Sen Başkasın 14.Bölüm

 14.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

Esila, sabahın ilk ışıklarına dek uykusu hiç bölünmeden uyuyabilmesini sağlayan huzur verici etkenin ne olduğunu gözlerini açtığında karşısında bulmuştu.

Kendisine doğru yapışmış halde, sırtüstü uzanan kızını hissediyordu. Umay’ın bir kolu bedenleri arasında sıkışmıştı hatta fakat kızının bundan yana bir şikâyeti var gibi görünmüyordu. Esila bakışlarını Umay’ın diğer yanına kaydırdığında olduğu yeri sarsacak kadar kaba bir nefes almamak için nefesini tutmuştu.

Umay’ın ikisi arasında sıkışmayan kolu diğer tarafında öyle serbestçe uzanıyor değildi. Umay parmaklarını sıkıca kapatıp sıktığı küçük yumruğunun içinde Ateş’in tişörtünün yakasını saklıyordu. Ateş yüzü onlara dönük şekilde yatıyor, Umay’ı sıkıştırmayacak ancak aralarında boşluk da kalmayacak şekilde uyuyordu.

Esila bedenindeki ürpertinin soğuktan kaynaklanmadığından emindi. Ev yeterince sıcaktı. Sıcağı pek sevmediklerini çok iyi bildiği üç adamın yıllar geçti diye üşümeye başladıklarını zannetmiyordu, evin ısısının Umay’dan sonra böyle bir hal aldığını öğrenmese de biliyordu.

Titremesine neden olan, gözlerini kapattığı her an kendisini içinde bulduğu bir sahnenin gerçeği ile dip dibe olmasıydı. Bebekleri güvenle Ateş’e tutunuyor, Ateş’in onun bedenine kıyasla kocaman kalan eli de Umay’ın karnında güçlü bir şekilde bekliyordu.

Umut insanı öldürecek kadar acımasız ve yaşama tutunması için son dal olacak kadar da merhametliydi. Yıllar boyunca Esila’yı bir sonraki sabaha uyanmak için zorlayan umutları olmuştu ve yine aynı umutlar hiçbir ışık göremedikçe Esila’ya en büyük zararı da verenlerdi.

Tıpkı Ateş gibi Esila da kolunun üzerinde yan bir şekilde uzandığı için gözlerinden usulca dökülmeye başlayan yaşlar düzgün olmayan yollar izleyerek yastığın kumaşına karışıyordu. Sesli ağlıyor değildi ancak ağlamaya başlaması odadaki havayı bir an için tersine çevirmiş olmalıydı ki Ateş sıfır uykuyla geçirdiği dün geceye ve bölük pörçük bir uykudan fazlasına kavuşamadığı bu geceye rağmen gözlerini aralamıştı birden bire.

Esila nemlenen gözlerinin ardından Ateş’in açığa çıkan mavi irislerini gördüğünde, Ateş de uykusunun bulanıklığını üstünden alelacele atmaya çalıştığı anın içindeydi. Elini refleksle kaldırıp Esila’ya doğru uzatacak olmuş ancak ona yaklaşma hakkına sahip olmadığını fısıldayan, kendisine öfkeli tarafının radarına takılmıştı.

Hareket eder gibi olduğunda Umay’ın kendisine tutunan minik elini fark etmesi ise öne doğru atılması için ikinci engeldi. “Ağlama. Lütfen…” diyebilmişti kısık bir sesle. Uzanıp gözyaşlarını silmek, bir daha akmalarına izin vermeyecek kadar uzun süre parmaklarıyla gözlerine yakın bir yerde nöbet tutmak istemişti aslında.

Esila hafifçe burnunu çekip yanağını yastığa daha sert bastırdı. Onun bu küçük hareketi Umay’ın da sıcaklığını daha net hissetmek ister gibi kendisine doğru kaymaya çalışmasına neden olduğunda ikisinin de bakışları aynı anda bebeklerine çevrildi.

Esila alışkanlıkla başını eğip yüzünü sarı saçlarına bastırarak zar zor hissedilecek küçük öpücükler bırakırken Ateş Umay’ın karnını usulca okşamaya başlamıştı.

Annesi ve babasının uykusu bölünmesin diye kendi yöntemleriyle çaba harcamış olmaları ters etki yarattığında, Umay gözlerini önce sıkmış sonra da yavaşça aralamıştı.

İki yanında uzanmakta olan, sıcaklıklarını hissettiği bedenlerin kimlere ait olduğunu keşfettiğinde dudaklarından tatlı bir sızlanma dökülmüştü. Hem uyandığına pişmandı hem de uyandığı hislerden fazlasıyla keyif duyuyor gibiydi.

Umay mırıldanana dek, Esila yüzünü onun saçında saklıyor ve Ateş de bakışlarını Esila’nın üzerinde gezdiriyordu. Umay’ın sesini duydukları anda ikisinin de baktığı yer onun yüzü olmuştu.

Umay kendisini süzen iki çift tanıdık bakışın etkisiyle sarhoş gibi kıkırdadı kısık bir sesle. Onun tepkisi önce Esila’yı ve ardından da Ateş’i gülümsetmişti. Umay onların gülüşlerindeki buruklukları seçebilecek kadar büyüyememişti henüz. Tek gerçeği hem Esila’nın hem de Ateş’in yanında olmasıydı.

“Günaydın bebeğim,” diyerek Umay’ın çenesine parmağını dokundurdu Ateş. Umay onun sabahları duymaya alıştığı sesini duyduğunda gözlerini kırpıştırdı. “Yünaydın.”

Umay bir an sonra bakışlarını annesine doğru çevirmişti. “Heykes buyda uyumuş di mi anne?” Esila kızının teyit etmek istediği konuya dahi ağlayabilecek kadar hassastı. “Evet, annecim.”

Umay başka bir şey söylemedi. Sessizce uzandığı yerde hafif hafif bacaklarını kıpırdatmaya başladı. Ateş ve Esila da ona uymakta zorlanmayarak sessiz kalmışlardı.

Hiçbir şey yapmadan aynı yatakta uzanıyor olmaları hepsi için yeni ve özeldi. Umay kalbiyle, Esila ve Ateş ise çok daha derin bir farkındalıkla bunu hissediyorlardı.

Esila bu sessizliği dün gece Ateş ile olan son konuşmasını tekrar zihninde canlandırarak doldurmuştu. Karşılıklı cümleleri sanki yeniden duyuyormuş gibi aklında toparlandığında kısıkça iç çekti.

“Ateş,” diye seslendiğinde Ateş hızla bakışlarını kadının yüzüne çevirmişti. “Efendim?” demişti direkt. Biraz daha afallasa Umay gibi ‘ney’ diye mırıldanabilirdi belki.

“Umay ile yalnız kalmak istiyorum, olur mu?”

Ateş’in üstüne tonla yük düşmüşe çevirmişti duydukları. “Nerede? Nereye?” dedi peş peşe sorarak. Esila yalnız kalmak istiyorum dediğinde ilk düşündüğü -tıpkı yıllardır olduğu gibi- çok uzak bir yer ve uzun bir zamandı. Onun telaşı Esila’yı da afallatmıştı. “Burada,” demişti şaşkınca. “Ne kadar sürer bilmiyorum, konuşmak istiyorum onunla.”

Ateş kendisini boğan nefeslerin arasında Esila’ya bakakaldı. “İzin ister gibi sorunca…” dedi zorlukla. Öyle sorunca Ateş’e bambaşka şeyler düşündürtmüştü Esila.

Esila, Ateş’in neyi yanlış anladığını algıladığında dudaklarını birbirine bastırdı. İzin istemek onun için bir alışkanlığa dönüşmüştü. Kimi zaman olumsuz yanıtlar aldığı izinler diline kazınmıştı artık.

“Ben aşağıya ineyim,” dedi Ateş, Umay’ın alnına dudaklarını bastırmadan hemen önce. “Siz istediğiniz kadar konuşun.”

Ateş doğrulur gibi olunca Umay o ana kadar sadece dinleyici olmakta yetindiği konuşmaya birden dahil olmuştu. “Ama yüzümüzü yıkamak lajım.”

Sabahları Ateş ile olan önemli bir rutinleri idi bu artık.

Ateş gülerek dudaklarını bir kez daha Umay’ın alnına bastırdı. Alnını ve şakağını birkaç kez öptü. Öptükçe doyması, yetmesi gerekirdi belki ama tam tersi oluyor ve öptükçe öpesi geliyordu.

Umay Ateş tarafından bolca öpülmenin ve kurduğu cümleye gülüyor olmasının etkisiyle kızarmaya başlayan yanaklarını gizlemek ister gibi annesine doğru dönmeye çalıştı. Yüzünü Esila’nın göğsüne kapattı. Esila, Umay’ın sırtını sıvazlarken Ateş ile göz göze gelmişti.

“Konuşmamız bittiğinde yüzünü yıkayabiliriz,” dedi Umay’a güvence vererek. Umay başını birazcık kaldırıp annesine bakındı. “Ama Ateş?”

“Çağırdığınız anda geleceğim,” dedi Ateş Esila’nın yanıt vermesine gerek bırakmadan. Burnunu Umay’ın ensesine bastırıp sırtüstü uyumaktan ısınan tenine sürttü birkaç saniyeliğine.

Ateş odadan çıkana kadar gözlerinde onlardan ayrılmamasına neden olan bir mıknatıs varmış gibi hissetmişti ancak Esila’nın isteğini geri çevirip zorla burada duracak değildi.

Odadan çıkmış ve kapıyı da ardından sessizce kapatmıştı.

 

 

~

 

 

- Ateş

 

 

“Siz telefonu açmayınca ve mesajlara dönmeyince şansını bizde denedi tabii,” diyen Doğan’ı dinlerken ayaktaydım. Salonun kapısına yakın bir yerde duruyordum. Koltuklarda oturuyor olan ikizlerin aksine ben hiç oraya yanaşmamıştım.

Kızıma sözüm vardı: Çağırıldığım anda yukarıya çıkacaktım. Seslerini duyabilmem için de buralarda bir yerlerde durmam gerekiyordu.

“Kendi iradesiyle yaptığını düşünmüyorum,” dedim Doğan’a. Erdem’in onları aradığından bahsediyordu. Üst üste aramalar yapmasındaki motivasyonunun Duygu olduğundan emindim. “Duygu sabırsızlanıyordur.”

“Biz de bunu istemiyor muyuz zaten?” Sinan dünkü konuşmamızı bu sabaha taşıyarak fikir belirttiğinde omuzlarımı esnetir gibi salladım. “Esila’ya haber vermeden kimseyle karşı karşıya gelmesi için ona emrivaki yapmayacağım, Sinan.”

“Biz vakit kaybediyorken, aramamız gereken kişi ya da kişiler her kimse artık, onlar bulamayacağımız kadar uzağa gidiyorsa ne yapacağız?”

“Cehennemin dibinde bile kaçış yolu yok, Sinan.” dedim düz bir şekilde ona bakarken. “Ne pahasına olursa olsun ve ne kadar zaman alırsa alsın bulacağız.”

Ben sustuğumda Doğan, ne ara eline aldığını bilmediğim Umay’ın renkli oyuncak küplerinden birini Sinan’ın karnına doğru fırlatmıştı. “Sen aceleci davranmak yerine önce Esila’ya korkmadan beş saniyeden fazla bakabilme işini bi’ çöz istersen. Altına sıçacak gibisin.”

Doğan’a hak verdiğim için araya girme gereği duymadım. Ancak Sinan ona cevap vermek yerine bana doğru dönüp bakışlarını üstüme dikince kıpırdanmıştım. Başımı ‘ne oldu’ der gibi salladım.

“Size küsmüş mü?”

Başımı iki yana salladım.

“O zaman bana da küsmüş olamaz,” dediğinde duraksadım. “Küs olmaması her şeyin yolunda olduğu anlamına gelmiyor Sinan. Onun bakışlarından kendi üstüme ne alınmam gerektiğini henüz bulamadım, kendi kısmınla sen ilgilenmelisin.”

Sinan başka bir şey söylemeden önüne döndü. Doğan onunla uğraşmak ister gibi bir renkli küp daha fırlattığında göz devirmiştim. Umay, Doğan’ın oyuncaklarıyla kıymetli Şinan’ını yaraladığını görseydi onu prenslikten men ederdi muhtemelen.

Mesafe nedeniyle boğuklaşan ancak duyabileceğim kadar yüksek olan ses kulağıma dolduğunda onları kendi hallerinde bırakmakta tereddüt etmeden hızla arkamı dönmüş ve merdivenlere yönelmiştim.

Beni harekete geçiren ses Esila’nındı. Umay’ın onu taklit ederek bana sesleneceği umuduyla merdivende kulaklarımı iyice açmıştım fakat ses gelmemişti. Merdivenleri hızlıca aştığımda beni yatak odasının kapısının eşiğinde duruyorken karşılamışlardı.

Umay annesinin kucağındaydı. Yan bir şekilde duruyordu.

Esila, “Geldi, bak.” diyerek Umay’ın dikkatini bana odaklamasına yol açınca aradaki mesafeyi kapatmış ve yanlarına varmıştım. Umay’ın bir şeyler mırıldanmasını ya da en azından gülümsemesini bekledim ancak bunlar gerçekleşmedi.

İri, eşsiz irislerini yüzüme çevirdikten sonra beni ilk kez görüyormuş gibi izlediğinde kafam karışmış olsa da beklemeden kollarımı ona uzattım. Oyalanmadı. Tereddüt etmedi.

Kucağıma gelmeyi kabul ettiğini beden diliyle gösterdiğinde onu kavrayıp göğsümün soluna doğru çekmiştim. Bir kolumla belini desteklerken diğerini alnına dökülen saçlarını geriye toparlamak için kullandım. “İyi misin bebeğim?”

Sorumu Umay’a sormuş görünsem de göz ucuyla Esila’ya bakmıştım. Ne konuşmuş olabileceklerine dair bir fikrim yoktu fakat Umay’ın uykudan uyandığı andan bile daha dalgın göründüğünün farkındaydım. Esila’nın yüzünde gördüğüm tek şey belli belirsiz bir gülümsemeydi. Kırık, yorgun ama varlığını gösterebilmiş bir gülümseme…

“Yüzünü yıkayacağız şimdi, değil mi?” dedim Umay’ı konuşturabilmek için. Bir yandan da ona ait banyoya doğru adımlamaya başlamıştım. Esila’nın peşimizden geliyor olması iyiydi, kendisi niyetlenmemiş olsa ısrar etmeyecektim belki ama yan yana durmamız adına öyle büyük bir istekle doluydum ki…

“Hı hı,” gibi tatlı bir mırıltıyla da olsa beni yanıtlamış olmasına rahatlayarak Umay’ı daha sıkı sardım. Banyoya girip aynanın karşısına geçtiğimizde onu hep yaptığım gibi sırtı göğsüme yaslı şekilde tutmuştum. Böylece suyu açtığımda küçük avuçlarına su doldurabilecek şekilde eğilmesi kolaylaşıyordu.

İlk seferimizde uyguladığı gibi yüzünü musluğa yaklaştırma hatasına düşmemeyi ve avuçlarına kendisine yetecek kadar su doldurmayı öğrenmişti.

Suyu açmak için elimi uzatacağım sırada aynadan Umay ile göz göze geldiğimde istemsizce durakladım. Aynadaki yansımamıza öyle dikkatli ve meraklı bakıyordu ki elim havada kalmıştı.

“Söyle kızım,” dedim bana bir şey söyleyeceğini düşünerek. Çekiniyor olabilir miydi?

Onu konuşmaya teşvik etmek için sarf ettiğim sözcükler göğsüme yaslı duran bedeninin kasılmasına neden olduğunda kaşlarım artık gerilmeye başladığım için çatılmıştı. Kapının önünde duran Esila’ya baktım omuzumun üstünden. “Ne konuştunuz? Neden böyle durgunlaştı?”

Esila sorumla birlikte hiç paniklemedi. Umay’a bakındı. “Ne konuştuk annecim?” diye sordu sadece.

Umay’ın beni cevapsız bırakmasına rağmen annesine cevap verme olasılığı yüksekti. Bu nedenle ona dikkat kesilmiştim aynadan. Kucağımda dönmek ister gibi hareket ettiğinde beklemeden bedenini çevirdim. Poposunun altına kolumu yastık gibi yerleştirip yüzü yüzümden çok altta kalmayacak şekilde onu tuttum. Başını biraz geriye doğru atıp gözlerimin içine baktı.

Dudakları aralanır gibi oldu. Bununla aynı anda gözleri de nemlenince söyleyeceğine olan merakım ağlaması ihtimaline yenik düşmüştü. İrislerinin parlamasına neden olan yaşlarla nasıl savaşabileceğimi düşünürken Umay usul usul konuştu.

“Annem ne dedi biliyoysun mu?”

“Ne dedi bebeğim?” dedim hemen. “Ne söyledi sana?”

Umay cevap vermek yerine yüzünü hızla boynuma gömüp saklandığında şaşkındım. Biraz dönüp olduğum gibi Esila ile göz göze geleceğim bir konuma geldim. Umay hâlâ saklanıyordu.

Sonra bir şey oldu: Bir anlık, küçücük, saniyelik bir şey…

Umay gömüldüğü yerden kalkmadan dudaklarını kıpırdattı ve kulağıma çok yakın bir yerde mırıldandı. “Baba,” dedi.

Bir heceyi tutup yan yana koymuş, iki kez seslendirmişti sadece.

Fotoğrafı gördüğünde benden ayrı biri sandığı o yüze yaptığı gibiydi ama bir yandan da bambaşkaydı. Hitap ettiği kişi bendim. Bana sesleniyordu, beni kastediyordu.

Onu tutan kolumun bütün vücudumla birlikte titrediğini hissettiğimde nefeslenmeye çalıştım.

“Hım?” dedim gücümü tüketen bir gayretle. Tam duyamamışım gibi, bir kez daha duymak için öleceğimi ona açıklayamayacağım için beyaz bir yalanla dudaklarımı aralamıştım.

“Sen benim babamsın,” diyerek az öncekinden daha uzun konuştuğunda kalbimin hızından ürkebileceğini düşündüm. Yaslı olduğu göğsümü delip geçecek gibi hızlanan kalbim onu acıtacakmış gibi bir elimle başının arkasına dokunup aramızda kısacık da olsa bir mesafe oluşturdum.

Başını boynumdan geriye doğru çekerken asıl derdim yüzüne bakabilmekti bir yandan da. Gözlerinin içine bakabilir hale geldiğimde onu biraz bulanık görmeye başladığım için gözlerimi bir anlığına sıkıca kapattıktan sonra geri açtım.

Umay avucunu yanağıma bastırıp gözümden firar eden tek bir damlayı yakalamıştı. Bunu refleksle yapmış gibiydi.

“Bebeğim,” dedim boğuk bir sesle. “Güzel kızım.”

Dudakları aralandı yine tereddütle. “Söyle, bebeğim. Söyleyebilirsin.” dedim hızla. Her an söylemeliydi. Duyamadığım zamanların telafisi öyle kolay değildi ama yine de bu mümkünmüş gibi hep söylemeliydi.

“Baba?” diye merakla seslendiğinde tepkimi görmek için bakışlarını yüzümden ayırmıyordu. Gülümsedim. Dudaklarım sızlayacak kadar büyük bir gülümsemeyle baktım. “Efendim kızım?”

Utangaçlığı ağır bastığında yine apar topar boynuma saklandı. Bu kez saklanmasına şaşırmak yerine güldüm. Dudaklarımı saçlarına, ensesine, şakağına ve uzanıp denk gelebileceğim her yere bastırdım.

Öpücüklerimin sesi banyoda yankılanırken bakışlarım yavaşça Esila’ya çevrildi. Olduğu yerden kıpırdamadan, dudaklarındaki küçük kırık tebessüm sönmeden bizi izliyordu.

“Teşekkür ederim,” derken sadece dudaklarım kıpırdamıştı, fısıltı bile sayılamazdı.

Teşekkür ediyordum çünkü az önce duyduğum o büyülü seslenişin sebebi oydu.

Beni benden iyi tanıyan oydu. Baba olmayı istemediğimi sanıyorken beni sadece korkularımın yönettiğini ve aslında bunun benim yaralarımı sarabileceğini erkenden bilebilen oydu.

Daha fazla geç kalmamam için bu sabahı Umay ile konuşmak için seçen oydu.

Tüm şansım ondan ibaretti. Şanssız biri olarak doğmuş, onunla şans edindiğimi hissetmiş ve onu kaybettiğimde yine şanssız adamın teki olarak yıllar geçirmiştim.

Şimdi ise kendi varlığı yetmezmiş gibi bana bambaşka bir şans ile dönmüştü. Kızımız ile…

 

 

~

 

 

- Esila

 

 

Kötüyü çağırma Esila diye diye beni her seferinde olumsuz olan düşüncelerimden uzaklaştıran biri ile büyümüştüm.

Büyük bir aşkla birbirine bağlı anne-babanın aşkının meyvesi olmak kulağa tatlı geliyordu. Buna sahip olabildiğim için şanslıydım. İşler, o iki aşık son nefeslerini birlikte verecek kadar bağlı olduğunda biraz karışmıştı gerçi… Ortaokul çağlarımdan itibaren babaannemle baş başa kalmama vesile olan da buydu.

Ailelerin birbirine pek ısınamaması nedeniyle birlikte olabilmek için hepsiyle iletişimlerini kesmeyi göze almış olan anne ve babam erkenden dünyadan göçüp gideceklerini bilselerdi benim dımdızlak ortada kalacağımı da belki düşünebilirlerdi. Zira kalan tüm akrabalarımın aksine babaannem inadını ve gururunu kıramamış olsaydı bambaşka bir yaşam sürmüş olurdum.

İşte o zamanlardan beri babaannemin aklımda kalan klasik repliğiydi bu da. Kötüyü çağırmamam gerekirdi, çağırırsam bir şekilde kötü olan beni mutlaka bulurdu.

Anne ve babası ölen bir çocuğa böyle mi denmeliydi emin değildim. Kötüyü çağırmak gibi bir derdim yoktu o zamanlar, sadece öfkeliydim. Herkese ve her şeye kızgındım. Babaanneme göre ne kadar kötü bir durumun içinde olsak da onun daha beteri bizi bulabileceği için sözlerimize ve hatta düşündüklerimize dikkat etmeliydik.

Ergenliğimde pek anlam veremediğim ve babaannemin yaşlılığına verdiğim bu düşünce yapısı, babaannemi de yirmili yaşlarımın başında kaybettiğimde aklıma kendiliğinden kazınmıştı.

Kötüyü anmamaya odaklanmış ve pozitif kalmaya çalışmıştım hep. Uzun bir süre bu işe yaramıştı, babaannemi sevgiyle anmıştım.

Bambaşka bir masabaşı iş için başvurduğum rastgele bir kurumda o andan sonraki modellik kariyerimin süreceği ajansın kapıları benim için aralanmıştı. Ben olumsuzluklara değil, iyi giden kısımlara odaklandıkça da her şey hızla güzel bir yoldan akıp gitmişti. Yollarım ‘Karmen’ markası ile kesiştiğinde ise o güne kadar güzel gittiğini sandığım her şeyin aslında çok daha güzel olabileceğini deneyimlemeye başlamıştım.

Kısacası yıllar boyunca kötüyü hiç çağırmamış ve kötünün beni göremiyor olduğundan emin olmuştum. Bunun ömrümce böyle süreceğini sanıyorken ansızın en kötüsü ile karşılaşmak ise kaderin benim için hazırladığı güldürmeyen bir şakaydı.

Bulunduğum andan kopup böyle düşüncelerin içine çekildiğim ve etrafımda olan biteni fark edemediğim zamanın sonunda beni kendime getiren, her duyduğumda zihnimde alarmlar çaldıran sesti. Umay seslenmişti. “Anne,” diyerek beni çağırıyordu.

Bana ilk anne dediği andan bugünlere dek onun her uzaktan seslenişinde bir sorun olduğunu düşünecek kadar tedirgindim. Ona koşmam ve onu korumam gerekiyormuş gibi tetikteydim.

O cehennemde ben fiziksel bir zarar görmüş sayılmazdım fakat Umay’ın aynı şekilde güvende olduğundan hiçbir zaman emin olamamıştım. Gözümün önünden ayırmamak, zorla yanımdan alındığı zamanlar dışında hep yanında durmak tek güvencemdi.

“Umay?” diyerek sesin geldiği yere doğru hızla adımladığımda henüz mesafeyi tam anlamıyla aşamadan, yarı yolda bir an için durmuştum. Orada olmadığımızı, Umay’ın bana can havliyle sesleniyor olma ihtimalinin olmadığını, güvenli bir yerde olduğumuzu daha yeni fark etmişim gibi durmuştum.

Umay bir parmağını sıkıca tutuyor olduğu, kendisiyle tezat boyutlardaki bedeni peşinden sürüklüyor gibi görünerek karşıma çıktığında başının üstünde topladığım bir tutam saçı sallanıyordu.

Ateş’in işaret parmağını avucuyla sıkıca tutmuş, gücü onu çekmeye yetiyormuş gibi önden yürüyerek benim bir adım önümde durduklarından emin olmuştu. “Anne,” diyerek bana bakabiliyorken tekrarladığında başımı omuzuma doğru eğdim. “Efendim?”

“Ben şişekleye bakmaya gidiyoyum.”

Bakışlarım refleksle Ateş’e çevrilmişti ve mavi irislerinin çoktan benim yüzümde gezinmeye başladığını görmüştüm. “Yağmur yeni dindi,” dedim az önce su içmek için girdiğim mutfağın geniş cephesinden baktığım bahçeyi hatırlayarak. Şu an yağmur yoktu ama her yer ıslaktı.

“Yaymuy yok,” dedi Umay beni bilgilendirerek. “Bitmiş anne, bis dışayıya baktık Şinan’la.”

“Neredeyse her gün çıkıyorlardı, hava çok kötü olmadıkça yani.” dedi Ateş.

“Sinan’la mı?” diye mırıldandım. Ateş başını hafifçe sallamakla yetindiğinde bir an dudaklarım kıvrılacak gibi olmuştu ama güçsüz hissederek bundan vazgeçmiştim.

Aynı anda Sinan mutfağa elinde Umay’a ait olduğu boyutundan ve renginden yeterince belli olan bir yağmurluk ile girdiğinde Umay elinden tuttuğu Ateş’i bırakarak paytak bir şekilde ona doğru koşturdu. “Şinan bu ney?”

Sinan dizlerini kırarak yere çöktükten sonra Umay’a elindeki yağmurluğu açıp gösterdi. “Bu seni ıslak çiçeklerden koruyacak çiçeğim, dışarı çıkmamız için giymen lazım.”

“Giymek lajım,” diye tekrarlayarak Sinan’a itiraz etmeden kollarını kaldıran Umay’ı izlerken bakışlarımın parladığından emindim. “Ama… Ama şişekley kötü olmas Şinan neden koyunmak lajım?”

Sinan yağmurluğu özenle Umay’ın üzerine geçirdikten sonra ayağa kalkarken Umay’ı da kucaklamıştı. Doğrulduğunda artık Umay da omuzuna tutunuyor halde kucağındaydı.

“Kötü oldukları için değil, seni ıslatmamaları için korunmamız lazım. Üstün ıslansın istemeyiz.”

Umay iç çeker gibi oldu. “Anlamadım Şinan.”

Biraz önce gülümsemek için bile bulamadığım gücüm bir anda bedenimi sardığında kendimi kıkırdarken bulmuştum.

Beni güldüren bu cümle Ateş’e tebessüm ettirmiş ve Sinan’ı da duraksatmıştı. Az önceki diyalog yıllar öncesinde kalan, üstü tozlarla kaplanan anıların birçoğunda denk gelebileceğimiz bir diyalogdu çünkü.

Sinan susmadan konuşup bana bir şeyler anlatmaya çabalarken onu hiç dinlememişim gibi ‘anlamadım Sinan’ dediğim çok fazla an vardı. Ateş’e karşı onu savunmam için ya da kendi kârına başka şeyler için planlarını bana aktardığında yaşadığımız klasik bir durumdu.

Bu sahneye kıkırdamış olmam onun için asla beklenmedik bir şeymiş gibi Sinan hem şaşkın hem de dalgın bir şekilde bana bakakaldığında ne yapacağımı bilemeyerek olduğum yerde ağırlığımı bir bacağımdan diğerine aktararak kıpırdandım.

Ateş zaten sürekli dibimdeydi, aynı ortamdaysak Doğan da bakışlarıyla beni çözmeye çalışıyormuş gibi izliyordu; hissetmiyor değildim. Ama Sinan oldukça farklı bir tavır takınmaktaydı. Yokmuşum gibi, buraya geri gelmemişim gibi… Evin içinde bir hayaletten ibaretmişim gibi kaçıyordu.

“Küçükçük bebek olduğum için mi anlamadım Şinan?” diyerek yaşanan kısa sessizliği merakıyla bölen Umay’ı duyunca herkesin bakışları ona çevrilmişti.

“Evet çiçeğim,” dedi Sinan bende duran dalgın bakışlarını Umay’a çevirip. “Biraz daha büyüdüğünde daha iyi anlayacaksın. Ben yine anlatacağım tamam mı?”

“Sös mü?”

“Söz tabii,” derken Sinan bir an için Umay’a onu ısıra ısıra yiyecekmiş gibi baktığında Ateş’in kısa öksürüğü duyuldu.

Sinan, Ateş’e göz ucuyla baktıktan sonra konuştu. “Belki annesinden izin alabilirim, nereden biliyorsunuz? Artık tek izin mercii siz değilsiniz.”

Kaşlarım havalanır gibi oldu. “Ne izni?”

Ateş bana doğru beni durdurmak ister gibi adımladığında onun yanımda durup Sinan’la karşı karşıya kalma çabasını izledikten sonra beklentiyle Sinan’a baktım. “Neredeyse bir aydır gözümün önünde olduğu halde yiyemediğim bu yanakları yeme izni.”

Yüzünü Umay’ın yanaklarına bastırarak konuştuğu için Umay huylanarak kıkırdamaya başlamıştı. Söylenenleri çok dinlediğini zannetmiyordum, bütün odağı bir an önce dışarı çıkmaktaydı.

“Umay’a sorabilirsin, o izin verirse olur.” dedim omuzlarımı hafifçe oynatırken. Daha son hecem bile bitmeden Ateş’i duymuştum hemen. “Esila!” diyerek yakınır gibi olduğunda başımı ona doğru çevirdim. “Hım?”

Gözlerimi yavaşça kapatıp açarken Ateş’e bakmayı bırakmadım. Boylarımız eşit değildi fakat 1.80’lik bir kadın olarak göz göze gelmemiz için çok çabaladığım da söylenemezdi. Boynumu biraz gerdiğim anda göz gözeydik işte.

Ateş hiçbir şey söylemedi. Gözlerimin içine derin bir şekilde bakmayı sürdürürken az önce yakınıyor olduğunu unutmuş gibiydi.

“Çok özlemişim,” diye bağırır gibi fısıldayan Sinan’ı duysam da kıpırdamadım. Onun sesine Umay’ın sesi karıştı. “Ney ösledin Şinan?”

“Babana annen sayesinde kısa devre yaptırmayı çok özlemiştim, çiçeğim. Bunun ekmeğini birlikte de yeriz, biraz büyü de…”

Sinan’ın upuzun cümlelerinin ardından Umay’ın bir şeyler sorgulamasını ya da hiç duymamış gibi beklemesine ihtimal verirdim fakat dudaklarını aralayıp tek bir kelimeyi solumasını tahmin edememiştim.

“Babam…” diye usulca tekrarlayan Umay’ı duyduğumda bedenimi saran bilinmez hislerin etkisiyle omuzlarım gevşemiş, dudaklarımdan küçük bir nefes sesi çıkmıştı.

Umay’a verdiğim en büyük sözü, tutamayacağımdan korkmaya başlasam da dönmediğim sözümü bu sabah tutabilmiştim.

Bir fotoğraf karesinden gösterip hakkında hikâyeler anlattığım, bana hissettirdiği iyi olan her şeyi ona da aktardığım o adamla bir gün tanışacaklarına dair bir söz vermiştim. Babasını ona benim tanıtacağımı, biraz beklemesi gerektiğini söylemiştim.

Şimdi o sıfata alışmaya çalışıyor olmalıydı. Merakla mırıldanmasının nedeni de buydu.

Ateş’in vereceği tepkiyi uzunca izleyebilmek için hevesliydim ancak bir an bile beklemeden Umay’a doğru adımlayıp onu kucakladığında bu seyirden mahrum kalmıştım.

Umay, dışarıya çıkmak için çoktan hazır olduğunu umursamadan Ateş’in kolları arasında mayıştığında derin bir nefes aldım.

“Bebeğim,” diye konuşan Ateş’in teşviki ile Umay tekrar tatlı tatlı mırıldanmıştı. “Baba?”

Seslendiğinde aldığı tepkileri ölçüp bir sonuca varmaya çalışıyordu belli ki. Ateş’in her seferinde tereyağından hallice eriyor olmasına bakılırsa Umay hiç susmadan ‘baba’ diyebilecek kadar cesaretle dolmuştu bile.

Ateş, Umay’ın sarı tutamlarına dudaklarını bastırırken sesi bana kadar varacak şekilde nefeslendi. Umay’ın kokusunda boğulmak ister gibiydi.

“Biraz birlikte oturalım, dışarıya sonra çıkarsın. Olur mu?”

Umay cevap vermek için bir an bile beklemedi. “Oluy oluy,” diyerek çifte onay verdiğinde Ateş’ten bir tane daha öpücük kazanmıştı.

Kahvaltıdayken Sinan ve Doğan da Umay’ın ‘baba’ deyişini duymuşlardı. Ateş’ten aşağı kalır yanları olmayacak şekilde mutlu oldukları ana şahit olduğumda kendimi bu çatı altındaki rastgele günlerimden birinde gibi hissetmiştim.

İyi bir şey olduğunda, iyi hissettiğim zamanları anımsamam normaldi. Sadece… Kötü şeyler olmasına bu kadar alışmışken buna tutunmak çok zordu. Bu kadar güçlü olduğumdan emin değildim.

Yarın sabah tekrar bir kâbusa uyanacakmışım gibi hissetmeyi, bu anın gerçek olmadığını sanmayı ya da tekrar bir kıyamet kopup da buradan gitmem gerekeceği ihtimallerini geriye itmeye çalışırken derdim kötüyü çağırmaktan kaçmaktı.

 

 

~

 

 

“Yağmurluğunu hiç çıkartmamıştı,” diyerek açıklama yapmaya çalışan Sinan’ın sesini duyduğum sırada bakışlarım ondan uzaktaydı.

“Çıkaytmadım kıyafetisimi,” diye hemen Sinan’a arka çıkan Umay’ın sesi kısıktı. Yorgun bakan gözlerinin sebebini çok iyi bildiğim için sesinin kısıklığına da şaşırmamıştım.

Yağmur şimdi yağmıyor diyerek beni itiraz etmekten alıkoydukları dışarı çıkma maceralarının sonu tatlı bitmemişti maalesef. Umay akşamı gayet zinde ve normal geçirmesine rağmen geceyi aynı şekilde tamamlayamamıştı.

Umay’ın etrafından bir an olsun ayrılmayan Ateş’i yemekten sonra yalnız bırakmış sayılırdım. Umay’a ‘kıyafetlerimin odası’ olarak tanıtılan odadaki yatağa sinip küçülebildiğim kadar küçülmüş halde uzun saatler boyunca kendimle baş başa kalmıştım. Ateş bir ara yanıma gelmiş ve Umay’a benim uyuduğumu söylediğini, burada yalnız kalmak bana iyi geliyorsa kalabileceğimi söylemişti.

Bu biraz ironikti. Bana iyi gelecek olanın yalnız olmak olduğunu düşünmüyordum çünkü. Sadece, zihnimdeki seslerin etkisindeyken etraftan soyutlandığım anlarda beni görmelerini istememiştim.

Bir tarafım geçen yıllara kırıksa, diğer bir tarafım da artık beni tanıyamıyor olduklarını gördüğüm üçlüye karşı kırıktı. Gözlerimin içine bakıyorlar ama beni görmüyorlardı sanki.

Uzandığım yerde saatler akıp geçtiğinde gözüme bir gram uyku girmemiş ve aksine tonlarca ağırlıkta düşüncelerin altında ezilmiştim.

Odanın kapısı çalınıp da içeri apar topar tekrar girildiğinde saatler geride kaldığı için ilk aklıma gelen Umay’ın uyku saatinin gelişi ve beni de yanında istiyor olmasıydı.

Yanılmıştım.

Odaya giren Doğan’dı. Telaşının sebebi ise sürekli üşüdüğünü söyleyen Umay’dı.

Şimdi ise aynı şekilde üşüdüğünü ara ara mırıldanmakta olan Umay’ın yanı başındaydım. Evde bir bebeğin yaşamasıyla birlikte var olduğundan emin olduğum, Umay ateşlendiğinde işe yarayabilecek her tür gereç vardı.

Evde elimin çarptığı her yerde Umay ile ilgili bir şeyler görmek beni gün boyunca burukça gülümsetmişti. Buraya aitti.

“Kıyafetini çıkartmasan da üşüyebilirsin Umay,” dedim sıcak tenine avucumu bastırırken.

Umay’ın odasındaydık. Bütün eşyaları bu odada olduğu için en konforlu yer şimdilik burasıydı. “Çok üşürsek hasta oluruz annecim.”

Dakikalar önce çok daha yüksek olan ateşi sırasıyla uyguladığım adımlar sonucu düşmeye başlamış, riskli sayılardan çoktan uzaklaşmıştı.

Sinan’ın hastaneye gitme teklifini, Doğan’ın eve doktor çağırabileceğimizi söylemesini yok saymıştım.

Umay’ı doğduğundan beri tüm hastalıklarında iyileştiren bendim. Ateşinin ne zaman telaşlanacağım kadar yüksek sayılacağını biliyordum. Bilmek zorundaydım. Kimse bu gece olduğu gibi hastane ya da doktor teklifinde bulunmamıştı bana.

Ateş ise sanki benim düşüncelerimin sesini duyabiliyormuş gibi ağzını açmadan öylece duruyordu. Umay’ın yatağının iki yanında biz vardık. Ben sadece ara ara alnını kontrol ediyor ve yapmam gerekenleri yapıyordum fakat Ateş buraya çıktığımızdan beri bir an olsun kıpırdamamamıştı.

Umay’ın elini tutuyor, avuç içini bir parmağıyla usul usul okşuyordu. Umay da onun gibi hareketsizdi. Ara ara kısık bakışları ile sol tarafındaki babasını kontrol ediyor ve sonra yine bir şeyler mırıldanmak için bana dönüyordu.

“Ben hasta olmuşum mu anne?” diye soran Umay’ı sonunda büyük resmi görmeyi başardığı için tebrik eder gibi onayladım başımla.

“Sen biraz hasta olmuşsun bebeğim.”

“Niden kimşe öpmüyoy beni o zaman?”

Umay alıngan bir şekilde konuşup ateşlenmesinin verdiği bitkinlikle omuz silkmişti.

“Ben unutmuşum annecim,” dedim eğilip Umay’ı yanağından nazikçe öptükten hemen sonra. “Onlar bilmiyorlardır bizim hasta öpücüğümüzü, üzülme olur mu?”

“Olmas,” dedi Umay beni şaşırtarak. “Ben onlay hasta olunca heykesi öpmüştüm. Ama… Ama onlay beni öpmedi.”

Sinan ve Doğan’ın ‘çiçeğim’ - ‘prensesim’ seslenişleri birbirine karışırken ikisinin kendilerini savunmaktaki acelelerine başka bir anda olsak gülebilirdim.

Umay yattığı yerden bacakları kadar bile olamayan boyuyla ikisini de dize getirmişti.

Umay hiç onları duymuyormuş gibi seyrek kaşlarını çatarak bana baktığında dudaklarımı birbirine bastırdım. “Şimdi öpseler de olur, daha iyileşmedin Umay. Geç kalmadılar bebeğim.”

“Oluy mu? İyileşebiliyim mi şimdi öpücük oluysa?”

Tek şifası bu öpücüklermiş gibi konuştuğunda burnumdan güler gibi kısa bir nefes verirken başımı salladım olumlu anlamda. “Olur, evet.”

Umay beni duyduktan sonra beklentiyle ikizlere dönmüştü. Onlar da bu anı bekliyormuş gibi sırayla eğilip Umay’ın yanaklarını sesli ve uzun öpücüklere boğmuşlardı.

Yatağın iki yanına dağılmak yerine her ikisi de benim tarafımdan Umay’a yaklaşmışlardı. Bu yolu, çıt bile çıkartmadan gergin bir şekilde oturmakta olan Ateş’e yaklaşmamak için seçtikleri belliydi.

“Sizin beklemenize gerek yok,” dedim geri çekildiklerinde. “Umay öpücüklerini de aldığına göre birazdan uyuyacak ve iyileşecek.”

Gitmek istiyor gibi değillerdi ama Umay’ın bu kalabalıkta uyumayacağını tahmin ediyordum. Uyuyup dinlenmeye ve bedenine yeterli enerjiyi yeniden kazanmaya ihtiyacı vardı.

Sinan ve Doğan odadan -bir kez daha Umay’ı öptükten sonra- çıktıklarında kapının yavaşça kapanma sesinin ardından geriye kalan yine üçümüzdük.

Dün gece olduğu gibi, önceki gece olduğu gibi… Bu baş başa olduğumuz üçüncü geceydi. Umay’ın ömrünün üç yılının sonunda hep birlikte sadece üç gecemiz olabilmesi düşündükçe daha da ağrılı hissetmeme neden oluyordu.

Bundan sonra bu üç geceye eklenecek olan gece sayısı kaç olursa olsun, geride kalan zamanın boşluğunu doldurup üçümüzün birlikte geçirdiği gecelerini geçen yıllara eşitleyemeyecekti.

“Anne?” diyerek Umay kapanan kapının ardından hemen bana seslendiğinde parmağımla yanağına hafifçe dokundum onu dinlediğimi belli edercesine.

“O öpmedi,” diye mırıldandı büktüğü dudaklarıyla. Ateş’e döndüğümde onu bu isteği duymuş ve harekete geçmiş halde göreceğimi düşünmüştüm ancak dalgınlığı sürüyordu. “Ateş?” diyerek sesimi biraz yükselttiğimde irkilip bakışları nihayet hareket etmişti.

“Umay senden bir şey istiyor,” dediğim anda hiç oyalanmadan Umay’a döndü. Elleri birbirine temas etmeye devam ediyorken eğildi ve yüz yüze gelmelerini sağladı. “Söyle bebeğim,” dedi sessizce.

Umay biraz göz süzdü, ateşlenmesinin ve sanıyorum ki biraz da utangaçlığının etkisiyle kızarık hale gelen yanaklarından birini Ateş’e doğru çevirdi. “Ben hasta olmuşum, baba.” dedi az önce benden öğrendiği bilgiyi babasına aktarırken.

Ateş derin bir nefes aldıktan sonra bir an için yıkılacakmış gibi göründü. Onu bu kadar sarsanın Umay’ın hafifçe ateşlenmesi olduğunu düşünmek güçtü. Başka bir şey olmalıydı altında.

Ateş eğilip Umay’ın yanaklarına birden fazla öpücük bırakırken Umay rahata ermiş gibi gözlerini kapatmıştı. “İyisin bebeğim,” derken Ateş’in sesi kendisine bir şey anlatıyor gibiydi. Umay da onun sözlerine hiç odaklanmamıştı zaten. Kapanan gözlerini açmadan birkaç dakika düzensiz nefesler alıp vermiş ve en sonunda da uykuya teslim olmuştu.

Elimi son bir kez daha alnına ve boynuna doğru bastırıp teninde anormal bir sıcaklık bulunmadığından emin olduktan sonra uykuya iyice dalabilmesi için sessizce beklemeye başladım. Göz ucuyla ara ara Ateş’e bakmaktan kendimi alıkoyamamış ve her seferinde onu Umay’ı izlerken görmüştüm.

Dakikalar birbirini kovalarken zaman geçmiş ve Umay derin bir uykuya geçiş yaptığını gösteren düzenli nefes sesleriyle odasının içini doldurmaya başlamıştı.

Onun uykuya tamamen daldığını fark eden tek kişi ben değildim. Ateş de tam o sıralarda eğilmiş ve dudaklarını belli belirsiz bir baskıyla Umay’ın alnına dokundurmuştu. “Odaya götürelim, şimdi kucağıma alsam uyanmaz.”

“Uyanmaz,” dedim onaylar gibi. “Ama gerginliğini hissedip rahatsız bir uyku uyur.”

Ateş’in benden böyle bir şey duymayı beklemediği duraksamasından belliydi. O bana yeni tanıdığı bir kadınmışım gibi baksa da ben sırtlandığı hisleri tanıyabilecek durumdaydım hâlâ.

Birkaç saniye hiç konuşmadı. Dudaklarını aralamaya karar verdiğinde de bakışlarını bana çevirmek yerine sanki Umay ile konuşuyormuş gibi onun yüzünü izliyordu.

“Ateşi yükseldiği gibi gözleri neredeyse kapanınca… Başka bir şey hatırladım. Daha iyiyim, geçecek. Geçmeli.”

“Ben yokken de mi ateşlendi?” diye sordum merakla. Sertçe yutkunduğunu hareketlenen âdemelmasından anlamıştım. Başını yavaşça iki yana salladı.

Sustu.

“Ne hatırladın?” diye sordum inat ederek.

Bir şeyle savaşıyormuş gibi göründü. Verdiği savaşın bir şeyi söyleyip söylememek adına olduğunu anlamak zor değildi. “Ateş…” dedim yorgun bir sesle.

Bir anda yerinden kalktığında şaşkınca ona bakakalmıştım. Odadan çıkışı hızlıydı. Hiçbir şey söylemeden çıkıp gitmişti. Olduğum yerde donduğumda onu kaçmaya itenin ne olduğunu düşünürken bir iki dakika içerisinde Ateş yeniden odaya girdiğinde kaçmadığını kavrayabilmiştim.

İçeri geri girdiğinde elinde bir kâğıt parçası tutuyordu.

Yeniden yatağın diğer tarafına geçmek yerine benim olduğum kısma gelip bir anda yere çöktüğünde yatakta oturduğum için başımı hafifçe eğerek yüzüne bakmam gerekmişti.

“Aklımı çok karıştırıyorsun,” diye mırıldandım kendimi tutamadan.

“Özür dilerim,” dedi sadece. Bu özrün benim cümleme ithafen olmadığını hissettiğimde kaşlarım yavaşça çatık bir hal aldı. Hemen ardından Ateş elinde duran kâğıdı benim elime uzatmış ve parmaklarım refleksle kâğıdı kavradığında yavaşça kendi elini geri çekmişti.

Dizlerimin dibinde beklemeye devam ederken bakışlarımı ondan çekip kâğıtta yazılı olanlara çevirdiğimde ilk gördüğüm en tepede yazılı duran adıydı. Ateş, diye başlayan bir yazıydı. Ona hitap edilerek başlanan bir mektup muydu?

“Ne bu?” diye fısıldarken bir yandan da satırları bir bir okumaya başlamıştım.

Kelimeler birbiri ardına dizilirken her bir boşlukta bir kurşun yemişim gibi sancılanıyordum.

 

Ateş,

Ben artık çok yoruldum. Her şeyden, herkesten.

Bambaşka bir başlangıç istiyorum. Sadece kendimden ibaret bir başlangıç. Bu yüzden onu yanımda tutmayacağım daha fazla.

Aşağıdaki adreste kızın seni bekliyor olacak. İstersen onunla tanışırsın.

Ölmesinin umurunda olmadığını daha önce zaten söylemiştin, şimdi de umursamazsın herhalde. Ben yine de kızından habersiz bırakmadım seni. Bu iyiliğimi unutmazsın artık Ateş Karmen.

Esila.

 

Onun adıyla başlayıp benim adımla son bulan bir yazıydı.

Daha önce görmediğim, hiçbir kelimesini bilmediğim bir yazıydı.

“Umay’ı bunun sayesinde mi buldun?” dedim sesim beni her an yarı yolda bırakacakmış gibi kısıkken.

Başını ağır ağır salladı. “Çok kötüydü,” diye mırıldandı. “Biraz daha geç kalsaydım, ben… Ben yetişemeseydim…”

Gözlerime dolmakta aceleci olan yaşlar yüzünden Ateş’i bulanık görmeye başlamıştım.

“Ben yazmadım,” diyebildim sitem dolu bir sesle. “Bunu ben yazmadım ki.”

Biliyorum demesini bekledim. Senin yazmadığını biliyorum, buna hiç inanmadım demesini bekledim.

Yüzünü bacaklarımın üstüne kapatıp kucağıma gömüldüğünde beklediklerime kavuşamamıştım.

“İnandın mı?” dedim son bir parça güç ile. “Bunu benim yazdığıma, Umay’ı terk edebileceğime inandın mı?”

Giydiğim ince eşofman altının kumaşına bulaşan ıslaklığı hissettiğimde başımı omuzuma doğru düşürdüm. Cevap vermek yerine ben sordukça daha da küçülüp kötü oluyordu. Gözlerinden akmaya başlayan birkaç damla ‘hayır inanmadım’ demek olamazdı.

İnanmıştı.

Boştaki elim aşağı düşerken sırtına çarpmış, diğer elimde durmaya devam eden kâğıda bakmak için derin bir nefes almıştım.

Bu yazıyı ben yazmamıştım, bundan emindim. Ancak yazan kişinin ben yazmışım gibi görünmesi için çaba harcayıp harflerin şekillerine önem verdiğini fark edebiliyordum.

Harflerin çizgilerinde benden izler olsun istemişti ama kurulan cümleler benden o kadar uzaktı ki… İnanmış mıydı buna gerçekten?

Aklıma düşen şüphe büyüdüğünde dudaklarım aralandı tekrar. “Bunu bir tek sen biliyor olamazsın,” dedim her anında yanında olduklarından emin olduğum ikizleri düşünerek. “Onlar da mı..?”

Ateş yine sessiz kaldı.

Gülümsemeye çalıştım kendimce. Bacaklarımdaki ağırlığını, aldığı nefeslerin sıcaklığı hissedememeye başladım.

Herkes seni unutacak, kimsenin zihninde bende olduğun kadar kalıcı değilsin Esila.

Hastalıklı bir adamın zihninde olduğum kadar kalıcı değil miydim gerçekten başka hiçbir yerde?

Ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı unutmaları birkaç yıl mı sürmüştü sadece?

 

 

~~~


Yorumlar

  1. Ulan be son cümle, duygu ama inanmadı esila duygun var bebeğim

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm