca beni sevmeye devam ettiğini, en az benim kadar acı çektiğini
dinlemek ağır gelmişti. Onu o kadar çok suçlamıştım ki, şimdi vicdanım boğazıma
yapışmıştı. Böyle hissetmemi sağlayan bizzat oydu ama yine de rahat değildim.
“Oturup düşünse belki kimse yaptığımı yapmaz, kimse
mantıklı bulmaz ama acım o kadar büyüktü ki saptığım yolun aslında daha büyük
bir acıyı bana getireceğini hesaplayamadım.”
Anne kaybetmenin ne demek olduğunu bilmiyordum, belki bir
gün bilecektim belki de annemden önce ben ondan gidecektim ama düşünmeye
çalışınca bile derin ağrılar bırakan bir histi bu. Bir daha hiç görmeyecek
olmanın o an insana neler yaptırabileceğini kestiremiyordum.
Hayal’in annesini kaybettikten sonra babasına sığınmak
istemesine de yanlış diyemiyordum. Sadece benden gidebilmiş olması koyuyordu
işte, onsuz geçirdiğim dört yılı öylece bir kenara koyamıyordum.
“Ne zaman döndün?” diye sordum dayanamayıp.
Gözlerini kaçırdı. “Bir yıl oldu, babam yeniden
evlenince… Duramadım, Rüya’yı ona kavuşturayım diye senden gittim ama bu kez
bile isteye kopartmak zorunda kaldım babasından.”
“Bir tesadüf bugün burada olmamıza sebep olmasaydı, ne
olacaktı Hayal?” dedim yorgunluk çöken sesimle. “Sen taşınmak için Acar’ın
karşı dairesini seçmesen ne olacaktı?”
Cevap vermediğinde ben devam ettim. “Ben söyleyeyim sana,
o bahsettiğin son nefese kadar birbirine âşık olup yine de kavuşamayan iki
aptal olarak kalacaktık.”
Dudakları büzüldü, bunun ne demek olduğunu biliyordum.
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayacağım, dayanamıyorum demekti bu.
Ensesine yasladığım avucumla onu göğsüme bastırdığımda
ilk hıçkırık kalbimin üstüne düştü. Ardından diğerleri hiç durmadan göğsümde
sönmeye başladılar.
Ensesindeki tutuşumu sıkılaştırıp diğer kolumu da ona
sardım. Çenemi yasladığım saçlarından gelen kokuyla gözlerim yavaşça kapandı.
Dudaklarımda buruk bir gülümseme belirdi.
‘Ya her şeyi
geride bırakıp devam edeceğiz ve bu karşılaşma mucizemiz olacak ya da bunu
başaramayacağız ve bu cezamızı bine katlayacak,’ diye geçirdim
içimden. Hangi seçeneği istediğim kesindi ama hangi seçeneğe kavuşacağım asla
belli değildi.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder