Gözyaşı Kadehleri 19.Bölüm

 19.BÖLÜM



“Bizimle gelme fikrini tekrar mı düşünsen acaba Nilgün teyze?”

Gözlerinin kenarlarında yer yer iz etmeye başlamış olan kırışıklıklar, bana kaşlarını çatarak baktığında iyice derinleşmişti.

“Ne biçim gelinsin sen? İnsan kaynanasını balayına davet edip, gelmem demesine rağmen bu kadar ısrar eder mi?”

“Etmez mi?” dedim ne diyeceğimi bilemediğim için boş bulunup.

“Etmez!” Aynı anda iki sesten yanıt geldiğinde Nilgün teyzeden çektiğim bakışlarımı ikinci sesin sahibine çevirdim. Teoman sırıtarak bana bakıyordu. “Yenge gören de kocanla baş başa kalmak sana zulüm sanacak. Nilgün sultan benimle, siz rahatınıza bakın.”

Ben bakışlarımı kullanarak Teoman’ı ezmekle meşgulken o Nilgün teyzeden güç aldığından olsa gerek rahatça yerinde oturuyor ve bana ait olan badem kâsesinden avuç avuç badem çalıp ağzına tıkıyordu.

“Seninle olmayacağım,” diyen Nilgün teyze tüm dikkatimi dağıttığında direkt olarak ona dönmüştüm. Yalnız da değildim. Teoman da yanımda hareketlenmiş ve hemen ona bakmıştı. “Alınırım sultanım, ne demek benimle olmayacaksın?”

Teoman hafif şakaya vursa da konunun ciddi bir yere bağlanacağını hissettiğinden olsa gerek yüzü bu şakacı tavırdan pay alamamıştı.

“Evime döneceğim, burada kalacak halim yok ya oğlum.”

Yanımda oturuyor olan Teoman’a bakabilmek için başımı çevirdim tekrar. Kaşları havalanmış halde karşıya, Nilgün teyzeye doğru bakıyordu. “Bundan Cevahir abinin haberi var mı peki?”

“Var tabii,” dedi Nilgün teyze duraksamadan. Gözlerimi kapatıp açtım yavaşça.

Avcıoğlu yine neyin peşindeydi? Hangi planını hangi akla dayanarak yürürlüğe koymuştu?

Teoman durumdan Cevahir’in haberinin olduğunu öğrendikten sonra elbette sorgulamayı bırakmış ve durulmuştu. Ancak aynı fikirde olduğumu söyleyemeyecektim.

“Bitirmişsin bademlerimi, Teo.” dedim dibinde birkaç badem kalan kâseyi gösterip. “Götüreyim ben bunu.” Elime alıp kalktığımda Nilgün teyze herhangi bir şeyden şüphelenmiş görünmüyordu ancak Teoman’ın hedefimi anladığı belliydi.

“Götür yenge, ama dikkat et yavaş yavaş götür. Kırılmasın şimdi tabak çanak, yola çıkmadan iş çıkartma kendine.”

Derin bir nefes alıp onları arkamda bırakacak şekilde adımladım. Tabağı yukarıya çıkartmamak için mutfağa uğramış, ardından da adımlarımı merdivenlere doğru yöneltmiştim.

Odaya geldiğimde kapıya tek bir kez vurmakla yetinerek beklemeden kapıyı araladım.

Telefonu çaldıktan sonra ortadan kaybolan, akşam yemeğinden sonra salona geçişimizin ardından gerçekleşmiş ve bayağı sürmüştü, Cevahir’i pencerenin önünde ayakta dikilirken bulduğumda odaya girdim.

Telefonu kulağındayken kapıyı açmamla birlikte bakışları beni bulmuştu. Muhtemelen odadan bir şey almaya ya da banyoya geldiğimi düşündüğünden olacak ki cama dönüp konuşmasına devam edecek gibi oldu.

“Ne kadar sürecek konuşman?” diye sorduğumda ise yeniden bakışlarının hedefi olmuştum.

Odaya geliş sebebimi algıladığında kaşları hafif de olsa havalandı. “Kapat, arayacağım seni sonra.” demesi ve kulağından çektiği telefonu kapatıp yatağa doğru atması peş peşeydi. “Bitti konuşmam,” dedi düz bir sesle.

Ayakta kalmak yerine adımlayıp yatağın ucuna yerleştim. “Biz yokken annen ne yapacak?” diye sordum sakince.

Aramızda birkaç adım mesafe vardı. Ben yatakta oturuyorken o karşıda ayaktaydı ama yine de bakışlarımız sabit olarak birbirlerine tutunuyordu.

“Eve dönecek,” dedi beklemeden. “Neden sordun?”

“Neden mi sordum?” dedim şaşkınca. Kaşlarım çatılır gibi olmuştu.

“Endişelenmeni gerektirecek bir şey yok Seray. Son birkaç güne kadar orada yaşıyordu annem, öyle değil mi?”

Omuzlarımı dikleştirerek dikkatle yüzünü süzdüm. “Aklımla mı oynuyorsun?”

“Hayır,” dedi sadece.

Durağan ve garip tavrı sinirlerimi bozduğunda aniden ayaklandım. “Seninle insan gibi konuşmaya çalışanda kabahat.”

Yatağın ucundan dolanıp odadan çıkmak üzere kapıya yöneleceğim sırada öne doğru adımladı ve önümü kesti. “Bu konu neden telaşlandırdı seni? Annemin o eve dönmesini istemeyeceğin bir şeylerden mi şüpheleniyorsun?”

O kadar sakin ve düz bir sesle konuşuyordu ki sorduğu soruların cevabını çoktan kendi aklında oturttuğunu anlamamam mümkün değildi.

Annenin doğru şekilde tedavi edildiğini düşünmüyorum demiştim ona. Öyle çok zaman da geçmemişti, bir hafta bile dolmamıştı daha. Bunun üstüne düşmeyeceğini, söylediğimi öylece kabulleneceğini düşünmek benim hatamdı.

“Hayır,” dedim fazla beklememeye dikkat ederek. “Sadece birkaç kez bulunduğum, içindeki kimseyi doğru düzgün tanımadığım bir evle ilgili ne düşünecekmişim?”

Gözlerini birkaç saniyeliğine kapalı tuttu. Geri açtığında ise ilk yaptığı beni yatağa doğru yönlendirmek oldu. “Oturalım,” deyişine karşı çıkmadım.

Oturduk. Yatağın bana ait kısmında, yan yana oturmuş olduk.

“Seray,” dedi önce. Devamında söyleyeceklerinden önce kendisini sakinleştirmeye çalışıyormuş gibi biraz durdu. “Oradan bakınca beceriksiz, güçsüz bir adam gibi mi görünüyorum ben sana?”

Yalan söylemeye gerek duymadım ama doğruyu da dillendirmedim. Sadece sessiz kaldım. Beceriksiz ya da güçsüz diyebileceğim son insanlardan biriydi fakat sesli olarak bunu dile getireceğim bir anın gelmesi zordu.

“Durup dururken mi annem hakkında başka bir psikiyatriste danıştın? Bir gün uyandın ve böyle bir karar mı aldın? Buna inanacak kadar aptal mıyım gözünde?”

“Hani bana güvenecektin?” diye sordum. Ona bu konuyu açtığımda sadece bana güvenmesini ve yeni bir psikiyatristi kabul etmesini istemiştim.

Bedenimi ona çevirmek yerine yalnızca bakışlarımı üzerinde tutmanın zorlaştığını hissettiğimde olduğum yerde kıpırdanıp bir bacağımı yukarı doğru kaldırdım. Sırtım yatağın sonuna doğru dönük kalacak şekilde ona dönük hale gelmemi beklerken sessizdi. Ben yerleşir yerleşmez konuşmaya başlamıştı.

“Sana güvenmeseydim bu değişikliği kabul etmezdim.”

“Ama sorgulayıp işi irdeleyeceksen bu ‘güvenmek’ sayılmaz.”

“Sorgulamam neden seni bu kadar ürkütüyor?” diye sorduğunda durakladım. Soruya bir cevabım olup olmadığını anlamak için kendime biraz zaman verdiğimde sabırla karşımda beklemekteydi.

“Elde edeceğim sonuçların sana bir zararı olmayacak, durumla alakan bile yok. Seni, beni durdurmaya iten ne?”

Konu annen olduğunda gözlerinde beliren, başka hiçbir anda ortaya çıkmayan küçük bir çocuğun hevesini yakıp yıkmak istemiyorum.

Dürüst olmam gerekse vereceğim cevap bu olurdu. Ama böyle bir zorunluluğum olmamasına sığınarak yine sustum.

“Zerrin’den şüphelendin,” dedi bana bir anda. “İlk kez görüyor olmasına rağmen sana bile dikenleriyle geldi, annem konusunda da seni bu mu endişelendirdi?”

Başımı salladım hafifçe. İki yana sallanan başımı takip ederken küçük bir afallama yaşamıştı çünkü olumlu cevap vereceğimden emindi.

Nilgün Avcıoğlu ellerimden tutup bana ‘ilaçlarımı değiştiriyorlar’ diye yakınmasaydı bu konuda şüphe duymaya başlamazdım. Aile işlerine bu denli dalıp, her şeyin içine karışmak tercihim olmazdı ama zaman zaman bir bebeğin zihni kadar saflaşan haliyle Nilgün teyzenin gözlerimin içine içine bakması dengelerimi yerinden oynatmıştı.

“Anlatacağım,” dedim kabullenerek. “Bu sefer bir şey atlamayacağım ama birlikte hareket edeceğiz, söz vereceksin.”

Dudaklarını direkt aralayacak gibi oldu. Bunun ardından gelecek olan itirazı tanıyordum. Duyduktan sonra direnmek yerine duymaya engel olmak daha basitti.

Parmak uçlarımı dudaklarının üstüne hafif bir baskı eşliğinde dokundurduğumda gözlerindeki celallenmiş parlamalar soldu. Beklemediği hareketime tepkisi yalnızca değişen bakışlarıyla sınırlı kalmamıştı. Refleksle olduğunu sandığım bir şekilde ona doğru uzanan elimi bileğimden yakaladı. Görmesem zar zor hissedebileceğim kadar hafifti tutuşu.

Birazdan beni dinleyecekti. Dinlediklerinin ardından, içinde çoktan esmeye başlayan rüzgârın fırtınaya evrilecek oluşu gözümü korkutuyor olsa da tek tesellim birkaç saat sonra şehir değiştirecek ve bir süre bu şehre ayak basmayacak oluşumuzdu.

Peki fırtınanın gelişini ertelemek, kuvvetini azaltmaya da yeter miydi?

 

~

 

“Seray?”

Adımın peş peşe, önce kısık ancak gittikçe yükselir şekilde seslenilmesi içinde bulunduğum uyku balonunun patlamasına ve bilincimin karanlıktan sıyrılmasına sebep olmuştu.

“Hım?” gibi anlamsız bir mırıldanışla eşzamanlı olarak gözlerimi açtığımda üzerime doğru eğilmiş halde bulduğum yüz tanıdıktı.

“İniş yaptık, arabada uyumaya devam edersin.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Ne zaman uyuduğumu bilmiyorum diyemezdim, normal bir uçakla değil özel bir jetle planladığı uçuşun meyvelerini yemekte sakınca görmemiş ve bizden başka kimse bulunmadığı için mükemmel bir sessizliğe sahip ortamda aldığım en fazla on nefesin ardından uykuya dalmıştım.

Sersemliğim geçmeden ayağa kalkmaya çalıştığım için koltuğumdan ayrıldığımda yürümeyi öğrenen bebekler gibi sendelemiştim.

Cevahir’in belime sardığı koluyla beni tutmasına direnmedim. Tek başıma ayakta kalmaya çalışmak güçtü.

Gece yarısını çoktan aşan bir saatte iniş yaptığımız için havaalanının aydınlatmaları dışında kalan her yer karanlıktı. Fazla uzun sürmeyen, binaya girene dek devam eden yürüyüş boyunca etrafı biraz süzmüş ve genel olarak tüm ağırlığımı yanımdaki bedene doğru yıkmıştım. Onun benim ağırlığımı kuş tüyünden yastık olarak taşıdığını bildiğimden hiçbir endişem yoktu. Tepesine de çıksam dengesi bozulmazdı.

“Eşyalarımızı almadık,” diye mırıldandım biraz daha kendime gelebilmiş hale ulaştığımda. “Halledecekler, sen adımlarını atmaya devam et sadece doktor.”

Kimin halledeceğini sormadım. Beni ilgilendiren tek bir kısım vardı. “Küçük bavulumu kaybetmesinler, o çok önemli.”

Adımlarını yavaşlatmadı ama başını hafifçe bana eğdi. “Ne var o küçük olanda?”

“Plajda giyeceklerim var,” dediğimde burnundan kısa bir nefes verdi. “Yenilerini alamaz mıyız kaybolurlarsa?”

“Alamayız,” dedim başımı sallayarak. “Sezonluk olanları nereden bulacağız şimdi?”

“Kimin karısı olduğunun farkında mısın sen Avcıoğlu?” diye sorduğunda iç çektim. “Bir an unutmuştum, neden hatırlatıyorsun?”

Genellikle ona yaptığım bu içerikteki iğnelemelere gülmez, ters ters bakardı ancak bu kez cümle kurarken sarhoştan hallice olmama dayanamamış olacak ki gerilmek yerine başını eğerek gülümsedi.

“Nerede bu araba? Uyuyacaksın demiştin, yürüyoruz yürüyoruz bitmiyor.”

“Geldik, Seray. Kucağıma alsam kıyameti kopartacaktın, yürümek de hoşuna gitmiyor; ne istiyorsun benden?”

İşaret ettiği yere doğru bakarken bahsettiği arabayı görünce bakışlarım plakaya takıldı. Yan yana duran ‘C’ ve ‘A’ harflerini gördüğümde göz devirdim. Araba kiralayacağını düşünmek benim hatamdı.

Her ihtimale karşı seksen bir ilde birer araba edinmiş olabilir miydi?

Cevahir beni ön yolcu koltuğuna yönelttiğinde yerime direkt sinmiş ve kapanan kapıya doğru devrilmiştim. Arabanın ona ait olduğunu plakadan anlamıştım fakat onun arabasına her binişimde beni karşılayan ve artık onunla özdeşleşen koku burada yoktu.

Temiz bir araba kokusu alıyordum. Tercihimin bu temiz koku yerine Cevahir’in hem sıcak hem de baharatlı notaları olan parfümü olduğunu fark etmek bünyeme iyi gelmemişti.

Bagaj kapağının açılıp kapandığı duysam da geriye dönüp bakmadım. Bahsettiği ‘halledecekler’ kısmı buydu belli ki. Eşyalar arkaya yerleştiriliyordu.

Birkaç dakikanın ardından sürücü kapısı açıldı. Cevahir içeri girip yerleştiğinde göz ucuyla ona baktım. Gelişiyle birlikte kokusu da artık buradaydı.

Gözlerimin yeniden kapanması için ihtiyaç duyduğum eksikliğin bu koku olduğunu algılayamayacak kadar uykuluydum ancak belli ki aynı yatağı paylaştıkça kokusu bende uyku ilacı etkisi yapmaya başlamıştı.

“Otel seçiminde de kesenin ağzını sıkı mı tuttun Cevo?” diye sordum gözlerim yarı aralıyken. On dünya turu yapsa bütçesi sarsılmayacak bir adamken yaptığı balayı planı ile ilgili genel olarak onu zorbalama işini sevmiştim. Birkaç gündür tek eğlencem buydu.

“Evet,” dedi gözleri yoldayken. “Bedava otel buldum bize.”

Şaşkınca ona baktım. “Bedava mı buldun?”

Sırf ben rahatsız olayım diye korkunç bir otel seçmiş olabilir miydi acaba?

“Bizim olan otele para mı vereceğimizi düşünüyordun doktor?”

O benim uyku sersemliğimden yararlanıp komik olmayan şakasını yapmakla meşgulken benim düşüncelerim çoktan başka yerlere uçmuştu.

Her şeye, buna ailesine ortak olarak ait olan varlıklar da dahildi, ‘benim’ diyen bir adamdı. Şimdi otel ‘bizim’ mi olmuştu?

Ya dili sürçmüştü ya ben rüyamda saçmalıyordum ya da… Ya da doğru anlıyordum.

İstanbul’dan buraya olan yolculuk sırasında uyuduğum uykunun benzeri derinlikte bir uykuya çekildiğimde bu defa uykudan sıyrılmama sebep olan ses Cevahir’e ait değildi.

“Hoş geldiniz Cevahir Bey,” diyen tiz bir ses duyduğumda yüzüm buruşmuştu. “Her şey istediğiniz ş-…” Devam edeceği belli olan sesi bölen, konuştuğu anda yaşadığım farkındalıkla kucağında olduğumu anladığım Cevahir’di.

“Tamam,” demişti ondan duymaya alışkın olmadığım kısıklıkta bir sesle. “Daha fazla konuşmayın, konuşacaksanız da sesinizi ayarlayın.”

Birkaç fısıltılı onaylama duydum. Onaylamalarla ve kimden geldikleriyle ilgilenemeden önce düşünmem gereken daha önemli bir konu vardı.

Otele giriyor olduğumuzu anlamıştım ancak havaalanındaki gibi beni uyandırmak yerine neden kucakladığını anlamış sayılmazdım.

Yanağımın omuzuna yaslı olduğunu, boynundaki sıcaklığa çarpan burnum sayesinde algılayabilmiştim. Sırtımda ve dizlerimin altında kollarının baskısını hissediyordum.

Uyandığımı saklamak yerine gözlerimi kırpıştırarak araladım. Kirpiklerimin teninde kımıldayışını hissettiğinden olacak ki hissettiğim yürüme hızı hafifçe sekteye uğradı.

“İnebilirim,” diye mırıldandım kulağına doğru sessizce. Sadece onun duyabileceği kadar yükseltmiştim sesimi.

“Kapat gözlerini,” demekle yetindi önce. Benim itiraz etme ihtimalimi hatırladığı anda ise eklemişti. “Balayında karısını kucaklamış bir adamı kimsenin ayıplayacağını sanmıyorum.”

“Romantik bir adamsın bayağı,” dedim yine sessiz sessiz. Sesimdeki alay göğsünün öne doğru gelmesine sebep oldu. Gülmüştü. Bu gece bayağı gülüyordu, havadayken basınçtan bazı darbeler mi almıştı acaba?

Odaya kadar kucakta taşınma fikri, iki kez derin uykuya daldığım ancak her seferinde uyanmak zorunda kaldığım bir gece için kulağa korkunç gelmiyordu.

“Gelir gelmez vıcık vıcık bir çift olduğumuzu düşünmeye başlamışlardır.”

Araladığım gözlerimle Cevahir’in omuzunun üzerinden tam olarak nerede olduğumu anlamak için etrafa göz attım. Binaya girmeden önce oteli görmemiştim ancak içerisinde ilerliyor olduğumuz lobiyi görmem de fikir sahibi olmam için yeterliydi.

Sahip oldukları hastanede çalışıyor ve geçirdiğim zamana rağmen ara ara bazı olanaklara şaşırmak zorunda kalıyordum. Aynı ailenin adının altında işletilen bir otelin hastaneden aşağı kalır yanı olamazdı.

“Ne düşündükleri kimin umurunda?”

“Senin umurunda olsun,” dedim direkt. “Her an çarpıcı bir başlıkla haber olma potansiyeline sahip olan sensin.”

Asansöre binmiştik tam bu sırada. Birkaç adım önümüzden giden görevli bizle aynı asansöre binmek yerine kapılar açıldığında geri çekilmişti. Kapılar yeniden kapandığında içeride sadece biz vardık.

Yanağım omuzuna yaslı halde durmayı sürdürürken sessizce bekledim. Koca bir kas yığınıydı ama buna tezat şekilde etrafıma sarılı olması ya da ona yaslı olmak sert ve rahatsız hissettirmiyordu. Diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da normalin dışındaydı.

“Haber olursam bunu yalnız başıma yükleneceğimi mi düşünüyorsun? Çekilecek her karede sen de var olursun. Alış artık.”

İç çektim. “Beni sol profilden çekmesinler o zaman söyle onlara, kötü çıkıyorum.”

Bir an duraksadı. Ardından başını bana doğru çevirip yüzüme bakmaya çalıştı. “Başka boktan bir yalan bul, doktor. Günlerdir solunda uyuyorum, sol profilini benden çok gören biri olmuş olabilir mi? Kötü çıkıyorsun, öyle mi?”

Alt dudağımı hafifçe ıslatarak yeniden omuzuna düşürdüm başımı. Bana ciddi ciddi bakıp, planlı programlı şeyler söylediğinde ona nasıl karşılık vereceğimi biliyordum. Dikenlerimi çıkarıyor ve hepsini dört bir yanına batırıp onu deliyordum. Ancak aniden -ve eşine rastlanmadık şekilde- iyi şeyler söylediğinde elim ayağıma dolanıyordu.

“Sen de benim sağım hakkında konuşmayacak mısın?” Asansörden inerken özellikle beni delirtmek için konuşmuş, odanın önünde valizlerle bekleyen adamın yanında deliremeyeceğimi bildiğinden hamle yapmıştı.

Çıktığımız katta yalnız önünde durduğumuz kapı bulunuyordu. Kat komşularımız olmayacaktı, üzülmüş sayılmazdım.

Asansörden indiğimiz anda odanın kapısını açmış, valizleri hızlıca içeriye çekmiş ve geri çıkmış olan adama uykudan ölüyor izlenimi çizmek için Cevahir’in boynuna gömüldüm. Oysa adamın her hareketini izleyecek kadar ayıktım.

Cevahir’e henüz insanlara teşekkür etmeyi öğretemediğim için adam gözden kaybolana dek hiçbir şey söylememiş, benimle birlikte kapıdan geçip içeri girmiş ve dirseğiyle kapıyı geri kapatmıştı.

“İndir beni artık,” dedim kapı kapandığında.

Ayaklarımın yere basmasının ayakta kalmam için yeterli olmadığını tahmin ederek beni yere bıraktıktan sonra birkaç saniye belimdeki kolunu çekmemişti.

Dengemi sağladığımda odanın içine doğru adımladım.

Aslında oda değil, küçük denemeyecek boyutta bir ev gibiydi içerisi.

Oturma alanını, küçük mutfağını ve banyosunu bulunduğumuz antreden görebiliyordum. Hepsi başka bir kapı aralığının ardındaydı. Sona kalan, açısı yüzünden göremediğim kısımda da yatak odası olmalıydı.

“Yatak mı koltuk mu?” diye sordum ona dönüp.

Kaşları havalandı. “Anlamadım?”

“İlk gece hangisinde sen uyumak istersin diyorum Avcıoğlu? Sıraya koyabiliriz böylece, bu iyiliğimi de yaz bir kenara.”

“Birlikte uyumuyor muyuz?” derken bir an, oldukça kısa bir an sesindeki keyifsizliği hissetmiş ancak üstünde durmamıştım. Yatağı hiç bırakmak istemiyordu belli ki.

“Otel personeli sabah biz uyanmadan odamıza dalmaz diye düşünüyorum, nerede uyuduğumuzdan bu kez kime ne Cevahir?”

“Doğru,” dedi buraya kadar yaşamamasına şaşırdığım farkındalığı ben konuştuktan sonra kazanarak. “Kimse aksini anlamayacaksa neden birlikte uyuyalım?”

Konunun uzamamasına sevinerek başımı salladım. “Karar verecek misin artık o zaman?”

“Yatağa geç sen,” dedi düz bir ifadeyle. “Bir oraya bir buraya geçmeye de gerek yok, eve dönene kadar böyle yaparız.”

Nezaketen ısrar edeceğimi ve koltukta yatmak için onun önüne geçeceğimi sanıyorsa oldukça yanılıyordu. “Tamam,” demiştim direkt. “İyi uykular sana.”

Bir küçük biri büyük olan valizlerimi de iki elime alıp peşimden sürükleyerek yatak odası olduğunu düşündüğüm yere yol alırken onu gerimde kendi eşyalarıyla baş başa bırakmıştım.

Üstelik ‘iyi uykular’ deyişime karşılık da vermemişti.

Kaba bir adamdı.

 

~

 

Yarım yamalak uyuduğum uykuların devamında, yatağa kavuştuktan sonra içine çekildiğim uyku ötekilerin yanında tam bir prenses uykusuydu.

Odaya dolan güneş ışıklarının -otelin tepesinde olmaya güvenip perdeyi çekmemek üşengeçliğimin eseriydi- yüzüme akın etmesiyle birlikte uyandığımda birkaç dakika boyunca ellerimi yüzüme kapatmış ve ışıksız kalarak kendime gelmeye çalışmıştım.

Sol kolumun üstünde dönüp gözlerimi araladığımda her sabah gördüğüm ‘uyuyan dev’ manzarası yerine yatağın boş tarafı beni karşılayınca bir an duraksamış ve olduğum yeri sorgulamıştım.

“Günaydın olmayan Cevo,” diye mırıldandığımda gelecek olan sessizliğe kendi kendime kıkırdamak üzereyken kulaklarıma dolan sesle birlikte yerimde panikle sallanmıştım.

“Günaydın, doktor.”

“N’oluyor ya?” diye homurdanarak yerimde doğruldum. Yatağın bulunduğu kısım aynı zamanda odanın sahip olduğu balkona açılıyordu. Bunu gece hayal meyal fark etmiş ancak belli ki uyandığımda unutmuştum.

Balkondan bulunduğum yere giren, cevap gelmeyeceğini bildiğim için kendi kendime eğlendiğim şakama dahil olan Cevahir ise elbette balkonun varlığından haberdardı.

“Yatağın boş kısmıyla konuşuyor gibiydin, yokluğum seni aklından mı etti?”

Gözlerimi devirdim. İstanbul’da örtmeye tenezzül etmediğim yatak örtüsü tabii ki burada da üstümde değil yatağın başka bir köşesindeydi. Alelacele doğrulduğum için askısı düşen geceliğimi düzeltirken kısık gözlerimle balkonun cam kapısına doğru baktım.

“Uzun zamandır böyle keyifli bir uyku uyumamıştım, aklımdan olmuş gibi miyim?”

“Benimle yatarken de fosur fosur uyuyorsun, Seray. Yemedim bunu.”

Sinirle yatağa avuçlarımı bastırıp kalktım. Söylene söylene ayaklarımı sürüyüp banyoya doğru giderken arkama dönüp bakmamıştım. Dönüp baksaydım onu zafer kazandığını düşündüğü için egosuna yeni bir kat çıkmış ve havalı bir ifadeyle göreceğimden emindim.

Oyalanabildiğim kadar çok oyalandığım banyodan çıktığımda valizlerime ulaşmak için yatağın olduğu kısma geri geldim. Cevahir’i bıraktığım yerde bulamamıştım. Balkon kapısında dikilmeye dakikalarca devam etmemişti. Ancak bu kısımdan da ayrılası gelmemiş olacak ki yatağa yayılmış haldeydi.

“Kolay gelsin,” dedim yerleştiği yatağı başımla işaret ederek. “Bir gecede pes mi ettin? Dün yer değiştirmemize gerek yok diye havalanıyordun.”

Kollarını göğsünde kavuşturmuş halde yatağın ortasında uzanıyordu. Ben konuşmaya başladığımda bakışları beni bulmuştu ama yerinden kıpırdamamıştı.

“Vazgeçtim, evet.” Kaşlarımı havalandırdım. Kabullenmesini beklemiyordum.

“İyi,” dedim. “Gece yastığımı alır giderim koltuğa, yayıl sen burada.”

Çenesini yukarı doğru kaldırdı. Sonra bunla yetinemedi ve başını iyice doğrultup bana net bakar hale geldi. “Yastığını da götürmen gerekiyor tabii,” derken ne saçmaladığı hakkında bir fikrim yoktu. “Boş ver o zaman, ben yatarım koltukta.”

“Hareketlerini sorgulayarak sabah sabah kendimi yormayacağım,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Kendimi suyun altına gömdüğüm anlar ve geceler dışında pek yanımdan ayrılmayacağın fikrine de bağışıklık kazanmaya çalıştım, o yüzden hazırlanalım ve şu odadan çıkalım.”

“İlerleme kaydediyoruz, bilseydim daha erken bir balayı planlardım.”

Homurdanarak onu taklit ettikten sonra gece devirip açık hale getirdiğim valizlerimin içine daldım. Tek tek dolaba yerleştirecek kadar aklımı yitirmemiştim, buradan gidene kadar valizlerin içini çorba edecek ve dönüşte çaresine bakacaktım.

Zorunlu bir balayı görünümünde olsa da bu bir tatildi. Keyfini çıkartmaktan kendimi alıkoymayacaktım.

Cevahir bu kısımdan çıktığında hazırlanmak için odaları birbirinden ayıran kapılardan buraya ait olanı kapatmış ve kendime özel hayatımın gizliliğini ihlal etmeyecek bir alan oluşturmuştum.

Giyindikten sonra aynanın önünde dikilerek üzerimdeki uçuş uçuş bir kumaşa sahip, beyaz uzun elbisenin sağını solunu düzeltirken asıl derdim tamamen açık olan sırt kısmından görünecek olan beyaz bikini iplerimi kontrol altına almaktı.

On kez odaya dönmek yerine kahvaltıdan sonra kendimi güneş görebileceğim bir yere acilen bırakmak ve bedenimle birlikte ruhumu da dinlendirmek istiyordum. Baktığınız açıya göre elbise ya da pareo olduğuna dair ikilemler oluşturacak bir parça seçişim de bu yüzdendi.

Geniş bir çantaya doldurduklarım eşliğinde odadan çıktığımda gece kendisine yatak olan koltuğa şimdi geriye doğru yaslanarak oturmuş bir Cevahir’le karşı karşıyaydım.

“Hazır mısın?” diye sorduğunda başımı salladım. Bakışları üzerimdeki elbisede gezindi, görebildiği kısım elbisenin boğaza kadar kapalı kalın askılı ön bölümüydü. Yere doğru inen uzun elbisemle bir havluya dolanmış gibiydim.

Omuzları gevşedi. Elbisemi süzmek onu rahatlatmış mıydı yoksa bana mı öyle geliyordu?

Derdini anlamam birkaç saniyemi aldığında içten içe güldüm. “Sırtımdaki ipler düzgün duruyor mu bu arada? Çıkmadan bir baksana.”

Arkamı ona dönüp hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi bekledim. Bel boşluğuma kadar koca bir açıklıktan ibaret elbisemin arkasına bakma süresi uzadıkça uzamış ancak hiçbir tepki vermemişti.

Omuzumun üzerinden ona doğru bakmaya çalıştım. Yetmediğinde ise yeniden önüme dönmüştüm. “Olmuş mu?”

“Gamzelerin görünüyor,” dedi yüzüme keskin bakışlar atarken. Elimi yanağıma attım. “Ne yapayım?”

“O değil,” deyişi dişlerinin arasından fırlayan bir nidadan ibaretti. Burnundan uzun bir nefes verdi. Ardından başıyla ileriyi işaret etti. “İnelim kahvaltıya,” dedi homurtuyla karışık bir sesle.

Dudaklarımı bir şey anlamamışım gibi büküp çantamı omuzlamış halde kapıya yöneldim. Bahsettiği gamzelerin yanaklarımdakiler olmadığını, sırtımı dönünce belimdeki çukurlarla bakıştığını bilmiyor değildim.

Odadan çıkmadan önce ayağıma ince topuklu sandaletler geçiriyorken çantamı onun göğsüne yapıştırmış ve ellerimi boşa çıkartmıştım. Asansöre binene dek çantamı geri vermediğinde ise halimden memnundum. Omuzuna atmak yerine askısını elinde bir iki tur çevirerek sallandırdığı çantam fazlasıyla doluydu ve bana yüktü. Onun içinse bir kutu pamuktan farklı olma ihtimali düşüktü.

“Otelin kahvaltısını beğenmezsem, bir daha burada kahvaltı yapmam. Sen takıl otelinde.”

Asansör zemin kata inmekteyken yandan bana doğru baktı. “Yetkili biriyle görüşürsün beğenmezsen.”

Yüzümü buruşturdum. “Aç kalmak da kulağa çok kötü gelmiyor aslında.”

Başını iki yana sallayarak -bunu ağırca ve hayret edilesi bir biçimde asla havasını bozmadan yapmıştı- beni yargıladığı sırada asansörün kapıları açıldı.

Onu geçip önden koşturmamın bir anlamı yoktu, nereye gideceğimizden bihaberdim. Bu nedenle adımlarımı onunkilerle eş tuttum. Aynı hizada yürümeye başladığımızda etraftan üzerimize doğru çevrilen, genel olarak çalışanlara ait, bakışları fark etmemek mümkün değildi.

“Bayağı popüleriz, nazar değecek ilişkimize.” dedim yalancı bir endişeyle.

“Elimi mi tutacaksın, belinden mi tutayım?” Ben ne diyordum, o ne diyordu?

“Artık pat diye harekete geçmek yerine bana seçenek sunduğun evrede miyiz?” dedim gerçekten şaşkınca. “Cevap vermekte her seferinde dakikalar harcayacaksan bu konuyu tekrar düşüneceğim.”

Omuzlarımı düşürüp, diğer eliyle çantamı tuttuğu için boşta kalan ve bana yakın olan eline parmaklarımı doladım. Çıplak belime kalın kolunu sarıp her yanımı kendisine bulamasından daha iyi bir seçenek gibi görünmüştü gözüme.

“Elim kayboluyor elinde,” diye mırıldandım istemsizce birleşen ellerimize bir bakış attığım sırada. “İki elimle tutsam elini kaplayamam gibi, neyle besleniyorsun sen ya?”

“Çiğ et,” dediğinde kendimi tutamayarak sesli bir şekilde güldüm.

Gerçekten durmadan et yiyordu ve bu vasat şakasını olduğundan on kat komik hale getirmişti.

Yürümemiz gereken yolu kat etmeye devam ederken gülüşüm bitmeden bana göz ucuyla baktığının, biraz sonrasında da önüne dönerek bir daha bana bakmamak üzere yola odaklandığının farkındaydım.

Büyük bir süs havuzunun etrafına geniş boşluklarla dizilmiş masalardan birine, aslında gözden en uzak olanına, yerleştiğimizde masayı boş bulmayı bekliyordum. Ancak kahvaltı için yeterli ve hatta fazla sayılabilecek miktarda tabakla dolu bir masaya geçmiştik.

“Beğendin mi kahvaltıyı?” diye sorduğu sırada ben sandalyeme kurulmuş etrafı süzüyordum. Ona dönüp cevap verecekken yanımıza elindeki tepsiyle birlikte bir garson yaklaşmış ve sessizce birkaç fincanı önüme dizmişti.

Birinde çay ve diğerinde kahve dolu fincanların yanına bunlar yetmeyecekmiş gibi meyve suyuyla dolu bir bardak da bıraktığında gözlerimi irileştirerek Cevahir’e baktım. “Üçünü aynı anda içemem ki, boşuna istemişsin.”

“Kahvaltıdan memnun kal ve oteli şikâyet etme diye çabalıyorum. Çenenle burayı mühürletecek potansiyele sahipsin, beni korkutuyorsun.”

Garson çoktan yanımızdan ayrıldığı için konuşurken rahattı. Ben de aynı şekilde devam ettim. “Cevahir Avcıoğlu karısından mı korkuyor? Taş mı yağacak başımıza?”

“Başlatma taşından kayasından, Seray. Ye hadi.”

Üstüne gittiğim anda tadı kaçarak konuyu değiştirmesine sırıttım. Ağzıma bir parça domates atarken saçlarıma taktığım güneş gözlüğümü gözlerime doğru indirmiş ve gözlerimin içine kadar ulaşan keyfimi görmesin diye ondan saklamıştım.

İlk geceyi ve sabahın ilk saatlerini yarasız, sinir krizsiz atlatmıştım. Darısı Bodrum’da geçecek olan kalan günlerin başınaydı.

 

~

 

“Beni oyalamak için olmayan bir koy bulmak üzere dakikalardır araba kullandırtıyor olabilir misin bana?”

“Havuza girmek için mi geldim ben buraya ikna olup Cevo?” dedim ters ters. “Evde arka bahçede girseydim havuza o zaman.”

Denize girmek için istediğim noktaya ulaşmamız biraz zaman alınca tüm heyheyleri üstüne çöken Cevahir’le aynı arabada bulunmak Nisan sonu değil Temmuz ortası gelmişiz gibi sıcakta boğulmama neden oluyordu.

“İstediğin zaman gir, tutan yok. Havuzu kullanmıyorum ama sürekli temizleniyor, kullanacaksan sıklaştırırım.”

“Neşe’nin beni boğabileceğini düşünüyorum, teşekkür ederim almayayım.”

İronik bir şakaydı ama Cevahir’in kaşlarının çatılmasına ve gerilmesine sebep olmaktan öteye gidememiştim. “Sana zarar vereceğini mi düşünüyorsun? Bir şey mi söyledi ya da yaptı?”

Omuz silktim. “İsterse denesin, ben seninle savaşıyorum beni kim nasıl yenebilir?”

Gerildiğini fark ettiğim için sorunu büyütmek yerine aklını dağıtmaya çalışmıştım. Körle yatan şaşı kalkmaya dirense bile mutlaka körün huylarını ezberlemeye başlıyordu.

Onu peşimden sürüklediğim, daha doğrusu şoförlüğümü yaptırdığım yolun sonu geldiğinde bakışlarım sağımdaki camdaydı. Girmek üzere olduğumuz plajın lüks bir işletme olduğunu biliyordum ve bu bir ihtimal beni içeride daha az insanla karşı karşıya kalacağımızı düşünmeye itmişti.

Yanılmıştım.

Tam olarak sezon başlamamış olsa dahi içerisi kalabalık sayılabilecek kadar doluydu.

“Bir sürü kişi varmış, hayal ettiğim manzara bu değildi.”

İçeride bir sürü kişi olması demek, yanımdaki bedenin -ve onun yüzünden benim- dikkat çekmesi demekti. Güneşin altında yatarken bile diken üstünde olmayı ve çekilebilecek karelerden kaçmayı istemiyordum açıkçası.

“Şey düşündüm,” diyerek Cevahir’e döndüm. “Bence bir koşu gidip burayı bir günlüğüne kiralamalısın. Olur mu?”

Cevahir arka koltuğa bıraktığım koca çantamı alıp kapıyı tekrar kapattığı sırada yüzüme garip bir bakış attı. “Neden?”

“Taş atacaksın da kolun mu yorulacak? Sorgulamasan olmuyor zaten,” diye homurdanarak önüme döndüğümde tadım kaçıktı. Ümidim içerideki kimsenin bizi takmaması, özellikle de magazincilerin m’sini bile duymamaktı.

Ancak öyle umduğunu kolayca bulabilen biri değildim, hiç olmamıştım.

Yataktan hallice görünümlere sahip şezlongların üzerinde yayılma ve güneşin altında dinlenme fikri şu an için beni oyalayabilecek kadar etkiliydi.

Cevahir’in yönlendirmesiyle birlikte kalabalıktan daha uzak bir köşede, denize çok da mesafesi bulunmayan bir alana yan yana bırakılan şezlonglardan birine çantamı attıktan sonra derin bir nefes aldım.

Bu andan sonra olabildiğince az konuşacak, az duyacak ve az bakacaktım. Odağımı rahatlamaya sabitlersem hedefime ulaşabileceğimi düşünüyordum.

Elbisemin küçük bir müdahale ile üzerimden düşecek olmasını değerlendirerek herhangi bir kabin arama ihtiyacı duymadan olduğum yerde askıları hafifçe omuzlarımdan kaydırdım.

“Ne oluyor?”

Az duyma kuralımı ihlal etmeme sebep olan Cevahir’e yarım bir bakış attım. Ne oluyor ne demekti?

“Sence?” diye sordum. Ucuna oturduğu şezlongdan bana bakabilmek için başını hafifçe kaldırmıştı. Beni yanıtlamak yerine yüzüme bakmayı sürdürdüğünde ben de işime döndüm.

Birkaç saniye içerisinde artık elbisem çantanın içinde, bedenim ise beyaz bir bikininin örtüsü altındaydı.

İp askılarıyla ve pek geniş sayılamayacak üç parçalık kumaşıyla üzerime yapışan bikininin göğüslerimin ön kısmını ve kasıklarımı örtmek dışında bir işlevi yoktu.

“Yanacaksın böyle,” diye yeniden konuştuğunu duyduğumda çantaya doğru eğilmiş, güneş kremimi arıyor haldeydim aslında. Omuzumun üzerinden ona doğru baktığımda önünde eğilmiş olmama rağmen bakışları yüzüme denk geliyordu.

“İlk defa deniz görmüyorum, çok incesin(!) Avcıoğlu. Halledeceğim.”

Başını belli belirsiz salladı. Ardından birden ayaklandı.

Üzerinde siyah bir şort ve yine aynı renkte bir tişört varken ensesinden kavradığı tişörtü hızla bedeninden ayırdığında artık üst bedeni çıplaktı.

“Yüzeceğim ben,” dedikten sonra apar topar gidecek gibi olduğunda kaşlarım havalanarak ona döndüm tamamen. Arkasından kovalayan mı vardı?

Elimdeki krem kutusunu ona uzattım. “En azından yüzüne sür, tenin demirden değil herhalde.”

Ona döndüğümde yüzümden ayırmamaya yemin etmiş gibi davrandığı bakışları anlık olarak aşağıya kaymış, boynumdan biraz daha aşağıda bir yerde engele takılmış gibi duraklamıştı.

“Gerek yok,” dediğinde yüzümü buruşturdum. “Evet, tamam, haklısın gibi sözcüklerle ne derdin var senin?”

Kremin kapağını açıp bir adım öne ilerledim. “İkinci derece yanıklarınla uğraşmak istiyorsan, uğraş tabii.” desem de çoktan parmaklarıma ince bir çizgi halinde sıktığım kremi yanaklarındaki boşluklara ve alnına dokundurmuştum.

Parmak uçlarımla kremi teninde yaymak için hafifçe ayaklarımı yerden yükselttiğimde öne doğru yalpalamış ve göğsüne doğru çarpmıştım. “Eğilsene,” dedim uyarır gibi. Beni pek takmadı, olduğu gibi dikilmeye devam etti.

Yüzünde beyaz bir iz kalmayana dek kremi tenine yedirmekle uğraşıyorken bakışlarını sakin bir ifadeyle yüzüme saplamış, gözlerini nadiren kırpacak kadar dikkatli şekilde yüzümü seyrediyordu.

‘Bitmedi mi’ diye sormasını bekliyordum ancak sabırla beklemiş ve asla geri çekilmeye çalışmamıştı.

“Geç kalmıştınız zaten,” dediğinde işim bitmek üzereydi. Ne olduğunu anlayamadığım için merakla gözlerimi kıstım. “Hım?”

“Fotoğraf çekiyorlar, müşteri ayağına içeri sızan magazinciler var sanırım.”

Ben söylediklerini algılayana kadar Cevahir beni belimden kavrayarak hareketlendirmiş ve tam tersi şekilde durmamızı sağlamıştı. Artık benim sırtımın baktığı yönde onun sırtı vardı.

“Sürekli fotoğraf mı çekecekler?” diye sordum tadım kaçmış bir halde.

Yüzüyle işim bitmişti. Ancak aptal bir güdü ellerimi yüzünden çekmek yerine teninde parmak uçlarımı gezdirmeye devam etmem için beni itiyordu.

“Muhtemelen,” dedi normal bir sesle. “Çıkarttırmayı denerim ama olay yaratacaklarını ve akıl sağlığım için buradan gitmek zorunda kalacağımızı düşünüyorum. Biraz keyfini çıkart denizin, sonra gidelim.”

“Denize girmem bugün, güneşleneceğim ben.”

Kaşları çatıldı. “Sere serpe bu sikik şezlongda yatacaksın yani, bu üstündekilerle?”

“Hayır,” dedim alayla. “Üstüme kalın bir kazak geçirip botlarımı giyeceğim Cevahir.”

“Fotoğraflarını çekecekler dememden ne anlıyorsun?”

“Kadrajlarına gayet ateşli yansıyacağımı düşünüyorum, bu bikiniyi beğenerek almıştım.”

“O ateşi denizin dibine gömüp, söndürürüm Seray. Beni sınama.”

Normal şartlarda içinde tutmaya ya da en azından tutuyor gibi görünmeye çalıştığı ilk çağın ortalarından kalma düşüncelerini fazlasıyla açık şekilde dile getirdiğinde içimden gülüyordum.

“Ya sen karını mı kıskanıyorsun? Ne bu tripler Avcıoğlu? Seni neden ilgilendiriyor bu fotoğraflar, benim bir sorunum yok aslında çekilecek görüntülerle?”

Dalga geçmemin onda farkındalık yaratacağını ve yansıttığı şeyden hızla vazgeçip geri adım atacağını düşünüyorken çenesi kasılı halde yüzüme uzun uzun bakmasıyla karşı karşıya kalmıştım.

Kendisini sorgulamasına mı sebep olmuştum? Neydi bu uzun süren düşünceli halinin kaynağı?

“Git yüz hadi, ben burada biraz kremlenip poz keseceğim kameralara.”

Cümlelerimle yüzündeki ifadeyi sarsma işini sevmiş, abartmaktan da asla gocunmamıştım.

“Seni arabaya atıp otele geri götürmemi mi istiyorsun?”

“Denesene,” dedim ayak parmak uçlarımda yükselerek ona yakınlaşırken. “N’olursun beni buradan götürmeyi deneyip o magazine büyük bir çalkantıyla düşsene Cevo.”

Gözlerini kapattı birkaç saniyeliğine. Ona zaman tanıdım bolca. Yükselmiş halde çenesine yakın bir hizada duran burnumla, sakallarla bezeli çıkıntıya sürtündüm. “Biliyorum, ben sınanayım diye geldik bu tatile aslında ama üzgünüm sana öyle çok alıştım ki ben sınanırken bir kenarda keyifle oturmana içim el vermiyor. Senin olan her şey benimse, benim olanlar da senin artık. Buna bana yaşattığın tüm olumsuzluklar da dahil.”

Ayaklarımı yeniden yere düzgünce basıp bir adım geriledim. Onun yüzünü buladığım, yüzüm için kullanıyor olduğum kremi kendi yüzüme sürmek için şezlongun ucuna oturup çantaya attığım küçük aynayı çıkartmış ve sessizce işimi halletmiştim.

Ayakta dikilmeyi sürdüren, ne denize gitmekle ne de oturacağı yere oturmakla uğraşmadan bekleyen Cevahir’e bakmamış, sakince kremimi yüzümün her yerine yaymıştım.

Yüzümü yeterince korumaya aldığıma kanaat getirdiğimde yeni hedefim daha büyük bir kutuda olan, vücuduma yedireceğim kreme geçmekti.

“Güneşimi engelliyorsun,” dedim Cevahir’in dikilme seansına müdahale ederek.

Ağzının içinde homurdandıklarını duyabilmek için çabalamadım. Kendini geriye doğru bırakıp şezlongun ucuna oturdu. Gövdesi özenle oyulmuş bir heykeli andırdığı için girdiği hiçbir şekil görüntüsünde en ufak bir bozulma yaratamıyordu.

Saatlerce karakteri hakkında olumsuzluklardan bahsedebilir, onu yerin dibine sokabilirdim ancak saçlarımı yolabileceğim kadar sinirle dolmama sebep olacak şekilde kusursuz bir görüntüye sahipti.

Elimin uzanabildiği her yerimi güneş kremiyle kapladıktan sonra saçlarımı geniş ağızlı bir tokayla dağınık şekilde toplayıp sırtımın tamamen açılmasını sağlamıştım. “Kendine geldiysen sırtıma krem sürer misin? Yoksa başka birinden rica e-…”

Cümlemi tamamlamama engel olan bakışlarındaki öfke patlamasıydı. Yanlış tuşa bastığımı ve ava giderken avlanacağım kadar fazla öfkelenmesine sebep olduğumu anladığımda susmuştum. Gözlerimi birkaç kez kapatıp açtıktan sonra elimdeki kutuyu ona uzatarak ayaklandım.

Uç kısımda kalacağım şekilde yanına yavaşça oturduğumda kutuyu elimden alıp kendini geri çekti. Sırtını geriye yaslayıp bacakları iki yanda kalacak şekilde durduğunda sırtımı ona çevirmek için ben de hareketlenip bacaklarımı toparladım.

Bacaklarının arasında, biraz geriye yaslansam sırtımla göğsünü kucaklayacak kadar yakınındayken kendi bacaklarımı öne doğru uzatıp hafifçe kırmıştım.

Sırtımda kremin serin hissiyatını bekliyorken belli belirsiz omurgamda gezinen parmak eklemlerini hissettiğimde göğsümü içeri doğru çekişim tamamen refleksten ibaretti.

Biraz sonra kremle birlikte yine parmaklarının tenimde gezinecek olması fikri, az önce hormonlarıma ufak bir darbe vuran gövdesinin destekçisi olduğunda gözlerimi bir an kapattım.

Kapılmayı reddettiğim ancak varlığını kendime zor da olsa itiraf ettiğim çekim alanının sınırında ilk kez bu kadar savunmasız hissediyordum.

Omuzlarımın altından, enseme yakın bir yerden yaymaya başladığı kremin sihirli bir şekilde saniyeler içinde tüm sırtıma yayılmasını umsam da umduğumu bulamayacaktım.

Koca bir sessizlik eşliğinde, saatlerden farksız hissettiren birkaç dakikanın sonu geldiğinde sırtımda dokunmadığı tek bir yer bile kaldığını zannetmiyordum. Bikininin ipten ibaret çizgisi dahil olmak üzere her yerde parmaklarının varlığını duyumsamıştım.

“Bitti mi?” diye soludum omuzlarımı gererek.

“En önemli kısım kaldı,” dediğinde başımı geri çevirip ona bakmaya çalıştım. Neyi kastettiğini anlamak için yüzünü görmeye çabalamıştım ama aslında buna gerek yoktu. Saniyeler içinde parmaklarının durağı değişmiş, belimin ortasındaki gamzelerin üzerini sert bir baskıyla mühürlemişti.

Belimdeki gamzelerin gördüğü ilk andan -düğün akşamından- beri onun için zaman zaman farklı sorunlar çıkarttığının farkındaydım.

“En önemli kısım…” diye mırıldandım kendi kendime. “Cennet çukurların,” diye tamamladı benim kısık sesime boğuk bir tınıyla eşlik ederek. “O çukurların güneşte yanıp cehenneme dönüşmesini istemem, gamzeli. Benim cehennemim bana yetiyor, uzağında kal.”

Ona bu kadar yakınken, özellikle de bunu kendi irademle sürdürürken bu denli dingin olduğum başka bir an hatırlamıyordum. Bilincim kapalıyken, uykunun kucağında ne yaptığımdan habersizdim ancak tam şu an hangi konumda olduğumun farkındaydım ve kendimi öne atıp doğrulmak yerine uysalca bekliyordum.

Söylediklerini zihnimde tekrarlamak için sessizleştiğimde bakışlarım etrafta amaçsızca gezindi. Sağımızda kalan, pek yakın sayılmasa da çıplak gözle seçilebilecek kadar net görüntüdeki hareketlilik dikkatimi çektiğinde göğsümü derin bir nefesle şişirdim.

“Fotoğraf çekiyorlar,” dedim sadece. Bahsettiği kişileri ben de görmüştüm az önce.

Başını çevirmesini, beni önünden çekmesini ya da kendisi kalkıp yine bana duvar olmasını beklemiştim konuştuğum sırada. Hep beklentilerimin en uzağında kalanı yapmayı misyonu haline getirdiğinden, bu kez yaptığı da misyonuna uygundu.

Göğsümün altından, karnıma taşacak şekilde dolanan kalın kolu bir anda beni çevrelediğinde kendimi zor doğrultmuş olduğum için sırtım göğsüne yaklaşmış, aramızdaki mesafenin kısıtlılığı yüzünden de göğsündeki sıcağa çarpmaktan kaçamamıştım.

“Kollarımın arasından kaçmayışını da bu fotoğraflara mı borçluyum?” diyerek konuştuğunda topladığım saçlarımın üzerinde çenesinin hafifçe sürtünüşünü hissetmiştim.

“Ekmeğine yağ sürüp sevap işliyorum,” dedim aklımı toparlayabilme süremi olabildiğince kısa tutarak. “Fotoğraflarda ne kadar yakınımdaysan, oyunun o kadar sağlam devam edecek Avcıoğlu.”

Göğsünün titrediğini tüm bedenimde yankılanan bir sarsıntıyla hissettiğimde yanak içimi ısırdım. Gülüyordu. Yüzüne yansıyıp yansımadığından habersizdim ancak en azından bedeninin bir gülüş nedeniyle hareketlendiğinin farkındaydım.

Bahanemi öylece kabullenmek yerine beni köşeye sıkıştırmakla uğraşma ihtimaline karşın göğsüme dolanan koluna parmaklarımı bastırdım. Parmaklarımdan öte, tırnaklarımla tenine tutunmuş ve hastanede geçirmeyeceğim kesin olan günler boyunca kendime izin vererek yaptırdığım sivri tırnaklarımla onda küçük ancak derin izler bırakmıştım.

Kan kırmızısı bir renge boyalı tırnaklarımın kolunda açtığı izleri hissetmemesi imkânsızdı. Vereceği tepkiyi beklerken ise yine korumayı unuttuğum bir kapımdan içeri sızmış, dengemi bozmuştu.

“Tırnaklarının beni susturabileceğini mi sanıyorsun? Daha önce bu kadar yanlış bir hamlene şahit olmamıştım. Durdurmak yerine beni körüklüyorsun, Seray.”

Söyleyeceklerim boğazıma dizildi. Onun çekim alanındayken, benzer bir durumla onun da cebelleşiyor olduğunu bilmek belki beni rahatlatmalı ve aramızda bir fark olduğunu bilip durulmamı sağlamalıydı ancak öyle olmamıştı.

Sessizliğim sürerken yerimden hiç kıpırdamadığımın farkına varmamı sağlayan, konuşmasıydı. “Magazinciler gitse de kalkmayacak gibisin, doktor. Yerini sevdin diyebilir miyiz?”

“Rüyalarında böyle mi yapıyorum?” dedim alaycılığımı sert bir kabuk olarak üstüme kapatırken. “Gerçeklik algını yitiriyorsun arada.”

“Rüyalarımda…” dedikten sonra bir an duraksadı. “Ne işin olsun senin?”

Bunu ‘seni rüyamda neden göreyim’ gibi tonlamak yerine ‘konuk olduğun rüyalarımdan bahsedesim yok’ olarak dile getirdiğine dair yeminler edebilirdim.

Benimle oynuyordu. Ancak bu kez o oyunu bir kenarda izleyerek kendini tatmin etmek yerine aynı oyuna gelme riskini göze alıp her şeyin merkezinde duruyordu.

Burnunu enseme, saçlarımın başladığı yere pat diye bastırdığında tüylerim ürpermişti. “Mantığımla seni seçerken, buzdan bir iradeyi kırabilecek bir kadın olduğunu atlayacak kadar aptaldım.”

Tırnaklarımı ona bastırmaktan vazgeçerek elimi serbest bıraktığımda avucum kolunun üstüne kapanmıştı. Burnunu tenimden çekmeden, kısık bir sesle konuşmaya devam edişi ayaklanmaya başlayan hücrelerimin her birine yetecek kadar kuvvetliydi.

“Sana çekiliyorum,” dediğinde gözlerimi irice açmak ile sımsıkı kapatmak arasında keskin bir ikilemdeydim. “Bunu inkâr edip sikik bir savaş vermeyeceğim, sana dokunmak için deliriyorum Seray.”

Beni arzuluyordu. Üstelik sıcaklığı beni çepeçevre saracak, nefesleri tenime çarpacak kadar yakınken bunu itiraf etmekten çekinmiyor ve kelimelerini pervasızca seçiyordu.

Başımın usul usul dönmeye başlayışı gerçek miydi yoksa yaşadığım şaşkınlığın sanrısıyla bunu ben mi uyduruyordum, bir fikrim yoktu.

Burnunu bastırdığı yerde, saçlarımın başladığı ve tenimle kesiştiği yerde kulağıma çarpacak kadar yüksek sesli bir nefes aldı. Bir nevi iç çekmişti.

“Oyun mu bu?” dedim fısıltıyla. “Oyun mu oynuyorsun benimle?”

“Seninle oynadığım tek bir oyun var, o oyunda da ‘karısına aşık bir kocayı’ canlandırıyorum. Arzularım bu oyuna dahil değil, oyunum aşka kadar Seray.”

Oyunum aşka kadar…

İstemsizce kasılıp göğsüne daha sert bir baskıyla yaslandığımda bunu yadırgamadı. Göğsümün altından beni saran kolu kaskatıydı. Parmakları bedenimin yanına, üstümdeki bikininin iplerinin kenarına doğru sürtündüğünde gözlerimi kırpıştırdım.

Söylemiştim işte. Bana dikenleriyle, acımasızlığıyla ve düşüncesizliğiyle değil; ufacık bir farklılıkla yaklaştığı anda tüm gücüm tükeniyordu. Karşılık verecek kaynaklarımı yakıp yıkıyor, etkisiz halde öylece salınmama neden oluyordu.

O anların şu ana kadarki en ağırını yaşıyorken zihnim de en az elim kolum kadar bağlıydı.

Düğümlenmeme sebep olmuştu.

Zaten düğümlerden ibaret, garip bir iletişime sahiptik. Yeni bir düğüm en fazla ne kadar sorun çıkartabilirdi?

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm