Düşten Farksız 50.Bölüm

 50.BÖLÜM



Saç diplerimde ve omuzlarımda belli belirsiz sıcak dokunuşlar hissetmeye başladığımda gözlerim kapalı kalmaya devam etse de bilincim uykudan biraz da olsa sıyrılmıştı.

Dokunuşların sahibinin, dün gece yan odasında uyumama rağmen yanıma gelmeye direnen ancak bu gece aynı direnişi sürdüremeyen Timur Akdoğan olduğunu biliyordum.

Gözlerim kapalı olsa da dokunuşunu geriye kalan tüm dokunuşlardan ayırt edebilirdim. Parmaklarının ucundan bana akan bir şeyler vardı ve o şeylerin kaynağı da ‘babam’ oluşuydu.

Saçlarımı sevmesine, omuzlarımı masaj yapıyor gibi usul usul okşamasına müdahale etmeden sessizce ve elimden geldiğince bozmadığım düzenli nefeslerimle eşlik ederken aradan geçen dakikaların sonu ben ya da o tarafından getirilmezdi. İkimiz de bu konuda inatçıydık, biliyordum.

Bu anı bölenin kapının kısık gıcırtısı olması hoşuma gitmemişti tabii.

Ben uyuyor rolüme devam etsem de kapıdaki sesin ardından babamın parmakları saçlarım ve omuzlarım arasındaki döngüden kopmuşlardı.

“Gün aymamış size,” diyen ses Özgür’e aitti. “Biz de öyle sefil ve aç halde içeride bekliyoruz işte.”

“Saat kaç?” diye sordu babam Özgür’ün yakınmasını pek umursamadan. Sesi kısıktı.

“Dokuz buçuk,” dediğini duyduğumda şaşkın bir tepki vermemek için kendimi bayağı zorlamıştım.

“Ve sen uyanıksın, ayaktasın, gözlerinden uyku akmıyor…” Babam benim yerime doğru tepkiyi verince rahatlamıştım.

“Abim uyandırdı,” dedi Özgür dertli dertli. “Kendisi yine karga bokunu tüketmeden kalkmış, beni de ayağa dikti. Despina’yı bekliyoruz.”

“Despina’yı bekliyorsunuz..?” dedi babam sorar gibi. Bana uzun zamandır bu adımla seslenmediğinden onun telaffuzunu neredeyse unutmuş hale geldiğimi az önce fark etmiştim. İlk kez duyduğumda adımı güzelce seslendirmesine hem şaşırmış hem de bayılmış olduğumu dünmüş gibi anımsıyordum.

“Aynen,” dedi Özgür. “Kızını bir tek sen özlemedin abi, bu bilgiyi yeni edinmiş olamazsın. Dua et sabah kapıda başka misafirler de sıra olmamış.”

Başka misafirlerden kastı sanırım Pars’tı. Adının aklımda öylece yankı bulması bile kaslarımı gevşetecek, göğsümü ferah bir nefes üflenmiş gibi şişirecek kadar etkiliydi.

“Olsalar ne yazar lan?” diye yükselen babam sanırım göğsünde beni uyutuyor olduğunu bir anlığına unutmuş olacak ki uyku rolümü koruyamayacağım kadar yüksek bir ses ve sarsıntı yaratmıştı.

Gözlerimi açtığımda kapıya dönük olduğum için bize doğru bir iki adım atıp odanın ortasına doğru gelen Özgür’e bakmıştım önce. Göz kırptı bana. “Günaydın çığırtkan.”

“Günaydın,” dedim uyuşuk bir sesle. Yanağımı refleksle yaslı olduğum sert gövdeye bastırmıştım. Bu da sesimi daha da boğuk hale getirmişti.

Geceye dair hatırladığım son anım, babam eve geldikten sonra onunla kapının biraz ötesinde geçirdiğim dakikalardı. Devamında tüm olanlar bana ağır gelmiş olacak ki her zamanki gibi vücudum savunma mekanizmasını çalıştırmış ve beni uykuya itmişti.

Babamın yanımda uyuyup uyumadığını gözlerimi kapatmadan önce görebilmiş değildim fakat onun varlığının uykumu nasıl etkilediğini çok iyi bildiğimden, gece boyunca benimle uyuduğunun çıkarımını yapabilmiştim. Güvende ve huzurlu hissederek derin bir uyku uyumamın, gecenin ortasında birden fazla kez uyku bölünmesi yaşamamamın sebebi oydu.

Başımı kaldırıp babama bakmak ve ona da ‘günaydın’ demek yerine yerimde birkaç saniye daha bekledikten sonra yanağımı göğsünden ayırmış ve yavaşça doğrulmuştum. O, doğum günü boyunca bana küs kalabildiyse ben de kollarında uyandığım bir günü küs geçirebilirdim.

Ne kadar zor olabilirdi?

Yüzüne bile bakmadan yataktan kaçtığımda banyoya geçmeden önce ve sonra aklımda savaşan iki farklı düşüncenin esaretindeydim.

Bir tarafta ‘babana hak ver, gittin ve seni çok özledi; kırgın’ diyen sesi duyuyor, diğer taraftan ise beni ‘keyfinden gitmedin, seni anlamalıydı; döndüğün günün anlamına rağmen tüm gün yanına gelmedi diyerek dolduruşa getiren sesi dinliyordum.

İşlerimin tümünü halledip banyodan çıktığımda, odamı çoktan terk etmiş olan ikilinin ardından kapımı kapatıp üstümü değiştirdiğimde ve seslerin geldiği mutfağa doğru giderken bu bahsettiğim sesler arasında bir seçim yapabilmiş değildim.

O seçimi yapmam, sabah içtiğim sulara birkaç damla limon katmayı alışkanlık haline getirdiğim için buzdolabını açtığımda gerçekleşti.

Muhtemelen Özgür’ün söylene söylene fazlasını hazırladığı, abimin genel olarak direktif vermekle zaman geçirdiğinden elini sürmediği kahvaltı masası tamamen hazır görünüyordu. Mutfaktaki masada eksik yoktu. Hatta benim sandalyem dışındaki sandalyeler de çoktan dolmuş, üçü de yerlerine yerleşmişlerdi.

Yerime geçmeden önce dolaba ilerlemem yani limon derdine düşmem bana biraz pahalıya patlamıştı.

Dün özenle seçtiğim, Pars’ı yakın çevredeki pastanelerin tümünde peşimde sürüklediğim ve bir şekilde karar kıldığım pasta, kutusu ile birlikte dolabın üst rafındaydı.

Pastayı görmek, dünkü umutlarımı ve saatler sürse de bir türlü bitmek bilmeyen bekleyişimi yeniden canlandırdığında artık aklımdaki sesler arasında yapacağım seçim belliydi.

Limonu boş vererek pasta kutusuna uzandım. Ellerimle altından ve yanından desteklediğim kutuyu buzdolabından çıkarttığımda dirseğimle de kapıya dokunmuş ve kapanmasını sağlamıştım.

“Bunu neden çıkartmadınız?” diye sordum arkamı dönüp masaya dizili aile üyelerimi incelerken. “Madem yenmesi gereken anda yemedik, kahvaltıda yeriz. Olur değil mi?”

Özgün abim bir şey diyecek gibi oldu ama bakışları önce bende ardından babamda kısa bir an gezindikten hemen sonra bundan vazgeçmişti. Aramızdaki gerilim yüklenmiş hattan kaçmak şu an daha güvenliydi, haklıydı.

Pasta kutusuyla birlikte yerime oturup servis tabağımı pasta için taban olarak kullandığımda artık önümde koca bir kutu pasta vardı.

Kutuyu sinirle ve sert hareketlerle açtığımda dört bir yana düşen karton parçaları beni pastaya ulaşabilir hale getirmişti. Çatalıma uzandım. Çatalı birini deşiyormuş gibi pastaya geçirdiğimde dün bu pastayı alırken kurduğum senaryolardan hiçbirinin böyle bir an içermediğinin farkındaydım. Bu da beni daha da sinirle dolduruyordu.

Çatala yapışan büyük pasta parçasını ağzıma sıkıştırdım. Şu an istesem de konuşamayacağım kadar doluydu ağzım. Sanki konuşamayacağım anı beklemiş gibi dudaklarını aralayan babamdı.

“Hepsini bitir, bakarsın bir anda gitmeye karar verirsin falan. Kalır sonra dolapta o pasta.”

Laf sokuyordu. Bana…

Özgür gelecek olanı fark etmiş gibi arkasına doğru yaslanarak masadan kaçacakmış gibi yerine sindi. Abim de ondan pek farklı değildi ama daha az kaçacak gibi olan versiyonuydu.

Kreması ağzımda dağılan ve sinirle yesem de tadının güzel olduğunu göz ardı etmekte zorlandığım pastanın yarısından çoğunu yuttuğumda bakışlarımı karşı çaprazımda oturuyor olan babama diktim.

“Verdim ya dün karar,” dedim sakince. “Gideceğimi söyledim sana.”

“Seninle uyudum,” dedi bastıra bastıra. “Benimle uyumazsan Mayıs’la kalacağım demiştin.”

Omuz silktim. “Fikrim değişti. Sen benimle uyumuş olsan da Mayıs’la kalacağım.”

Elaları parıldadı ancak bunlar neşeyle ya da keyifle beliren parıltılar değillerdi.

“Mayıs’ın işleri varmış,” dedi Özgür araya girerek. “Bence bu harika planı erteleyelim.”

Ona baktım göz ucuyla. “İyi,” dedim sorun değil dercesine. “O zaman Pars’la kalmış olurum.”

Çatalını henüz masadan kaldırmamasına rağmen boğulmuş gibi öksüren abim, boynunu sağa ve sola yavaşça yatırıp geren babam eşliğinde cümlem son bulduğunda Özgür komik bir durum varmış gibi güldü.

“Şaka canım kardeşim, şaka abisinin canı…” Yanında oturduğum için bana uzanıp omuzlarımdan kendisine doğru çekmiş ve kafamı omuzuna doğru yapıştırmıştı. “Mayıs’ın işi yokmuş, sen git hemen. İşi olan Pars’mış, evde olamayacak geçici bir süreyle.”

Pars’ın işi yoktu. İşi olsaydı da o işin ben o evin sınırlarındayken anlamını yitireceğini ve Pars’ın evde olacağını adım gibi biliyordum.

“Çenenin bağ-…” diye başlayan abime doğru döndüm. “Bağlantıları kopmuş,” dedi benimle göz göze gelince. “O bağlantıları bir kontrol edeyim ben abim, tamam mı?” Özgür iç çekti.

Aralarındaki diyaloğu anlamadığım için onları boş verip babama baktım dik dik. Zaten o da beni süzüyordu o sırada.

‘Gidebilirsen git’ der gibi bakıyordu.

Beni eve kilitlemesi de dahil olmak üzere hiçbir çözüm yolunun bana engel olamayacağını içten içe bildiğinden emindim. Bakışlarıyla ve tavrıyla beni geri itmeye çalışıyordu sadece.

Unuttuğu küçük bir detay vardı.

Damarlarımda kendi kanı dolaşıyordu. O inatsa ben on katıydım, o kızgınsa ben bin katıydım.

 

 

~

 

 

“Sen resmen kocaya kaçmışsın,” derken Mayıs başını iki yana sallamaktaydı. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakarken beni bulunduğum koltukta biraz sarstı omuzlarımdan tutarak. “Çeyizin nerede?”

“Kim nerede?” dedim şaşkınca. Mayıs ofladı. “Bilmediğin kelimeler çok olunca dalga geçmekten yeterince keyif alamıyorum, Despoşum. Biraz çabalar mısın?”

Açıkça benimle dalga geçtiğini itiraf eden Mayıs’a ayıplar bakışlar attığım sırada bu bakışmayı bölen telefonunun çalmasıydı.

“Efendim?” diyerek yanıtladığı telefonun ardındaki her kimse, Mayıs bayağı uzun sürecek bir konuşmaya dahil olmuştu.

Dakikalar sonra -şükürler olsun ki- biten konuşmanın ardından Mayıs bana döndü omuzları düşük bir halde. “Sana bahsettiğim proje vardı ya,” dediğinde hafızamı çok zorlamama gerek kalmadan geçen haftalarda telefonda anlattığı ayrıntıları hatırlamıştım. Üniversitede dahil olduğu bir kulübün üstlendiği projeden bahsediyordu. “Evet,” dedim hatırladığımı belli ederek.

“Fuar tarihleri kaymış, hafta sonu gidecektik aslında ama başlangıç için yarın belirlenmiş.”

“Gidecek miydiniz?” derken sorum bitmeden cevabı kendim de hatırlamıştım. “İzmir’e mi gidecektiniz? Doğru mu hatırladım?”

Başını salladı. “Evet canım, İzmir’e gidecektik.”

Dudaklarımı büktüm. Benim geldiğim akşam onun gidecek olması biraz kötü bir tesadüf olmuştu.

“Özgür de gelecek mi?” diye sordum.

“Yani…” dedi Mayıs biraz mırın kırın ederek. Derdinin ne olduğunu anlayamadığım için kaşlarım çatılmıştı. “Anlat,” dedim sakince. Belli ki bir şeyler yolunda değildi.

O anlatmak üzere dudaklarını araladığında, kendimi aylar öncesinde ve yine bu çift için şekilden şekle giriyor halde bulmuştum.

Küçük bir fark vardı tabii. Artık ben de işten kendime kâr payı çıkarmayı bilecek kadar hepsini tanıyordum.

 

 

- 4 saat sonra

 

 

Kapıdan gelen anahtar sesi net bir şekilde duyabileceğim yükseklikteydi. Daha doğrusu evin içinde sessizce bekliyor olmamdan dolayı oluşabilecek her sesin bana gelmesi normaldi.

Anahtar sesi son buldu, kapı açıldı ve hemen ardından kapandı.

“Mayıs!” diye seslenen, bana seslenmese bile duymanın gülümsememe yettiği sesi koltukta kıpırdamadan dinledim. “Duşa giriyorum ben, yemek yemediysen çıktığımda yeriz.”

Salondaki yanık ışığın sebebini kız kardeşi sanan, doğal olarak her gün devam eden rutinlerine bağlı kalarak konuşan ve hiç buraya adımlamaya gerek duymayan Pars’a muhtemelen onu olduğu yerde birkaç saniye duraklatacak şekilde seslendim. “Ama ben çok acıktım sevgilim.”

“Ahu?” demekte bir an bile gecikmemişti. Yerinde şaşkınca biraz kalacağına dair tahminim yanlıştı. Adım seslerini duydum, buraya geliyordu. Nefes almaya bile zaman harcamamıştı belli ki.

“Pars?” dedim onu taklit ederek. Salona girdiğinde elimi kaldırıp uzaktan uzağa salladım. “Hoş geldin.”

Etrafa bakındı. Benim dışımda kimse var mı diye salonu turlayan mavileri en sonunda cevabını almış olacak ki hızla yanımda bitti. Yanıma oturmaya gerek duymadan üzerime doğru eğilmesini ve dudağımın kenarına bıraktığı öpücüğü keyifle gözlerimi kısarak karşıladığımda geri çekilmeden önce burnunu yanağıma doğru sürtmüştü.

“Bu güzel bir rüya mı yoksa hoş bir sürpriz mi?”

“Gerçek olamayacak kadar güzel miyim çünkü?” dedim başımı geriye doğru atıp gülümseyerek. Ayakta durup bana doğru eğilmek yerine koltukta kalan boşluğa yerleşti. “Gördüğüm en güzel rüya da gerçek de sensin, Afrodit.”

Ağzını bile açmadan, kıpırtısız dursa bile ona yakınlaşma isteğim zaten yerli yerindeyken bir de böyle konuştuğunda ve baktığında o istek katbekat artıyordu. İsteğe karşı koymak zorlaştığında buna direnmekle uğraşmadan kollarımı boynuna doğru sardım.

O koltukta düz bir şekilde oturuyorken ben yan dönmüş, kollarımı ona dolamış ve bedenimi fazlasıyla onun bedeninin üzerine atmıştım.

Büyük avucu direkt belimi bulup sıkıca beni kavradığında gözlerimiz buluşmuş oldu. “Benim özlemim azalmamış hiç, dün bütün gün gözümün önünde değilmişsin gibi…”

“Belki önümüzdeki günlerde biraz azalır,” dedim sessizce. Kaşları havalandı. “Nasıl olacakmış o?”

Mayıs’ın bana söz verdirttiği şekilde konuştum önce. Bunu söylemem için yalvarmadığı kalmıştı bir tek.

“Kocaya kaçtım ben,” dedim bakışlarımız hiç ayrılmadan. Pars bir an durdu. Belimdeki eli önce gevşedi, ardından belimi az öncekinden çok daha sıkı şekilde tutmaya başladı.

“Ne?” dedi afallamış bir halde.

Ofladım. Başımı dik tutmaktan yorularak yüzümü yanağına doğru yasladım. “Mayıs söylettirdi.”

Yüzümü yasladığım yanağının kasıldığını anlamamam mümkün değildi. Gülüyordu çünkü.

“Kocaya mı kaçtın sen?” diye tekrarladı. “Kocan yaptın yani beni? Olur güzelim, o da olur.”

Biraz kendime zaman tanıdım. En ufak bir çekinme ya da utanma hissedecek miyim diye kendimi denedim fakat hiçbir belirti yoktu. Pars’tan çekinme ihtimalim, tüm Türkçe deyimleri bilmemle eşdeğerdi.

“Kaç saatimiz var?” dedi belimi sıvazlarken. “Timur Akdoğan saat sınırını nereye koydu?”

Aklımdan küçük bir hesap yaptım. “Yetmiş iki saat,” dedim hesaplamam sonlanınca.

Pars beni belimden geriye doğru çekip yüzümü yanağından ayırdı. “Dakika mı demeye çalıştın? Bir saat on iki dakika mı kaldı seni eve götürmeme?”

Başımı iki yana salladım. “Üç gün buradayım.”

Ciddi olup olmadığımı anlamak için yüzümü süzdü. “Ahu,” dedi sakince. “Bu şakayı yapmanı da gerzek abin mi istedi?”

Sırıttım. Gerzek abimin Özgür olduğundan emindim, Özgün abime daha farklı geriliyordu.

“Yok,” dedim hemen. “Şaka yapmıyorum. Üç gün boyunca burada misafirinim. Üstelik tek ev sahibi de sensin.”

Son kısımda eklediğim yer, benim üç gün burada kalacak olmam kadar şüpheli durunca Pars direkt sorguya geçmişti tabii. “Mayıs nerede?”

“İzmir’de,” dedim öylesine bir şeymiş gibi. “Bir iki saat oluyor yola çıkalı.”

“Taksit taksit anlatmaya devam edeceksen-…” diyerek tehditkâr bakışlarla konuştuğunda araya girdim. “Mayıs, Özgür ile birlikte İzmir yolunda. Fuarın tarihi değişmiş.”

Dudaklarını araladığında bir şey söylemesine fırsat vermeden parmağımı kızarık duran dudaklarına bastırdım. “Evet, Özgür yerine sen eşlik etmeye karar vermişsin. Hatta en kötü ihtimalle sen de peşlerinden gidecekmişsin falan… Beğenmedim ben bu planı, yenisini yaptım.”

Mayıs, Pars’ın bu fuar konusuna müdahalesinden ve inadından bahsettikten sonra bana yapmam gereken çok bir şey kalmamıştı aslında. Pars benim yokluğumda yeterince bu çifti köşeye sıkıştırmış olacak ki özellikle Mayıs hayattan bezmiş görünüyordu. Özgür’ün de ondan farksız halde olduğunu onu eve çağırıp plana dahil ettiğimizde anlamıştım.

Kısaca, Özgür’e sevgilisiyle üç günlük bir İzmir gezisi karşılığında benim evden kaçışımı göz ardı etme şartı sunmuştum.

Kabul de almıştım.

Özgün abimin başka bir şeyler karıştırıyor oluşu -sanıyorum ki zar zor bağını koparttığı işlerinin bir pürüzü vardı- da işime gelenlerdendi. Aklı dağınıktı ve anladığım kadarıyla eve az uğradığı bir dönemdeydik.

Geriye kalan tek isim ise zaten benim evde olmayışımı görmeli ve hatasını anlamalıydı. Babamın beni buradan tutup çıkartma riski yoktu. İnadının kırılması için zaman gerekliydi. O zamanı da ben şimdilik en az üç gün olarak belirlemiştim.

Pars’a uzun uzun olan bitenden bahsedip kucağına yerleşmiş halde çenem ağrıyana kadar konuştuğumda çoğunlukla beni dinlemiş ve ara ara da yorumlar yapmıştı.

Babama tavır almama normal şartlarda ne derdi bilmiyordum ancak tavrım beni onunla aynı çatı altında günlerce kalmaya itince tek yaptığı ‘sen bilirsin’ demek olmuştu.

“Benimle baş başa kalmak için tüm dengeleri yerinden oynattın yani.” demişti ben sustuğumda.

İç çektim. Yerinden oynayan dengeler konusunda haklıydı ancak bunun tek sebebi ben miydim, emin olamıyordum.

“Şş, öyle dalgın dalgın bakmaya başla diye mi söyledim ben bunu?” Dizlerinin biraz yukarısına kalçamı yaslamış halde, ona doğru devrilmiş oturuyordum. Konuşurken zaten ona bakıyordum ama az önce kaçırdığım gözlerimi yeniden görebilmek için çenemi parmaklarıyla nazikçe tutup kaldırmıştı.

“Düşünmem gerekenleri birkaç gün erteleyeceğim, o zamana kadar aklım biraz boş dursun istiyorum.”

“Aklın boş duracağına, benle mi dolsa?” diye sorduğunda dayanamayıp güldüm. İki metrelik, iri yarı bir adamı karşımda benimle usul usul konuşup kalbinin sıcaklığını bana taşırırken görmekten keyif alıyordum.

“Olur,” dedim zor bir teklif kabul etmiş gibi. “Deneyeceğim.”

“Deneyeceksin?” dedi sorar gibi tek kaşını havalandırıp. Başımı salladığımda birden kendimi koltukta devrilmiş ve sırtım yumuşak yüzeyle buluşmuş halde bulmuştum. Dudaklarımdan panikle bir ses fırlarken o sesin tizliği Pars’ın umurunda olmadı. Daha başka bir şeye odaklı gibiydi.

“Denemene yardım edelim o zaman,” dedikten birkaç salise sonra dudaklarım dudakları tarafından sertçe kavranmıştı. Koltukta üstüme doğru kapanmış ancak ağırlığının zerresini bana vermemişken onun altında kaybolmuş gibiydim. Alt dudağımı yavaş ama sert hareketlerle emdiği sırada elim refleksle havalanmış ve yanağını bulmuştu.

Yanağına dokunmamı, avuçlarımı yüzüne yaslamamı sevdiğini yeni öğreniyor değildim ancak temas ettiğim anda dudaklarımı ısırıp çekiştirmesi yeniydi.

Gözlerim yarı kapalı yarı açıktı ancak önümü o yarı açıklıktan gördüğüm falan yoktu. Buğulu bir camın arkasında gibiydim.

Pars’la geçireceğim yetmiş iki saatin, bir saati bile henüz sonlanmadan kendimi ona karışmış hissediyorken geride kalan saatlerin sonunda ne halde olacağımı tahmin edebilmekten kaçıyordum.

 

 

~

 

 

“Geldim diye herkesi evden göndermiş gibi de oldum,” diye mırıldandım. “Ayıp mı oldu?”

“Mayıs’a mı?” dedi Pars yemediğim için önüne bıraktığım pizza diliminin son parçasını ağzına sıkıştırmışken. “Ne ayıp olacak? Yollamışsın yavuklusunu da peşinden.”

“Abim yamuk değil,” dedim savunma yapmaya girişerek.

Pars kısa bir kahkaha attı. “Yamuk demedim,” diye düzeltti artık ağzında yemeğe dair hiçbir şey kalmamışken. “Yavuklu dedim, sevgili gibi bir şey.”

Konu değişsin diye az önceki soruma döndüm hemen. “Mayıs’a ayıp olmadı o zaman, peki kediye?”

Burada geçireceğim günler boyunca her saniye kediyle köşe kapmaca oynamam mümkün değildi. Arada gelince idare edebiliyorduk ancak günlerce onu Mayıs’ın odasına da kapatamazdık elbette. Mayıs buna çözüm olarak kediyi, Pars ve kendisi evde uzun bir dönem olmayınca emanet ettikleri arkadaşına bırakmak üzere Özgür ile birlikte giderlerken yanına almıştı. Ayrılmaya kıyamayıp İzmir’e götürmesi de bir ihtimaldi gerçi.

“Nisa’dan döndükten sonra hiç huysuzlandığına şahit olmadım, demek ki orada olmayı da seviyor. Kedi için endişelenmene gerek yok.”

Kedi için endişelenmeme gerek yoktu. Bu kısmı anlamıştım. Ancak endişelenecek, daha doğrusu onu endişelendirecek yeni bir konu bulmuştum sayesinde.

“Tanıyor musun sen de Mayıs’ın arkadaşını,” dedim ‘Mayıs’ın arkadaşı’ kısmını bastırarak.

“Yok,” demişti bakışlarımız kesiştiğinde ama beklediğim cevap bu değildi. “Adını öylesine mi ezberledin o zaman?” diye sordum bu kez.

“Aklımda kalmış, Mayıs bahsediyor diye.”

Gülümsedim. “Sil,” dedim sakince.

Fazla mı gergindim?

Bu, abartılı kıskançlığını gen dizilimime kazıyan babamın suçuydu.

Pars bir şey söylemedi. Ancak anlaştığımızdan emindim. En ufak itirazının ona ‘o zaman ben de bazı isimler ezberlemeye başlayayım’ olarak döneceğini biliyordu. Bu riski almazdı. Ben kıskançsam, o iki katımdı.

Pars eve girdiğinde beni duysun diye aç olduğumu söylemiş olsam da o duş alana kadar beklemeyecek şekilde aç değildim. Onu buna ikna edip banyoya yolladıktan sonra ben de kısaca Mayıs ile mesajlaşmış ve her şeyin yolunda olduğunu duyurmuştum ona. Aramak yerine mesaj atmamın sebebi kesinlikle Özgür’dü. Beni duyduğunda tüm anlaşmamızı boş verip arabayı yeniden İstanbul’a sürmeye başlayabilirdi, güvenmiyordum.

O duştan çıktıktan sonraysa ilk işimiz yemek yemekti. Aç olmadığımı söylesem de pizzanın kokusu midemi alarma geçirmiş ve hızlı yemek yememe sebep olmuştu. Az konuşarak ve bol yiyerek geçen dakikaların sonuysa az önce gelmişti.

“Doyduk herhalde,” diyerek ayaklandığında kaçışının doymaktan çok konudan sıyrılmakla ilgisi vardı, bunun farkındaydım. Üstelemeden ben de onu taklit ederek kalktım.

Dışarıdan sipariş verdiğimiz için öyle pek toplayacak bir şey yoktu etrafta. Paketleri çöpe doldurmamız yetmişti. Kısa süre içinde buradaki işimiz sonlandığında Pars’a döndüm. “Kahve yapalım mı?”

“Olur güzelim, yerini biliyorsun zaten. Ne içmek istiyorsan bana da ondan yap.”

Başımla onayladıktan sonra işime odaklanmış ve iki büyük fincan dolusu kahve elde edene kadar ona doğru hiç dönmemiştim. Kahveler hazır olduğunda arkama dönecekken birden belimi saran kolları yüzünden bunu yapamadım.

Karnımın tamamını kaplayan iri kollarını, sırtıma yaslanan göğsünü ve başıma gömdüğü yüzünü hissediyordum. Çepeçevre onunla sarılı haldeydim. En ufak bir rahatsızlık hissetme ihtimalim yoktu. Neden birden bana dolandığını sorgulamamıştım bile.

“İlk kez gelmiyorsun eve aslında ama birkaç saat sonra gitmeyeceğini bilmek ve seni mutfağımda izlemek daha farklı geldi.”

“Nasıl farklı?” dedim mırıltıya kaçan bir sesle. Onu göremiyordum, bakışlarım doldurduğum kahve fincanlarındaydı. “Bu evi hep seninle paylaşıyormuşum gibi, farklı.”

Gülümsedim. Kontrol edemediğim, anlık olarak dudaklarımda beliren bir gülümsemeydi.

“Ev arkadaşın mı olayım isterdin?”

Saçlarımın üstünde dudaklarının belirgin baskısını hissettim. “Hayır,” dedi duraksamadan. “Karım olursun diye planladım ben aslında.”

Göğsümde bir çarpıntı başladığını, heyecanla nefesimin teklediğini ve bir an ne diyeceğimi şaşırdığımı fark etmeme şansı yoktu ama bunlar gizli kalabilmiş gibi konuşmaya başlarken sesimi ayarlamaya gayret etmiştim.

“Küçücüğüm ben daha,” dedim abartıyla. “Benim küçücüğümsün, evet.” diyerek karşılık verdiğinde sırtımı istemsizce ona doğru bastırdım. Bahsettiği planın hemen yarın için olmadığını biliyordum zaten, sadece ne diyeceğimi bilemeyerek bunu öne sürmeye girişmiştim.

“Kahveleri balkonda içelim mi?” diye sorduğumda kaçışımı burnundan kısa bir nefes verip gülerek karşıladı. “Üşürsün Ahu, yaz bitti artık.”

“Üşümem,” dedim kolları arasında kıpırdanıp yüzümü ona doğru çevirmeye çalışırken. “Üşürsem söyleyeceğim, söz.”

“Hayır desem de kabullenmeyeceksin,” diyerek önümüzdeki dakikalarda yaşanabilecek senaryoyu dile getirdiğinde başımı salladım. “Hadi o zaman,” dedi başıyla kahveleri işaret edip. “Ben kahveleri alayım sen de üstüne hırka gibi bir şey bul ya benden ya da Mayıs’tan. Giymişsin yine incecik elbiseyi, Temmuz ayındayız sanki hâlâ.”

Söylenmelerinin yarısında kollarından kaçarak mutfaktan çıkmış, her ne kadar Mayıs’ın kıyafetleri üstüme oturacak olsa da adımlarımı onun odasına çevirerek Pars’ın kocaman kıyafetlerinden birini üstüme almıştım.

İçinde kaybolduğum fermuarlı siyah kalın hırkayla birlikte balkona ilerlediğimde Pars’ın çoktan yerleştiğini görmüştüm.

Yanında duran sandalyeye geçmek yerine onu sandalyeye çevirerek ayrık duran bacaklarını daha da ayırarak tek dizinin üstüne oturdum. Bacaklarım bacaklarının arasında kalacak şekilde yan duruyordum.

“Rahat mı koltuk?” diye sorduğunda konforumu bozmadan mırıldanarak onayladım. Bir kolumu omuzundan sarkıtarak ona iyice yaklaştıktan sonra çenemi uzun bir süre susmamak üzere aralamıştım. Anlatacağım, anlatmayı ertelediğim ve bir aydır onunla konuşamadığım için içerlediğim çok fazla şey vardı.

Balkonda zaman, içeride geçen zamandan daha hızlı akıyor gibi olduğundan ya da belki ben bolca konuşup oyalandığımdan artık pilim bitmeye başladığında aradan saatler geçtiğinin ve gece yarısına az kaldığının farkına zar zor varabilmiştim.

“Yanakların buz gibi oldu,” diyerek burnunu yanağıma doğru yumuşakça sürttükten sonra konuşan Pars’a bir şey söylemedim. Üşümüyordum aslında ama çok sıcak hissetmediğim de kesindi. “İçeriye geçelim artık, itiraz istemiyorum.”

İtiraz kotamı bu akşamlık doldurmuştum. Bu nedenle başımı usulca sallamakla yetindim. Pars balkonda kalan kahve bardaklarını umursamadan beni belimden dizlerimin altından kavrayarak ayaklandı. Balkona geldiğimden beri kucağındaydım ve ikimizin de bu konudan bir bıkkınlığı var gibi görünmüyordu. Aksine Pars beni içeri yürüyemeyecekmişim gibi kucaklamaya devam etmişti.

Salona girdiğimizde evin içindeki sıcak hava bedenimi sarar sarmaz kasılı olan tüm kaslarım aynı anda gevşemiş gibi çözüldüm. Bu hareketliliğim Pars tarafından kolayca fark edilmişti, bütün bedenim ona yaslıydı çünkü.

“Dondun değil mi? İnadından üşüdüm demedin saatlerdir, hasta olursan bozuşacağız Ahu.”

Kaçacak köşe bulamadığım için ofladım. Bacaklarımı salladığımda aşağıya inmek istediğimi anlayarak beni yavaşça yere indirmişti. Ayaklarım yere bastığında tuvalete doğru gitmek için adımlayacakken Pars’ın telefonu çalmaya başladı. Bu saatte telefonunu kimin çaldırdığını merak ederek tuvalet ihtiyacımı biraz daha erteleyebileceğime karar vermiştim.

Mayıs ve Özgür’ün İzmir’e vardıklarını biliyorduk, onlar çoktan kalacakları yerdelerdi ve gece gece tekrar aramazlardı.

Pars sehpada duran telefonuna adımladığında çenemi tutamayıp sordum hemen. “Kimmiş?”

“Özgün,” dedi kısaca.

“Babam yani,” dedim kendi kendime. Abimle bir saat önce zaten konuşmuştuk. Bu kez aramasının sebebinin babam olduğunu çok iyi biliyordum. Kendi aramamış, Pars’ı abime aratmıştı ve bunu fark etmeyeceğimi düşünüyordu. Çok beklerdi.

Pars bana bir şey söylemedi. Telefonu açtığında koştur koştur yanına gittim. Başımı yukarı kaldırıp telefondan gelecek sesi duymaya çalıştığımda benim çabalamama kıyamayarak telefonu kulağından çekmiş ve hoparlörü açmıştı.

“Dinliyoruz, abisi.” dedi alayla. Kaşlarımı çatıp ters ters baktım. Hemen benim de duyduğumu niye belli ediyordu?

“Oo, ne tesadüf.” dediğini duydum abimin. “Ben de yalnız deği-…” Cümlesi bitmeden küt diye bir ses gelmişti. Babamın abime vurduğunu görmeme gerek yoktu, gözümde canlanmıştı. Sırıttım.

“İyi misin abi?” dedim sesi analiz edememişim gibi.

“İyiyim çıngıraklım, çok iyiyim. Yalnızım ve iyiyim.”

Kıkırdayacaktım ama sesim karşıya gitsin istememiştim. Küstüm, kırgındım ve tavırlıydım. Gülmem yanlış anlaşılırdı. “O zaman sevgilimi neden arıyorsun gece gece?” diye sordum. “Sapık mısın?”

Pars benim az önce gülemediğim anın acısını çıkarır gibi güldü keyifle. “Engelleyeyim istersen güzelim, kıskanıyorsan yani…”

“Başlatma lan engelinden,” diyerek önce Pars’a yükseldi abim. Ardından odağında ben vardım. “Aşk olsun ayrıca abim, sapık falan ayıp oluyor.”

“Özür dilerim,” dedim sessizce. “Üzüldün mü?”

“Üzüldüm,” dedi kırık bir sesle. “Gözlerim doldu biraz.”

Pars’a baktım. Göz göze geldik. “Kandırıyor,” dedi sessizce. Sesi telefonun ötesine gitmemişti.

Sinirle ofladım. “Kapat abi!” dedim ters ters.

“İyi geceler o zaman,” dediğinde aynı şekilde karşılık verdim. “İyi geceler abi.”

Telefon kapanmadan hemen önce, sesim karşıya ulaşacak şekilde konuştum en son. “Sana da iyi geceler baba, sevgin inadını yenebildiğinde döneceğim.”

Başka bir şey duymaya da söylemeye de fırsat bırakmadan telefonu kapatmak için kırmızı yuvarlak imgeye bastım sertçe. Pars telefon kapandığında kenara bırakıp bana baktı. Ona biraz alttan baktığım için başımı geriye atmıştım.

“Sanki ben babamın arattığını bilmiyorum,” dedim söylenerek. “Çocuk muyum ben Pars?”

“Değilsin,” diyerek beni onaylarken sakinleşmiş değildim. Söylenmeyi bırakmadan, idrar torbam patlamadan önce yetişebilmek için hızlı adımlarla salondan çıkarken burnumdan soluyordum.

Sinirliydim. Yeterince belli oluyor muydu acaba?

 

 

~

 

 

Pars’la uyuduğum ilk gecede değildim. Daha önce gözlerimi onunlayken kapadığım bir anıya sahiptim. Ancak her geçen günün bana Pars’a dair çok daha fazla his yüklediğini ve aynı yataktayken bunlarla başa çıkmanın öncekinden daha zor olduğunu yeni fark ediyordum.

Yatağa geçmeden önce balkonda yeterince üşüdüğüm için, ilk uzandığımızda ona yapışmaktaki önceliğim ısınabilmekti. Birbirimize dönük şekilde, kollarımızın üzerinde uzanıyorduk ve ben yüzümü boynuna gömmüş kollarımla ona sarmaşık gibi dolanmıştım.

Soğukluğumu hissettiği için sırtımı ve uzun kollu giymemekte direterek kısa kollu bir pijamayla açıkta kalan kollarımı sıvazlıyordu. Bu hareketlerin beni uykuya sürüklemesi, gözlerimi kapatmama yol açması gerekirdi.

Normal şartlarda birkaç dakika geçmeden sızmalı, Pars’ın kollarından uykunun kollarına atlamalıydım. Ancak şartlar normal falan değildi.

Bir aydır değil sıcaklığını hissetmek, sesini bile duymadığım fakat gitmeden önce bunu yirmi dört saat bile yapamayacak kadar bağımlısı olduğum adamın dibindeydim. İçimden yükselen ve ‘bu yetmiyor, daha da yaklaşabilir miyiz’ diye sızlanan sesi duymazlıktan gelemiyordum.

Biraz daha yaklaşmam fiziksel olarak mümkün değildi. Göğsünü açıp kendimi içeri atmadığım sürece ona buradan daha yakın bir konumda olamazdım.

“Isındın mı biraz?” diye sorduğunda ses çıkartmadım. Isınmıştım. Yine de cevap tam tersiymiş gibi kollarımı ona daha sıkı sarıp yüzümü boynuna daha çok bastırdım.

“Battaniye bulayım mı sana? Çok mu üşüdün?”

“Yok,” dedim sessiz sessiz. “Sarıl biraz daha.”

“Biraz daha sarılırsam, uykusuz bırakacaksın beni gece boyunca.”

Üstüne doğru attığım bacağım, ona sarılı kollarım ve tenine gömülü yüzüm biraz fazla mı olmuştu?

Sorun değildi. Amacım ısınmaktan çok onu yakmaktı zaten.

“Niye ki?” diye sordum her şeyden habersizmiş rolüne bürünerek. “Sıcacıksın,” dedim. “Bak ben çok üşüyorum.”

“Buzsun ve öylece ateşe atlamak mı istiyorsun?” Tenimi tenine yapıştırmamdan bahsediyordu. Ona öyle sıkı dolanmıştım ki aklını benim aklımın kaçtığı yere çağırmamış olmam imkânsızdı.

Pars özlemi beni arsızlaştırmış olabilir miydi? Sorguladığım anın hemen sonrasında cevaba ulaşmıştım. Cevap gayet olumlu ve kesindi.

“Külüm ve ateşe karışmak istiyorum,” deyişimin rahatlığı da kendime yaptığım itiraftandı.

“Kendini benden hiç ayıramayana kadar bana karıştırırım seni. Uyu, minik tanrıça.”

“Uyumak istemiyorum.”

“Ahu,” dedi bastıra bastıra. Sırtımda gezinen elini belime indirip bel boşluğumu sıktı hafifçe. “Zorlama beni.”

“Zorlamıyorum,” dedim uslu uslu. “Bi’ tane öpeyim sadece o zaman.”

Yüzümü boynundan kaldırıp kendimi geri çektim. Uyuyana kadar açık kalmasını istediğim gece lambasını Mayıs’ın odasından buraya taşımıştık, Pars gece lambası koymaya gerek duymadığı odasında ben yokken mutluydu belli ki. Şimdi o lambanın loş ışığı odaya hakimken geri çekildiğimde yüzünü net bir şekilde görebilmiştim.

“Öp,” dedi kısık bir sesle.

Dudaklarımı hevesle dudağının kenarına bastırdım. Yarısı dudaklarına yarısı yanağına denk gelen öpücüğüm kısaydı. Çünkü silahım bu küçük öpücük değildi.

Avucumu kaldırıp yanağına yasladığımda başparmağım göz çukuruna denk gelmiş ve yavaşça orayı ovmuştum. Yüzündeki dokunuşlarımın onda beni öpmesi için alarmlar çaldıracağını biliyordum.

Elimin yanağındaki varlığı sonlanmadan dudaklarıma ıslak bir öpücük bıraktığında içimde zafer gülümsemesi takınan biri ayaklanmıştı. Dudaklarıma bulaştırdığı ıslaklığın geçici olması ihtimalini sevmeyerek, o ihtimali kökünden kurutmaya karar vermiştim.

Benden uzaklaşamadan alt dudağını kavrayıp emdiğimde gözleri kısılarak kapandı.

Hareketsizce bekledi. Beni ne durdurdu ne de karşılık verdi.

İkilemdeydi. Karşılık verdiği anda durumun ilerleyeceğini biliyor ancak durduracak gücü de kendinde bulamıyor gibiydi.

Ona karar vermesi için kolaylık sağlayarak dudaklarını daha hoyrat, daha hırslı bir biçimde öpmeye başladım.

Alt dudağını daha sıkı kavradığımda yanağındaki elimle de yüzünü benden çekecekmiş gibi sıkı sıkıya tutuyordum. Dudaklarımızın arasından fırlayan ıslak sesler oda tamamen sessiz olduğu için yükselerek duvarlara çarparken birkaç saniye süren ancak birkaç saatmiş gibi beni beklentiyle kıvrandıran boşluk son buldu.

Pars, benim hoyrat sandığım öpücüğün aslında tatlı bir temas olduğunu anlatır gibi dudaklarımı ağzının içine çektiğinde gözlerimi sıkıca yumdum. Bir an sonra ise artık sırtüstü uzanır haldeydim.

“Bunu mu istiyordun?” diye sorduğunda bedeni bedenimin üstündeydi. Bir kolundan destek alarak kendini havada tutuyor, bana ağırlığını vermiyordu ama ağırlığını üstümde hissetmek kulağa hiç kötü gelmiyordu şu anda. “Seni yiyip bitireyim mi istiyordun?”

“Hı hım,” gibi bir şey mırıldandım çekinmeden. Beni sevsin istiyordum.

Karnımdaki hareketlilik bana birden haftalar öncesini, iplerle sarılı ringin köşesinde onun dokunuşları ve dudaklarıyla nasıl bir yangının içinde kaldığımı hatırlattığında gerçeklik algım bozulmuş ve dudaklarımdan belli belirsiz bir inleme fırlamıştı.

“Siktir,” dedi dolu dolu. “Dudaklarıma usulca inleyip altımdan sağlam çıkabileceğini mi düşünüyorsun sen minik tanrıça?”

“Seni özledim,” dedim gözlerinin içine korkusuzca bakarken. “Seninle ilgili her şeyi çok özledim. Ben öylece, canım sıkıldığı için gitmedim.”

Beni bu konuda anladığını, geldiğim anda yaşananlardan dolayı biliyordum ama yine de tekrarlamak ve olası bir yanlış anlaşılmayı defetmek istemiştim.

“Öylece gidebileceğini sanma zaten,” dedi nefesi dudaklarıma çarparken. “Sen, bu saatten sonra benden bir karış uzağa gidebileceğini düşünme Ahu.”

Adımı seslendirdikten hemen sonra, nefes bile almadan yeniden dudaklarıma kapandığında hırçınlaşan tek şey öpüşü değildi. Üstümüzdeki örtü çoktan sıyrılmış, o beni yatakta çevirdiğinde altımda kalmıştı. Bunun kolaylığıyla yataktan destek almadığı, boşta kalan eli belimi bulup sıktı. Dudaklarının hızına yetişebilmek için savaş verirken aynı anda belimde parmaklarını hissettiğimde kasılmıştım.

Üstümdeki kıyafetler bana ait değildi. Mayıs’la aramızdaki beden farkı yüzünden tişört zaten açıldı açılacak bir konumda, belimin biraz üstünde duruyordu. Pars’ın eli işe karıştığında kumaş tamamen sıyrılmış ve belimdeki dokunuşu kumaşı aşarak tenimi bulmuştu.

Dudaklarımda oyalanan dudakları çenemi ilk durak belirleyerek bir yol izlemeye başladığında ıslak öpücüklerinin yeni varış noktası boynumdu. Boğazımda, boynumda… Sağa sola bıraktığı ve nemini bulaştırdığı öpücüklerin arasına karışan küçük ısırıkları hissettiğimde tepkilerim kontrolüm dışına taşmaya başlamıştı.

“Pars,” dedim garip bir sesle. Seslendiğim sırada boynumdaki ince deriyi dudakları arasında esir edip emerek geri bırakmakla meşguldü.

Boynumdaki bir köşenin bu denli hassas olduğunu bilmediğimden karşı karşıya kaldığım ürpertici hissin etkisiyle nefesim teklemişti.

“Evet?” dedi sanki söyleyeceğim bir şey olmadığını bilmiyormuş gibi. Oysa neden ona seslendiğimi, sesimdeki pürüzün nedenini ve daha birçok şeyi bildiği kesindi.

Sessiz kalışımı ona ‘dur’ demişim gibi yorumlayarak dudaklarını boynumdan uzaklaştırdı. Yüzünü tekrar yüzümle aynı hizaya getirdiğinde yeniden boynumu öpmesi için ne yapmam gerektiğini düşünmekteydim.

Düşünmek bana iyi gelmiyor olacak ki dudaklarımdan fırlayanlar düşüncelerimden biraz bağımsızdı. Belki de dürtülerimin baskısı altındaydım ve kaçacak yerim yoktu. “Ben de seni öpmek istiyorum.”

Nefeslendi. Gözlerindeki maviliğin daha derin ve daha koyu bir hal aldığını bakışlarımız birbirine tutunduğu için kaçırmamıştım. Göğsü alıp verdiği nefes eşliğinde göğsüme çarptığında ağırlığını biraz hissedebildiğim için kasılmıştım.

“Bunu dile getirmene gerek yok,” dedi belimdeki eli karnıma ve göğüs kafesime doğru kayarken. “İçinden ne geliyorsa, o.”

Kendisini sıktığı için olduğunu tahmin ettiğim şekilde alnında bir damar belirgin hale gelmişti. Elimi kaldırıp o damarın üstünden parmağımla usulca geçerken dudaklarımı araladım. “O zaman yer değiştirmemiz gerekebilir. İçimden bu geldi.”

Güldü. Bu tatlı ya da keyifli bir gülüş değildi. Sanki ‘şansını zorluyorsun’ der gibi gülmüştü. Ya da ben aklımı yitirecek kadar onun etkisi altındaydım.

Beni sesli olarak onaylamadı ama hızlı bir hamleyle bedenimi bir anda havalandırmış ve kendisini alta bırakmıştı.

Şimdi sırtı yatağa yaslı olan o, üstte olan bendim. Fakat onun yaptığı gibi yataktan destek alıp havada durmak yerine karnının biraz altına kalçam yaslı kalacak şekilde üstündeydim. Bacaklarımı iki yandan sarkıtmış, yerime sinmiştim.

“Kullan beni,” dedi belimin ortasına parmaklarıyla sertçe bastırıp okşarken. “İçinde sana bağırıp çağıran bir ses olduğunu adım gibi biliyorum, dinle o sesi.”

Derin bir nefes almayı denedim. İçimdeki sesleri benden önce duyuyor olması, beni ezbere bildiğinin göstergesiydi ve bunun farkındalığı göğsümü kabartmıştı.

Dudaklarına yapıştığımda göğsüm göğsünü eziyor görünse de asıl ezilen bendim. Uyurken giymekten nefret ettiğim sütyenin üstümde olmaması, göğüslerimin onun sert göğsünde ezilmesine neden olmuştu.

Belimdeki elinin kalçama doğru indiğini, sıkıca tuttuğu dolgunluğu parça parça edecekmiş gibi sıktığını hissettiğimde refleksle üst dudağını ısırmıştım.

Hırıltılı bir inlemeyle dudaklarını benden güç bela geri çekti. Ne diyeceğini beklemeden dudaklarımı yanaklarına doğru kaydırdım. Kulağına doğru kısa ama sıkı öpücükler bırakarak ilerlediğimde birden kendimi karnından çok daha aşağıda bir yerde oturuyorken bulmuştum.

Hissettiğim belirgin sertliğin ne olduğu ve ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar bilinçsiz değildim ama tüm bedenim ona yaslıyken kalçamdaki baskıyı hissetmek anlık bir duraksama yaşamama neden oldu. Bu duraksamayı yanlış anlama ve bir anda her şeyi boş verip durma ihtimali olduğunu bildiğim Pars’ı bunu yapmaktan alıkoymak için bile isteye kendimi o sertliğe daha çok bastırdım.

Homurdandığı her neydiyse doğru düzgün bana ulaşmamıştı ancak birden yatakta doğruldu ve dik bir konuma geldi. Bedenim ona yine yaslıydı ve kalçam kasıklarına baskı yapıyordu ancak artık uzanıyor halde değildi.

“Bir adım ötesi bambaşka bir yer, Afrodit. Bana bu onayı ver ya da uyumak istediğini söyle ve seni göğsümde uyutayım. Arası yok, devam ettikten sonra sana karışmamak için kullanacağım kadar büyük bir irade bende yok.”

“Uyumak istemiyorum,” dedim yukarıdan ona bakma üstünlüğüyle başımı eğerek. “Beni sev istiyorum.”

Çenemi kavradı. Yüzümü yüzüne doğru çekti. “Seveyim?” dedi alayla. “Sana zaten tapınıyor olan bir adamdan isteye isteye bunu mu istiyorsun?”

“Sadece kalbinle değil,” dedim sessizce. Oturduğum yere kendimi aniden bastırıp sürttüğümde bu tamamen içimdeki -dinlememi istediği- sesin hamlesiydi.

Gözlerini sadece bir saniyeliğine kapatıp geri açtı. “Cevabını dilinle değil kalçanla verirken o dolgunluğu riske attığının farkında mısın?”

Nefesim hızlanarak dudaklarına çarptı. “İlklerinin tümünü çalma fikri içimde bir şeyler yakıyor,” dedim dürüstçe. “Sana ilklerimle koşarken hepsinin karşılığını bulmak beni deli ediyor.”

Dokunuşlarının, öpücüklerinin… Hiçbirinin benzerinin benden başka bir tende iz bırakmadığını bilmek beni öyle tatlı körüklüyordu ki hem kontrolsüz hem de kontrolün tümü elimdeymiş gibiydim.

“İlk de sensin, son da sensin Ahu. Ben son kez nefes alıp, o nefesi veremeyene dek her şey sensin. Her şeyim sensin.”

Aynı anda iki elim yanaklarına kapandı. Dudaklarını delice öpmeye başladığımda onun hedefinde pijama üstüm vardı. Uçlarından tutup kaldırdığı kumaşı çekiştirerek göğsüme doğru sürükledi, ardından kumaş omuzlarıma tırmandı. Çıkarabilmesi için dudaklarımı ondan çekmeme ihtiyacı vardı fakat ben bunu yapacak gibi değildim. Kendisi biraz çekildi, ardından saniyeler içinde üstümde artık hiçbir kumaş yoktu.

Göğüs uçlarım havayla temas ettiğinde yaşanan ürpertiyle büzüştüğünde ona yaslandığım için bunu kendi göğsünde hissettiğini biliyordum.

Sertleşen uçlarım ona değince hassaslaşarak canımı yakmıştı. Bu acının beni geri çekilmeye itmek yerine ona daha da yaklaşmaya teşvik etmesi çelişkiliydi.

“Yeterince üstte kaldıysan,” dediği anda ben cümleyi algılayamadan beni yeniden yatağa yatırdı. Sırtım yatağın örtüleriyle buluştuğunda bu kez çıplaktım ve üşür gibi titremiştim.

“Isıtacağım,” dedi ürpertimi gördüğünde. “Tenin alev alana kadar ısınacaksın, beni yaktığın gibi yanacaksın ki ödeşeceğiz benim minik tanrıçam.”

Üstüme kapandı. Boynumdan göğüs çizgime doğru ıslak öpücükler bıraka bıraka, dilini ve dişlerini işin içine kata kata ilerledi.

Belim kavislenerek kalçalarımı yukarı itmeme neden olurken ona doğru yükselen bedenimi zapt etmek istercesine belimi tuttu. “Şş, şimdi değil.” diye fısıldadı. “Bana kendini çarpıp durursan, her zerrenle yeterince ilgilenemem. Sabırlı ol güzelim.”

İki göğsümün arasında burnuyla hayali bir çizgi çiziyormuş gibi oyalandığında bir elim her ne kadar sabretmemi istese de sabırsızca ensesindeki saçlarını buldu. Ne yapmasını istediğimi kestiremiyordum ancak bir şey yapması gerekiyordu ve ben o şey için yalvarabilecek kadar dolu hissetmeye başlamıştım.

Yüzünü sağa doğru kaydırıp sol göğsümün kıvrımını sınır belirler gibi dudaklarıyla gezdi. Adını mırıldandım yine. Dudaklarımdan adından başka bir şey dökemeyecek kadar puslu bir zihne sahiptim.

Dudakları göğüs ucumu bulduğunda sertleşip büzüşen ucumu sıcak ağzında hissettiğim anda derince inlemiştim.

Damağına doğru çekerek sertçe emdiği ucun bana etkisi yetersizmiş gibi diğer taraftan eliyle boş kalan sağ göğsümü bulmuştu. Avucunun içinde kaybolan, küçük diyemeyeceğim ama elinin iriliği yüzünden yok gibi elinde ezilen göğsümü sıktı.

İki göğsümde birden onu hissediyordum. Hangi göğsümden nasıl bir uyarı aldığımı karıştıracak şekilde başım döndüğünde boynumu geriye doğru atarak gözlerimi kapattım. İnleyişlerim sızlanmalarıma karışıp yükselirken Pars bebek gibi emdiği, ona sızacak bir öz varmış gibi tükettiği göğsümü yavaşça bırakmıştı.

“Her bir santiminde saatlerce dudaklarımı gezdirip durabilirim. Dudaklarım nereye değse, oranın bağımlısıyım Ahu.”

Bana aşağıdan bakıyor olduğu başımı çevirince görmüş, çıplak göğüslerimin dibinde duran yüzüyle karşı karşıya kaldığımda beni emmesinden daha büyük bir zevk alarak boğukça inlemiştim.

Keyifle sırıttı. Göğüslerimin arasını yumuşakça öptüğü sırada bakışlarını benden çekmemiş, benimle göz gözeyken orayı ıslak ıslak öpmüştü.

Karnıma taşan öpücükleri tenimi yakıyormuş gibi bir etki bırakırken saçlarından çekmediğim elimle ona öptüğü yerlere dair tepkiler veriyordum. Hassas noktalara dokunduğunda istemsizce çekiştirdiğim saçlarından durumu anlayarak aynı noktaya beni delirtmek ister gibi bir de dilini ve dişlerini sürtüyordu.

“Pars,” dedim altımdaki eşofmanımsı şeyin sınırında gezinmeye başlayan dudaklarını hisseder etmez. “Beklemek hoşuma gitmedi.”

Burnundan verdiği kesik nefesi kasıklarımın üstüne çarptığında elektrik akımı verilmiş gibi kasılmıştım. “Sabırsızlanıyorsun,” dedi bana doğru bakmak yerine öptüğü yerleri süzerek. “Benden daha sabırsız olamazsın, şu an nasıl bir savaş verdiğimi bilemezsin.”

“Sabırsız falan değilsin,” dedim hızla. Onu ensesinden yukarıya doğru çekiştirdim. Gücüm onu kendime çekmeye yetmeyecekti biliyordum, bu bir davetti.

Beni zorlamadan yüzünü yüzüme eşitlediğinde dudaklarım kupkuruymuş gibi dilimi dudaklarımın üstünde gezdirdikten sonra konuştum. “Ne yaşayacağım hakkında bir fikrim bile yok ama içimde tamamlanmak için çığlıklar atan bir yer var, karnımı öpmeyi kes ve o boşluğu sen tamamla.”

Güldü. Aynı anda hem güldü hem de dudakları çeneme sert bir öpücük bıraktı.

“Bahsettiğin boşluğun beni içine kabul etmek isteyen sıcaklığında olduğunu biliyorsun, kelimelerini özenle seçmene gerek yok.”

İçli bir nefes aldım. Gözüme sisli bir perde kapatılmış gibiydi. Söyleyeceklerimi de yapacaklarımı da düşünmeden, sonraki adımı tartmadan yürüyordum.

“Sen çok giyiniksin,” dedim öfkeyle. Bu öfke, beklentimin ürünüydü.

Bir dizini yatağa yaslayıp tek hamleyle tişörtünden kurtulduğunda karşımda geniş göğsü çıplaktı artık. “Eşitlendik mi?” diye sorduğunda benim cevap vermeme kalmadan parmaklarını eşofmanımın üstünde hissettim. “Eşitliği tekrar bozalım.”

Saniyeler sonra artık altımda iç çamaşırımdan başka bir şey yoktu. Üstüme yeniden kapanacağını anladığımda avucumu göğsüne bastırarak onu durdurdum. “Sen de,” dedim iki hecede. Ne istediğimi biliyordu. Diretmedi.

“Gözlerimin içine öyle alevlerle bakmaya devam edersen, altımdan bir değil iki parça birden çıkarmak zorunda kalacağım.”

“Yap,” diyen ben değildim. Resmen beni ele geçiren ve boğuk bir sesle konuşan bambaşka bir kadın vardı.

Ağzından fırlayan küfrün devamında cidden altındaki iki parçadan kurtulmuş ve birden karşımda çırılçıplak kalmıştı.

Bakışlarımı göğsünden aşağıya indirmemekte direnerek geçirdiğim birkaç saniyenin ardından yeniden dizini yatağa yasladı. Bana yaklaşmadan önce bacaklarımı dizlerimden iterek hafifçe ayırmış ve kendisini o aralığa bırakmıştı.

Yüzünü yüzüme yakın bir yerde bulacağımı sanıyorken kasıklarıma doğru yaklaştırdığı başı yerimde kıvranmama neden oldu.

Örtmesi gereken yerleri zar zor kapatabilen külotumun üstünden kadınlığımın üst kısmına dudaklarını bastırdığında belim benden habersizce havalanmış ve kasıklarımı ona doğru itmeme yol açmıştı.

“Kalp gibi atıyorsun,” dediğini duydum belli belirsiz. Fısıldamıştı kendi kendine.

Çamaşırımın bana yapışıkmış gibi hissettirişi, ıslaklığım yüzündendi. Öyle bir anın içindeydim ki her hücrem uyarılmış haldeydi.

“Yeter,” diye sızlandım. Ne dediğimi bile bilmiyordum.

Pars dudaklarını bu kez daha aşağıya, kalp gibi attığını öne sürdüğü yere bastırdı. Dudaklarıyla kadınlığım arasındaki tek engelin ıslak ve ince bir kumaş olması fikri çıldırtıcıydı.

Asıl çıldırtıcı olanın ne olduğunu görmemi ister gibi apar topar külotu benden ayırarak dizlerime çekiştirdiğinde onu çıkartmak için düzgünce geri çekilmesi gerekliydi. Bununla vakit kaybedebilecek eşiği çoktan aştığımız için olacak ki külotu parmaklarının arasında ince bir ipmiş gibi tek hamlede sertçe koparttı.

Parçaladığı kumaşın nereye gittiği hakkında bir gözlem yapabilmem mümkün olmamıştı çünkü Pars az önce kumaş engeliyle yaptığı şeyi bu kez arada hiçbir engel olmadan tekrarladığında dünyam tersine dönmüş gibiydim.

Ringde, ilk kez buna benzer bir yakınlık yaşadığımızda kadınlığımda hissettiğim tek şey parmaklarıydı. Parmaklarının da çok normal hissettirmediğini anımsıyordum ancak şiştiğini ve sızladığını hissettiğim yerde dudaklarını bulmak çığlığa benzer bir sesle başımı yastığa doğru gömmeme yol açtı.

Önünde duran sanki dudaklarımmış gibi bulunduğu yeri öpüp emdiğinde hıçkırığı andıran bir ses çıkarttım. Ellerim ne zaman başına gitti ve başını sertçe kendime bastırmaya başladım gibi sorulara cevabım yoktu.

“Pars,” dedim. Belki üç belki de on kez adını mırıldanıp inlercesine seslendim.

Durmadı.

Durmasını istediğimi de düşünmüyordum. Bu andan sonra durmayı isteyen tek bir ses bile yoktu zihnimde. Bunu savunacak kimse kalmamıştı; belki de hiç varolmamıştı.

Çıkan sesler, üst bacaklarımda duran ellerinin tenime gömülüşü, saçlarına asıldığım her an daha hırslanışı üstüme tonlarca yük gibi binmişken karnımın altında bir ağrı peydahlandı. Normal bir ağrı değildi, hatta belki ağrı da denemezdi.

Kendimi bu yabancı hisle birlikte sıktığımda Pars duraksadı. Yüzünü kasıklarımdan uzaklaştırıp hızla yukarı doğru kaydı. “Siktir,” dedi yüzümü gördüğü anda. “Ağzıma mı akacaktın? Boşalmak üzereydin.”

Bu kadar açık konuşuyor olması rahatsız edici olmalıydı; değildi. Az önce ıslaklığımın bulaştığı dudaklarına bakmak bana garip hissettirmeliydi; hissettirmiyordu.

“Bilmiyorum,” dedim titrek bir sesle. “Çok fazla, çok dolu…”

Ne hissettiğimi dile getirmekte zorlanırken onu üstüme doğru çektim. Ensesine iki elimi de yaslamış, yüzünü yüzüme yaklaştırmıştım. Bedenini bu denli ani kendime çekmemi beklemediğinden dengesi hafif bozulmuş oldu.

Bozulan dengesi karnıma bir baskı almamla sonuçlandığında nefesimi tuttum.

Çıplak kaldığında bakmaya direndiğim sertliği karnımda ve kasıklarımda tüm varlığıyla hissettiğimde bakmasam da uzunluğu ve iriliği artık zihnimde canlanacak kadar temas etmiştik.

Bacaklarımı kapatma dürtüsüyle hareketlendiğimde Pars bir eliyle tek dizimi tutup buna engel oldu. “Korkuyor musun?”

Sessiz kaldım. Bu duygunun adının korku olduğunu düşünmüyordum ancak endişeye benzer bir tadı vardı.

“Sen benden sesli olarak bunu istemedikçe, içine girmeyeceğim. Korkmadığını, buna zorunda hissetmediğini bilmem gerekiyor. O an gelene kadar sadece varlığımı hisset.”

Bakışlarımı aşağıya çevirmeye daha fazla direnemediğimde dudaklarımdan ağır bir inlemenin fırlamasına neden olan görüntü mü yoksa his miydi, bilmiyordum.

Pars kavradığı erkekliğini ıslaklığımın sızdığı yere doğru boylu boyunca sürttüğünde az önce irkilmeme sebep olan sertlik şu an ağzımın aralanacağı kadar çok kasılmama sebep olmuştu.

“Sikeyim,” dedi tükürür gibi. “Sıcacıksın güzelim, suların senden taşıp bana bulaşıyor.”

Kapatmaya çalıştığım bacaklarım bu kez yine kontrolsüzce aralandı. Ona yer açmak, bir şekilde kabul etmek ister gibi dizlerimi birbirinden olabildiğince uzaklaştırdığımda Pars yüzünü boynuma gömdü. Boynumdaki ince deriyi dudakları arasında tutup emdiğinde nefes almaya çalıştım.

Yetersizdi. Bir şeyler yetersizdi ama ben yaşananlara o kadar yabancıydım ki yetersiz olanı bulmam uzun sürüyordu.

“Daha,” dedim kısıkça. Dudaklarımdan sadece bu çıkabildi.

Yetersiz olanı ben bulamamıştım ama Pars tek hamlede bulabildi.

“İçinde istiyorsun beni,” dedi boynuma nefesi çarparken. “Kendine anlatamadığın şey bu.”

“Yap o zaman,” dedim sitemle.

“Ne yapayım?” dedi oyuncu bir sesle. Tırnaklarım ensesine saplanırken soludum. “İçime gir.”

Dudaklarımdan döküleni uymazsa hayatının biteceği bir emir kabul ederek erkekliğini girişime dayadığında neyle karşı karşıya kalacağımı bilmesem de beni buna iten sesi dinlemeye çalıştım. Bir tek o sesi duydum, bir tek Pars’ı hissettim.

“Canın çok yanarsa, durdur beni.”

Şu andan sonra onu öylece durdurabileceğimi sanması fazla iyimserdi. Çünkü o çıkış çoktan geride kalmıştı.

Kendini yavaşça içime ittiğinde kendimi kasmamın onu dışarı püskürttüğünü fark ederek bedenimi gevşemeye zorladım. Çabamı hissettiğinde dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Aynı anda da içimde daha ileriye gittiğini hissettim.

Duvarlarımın henüz girişimdeyken zorlanmaya başlamasını, onun iriliğini içimde saklamama imkân olmadığına yormak üzereydim. Bunun imkânsız olmadığını kanıtlarcasına son bir baskıyla içimde uç bir yere vardığında aştığı engeller bana kasıklarımda sancılar olarak dönmüştü.

Boğuk bir sesle inledim. Benim acıyla karışık inleyişime onun hırıltılı sesi karıştığında kollarımı sıkıca boynuna sardım. Bir anlığına dudaklarını dudaklarımdan ayırdı. “Geçecek,” dedi usulca. “Duvarlarının benim için genişlediğini hissediyorum, aklımı yitirmek üzereyim. Beklemeyi ne zaman bırakacağımı sen söylemelisin.”

İçimde hareketsizce kalması başta doğru olan gibi dursa da aslında beni de boğan bir şey olduğunu anladığımda dudaklarımı güçsüzce çenesine bastırdım. Sesli olarak bir şeyler söylemek zor geldiğinde kalçamı oynatarak ona işaret verebilmiştim sadece.

Keskin bir nefes verip yeniden dudaklarıma yapıştı. Beni delirmiş gibi öperken içimde hareket etmeye başlamasıyla birlikte uçurumda sallanıyor gibi hissetmeye başlamıştım.

Kasıklarıma her çarpışında tüm bedenim sarsılıyor, kollarım ona daha sıkı dolanıyor ve dudaklarım dudakları tarafından daha sert eziliyordu.

Dudakları kadınlığımdayken tırmanmayı neredeyse bitirdiğim dik yokuşun yeniden tepesine varmak üzere olduğumu anladığımda aradan ne kadar zaman geçtiğinden habersizdim.

“Pars,” dedim yine. Bu gece adını hiç olmadığı kadar çok ve farklı şekilde anmıştım.

“Ak, Ahu. Ben içine akmayacağım, bu koca bir aptallıktan fazlası olmaz ama seni hissetmek istiyorum.”

Ağlamaya benzer içli bir sesle başım geriye doğru düştü. Karnıma doğru yükselen, sonra tekrar kasıklarıma inen yoğunluğun birden beni terk ettiğini hissettiğimde Pars dudaklarımın üstüne hırsla bir küfür savurdu.

İçimden yavaşça geri çekildiğinde deliğimden sızan yoğun sıvıyı algıladığım için nefeslenmeye çalıştım. Pars benden uzaklaşmadı, aksine yine en baştaki gibi kendini bana sürtmeye başladı.

Burnunu saçlarıma doğru gömerek hareketlerine devam ettiğinde çok geçmeden karnıma doğru çarpan sıcak sıvılarıyla boyanmıştım.

Boğuk inlemesi, benim nefes seslerime karışan homurdanışları son bulmadan dudaklarını yakaladım. Güçsüz, zar zor tutunur şekilde onu öptüğümde aldığım karşılık gayet dinçti.

Dudaklarımız birbirinden koptuğunda burnu burnuma değecek kadar yakınımdaydı.

“Isındım gerçekten,” diye mırıldandım bana en başında söylediklerini hatırladığımda. Güldü. Gülüşünü dikkatle seyrettim.

“Tüh,” dedi üzülmüş gibi. “Isınmamış olsaydın, başka bir şeyler denerdim.”

Yanağımı kaşımak için havalanan elimi unutarak konuştum. “Tam da ısınmamışımdır belki.”

Önce duvarlara sonra kulaklarıma çarpan keyifli kahkahasının ardından yüzüme sayısız öpücük bıraktı.

“Öleceğim sana; sonum ne zaman gelir bilmiyorum ama o son sensin, çok iyi biliyorum.”

Sinirle dudaklarımı araladım. Neye kızacağımı çok iyi bildiğinden dudaklarıma yumuşacık bir öpücük bırakıp beni durdurdu.

“Duşa girelim, döndüğümüzde halin kalırsa söz veriyorum beni haşlamana izin vereceğim sevgilim.”

Kaşlarımı çattım. “Haşlama mı? Cani miyim ben?” diye patladım birden.

Pars bir duraksadı. Ardından yine kahkahasıyla baş başaydım.

Bana açıklama yapmak yerine doğruldu. Ardından yatağa uzanıp beni kucakladı. Kasıklarımda anlık bir sızı hissetsem de acının yüzüme yansımasına engel oldum.

Pars beni prensesmişim gibi banyoya taşırken birbirine kattığımız yatağa doğru göz ucuyla bakabilmiştim.

Birbirimize karışmıştık.

Bu geceden önce de birbirimize dolanmış ruhlardık ama daha sıkı sarıldığımızı ve daha yoğun bağlandığımızı hissediyordum.

Keyifle yanağımı omuzuna doğru yasladığımda alnıma sıcak bir öpücük konduruldu. Arsızca konuştum. “Bir tane daha öp.”

Bir saniye bile beklemeden yeniden aynı yeri öptü.

“Kölem oldun biraz,” dedim hevesle.

“Kulun da olabilirim,” dedi banyoya girdiğimiz sırada. “Sen ne istersen o olurum.”

Olamayacağı bir şey aradım hemen. Bulmam çok uzun sürmemişti. Sırıttım. “Eski sevgilim ol!” dedim alayla.

“Ahu!” diye yükseldiğinde şımarıklığımı biraz kıstım. “Şaka yaptım ki,” dedim hemen. “Aşkım eğer eski sevgilim olsaydın ‘fav ex’im sen olurdun bu arada.”

Pars sabrını sınadığımı belli ederek belimi sertçe sıktığında canımı acıtmasa da hüzünle ona yapıştım.

“Sana da yaranılmıyor.”

“Aynı cümleyi benim kurduğumu düşün, beş saniye boyunca dene bunu.”

Onu kırmayarak denedim.

İkinci saniyenin sonunda omuzuna sertçe elimin tersini geçirmiş ve kucağından inmek için çırpınıp kasıklarıma sancı girmesine neden olmuştum.

Şakaların ben yapınca komik, bana yapılınca iğrenç olduğunu kaç kez daha tekrarlamam gerekiyordu?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm