Gözyaşı Kadehleri 9.Bölüm

 9.BÖLÜM



Gözlerimi aralamama yoğun bir baş ağrısı eşlik ettiğinde, yattığım yerden kalkmadan kendimi bu ağrının kaynağını bulabilmek için uyumadan önceki anı anımsamaya zorladım. Ancak uykum tam açılmadığından olacak ki hafızam bana elle tutulur hiçbir şey sunamadı.

Bir elimi alnıma bastırarak yatakta doğruldum. Yatağımın her zaman uzandığım kenarında değil, tam tersi tarafında uyumuş olmama anlam veremesem de ayaklarımı yerde sürükleye sürükleye odamdan çıktım.

Şu an bir enkaza benzediğimi hissediyordum. Banyoya uğrayıp aynadan kendimle karşı karşıya kalmak yerine mutfağa ilerleyip koca bir bardak suyu birkaç yudumda içtim. Aynı bardağı yeniden doldurduktan sonra ise yeni hedefim salona ulaşmak ve koltukta biraz yayılıp kendime gelmeyi ummaktı.

Salona girdiğimde beni neredeyse bardağı yere düşüreceğim bir görüntünün karşılayacağını bilebilmem mümkün değildi.

Üç kişinin oturabilmesi için gayet yeterli olan uzunluğuna rağmen üzerindeki bedeni doğru düzgün ağırlayamıyor olan koltuğumu -ve o bedeni- gördüğümde yüzüm allak bullak olmuştu.

Yataktan kalktığımda anımsayamadığım gece, gözleri örtülü halde koltuğumda uzanıyor olan adamı görür görmez hızla zihnime doluşmaya başlamıştı. Fakat uykuya dalmama yakın anlardan hiçbirini hatırlamıyordum. Kendimi en son salondaki koltukta oturuyor ve ona bir şeyler söylüyor halde hatırlayabiliyordum.

Evimde uyandığım her sabahın dört duvar arasında yalnız başlamasına alışkındım. Şimdi derin bir uykuda görünen Cevahir Avcıoğlu ile karşı karşıyayken bu alışkanlığıma ilk kez bu kadar büyük bir darbe vuruluyordu.

Baş ağrım ve gecenin son kısımlarını hatırlayamayışıma bakılırsa ben dozunu kaçırarak içmiştim. Buraya kadar bir sorun yoktu. Küçük adımlarla koltuklara doğru ilerleyip bardağı ortadaki sehpaya bırakırken gördüğüm ikinci şişe de beni doğrulamıştı hatta.

O da mı fazla içmiş ve burada sızmıştı?

Kaşlarım yarı çatık halde durumu düşünürken bulunduğu koltuğun çaprazındaki diğer koltuğun ucuna yerleştim. Gidip omuzunu sarsmak ya da sesimi yüksek tutup onu uyandırmak gibi seçeneklere sahiptim. Evimden gitmesini sağlamak için birden fazla yolum vardı.

Beni durduranın insanlığım ya da boşvermişliğim olduğunu söyleyerek kendimi kandırabilirdim ancak yapmadım. Onu sarsıntılı bir biçimde uyandırmayışımın altında dün akşamın kalıntıları vardı. Ailesiyle tanışmam -ne ölçüde tanıyabildiğim tartışılırdı aslında- beni kuytu bir köşeye itmiş ve Cevahir’e o köşeden, başka bir açıyla bakmama sebep olmuştu.

Az önce duvardan baktığım saat henüz sabahın sekizi olduğunu bana göstermişti. Öğlene kadar uyumasına izin verecek değildim ama bir iki saat daha ne hali varsa görebilirdi. Salonumda uyuyan birinin bana bir zararı yoktu sonuçta.

Sehpaya bıraktığım suyumu geri alıp yavaş yavaş yudumlarken bacaklarımı yukarı çekip koltukta daha az yer kaplayacak bir hale geçmiştim. Henüz bardağımın yarısı ve düşüncelerimin yüzde biri bile boşalmamışken salonu aniden yüksek ve tiz bir ses doldurduğunda yüzüm buruştu.

Telefon çalıyordu.

Çalan telefon bana ait olmadığı için kılımı bile kıpırdatmadan yerimde bekledim. Bakışlarım Cevahir’in yüzünü bulmuştu çoktan. Henüz ikinci çalış gerçekleşmeden gözleri hızla aralanmış, uyuyor olan o değil de benmişim gibi bedenini doğrultmuştu.

Bulunduğu yeri garipsemesini, gözlerini araladığında kendi evinde olmadığını fark ederek bir süre duraksamasını bekledim aslında ama son altı aydır burada yaşıyormuş gibi rahatça doğrulup sehpada duran telefonuna uzandı.

Ben kaşlarım havalanmış halde onu izliyorken, telefonu açmak yerine kenarındaki tuşa sertçe basarak kapatmış ve yerine geri bırakmıştı.

Salonda olduğumun farkında olmayabilir miydi? Acaba uykudan hiç ayılamamıştı da hem beni hem de evimi algılayamıyor muydu?

Burun kemerini iki parmağıyla sıkıştırdı. Başı ağrıyan tek kişi ben değildim anlaşılan.

“Günaydın,” dediğimde sesim hafif dalga geçiyormuşum gibiydi. Sesimle irkilmedi, hatta bakışları beni bulduğunda gayet sakindi. Bu da bulunduğu yeri gayet iyi bildiğini belli ediyordu.

“Günaydın,” diye yanıt vermesiyle yerimde kıpırdandım. “Sızmışsın sanırım burada.”

“Sızmadım,” demekte bir an bile gecikmedi. “Sızacak kadar içmedim.”

Dudaklarımı araladım ama o an tam olarak ne söylemem gerektiğini bulamamıştım. Sessiz kaldığımda ona yeniden konuşma şansı doğmuş oldu. “Sen benim yerime de sızdın zaten doktor.”

Gerginlikle yüzüne baktım. Sınırımı aşmazdım. Özellikle yanımda alakasız biri varken bunu yapacak biri değildim. Ancak masadaki şişeler ve benim ondan daha beter halde oluşuma bakılırsa bunu yapmıştım. Kendimi yalandan savunmak yerine başka bir yerden saldırıda bulundum.

“Sızacak kadar içmediysen salonumda ne arıyorsun? Burası keyfince kalabileceğin bir otel değil.”

“Böyle konforsuz bir otel en kısa sürede mühürlenirdi zaten.” Yüzü buruşmaya yakın bir halde konuştuğunda yanak içimi ısırdım. Sığamadığı koltuğumda mışıl mışıl uyuyamadığı belliydi.

“Kalkıp evine gitseydin o zaman,” dedim omuz silkerek. Sanki adamı tutup koltuğa bağlamıştım. Bana neydi?

“Kalmamı sen istedin.”

Donuklaşmama, ondan beklediğim duraksamayı ve afallamışlığı kendi kendime yaşamama sebep olan birkaç sözcükten ibaret cümlesi sonlandığında kısa bir sessizlik oldu.

Ne ölçüde sarhoştum ve ne ölçüde dilim çözülmüştü dün gece? Bunun cevabı birden fazla düğümü çözebilir ya da başka başka düğümler oluşturabilirdi.

Cümlesine nasıl bir tepki vermemi beklediğini bilmiyordum ancak donuk bir hale bürünmemi beklemiyor olduğu ifadesinden belliydi. Sanırım daha çok bağırıp çağırmamı ve itiraz etmemi beklemiş olabilirdi.

“Her neyse,” dedim düz bir sesle. “Sen çıkarsın birazdan, ben duşa falan gireyim.”

Yerimden kalkmak için hareketlendiğimde bunu başarabildim. Fakat adım atmaya başlayamadan önce o da ayaklandığı için olduğum yerde kalakalmıştım.

“Seray?” derken sesi soru sorar gibiydi. Ne sorduğunu anlamam mümkün olmadığından bekledim devamını getirmesini.

Bir adım önümdeydi. Karşı karşıya duruyorduk ama gözlerine bakabilmem için benim biraz çabalayıp boynumu germem gerekiyordu.

“Kalmamı sen istemedin, bunu duyduğuna bu şekilde tepki vereceğini düşünmemiştim. Eve gitmeye üşendim ve kaldım. Neyin var senin?”

Başımı iki yana salladım. Bu, ağrıyan başıma pek iyi gelmemiş ve zonklamasına sebep olmuştu. Yüzüm ağrıyla buruştuğunda aynaya bakıyormuşum gibi aynı şekilde yüzü buruşmaya yaklaştı.

“Bir şey yok,” dedim sadece. Ona, yalnız olmaya alışkın olmama rağmen bunu savunmasız kaldığım her an bozmaya çalıştığımı ve sarhoşken kendisini yanımda kalmaya ikna etmiş olmamın hiç uzak bir ihtimal olmadığını anlatmadım. Söylediğine fevri bir şekilde itiraz etmek yerine doğru olduğunu düşünerek çekinik hale bürünmemin sebebi buydu aslında.

“Öyle görünmüyor.”

“Her zaman her şey göründüğü gibi değildir Avcıoğlu. Bunu bilmiyor olamazsın.”

Yüzümde tek bir noktada duran bakışları o an birkaç yere daha uğradı, yüzümü süzdü. “Git al duşunu, bekliyorum. Kahvaltıyı dışarıda yapacağız.”

İtiraz etmek için dudaklarımı araladığımda işaret parmağını dik bir biçimde dudaklarımın ortasına yasladı. Teması belli belirsizdi.

“Beş on gün içinde evlenecek bir çifte alışması gereken bir dolu insan var, doktor. Benimle birlikte göz önünde olmak zorundasın.”

Az önceki donukluğum sebebiyle sunduğunu sandığım kahvaltı planının aslında bir anda ortaya çıkmadığını ve Cevahir Avcıoğlu’nun anlık planların insanı olmadığını bir kez daha hatırlamama sebep olan açıklamasına dudaklarımı tembellikle kıvırdım. Hareket ettirdiğim dudaklarım parmağına sürtünmüştü, elini indirmediğini ona bu hareketim hatırlatmış gibi parmağı yüzümden uzaklaştı.

“Bir saate hazır olurum,” dedim sadece. Hemen ardından salondan çıkmış ve ondan olabildiğince uzaklaşmıştım.

Bu sabah yapılacak olan kahvaltı belki günler öncesinden belliydi. Gece burada kalışı da bundan olabilirdi hatta.

Birkaç saniyeliğine dahi olsa sanki benim yalnız kalmakla ilgili çelişkilerimi anlamış ve hem gece hem de şimdi gitmiyormuş gibi aptalca kendimi avutmuştum.

Onunla ilgili anlarda yorumlarımı böyle incelikle değil, çıkarlarla bezeli şekilde yapmam gerektiğini kendime hiç durmadan hatırlatmalıydım. Aksi takdirde yine başı ve hatta canı yanan ben olacaktım.

 

~

 

Vita’da geçirdiğim en yoğun haftalardan birinin Perşembe günündeydim.

Haftamın yoğunluğu Volkan’ın aldığı izinden kaynaklıydı. Hastalarının bir kısmı gelecek haftalara dağıtılmıştı ancak dağıtılamayacak aciliyettekilerin benim randevularımın arasına sıkıştırılması ve aynı anda da acildeki tek jinekolog olmak beni tüketmeye başlamıştı.

Dördüncü günün öğle arası yaklaşıyorken Pazartesi günkü halimden eser yoktu. O sabahım da pek enerjik başlamış değildi ancak en azından fiziksel olarak yorgun hissetmiyordum o anlarda.

Haftanın başı Cevahir’in vazgeçilmez toplantısı ve ondan hemen önce sağlık raporu için verdiğim kanın içimde uyandırdığı fırtınalarla yeterince trajikti.

Her ciddileşen adımda yakın bir zamanda gerçekten onunla evlenecek oluşum ile yüz yüze kalıyordum.

Yine Pazartesi gününün akşamında, bana ‘düğünle ilgili organizasyon sür-…’ diye başlayan bir cümle kurmayı denemiş ben ise boş bakışlar atarak arabama kaçmıştım. Sanırım bu süreçte benim küçük bir masa süsünün rengini bile seçmeyeceğimi anlamış olmalıydı ki bir daha sesi çıkmamıştı. Bugüne kadarki iki günü de onu görmeden sonlandırmıştım hatta.

Öğleden önceki son hastam kapıdan çıktığında masamda ellerimle yüzümü kapatarak biraz bekledim. Fiziksel ve zihinsel yorgunluğuma rağmen hastalara bunu yansıtmamaya çalışırken kendi pilimi daha da hızlı tüketiyordum.

Birkaç dakika sonra kapım tek bir vuruşla çaldığında ellerimi yüzümden çektim. Dirseklerim masaya, çenem de avuçlarıma yaslı halde kapıya doğru baktığım sırada kapı açılmıştı.

“Müsait misin?”

Bir iki hafta öncesine kadar duymaya çokça alıştığım bir sesten gelen soruyu, daha doğrusu o sesi duymayı beklemiyordum.

“Evet,” dedim hemen. “Gelsene Oğuz.”

İçeri girip kapıyı kapattığında bir süredir koridorlarda ve toplantılarda karşılaşmak dışında iletişimim olmayan arkadaşımı saklamaya gerek duymadığım bir özlemle izliyordum.

Masamın önündeki sandalyelerden birine yerleşti. “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda bunun genel bir soru mu yoksa aramıza duvarlar ören konunun devamı olarak sadece Cevahir ve beni mi kapsadığını çözememiştim.

Her ikisine de yalan olmayan cevabım ‘kötü’ olurdu ancak bunun yerine ortak bir beyaz yalana sığındım. “İyi, her şey olağan. Sen nasılsın?”

Omuz silkti hafifçe. “İyiyim herhalde.”

Yüzüm az da olsa kasıldı. “Herhalde?” diye tekrarladım ilgimi çeken kısmı.

“Bir haber vermek için geldim sana,” dediğinde merakla yüzüne bakıyordum. “Hayatımızdaki önemli haberleri birbirimizle paylaşma işini bıraktık sanırım ama ben yine de bunu yapmaya karar verdim.”

Dudağımın kenarını sertçe ısırdım. Ona haksızmış gibi kızamıyordum, haklıydı ve haklı oluşu elimi kolumu bağladığından ne adım atabiliyor ne de başka bir yol bulabiliyordum ona ulaşmak için.

“Dinliyorum seni,” dedim ilk iki hecesi pürüzlü çıksa da sesimi kontrol edip düzelterek.

“Başvurduğum eğitimi hatırlıyor musun?”

İki saniyeyi geçmeyen düşünme sürem bana bahsettiği eğitimi anımsatmaya yetmişti. Başımı salladım. “Almanya’dakinden bahsediyorsun.”

Duraksamaya bile gerek duymadan hatırlamam sanırım beklemediği bir şeydi, yüzü anlık da olsa yumuşamış ve bana karşı takındığı o hafif soğuk tavır o an için kaybolmuştu.

“Evet,” dediğinde gülümsedim. “Kabul edileceğini söylemiştim sana.” diyerek gülümsememi söndürmeden konuştum. İki aydan fazla zaman önce konuşmuştuk bu konuyu, Oğuz nedense fazla olumsuz düşünüyordu ama ben sonuca şaşırmamıştım.

“Söylemiştin,” dediğinde gözlerim kısıldı. “Ee, ne zamandı tarihi? Yazın mıydı?”

“Pazar sabahı uçuşum var, Seray.”

Bahsettiğim yorgunluklarımın bir hiç olduğunu, Oğuz yanıt verdikten hemen sonra kavradım.

Üç gün sonra gidiyordu. Gülümsemeye devam etmeyi denedim. Onun için büyük bir fırsat olduğunun farkındaydım, gideceğini düşünerek üzülme işini yalnızken hallederdim.

“Aslında haber vermekten çok vedalaşmaya geldin yani,” dedim sessizce. Bu farkındalık üstüme ağır gelmişti.

“Sanırım öyle.”

Sandalyemi geriye iterek masadan uzaklaştıktan sonra ayaklandım. “Vedalaşalım o zaman.”

Bu kadar yakın zamanda gidecek olması, aslında verdiği haberi dün ya da bugün almadığının kanıtıydı. Bir süredir biliyordu. Benimle paylaşmak istediği haber eğitime aldığı kabul değil, birkaç gün içinde Almanya’ya gidecek oluşuydu.

Masamın ucundan döndüğümde ona yaklaşmıştım. Ayağa kalktığında kollarını araladı. Yavaşça kollarının arasına girdiğimde burnum sızlamıştı.

Bana değer verdiğini hissettiğim o kadar az, o kadar tek tük insana sahiptim ki…

Oğuz’a sarıldığım anda çok farkına varamadığım ama biraz sonra odamdan çıktığında aklıma dank edecek olan yalnız kaldığım gerçeği sırtıma yüklenirken kırgındım.

Oğuz’a ya da bir başkasına değil, tamamen kendime kırgındım.

Odada tek kaldığımda birkaç dakika kıpırtısızca olduğum yerde bekledim. Açlığım Oğuz gelmeden önce hissedebileceğim kadar yoğunken şimdi tok hale gelmiştim birden.

Öğleden sonraki hasta yoğunluğunu sabah yaptığım kahvaltı ile atlatabilmem hiçbir şekilde mümkün değildi. İsteksiz adımlarla da olsa odamdan çıkıp asansörlere doğru yönelirken kendimi bu şekilde ikna etmiştim.

Dakikalar sonra sindirmeye çabalarken beni yormayacağına inandığım bir tabak salata ile bakışırken çatalım elimdeydi ama yeşillikleri sağa sola itip durmaktan başka bir şey yaptığım yoktu.

Yan masamda tanıdık birinin oturduğunu fark ettiğimde bakışlarım orada takılı kaldı. Kulağına yaslı duran telefonu, önündeki birkaç küçük tabak ile birlikte devam ettiği yemeği esnasında bir aramada olduğunu gösteriyordu.

Muhsin Paker, Vita’nın son beş yıldır hiç değişmemiş olan ve değişecek gibi de durmayan başhekimiydi. Ona dair bildiklerimin böylece son bulmasını isterdim aslında. Bir doktor, çalıştığı hastanenin başhekimi hakkında en fazla böyle bilgilere sahip olurdu. Normal bir senaryoda…

Bakışlarım fazla ağır hissettirmiş olacak ki bir anda gözleri üzerime çevrilir gibi oldu. Bakışlarımı salata tabağıma çevirişim hızlıydı. Bu hıza yetişebilmiş miydi bilmiyordum ancak yeniden ona bakma riski almadım.

Restoranın uğultusundan dolayı duyamadığımı düşündüğüm sesi, ben bakışlarımı kaçırdıktan hemen sonra kulağıma dolabildiğinde belli belirsiz güldüm kendi kendime. Sesini bana bilerek duyurduğunu anlayamayacak kadar salak mı sanıyordu beni? Sanmaya devam edebilirdi.

“Akşam görüşürüz o zaman babam, dikkat et olur mu? Kendini yorma boşu boşuna kızım.”

Peş peşe cümlelerde çocuğuyla konuştuğunun altını çizer gibi kelimeler seçmesi tesadüf olmayacak kadar fazlaydı. Sesini yükseltmesi, yükselttiği sesinin hangi cümleleri bana duyurduğu… Bunlar gayet düşünülmüş hareketlerdi.

Birkaç çataldan fazlasını almaya midemin izin vermediği tabağı ileri ittim. Masada duran telefonuma dokunup saate baktığımda burada en fazla on dakika daha kalabileceğimi görmüştüm. On dakikayı bu masada değil bahçede tüketmek daha iç açıcı bir seçenek olduğundan ayağa kalkmak için hareketlendim.

Ben henüz kalkmadan paldır küldür adım sesleriyle birlikte masamın üstünde bir gölge belirince kaşlarım çatık halde bakışlarımı yukarı çevirdim. Tepemde dikilen, gölgesi üstüme düşen kişi Teoman’dı.

“Afiyet olsun yenge,” diyerek koşarak yanıma gelmemiş gibi sakin sakin konuştuğunda tavrını anlamlandırmakta zorlanıyordum.

Yenge düzeltmesi yapabileceğim bir yerde olmadığımız için hayıflanarak gülümsemeye çalıştım. “Teşekkür ederim Teo,” dedim ismini uzatmadan. Tam halini söylediğimde her seferinde bana aksini yapmam için söylenip duruyordu çünkü.

Yanıma gelmesine sebep olanın ne olduğunu anlamak için biraz bekledim. Konuşmaya devam edeceğini düşünmüştüm ama öylece bekliyordu. “Bir şey mi oldu?” dedim dayanamayıp.

“Yok, ne olsun? Öyle bir yanına uğrayayım dedim.”

Üstelemedim. Ne karıştırdığını ya da amaçladığını anlamak için sorgulayacak enerjim yoktu.

“Bahçeye çıkacaktım, bir şeyler yiyeceksen-…”

“Çıkalım birlikte, ben de geleyim.”

Teoman’a yorgun bir bakış attım. “Tamam, gel.”

Sandalyeden kalktığımda Teoman’ın olduğu taraftan geçemeyeceğim için diğer taraftan, yan masanın yakınından geçmem gerekmişti. Olabildiğince hızlı şekilde ve göz teması kurmadan başhekimin yanından geçtiğimde çıkışa doğru yöneldim. Teoman’ın peşime takıldığını bakmasam da hissediyordum.

“İyisin değil mi yenge?” Açık alana adımlamak üzereyken adımlarını benimle eş hale getirip yanımdayken konuşan Teoman’a doğru döndüm. “Kötü mü görünüyorum?”

“Yok,” dedi hemen. “Yani görüntü açısından değil de şimdi şeyin yanından geldik ya hani…”

Gözlerimi sıkıca kapattım birkaç saniye için. “Sen de biliyorsun,” dedim kısık bir sesle. Gözlerimi açmadan konuşmuştum.

Karşılığında savunmasızca anlaşmalı bir evliliği kabul ettiğim sırrın yayılmaması bu şekilde mi gerçekleşecekti? Avcıoğlu benimle oyun mu oynuyordu?

“Yenge…” derken Teoman’ın sesi tedbirliydi. Gözlerimi araladığımda onu dikkatle yüzüme bakarken bulmuştum.

Yüzümün, daha da önemlisi gözlerimin ne halde olduğunu şu anda bilemiyordum ama karşımdaki adamın tedirgin bakışlarından anladığım kadarıyla iç açıcı görünmüyordum.

Kesik bir nefes aldım. Sakinleşmek için sayı saymaya başlamalıydım belki ama bunu yapmaya zorlamadım kendimi. Topuklularımın üzerinde fayans zeminde dönüp sert adımlarla asansörlerin dizili olduğu duvara doğru ilerlemeye başladım.

“Yenge!” diyerek arkamdan hem seslenen hem de gelen Teoman’ı duyuyordum ancak duyduğumu belli edecek hiçbir tepki vermedim.

Asansör beni -ve kuyruğum gibi benimle gelen Teoman’ı- 10. kata ulaştırana dek asla ağzımı açmamıştım. Asansöre bindikten sonra Teoman da nereye gittiğimi anladığı için sessizleşerek beklemişti.

Asansörden çıkıp hızla koridoru yürüdüm. Artık haddinden fazla girip çıkıyor olduğum tanıdıklaşan kapının önüne geldiğimde sağ tarafta oturan sekreter ayaklanır gibi oldu. Ağzını açamadan ben kapıyı açmış ve hiçbir onay beklemeden odaya dalmıştım.

Cevahir’in içeride yalnız olmaması ihtimallerden biriydi. Bunu içeriye girmeden önce de biliyordum. Ancak içeriye girdiğimde masasının önündeki sandalyeleri ve karşı duvarın ucundaki koltuğu dolduran küçük insan kalabalığı ile karşı karşıya kalınca adımlarımın teklememesi için bayağı mesai harcamam gerekmişti.

Üzerimde istisnasız hepsinin bakışları geziniyorken kıpırdamadan baktığım noktada yalnızca ona ait bir çift kahverengi iris vardı.

Odadakilerin kim olduğunu bilmiyordum, umurumda da değildi. Dudaklarımı aralayamadan önce Cevahir ayaklanarak masasının arkasından çıkıp bana doğru geldiğinde sessizleştim.

“Teo içeriyi sen hallet.”

Kapının girişinde, benim hemen arkamda kalan Teoman’a bakarak konuştuktan hemen sonra sağ avucuma büyük elini sertçe doladı. Canımı yakacak bir sertlik yoktu, tutuşunun bu hoyratlığının etraftaki herhangi bir göz tarafından da anlaşılamayacağından emindim. Sertliği bana kadardı.

Elimi bırakmadan beni sağda kalan ikinci kapıya yönlendirip içeriye soktuğunda az önceki insanların ne düşündüğü umurumda değildi ama bir şey düşünüyorlarsa da kavga etmek üzere olan bir çift gibi görünüyorduk sadece.

Girdiğimiz odanın küçük bir dosya arşivi olduğunu anlamakla meşgul olduğum sırada Cevahir kapıyı kapattı. Fazla geniş sayılamayacak odanın girişinde, kapının hemen dibinde karşı karşıyaydık. Sırtımı yaslı olduğu kapıdan ayırmadım. Burnumu havaya dikerek yüzüne baktım.

“Odama böyle baskına gelir gibi girişinin mantıklı bir açıklaması var mı doktor?”

Ciddiyetsizliği, profesyonellikten yoksun herhangi bir şeyi asla kaldıramayacağı her halinden belliyken odasına dalmamdan hoşnut olmaması kaçınılmazdı.

“Ben senin teklifini ne için kabul ettim, etmek zorunda kaldım?” diye sordum az önce bana söylediğini umursamadan.

Duraksadı. Uzun sürmedi bu duraksayış. “Ne saçmalıyorsun?”

“Sen…” dedim sinirlerimi kontrol etmeye çalışarak. Öylesine doluydum ki. Önce Oğuz, sonra telefon konuşmasıyla öğlenime bomba gibi düşen Muhsin Paker...

“Ben ne?” diye soludu. Sinirden konuşamayacak hale gelişimi dikkatle seyrediyordu.

“Beni tutsak ettiğin sırrı, kimseye söylememen için karın olmayı kabul edecek kadar ileri gittiğim sırrı nasıl öylece bir başkasına söyleyebilirsin?”

Sesim gittikçe kısılmış, gözlerim ben konuştukça peş peşe kapanıp açılmıştı. Kırpıştırdığım gözlerimin izin verdiği ölçüde ona bakıyor, ifadesinin ne yönde değişeceğini anlamaya çalışıyordum.

“Cevap ver!” diye yükseldim suskunluğu birkaç saniyeyi aştığında. “Ne hadle sen bana ait bir sırrı başka birine söylersin Cevahir?”

Bu kadar güvenilmez bir adam mıydı?

“Sesinin ayarını düzelt önce,” dedi gözleri kararırken. “Karşıma geçip hesap sorar gibi bağırıp çağıramazsın. Bilip bilmeden beni sınama, doktor.”

“Ben ne soruyorum sana, sen ne anlatıyorsun; aklımı yitireceğim.” Çaresizce mırıldanırken başımı geriye doğru, kapıya denk gelecek şekilde vurdum. “Teo’ya nasıl söylersin bunu?” dedim yorgun bir sesle. “Ben ailene dair öğrendiklerimi Oğuz’a anlatsaydım sakin kalır mıydın?”

Yüzü gölgelendi. Odanın içine bir yerden soğuk bir rüzgâr esmiş gibi ifadesi buz kesti.

“Önüne çıkan ilk pürüzde siktirip gitmeyi seçen vefasız arkadaşını Teo’yla bir tutma.”

Omuzlarım kasıldı. Oğuz’un gideceğini bilmesi şaşırtıcı değildi, hastanenin eğitimi süresince yerine birini bulması gerekiyordu elbette.

“Gezmeye mi gidiyor sence?” dedim alayla.

“Bilmem,” dedi sakince. “Eğitim sonunda Vita’ya dönmesi için sunduğum teklif yerine istifa etmeyi tercih ettiğine göre dönmeden bolca da gezer herhalde.”

Nefes almaya çalıştım. Kocaman, ciğerlerime bolca hava yollayacak ve beni biraz olsun rahatlatacak bir nefes almaya çalıştım ama boğazımda koca bir yumru varmış gibi boğulmaktaydım.

“İstifa etti,” diye mırıldandım kendi kendime. “Oğuz… İstifa mı etti?”

Soruma cevap beklemiyordum. Sadece ilk duyuşumda direkt olarak kabullenebileceğim bir gerçekten çok daha büyüğüyle karşı karşıya kaldığım için afallamıştım.

Birkaç aylığına hastaneden uzak olma fikrine dahi üzüntüyle yaklaştığım, aramız kötüyken gittiği için pişman hissettiğim arkadaşımın dönmeyecek olma ihtimaliyle yüz yüzeydim. İstifa etmişti. Döndüğünde çalışmak isteyeceği Vita’dan daha prestijli bir hastane yoktu. Sürekli söylüyordu bunu, ya buradayım ya yurtdışındayım diyordu.

Artık burada olmayacağına göre…

Dönmeyecekti.

Gülümsemeyi denedim. “Güzel,” dedim müthiş bir haber almış gibi. “Hastam gelmek üzeredir, ben gideyim.”

Kapıya yüzümü dönmek için hareket edecekken bel boşluğumdan hızla yakalandım. Avucu belimi esir aldığında dönememiştim tabii.

“Bana olan öfkeni unutacağın kadar kötü bir haber miydi bu?” diye sordu açıkça. “Giden birinin arkasından üzülmenin anlamsızlığını öğrenmek için biraz büyümüşsün aslında.”

Hep kalan taraf olmanın, terk edilmenin nasıl hissettirdiğini oturup ona anlatacak değildim. Oğuz’un gidişinin benim için bir ilk olmadığını bilmesine gerek yoktu.

“Elini çek,” dedim belimi serbest bırakması için. Aynı anda da beni dinlememesi ihtimaline karşın elimi uzatıp bileğine tutunarak onu itmeyi denemiştim.

“Seray,” dedi ne sözcüklerime ne de bileğine bastırdığım parmaklarıma aldırmadan elini aynı yerde tutmaya devam ederken. “Sırrını öğrenen Teo’ydu. Bana söyleyen de oydu. Sana sırrını paylaşmayacağımı söylediysem, paylaşmam. Benimle mezara gelmesini istersen o sırrın, öyle olur. Bana güvenmeyi öğren, yoksa biz bu yolu sürekli yerde sürüklenerek bitirmek zorunda kalacağız.”

Bana güvenmeyi öğren…

Peş peşe zihnimde yankılanan üç sözcükten ibaret cümlesi çok fazla yere aynı anda dokunmuştu.

Ona güvenmeyi öğrenmek mümkün müydü? Asıl soru şuydu aslında, benim birine güvenebilmem mümkün müydü?

 

~

 

“Küsmedik değil mi yenge?”

Teoman’ın civciv yavrularını aratmayacak bir yapışıklıkta peşimden yürüyüşü asla son bulmazken, bir diğer son bulmayan şey de aynı soruyu farklı kelimelerle soruşuydu.

Küs müyüz, kızgın mısın, kırıldın mı, sinirli misin şeklinde liste uzayıp gidiyordu ve istisnasız her sorunun sonunda o lanetli beş harf vardı. Yenge…

“Küsmedik!” diye bağırdım dayanamayarak arkamı pat diye dönüp. Otoparkın ortasında avazım çıktığı kadar bağırmam trajik sonuçlanmamıştı, etraf boştu.

“Bağırıyorsun sanki biraz ama…”

Elimi yüzüme bastırdım. Randevulu hastalarımın ardından yatış verdiklerimi çıkmadan önce son kez kontrol etmiş ve acile de uğrayıp eve gitmek üzere arabama yönelmiştim. Tüm bunlar yaşanırken Teoman bir an bile tepemden ayrılmamıştı.

Ceylin’in anlattığına göre ben öğleden sonraki hastaları kontrol ediyorken de odamın karşısındaki bekleme koltuklarında oturmuş ve beni beklemişti.

Cevahir’in peşinden gitme işi bitmiş ve artık benim kuyruğum olmaya mı karar vermişti, anlayamıyordum.

“Bağırmıyorum,” dedim sesimi sabit tutmaya çalışarak. “Bağırmıyorum Teo, tamam mı?”

“Tamam yenge.”

Sabır dilenen cümlelerimi gökyüzüne doğru fısıldarken çantamdan araba anahtarımı çıkartmaya çalışıyordum bir yandan da.

Çantamda bir türlü bulamadığım anahtar sinirlerimi iyice bozarken kenara çöküp bağıra bağıra ağlamak üzereydim. Sinirlerim öylesine yıpranmıştı ki bugünü hafızamdan sildirmek için acılı birkaç işlemi göze alabilirdim.

“Ben bırakayım mı seni eve? Hiç sinirli ve gergin değilsin ama yine de sanki araba kullanmasan iyi olur gibi bence.”

Sinirli ve gergin olmadığımı söylediği kısmı biraz muzipçe tonlamıştı. Ters ters yüzüne baktım.

“Gerek yok.”

“Peki,” dedikten sonra sustu.

Gerçekten sustu.

Tekrar konuşmadığında çantamın içinde kalan elimi çıkartmadan hayretle yüzünü inceledim. Israr etme, olabildiğince fazla kez yenge deme seçeneklerine başvurmayacak mıydı?

Ne olsun istiyorsun tam olarak Seray?

Dengesizliğimi yargılayan mantıklı sese kulak vererek konuyu dallandırmadım daha fazla. Anahtarımı sonunda bulduğumda derin bir oh çektim. Arabanın kilidini açmak için anahtarı kullandığım sırada göz ucuyla hemen yanımda beklemekte olan Teoman’a bakmıştım istemsizce.

Yüzü düşmüş, üzgün bir şekilde arabamın ön camına doğru bakıyordu.

Dilimi ısırdım. Susmalı ve arabaya binip buradan defolmalıydım.

Elbette yapamadım.

“Ne oldu?” diye sordum omuzlarım çökerken. “Niye dertli dertli arabama bakıyorsun Teo?”

“Rahat rahat eve bırakılmak varken bunu istemediğine göre kesin küsmüşsün bana.”

“Baksana sen bi’ bana,” dedim kolunu dürtüp. Küskün çocuklar gibi omuz silkerek de olsa çaktırmadan yüzüme baktı. “Sen manyak mısın?” dedim sakince. Sanki nasılsın diye soruyormuşum gibi normaldi sesim.

“Hı?” diye anlamsız bir ses çıkarttı.

“Ne diye takıldın benim kızmama, küsmeme? Boş versene beni.” Bir nefeslik zaman bekleyip devam ettim. “Cevahir söylediyse git ilgilen diye, onu da boş ver.”

Teoman’ı dibimden ayrılmamaya zorlayanın Cevahir olabileceğini düşünüyordum. Öğlen yaşanan sır krizinden sonra yanından çıkıp gitmiştim, ne halde olduğumu anlamak için Teoman’ı kullanıyor olabilirdi. Yeterince kötü değilsem belki gece evime gelir ve yerden kalkamayacak kadar çok kötüleşmeme yardımda bulunurdu.

“Cevahir abi bir şey demedi, öğleden sonra çıktı o zaten.”

“O zaman ne diye yoruyorsun kendini Teo? Git keyfine bak, patronun kaçmış madem sen de yayıl yat.”

“Mahcup hissettim,” dedi birden. “Bugün daha da dank etti durumun nasıl benim yüzümden birbirine girdiği. İyi görünmüyorsun, istemesem de bunun içinde benim de payım var.”

“Öğrendiklerini kendine saklasan, abine söylemesen iyi olurdu; evet.” dedim yarısı alayla yarısı da keşkelerle dolu bir sesle.

Teoman’ın bunu gerçekleştirdiği bir senaryonun sonu benim evleniyor olduğum bir kapıya çıkmazdı. Bugün bambaşka bir halde, bambaşka bir durumun içinde olacağım kesindi.

“Bu arada…” dedim aklıma son anda gelmiş gibi. “Kimden duydun sen bunu? Benden olduğunu sanmıyorum çünkü.”

“Muhsin’den,” dedi sessizce. Bakışlarım arada etrafı tarıyor ve birilerinin yakınımızda olup olmadığını kontrol ediyordu. Konuştuklarımız çoğunlukla şifreli gibiydi ama yine de riske atmak istememiştim.

Burukça gülümsedim. “Kime anlatıyordu?”

Gülümseyişime pek bakmadan, kendini bakmamaya zorladığı belliydi, gözlerime baktı. “Telefondaydı, bizim geldiğimiz ilk günlerdi zaten. Ayrıntısını hatırlamıyorum.”

Başımı salladım. “İyi,” dedim önünde durduğum ön yolcu koltuğunun kapısına uzanırken. “Eve bırak artık beni o zaman.”

Kapımı kapattığımda Teoman birkaç saniye hareketsiz kaldı. Camı açıp ona baktım. “Hadisene Teo, yorgunluktan bayılmak üzereyim.”

Arabanın önünden aceleyle dolaşıp sürücü koltuğuna geçti. Başımı sağıma doğru çevirip oraya yaslandım. “Adres vermem gerekiyor mu?”

“Hayır,” dediğinde pek şaşırmamıştım. Evet dememesi işime gelmişti hatta. Yolun çok uzun sürmeyeceğini bile bile yerimde yayılıp gözlerimi kapattım.

Tüm günün hatta haftanın yorgunluğuyla direkt olarak derin bir uykunun kollarına çekildiğimde gözlerimi yeniden araladığımda nerede olacağımı bilebilseydim, Teoman’ı şoför yapmak yerine arabanın önüne serdikten sonra üstünden ezerek geçip evime giderdim.

Arabanın durduğunu algıladığımda derinleşmeyen uykum direkt dağılmış ve gözlerim aralanmıştı.

Bulunduğumuz konumun evimin sokağıyla herhangi bir alakası olmaması aklımı karıştırırken afallamış halde Teoman’a doğru döndüm. “Neden durduk?”

Abartılı bir şekilde gülmeye çalıştı. Aynı anda da sertçe yutkunmuştu.

“Şimdi şöyle ki…”

Girizgâhı yapmıştı ancak devamında hiçbir şey söylemiyordu. Sinirle ona çatmaya başlayacağım sırada gözüm arkasında kalan, onun camından net bir biçimde görünen yere takıldı.

“Teo?” dedim sakince.

“Dinliyorum yengem.”

“Boğarım seni.” derken o kadar ılımlı bir ses tonu kullanmıştım ki dışarıdan psikopat gibi görünüyor olabilirdim.

“Olur yenge, boğarsın mutlaka.” Duraksamadan onay vermesine bakılırsa tek psikopat ben değildim. “Ama önce şu ölçü işi hallolsun gözünü seveyim. Yoksa senden önce beni boğacak çok hevesli bir isim olacak çünkü.”

Kızmam gereken ismin Teoman olmadığını kendime hatırlatmayı denedim. Cevahir’in istediklerini yapmak dışında bir derdi yoktu, benim sinirlerimi özel olarak bozmaya çalışmıyordu. Tüm öfkemi ona kusmama da gerek yoktu bu nedenle.

“Cevahir içeride mi?” dedim yarım ağız gülümserken. Teoman olumlu anlamda başını salladığında kapıma uzandım. “Harika o zaman, ben gideyim de canım kocam daha fazla beklemesin.”

“Şu inişin sonunda kendini evlenmeden dul bırakırsın gibi geliyor bana yenge, derin nefesler al olur mu?”

Yeterince nefes alıyordum ancak hiçbir nefesin kuvveti benim sakinleşmeme yeterli gelemiyordu.

Arabadan indiğimde az önce gördüğüm, ön kısmındaki boydan boya cam bölmede bulunan birkaç cansız mankenin üzerinde bembeyaz gelinliklerin bulunduğu mağazaya doğru yürürken elimde olsaydı topuklarımla kaldırımı delebilirdim.

Tüm olan bitene tüy dikmek için bir gelinlik provamız eksikti, o da az sonra gerçekleşiyordu.

Mağazadan içeriye girdiğimde, ki girmeden önce dahi anlaşılırdı, beni sayılı askı ve raf karşılamıştı. Bir mağaza ne kadar boşsa, o kadar abartılı bir pahaya sahip oluyordu. Girdiğim bu yerin de bulanabileceğim en abartılı fiyata sahip gelinlikleri önüme çıkartacağından şüphem yoktu.

Cevahir bir arama motoruna ‘en pahalı gelinlik nerededir’ gibi bir şey yazmış olabilirdi. Potansiyeli vardı.

“Hoş geldiniz,” diyerek neşeyle yanımda beliren sarışın genç kadına doğru döndüğümde yüzünde kocaman ve benim aksime bolca keyif içeren bir gülümseme bulmuştum. “Seray Hanım değil m?”

Başımı salladım hafifçe. “Teşekkürler.”

“Böyle buyurun lütfen, Cevahir Bey içeride. Sizi bekliyorduk.”

Siz beni bekliyordunuz ama ben burada olmayı bekliyor muydum acaba? Satış danışmanına oturup dert yanmak yerine mantıklı olan seçeneği seçerek beni yönlendirdiği kısma doğru yürüdüm.

Mağazada in cin top oynuyordu, muhtemelen randevulu çalışıyorlardı. İçeride birkaç çalışan dışında hiç kimseyi görememiştim.

Mağazanın sağ kısmında düzgün bir oturma alanı olarak yerleştirilmiş koltuklar ve onun hemen önünde küçük yuvarlak bir yükselti vardı. Bu oturma grubunun gelinle birlikte gelen küçük kalabalıklar için ayarlandığı belliydi ancak benim kalabalığım tek bir kişiden ibaretti.

Cevahir’i yandan görüyordum. Telefonuna bakıyordu ama topuk sesleri duyduğunda direkt olarak başı buraya çevrilmişti.

Ayağa kalktı. Tok adım sesleri eşliğinde yanıma doğru geldi. Her geçen gün beni daha da şaşırtacak ölçüde profesyonelleşen oyunculuğuyla birlikte yüzünde yumuşak bir ifade belirmişti. Ciddiyetle sarmalanan yüzü, evleneceği kadını gördüğünde aydınlanmış gibiydi. Seyircilerimizin böyle düşündüğünden emindim.

Dudağım ve yanağım arasında kalan sınırda küçük bir baskıyla dudaklarını hissettirdiğinde uzun bir nefes verdim burnumdan. “Hoş geldin hayatım.”

Hayatın kaysın canım… Demedim, evet. “Hoş buldum,” diyebildim sadece sıcak tutmaya çalıştığım sesimle.

Biraz uzağımızda kalan çalışanlara ulaşan ilk sözcüklerimin ardından sesimi kısık, yalnızca ona ulaşacak bir fısıltıya çevirdim. “Emrivakilerinden nefret ediyorum Avcıoğlu.”

“Düğününde dolabındaki herhangi bir elbiseyle mi etrafa poz vermek isterdin?” diye soruşu benim fısıltıma benzer şekilde kısıktı.

“Çıplak olmayı bile tercih edebilirim.”

Burnunu yanağıma belli belirsiz sürttü. “Düğünden sonra dilediğin kadar çıplak olabilirsin.”

Göğsünden bastırıp onu sertçe itmek ve suratına beş parmağımın izini çıkartmamak için abartılı bir cilveyle kıkırdadım. Omuzlarına tutunup onu nazlandığımdan itiyormuş gibi kendimden uzaklaştırdığımda yalnızca onun görebildiği gözlerimden alevler çıkıyordu.

“Bir an önce işimizi halledelim canım, insanları da bekletiyoruz.” Mahcup olmuş gibi çalışanlara doğru baktığımda film izler gibi burayı kestiklerini görmüştüm. Canlı canlı magazin haberi izliyorlardı aslında, yargılamayacaktım.

“Ben katalogları getireyim incelemeniz için Seray Hanım, oturun lütfen.”

Kızlardan birinin konuşmasıyla hızla yanımızdan ayrılması bir oldu. Az önce Cevahir’in oturuyor olduğu koltuğa geçip kendimi bıraktığımda kemiklerim ve kaslarım aynı anda isyan bayrağı kaldırmıştı.

Diğer çalışanların da şu an yakınımızda olmayışını fırsat bilerek yanıma oturmuş olan Cevahir’e baktım. “Önüme çıkan ilk sayfadaki gelinliği çok beğenmiş gibi yaparım ve ölçü verip çıkarız. Tamam mı?”

“Tamam değil.”

“Cevahir,” diye dişlerimin arasından adını tıslar gibi seslendiğimde gömleğinin kollarını gevşetmekle meşguldü. “Gerçekten beğendiğine emin olduğum an gelene dek mağazadaki her gelinliğini denemeni sağlayabilirim. Bunu istemiyorsan beğendiğin gelinliği düzgünce seç.”

“Oradan bakınca güle oynaya gelin oluyormuş gibi mi görünüyorum?”

“Buradan bakınca inatçı bir keçiden farklı görünmüyorsun, doktor. Parmağındaki yüzüğü beğendiğinin farkındayım ve bu seni yüzükle daha az sorun yaşamaya itti. Şimdi aynısını gelinlik için yapmanı istiyorum.”

Hastanedeyken eldivenlerimi yırtıp geçmemesi için takmadığım yüzüğü çıkarken parmağıma geçirmiş olmam ve bir haftadır bunu doğru düzgün hiç unutmadan artık rutin haline getirmem söylediklerinin yarısını doğruluyordu.

“Yüzüğü sen seçmiştin,” dedim omuz silkerek. “Gelinliği de seç o zaman.”

Bunu yapmayacağını, daha doğrusu uğraşmayacağını düşündüğümden sorumluluğu ona itelemiştim. Beni şaşırtmayı bir meslek haline getirdiğinden tek yaptığı başını sallayıp onaylamak oldu. “Tamam, seçerim.”

Cevahir benim ‘sen seç o zaman’ alayımı ciddiye alarak gerçekten bunu yapmak üzere katalogların sayfalarını çevirmeye başladığında etraftakiler bu ilgisini eriyerek izlerken ben bacaklarımı birbirinin üstüne atmış sayfalarda neler olduğunu görmem çok elzemmiş gibi bedenimi ona doğru devirmiştim. Üstüne bıraktığım ağırlığıma hiç aldırmadan sayfaları çevirirken bir noktada aslında hangi sayfada duracağını ve benim o gelinliği beğeneceğimi düşüneceğini merak ediyordum.

“Fazla kabarık bunların hepsi,” diye söylendiğinde duraksadım. “Kabarık bir şey giymez miydim?”

Yanıt vermedi ama sayfaları çevirip durmaya devam edişi aslında başlı başına bir yanıttı. Doğru bir yanıttı.

Prenses etekli kabarık gelinliklerden hiçbiri benim için cazip görünmüyordu. O gün ne giyeceğim önemli miydi? Hayır, değildi. Ancak önemli olsaydı tercihim belden aşağımda koca bir yumak tül taşıyor olmak olmazdı.

Bakışlarımı kısa bir an etrafta boş boş dolandırıp Cevahir’in çevirdiği sayfalardan uzaklaştırdığımda bir iki saniye dolmadan önce adımı duydum. “Seray,” deyişiyle birlikte gözlerim önce onu ve ardından bakıyor olduğunu gördüğüm sayfayı buldu.

İkinci kataloğun son sayfalarına doğru gelmişken ilk kez durmuş ve ilk kez paldır küldür diğer sayfaya geçmemişti.

Baktığı sayfada duran gelinliğe bakışlarımı çevirdiğimde onun yaptığı gibi ben de biraz durdum. Gelinliğin omuz askıları ve göğsünün üst kısımları küçük incilerle kaplıydı, saten beyaz elbisenin en şaşaalı kısmı da bu ayrıntılardı zaten. Geriye kalan hiçbir yerinde göz alıcı duran bir detay yoktu. Sadeliği, fotoğraftan bile belli olan asilliği hoşuma gitmişti.

“Beğendin,” diye mırıldandığında bir süredir gözlerimi gelinlikten ayırmadığımı yeni fark ediyordum. “Dene hadi.”

Gözlerimi sayfalardan kaldırıp Cevahir’in benim yüzümde gezinen kahvelerine odakladım. “Alalım, ölçülerime baksınlar ona göre hallederler. Uğraşm-…”

Sözümü kesmekte bir sakınca görmemişti. “Konuşmakla çeneni ve beni yormak yerine on kez giyinmiştin Seray. Hadi artık.”

Sessizce ofladım. “Tamam,” dedim sertçe. “Ona da tamam. Her şeye tamam, ben oyuncak bebeğim ya çünkü.”

Ayaklandım. Yüzümde Cevahir’den kalma sert bir ifade olmamasına dikkat ederek gerimizde bizi bekleyen kapıda karşılaştığım sarışın kadına baktım. Cevahir’in elinden kataloğu alıp ona doğru yürüdüm. “Bunu deneyeceğim, mümkünse.”

Mümkündü.

Dakikalar süren kabin maceramda bana eşlik eden çalışan ile birlikte gelinliği üstüme geçirmeyi başarmıştık. Bedenime en uyacak olanı bulup getirmişti ama yine de beni oradan buradan iğneleyip durmuştu. Belimi delmesinden çekinsem de herhangi bir delik açılmadan kabinden çıkma izni kazanabilmiştim.

Kabinin içinde hiçbir ayna olmaması beni neye benzediğim konusunda yanıtsız bıraktığı için kendimi görebilmem ancak koltukların yanına döndüğümde gerçekleşebilecekti.

“Topuklularınız yeterli geldi elbiseyi kaldırmak için, şimdilik başka bir ayakkabı çıkartmıyorum Seray Hanım.”

Kızı onayladıktan sonra yavaşça adımlamaya başladım. İlk kez elbise giyiyor değildim ancak üstümdeki sıradan bir elbise olmadığı için kasılmıştım. Katalogda olduğu kadar üstümde de güzel durup durmadığını merak ediyordum.

Koltuklara doğru yaklaştığımda Cevahir’i kolları göğsünde kavuşmuş, başı hafif geriye atık şekilde beklerken bulmuştum. Bu kez arkasından yaklaştığım için beni direkt göremeyecekti ancak yine topuk seslerim ona geliyor olduğumu haber verdiğinden yerinde doğrulmuştu.

Koltuğun kenarından dolanıp orta kısımda duran yuvarlak yükseltiye eteğimi hafifçe kaldırarak çıktığımda baktığım ilk yer ayna olmalıydı. Mantık çerçevemde doğru olan buydu. Kendime bakmalı ve nasıl göründüğüme kendim karar vermeliydim.

Oysa mantığımı asla dinlemeye tenezzül etmeyen bir sese güvenerek sırtım aynaya dönük kalacak şekilde kendimi Cevahir’e bakarken bulmuştum.

Bakışları boynumdan başlayarak ve her santimde fazlasıyla oyalanarak bedenimi süzüyorken ellerimi nereye koyacağımı bilemediğim için gelinliğin iki yanında duran hafif fazlalıklı kumaşa yasladım.

Henüz ancak belimden biraz aşağıya kadar inebilmiş olan dikkatli bakışlarını daha fazla üstümde taşıyamadığımda olduğum yerde dönerek yüzümü aynaya çevirdim.

Bedenimi düzgünce saran -sanırım bolca iğnelenişim bu nedenleydi- elbise direkt olarak üstümdeyken dikilmiş gibi görünüyordu. Göğsümdeki boşlukta, açıkta kalan kollarımda ve kalan her yeri kapatan elbisenin saten kumaşında bakışlarımı ve ara ara da ellerimi gezdirirken aynadan kendime dalarak etraftan kopmuştum.

Bulunduğum yükseltide küçük bir hareketlilik hissettiğimde bunun nedenini anlamak için geriye dönmeme gerek yoktu. Aynada yüzümün hemen yanında beliren yüz Cevahir’e aitti.

Hemen arkamda, göğsü sırtımdaki geniş açıklıktan sıcaklığını hissettirecek kadar yakınımdaydı. Sırtıma yaslanmadı ama bir avucu belimin yanından sıkıca oraya dokunduğunda tüm bedeni üstüme kapanmış gibi hissetmiştim.

“Çok güzelsin,” dediğinde herhangi bir tepki vermedim. Bu iltifatın bir gösteriş olduğunu düşündüm. Bakışlarımla aynadan daha geriyi görmeye çalıştım. Bulunduğumuz kısımda kaç çalışan olduğunu görmek için çabalamıştım.

Fazlasıyla uzakta kalan, kabinde bana yardımcı olan kız dışında kimse yoktu. O da sanırım her an bir şey isteyebilirim diye tamamen uzaklaşmamayı seçmişti.

“Seni duyabildiğini sanmıyorum,” dedim Cevahir’e. “Çok geride kalmış, biraz daha bağırmalısın Avcıoğlu.”

Burnunu kulağımın altına yaslamak için yüzünü eğdiğinde refleksle onun kafasını itmediği omuzuma doğru başımı eğip yüzüne yer açmıştım. Bu neyin refleksiydi bilmiyordum ancak bir an önce köreltmeliydim.

Belimdeki eli kumaşı avucunda toparlayacak şekilde sıkılaştı. “Duyurmak istediğim kişi duydu, merak etme müstakbel Avcıoğlu.”

Saldırmadım ona. Üstümde bir gelinlikle ve artık neredeyse kesinleşmiş olan düğün tarihiyle birlikte bana ‘müstakbel Avcıoğlu’ deyişine isyan etmek komik durmaya başlayacaktı. Çünkü öyleydim.

Arkamda koca bir dağ gibi bekleyen; gelecek hiçbir darbeyle değil yıkılmak sarsılmaya bile yeltenmeyecek gibi görünen adamın karısı olmak üzereydim.

Köprüden önceki son çıkış henüz geçip gitmiş değildi ancak o kadar hızlı bir yolculuktu ki bu, ya o sapağı göremeyecek ya da görsem bile direksiyonu oraya doğru çeviremeyecektim.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm