Düşten Farksız 38.Bölüm
38.BÖLÜM
Yükün ağırlığı omuzdayken değil de yere
indirildiği an belirgin hale gelirdi. Yaşanan boşluk hissi her tarafa yayılır,
bir süredir omuzda olan o yükün nasıl ağır olduğunu haykırarak kendini
gösterirdi.
İçinde bulunduğumuz gün de eklenirse dört
güne varan zamandır hissediyor olduklarım bu benzetmeyle az çok tarif
edilebilirdi.
Omuzlarımdan tüm yük kalkmış sayılmazdı
ama o yükün en ağır, taşıması en zor taraflarından biri artık benimle değildi. Yüküm ne kadar hafiflediyse, o kadar
özgürdüm.
Özgür’ün iki gün önce babama
söylediklerine tesadüfen şahit olmuştum.
‘Konuşmayacak,
evden hiç çıkmak istemeyecek diye düşünüp çok korktum. Tam aksini yapıyor
olması daha mı korkutucu olmalı, bilmiyorum.’
Dört gün önce o küçük kulübede gözlerimi
kapanan bilincime uyum sağlatıp yumduktan sonra yeniden gözlerimi açışım ertesi
sabahın erken saatlerini bulmuştu. Yaşananların rüya -ya da belki kâbus-
olmayışını kendi kendime kabullendirmem, hayatımdaki en büyük çıkıntının dümdüz
hale gelmiş oluşunu gerçekleşmiş saymam uzun süreler alır gibi görünüyordu
sanırım. Özgür’ün söylediklerinden anlaşılan buydu.
Öyle olmamıştı.
Yıllarca, özellikle de son bir buçuk ay
boyunca yani yolum babamla kesiştiğinden beri, varlığının benden uzak olmasını
dilediğim canavar artık yoktu. Bunu kendime fısıldar fısıldamaz ruhum
ferahlamış, zihnimde tozlu raflar yıkılmış ve o ağır yüklerin yarısından çok çok fazlası omuzlarımdan kalkmıştı.
Dışarıdaydım. Dört günü ne kadar dışarıda
geçirebilirsem o kadar dışarıda geçirmiştim. Yanımda olmalarından büyük bir
keyif alacak olduğumu bilmeme rağmen bunu birkaç kez tek başıma yapmış ve
içimde hiçbir korku filizlendirmeden, arkama bakıp takip edilecekmişim gibi
gerilmeden aklıma esen yerde bulunmuştum.
“Ben geldim!” diye seslendim anahtarla
açtığım kapıyı geriye iterken.
“Hoş geldin bebeğim, mutfaktayım.”
Babamın gür sesini duyduğumda dudaklarıma
yerleşen gülümsemeyi kontrol etmeye çabalamadım. Kapıyı kapatıp
ayakkabılarımdan kurtulduktan sonra üst bacağımın yarısına kadar gelen uçuş
uçuş eteklere sahip elbisemi savurarak mutfağa yol aldım.
Babam tezgâha dönük, sırtı bana bakacak
şekilde bir şeyle uğraşıyordu. Koşup dibine kadar girdikten sonra başımı
kolunun yanından uzatıp yaptığı işe baktım.
“Ne yapıyorsun burada?” diye sorsam da çay
yapıyor olduğu gayet açıktı.
Yanağımı koluna doğru yaslamış halde öne
bakıyordum. Başını eğip saçımın üstünden sertçe öptü. “Çay demliyorum yavrum.”
“İşçiler nerede? Neden onlar demlemiyor?”
diye sorduğumda hafifçe güldü. “Büyük olan hakkında hiçbir fikrim yok, küçüğü
de aksatıp durduğu antrenmanı yapmak için spor salonunda bugün.”
“Yani baş başayız!” dedim hevesle. Yalancı
abartıma aynı şekilde yalancı bir tehditle yanıt verdi. “Akşam bu tepkini
abilerinle paylaşmamı ister misin?”
Gözlerimi kırpıştırdım. Alttan alttan
babama baktığımda bir an yüzündeki yalandan da olsa yerleştirdiği ciddi ifade
dağıldı. Sırıttım hemen. “İşte onlara da böyle bakarsam hemen yumuşuyorlar.
İstersen paylaşabilirsin yani.”
“Sen çok fena bir şeye dönüşüyorsun,
biliyorsun değil mi?”
Omuz silkip yanağımı kolundan ayırdım. Bir
adım geri gelip diğer taraftaki tezgâha belimi yasladım. “Hiç de bile, aynıyım
ki ben.”
Oysa aynı olmadığımı o kadar iyi
biliyordum ki… Bu şehre adım atan kız çocuğunun daha önce şımarmak, ilgi arsızı
olmak gibi şeylerle yakından uzaktan alakası yokken bugün içimdeki sesler
tamamen buna odaklıydı.
Babam benimle inatlaşmak yerine çayla olan
işini bitirmeye odaklanmıştı. Yanıma yaklaştığında kollarımı iki yana açtım.
“Bitti mi işin?”
“Bitti yavrum, geçelim içeri.”
Önünden hızlıca geçip salona adımladım.
Televizyonun karşısındaki geniş koltuğa yayılmayı planladığım için varış
noktamdan emindim. Ancak gözüm son anda orta sehpadaki küçük farklılığa
takıldığında kalçamı koltuğa yaslamadan oraya uzandım.
“Bunlar ne?” Açık renk bir zarf ve yanında
duran ikiye katlanmış kâğıdı görür görmez arkamdan gelen ve oturmak üzere
olduğum koltuğa yerleşen babama bakıp sormuştum.
Omuzlarını kıpırdattı. “Bilmem, okusana.”
Katlı kâğıtla birlikte yanına oturdum.
Hızlıca kâğıdı açtığımda bir dolu yazıyla karşılaşmıştım. Uzun görünen yazıyı
okumaya en tepeden başlarken başlarda benim için hiçbir şey ifade etmeyen
kelime kalabalığı ilerledikçe algıma yerleşebilmiş, benim için anlam bulmaya
başlamıştı.
Kâğıdı tutan elim titremeye başlarken
başımı hızla babama çevirdim. “Baba…” diye soludum kısık bir sesle.
“Aramızdaki baba-kız bağının bu şekilde
kanıtlanmasına gerek yoktu aslında, dünyadaki her ağızdan aksini duysam da sen
benim kızımsın. Yine de artık her anlamda bu gerçeği elimizde tutabiliyoruz.”
Elimde onun kızı olduğumu, babamın Timur
Akdoğan olduğunu belgeleyen bir kâğıt tutuyordum.
Aklım amcamın yanına gittiğimiz güne,
babamın Nikolos’u bulmak için ‘babalık davasının’ işe yarayabileceğini
söylediği güne gitti. Süreci başlattığından bile haberim yoktu.
Elimin titreyişine rağmen sıkıca tuttuğum
ve düşürmenin yanından bile geçmediğim kâğıtla birlikte kollarımı aceleyle
babamın omuzlarına sardım.
“Teşekkür ederim,” derken bu tek bir şey
için değil, onlarca şey için birleşen bir teşekkürdü aslında.
“Teşekkür edilecekse, ben edeceğim Ahu’m.
Benim bebeğim olduğun için ben teşekkür etmeliyim sana.”
Çenemi omuzuna yaslamış, elimde duran
kâğıtta yazılı cümleleri onun sırtının ardında tekrar tekrar okurken heyecanla
güldüm.
Birkaç gündür her şey yolunda, her şey çok
güzelken şimdi bir de bu haberle birlikte keyfim daha önce hiç olmadığı kadar
yerindeydi. Tatmadığım hiç deneyimlemediğim kadar büyük bir mutluluk ruhumu
sarıp sarmalıyorken, hayatımda ikinci bir perdenin yaşanmaya başladığını ve bu
perdenin ilk perdeden çok farklı duygulara ev sahipliği yapacağını kendime sık
sık hatırlatmaya çalışıyordum.
“Rica ederim,” dedim çenemi kıpırdatıp
omuzuna yaslı olan yeri yanağım haline getirirken. Boynuna doğru bakarak
konuşmuştum.
Sesli bir biçimde güldü. Bedeni gülüşüyle
kıpırdarken ben de ona yapışık olduğum için aynı sallantıyı hissetmiştim.
Bundan sonraki tüm yaşadıklarımızın birbirimizle yan yanayken gerçekleşmesi
için dilekler dileyerek omuzunda yatmayı uzun bir süre sürdürecektim.
Ona o kadar geç kavuşmuş ve o süre boyunca
kendisini o kadar çok beklemiştim ki hiçbir zaman yanında olmaya
doyamayacağımı, hep daha fazlasını isteyeceğimi artık kendime itiraf etmiştim
artık.
Canım istediğinde babama sarılıyor olmak
benim için henüz normalleşememişti. Buna rüyaymış gibi davranmaya son verme
zamanım gelecek gibi de görünmüyordu.
~
“Salatadan biraz daha yesenize, ben
yaptım, hemen bitirmeniz gerekiyordu hatta güzelliğine dayanamayıp.”
Masanın ortasında duran salata kâsesini
işaret ederek isyanımı dile getirdiğimde Özgür dolu ağzıyla yüzüme baktı. “Ben
de diyorum neden salata bu kadar tatsız…”
Ağzının doluluğu yüzünden boğuk çıkan
sesine ve asla düzgün anlaşılamayan sözcüklerine rağmen dediklerini
anlayabildiğimde ters ters baktım. “Sen yeme zaten hırsız!”
Yüzü buruştu. “Başa mı döndük? Hırsız
dediğini bile unutmuşum neredeyse.”
Ona cevap yetiştirmedim. Bundan zevk
aldığını biliyordum, nereden bildiğim de açıktı; ben de en az onun kadar zevkli
buluyordum atışmalarımızı.
“Abi,” diye sızlandım bakışlarımı biraz
kaydırıp Özgün abime doğru bakarken. “Sen yedin mi salatayı? Çok güzel olmamış
mı?”
Beni destekleyeceğini düşünerek umutla beklediğim
sırada tabağına doğru diktiği bakışları hiç yerinden kıpırdamadı. Elinde
tuttuğu çatalı tabaktaki bir et parçasına saplıydı ama ne ağzına atıyor ne de
çataldan düşürüyordu.
Dudaklarımı hafifçe bükerek anlam
veremediğim halini görüp görmediklerine bakmak üzere sırayla babama ve Özgür’e
baktım. Onlar da benim konuşmama tepki vermeyen Özgün’e doğru dönmüşlerdi.
“Abi?” dedim tekrar. Birazcık daha yüksek
sesle ve elimi eline doğru dokundurmak üzere uzatarak konuştuğumda aniden
bakışları tabaktan ayrılıp yüzümü buldu. “Efendim?”
“İyi misin?” diye sordum merakla. Bu kadar
dalgınlaşmasına sebep olan her neydiyse, çok da iyi bir şeymiş gibi durmuyordu.
“İyiyim Despina.”
Gözlerimi ondan kaçırıp Özgür’e çevirdim.
Özgür’le bakışmamızın ikinci saniyesi dolmadan dudaklarını aralamıştı. “Öyle
durmuyorsun pek abi.”
“Yorgunum, size öyle gelmiştir.”
Kısa ve net cevaplar vererek konuyu bir an
önce kapatmak istediğini fazlasıyla belli etmiş olmasına rağmen hemen pes
edecek değildim. Hiç konuşmaya karışmayan babamın halini de dikkat çekici
bulduğum için hedefimi ona doğru kaydırdım.
“Sen biliyor musun neden yorgun olduğunu
baba?”
Babam omuz silkti. “Birkaç tahminim var.”
“Neymiş?” diyerek Özgür’le aynı anda
sorduk.
Babam bizim yankılanan seslerimizi
duyduktan sonra Özgün’ü gösterdi başıyla. “Kendisi anlatsın derdini.”
“Anlatmıyor ama-…” diye sabırsızca
söylenmeye devam edecekken düz bir sesle beni bölen Özgün oldu.
“Yarından itibaren kendi evime döneceğim,
misafirliğim yeterince uzadı.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Duymayı beklediğim
net bir şey yoktu zaten ancak bunu asla düşünmemiştim.
“Neden ki?” diye mırıldandım sesim biraz
kısılırken. Burada misafir değildi ki. Aileydik biz.
“Halledilmesi gereken konu ortadan kalktı,
benim burada kalmamı gerektirecek bir şey yok.”
Halledilmesi gereken konudan kastı
Nikolos’tu. Gerçekten ortadan kalkmıştı ve bu kısa sürede onun sayesinde
olmuştu. İlk birkaç kelimesine bir itirazım yokken devamında duyduklarımla
sarsılmış, böyle bir açıdan bakıyor olmasına istemsizce kırılmıştım.
“İyi,” dedim tabağımı ileri iterken.
“Kalmanı gerektirecek bir şey yoksa git tabii.” Sandalyemi geri çekip yerimden
kalktım. “Afiyet olsun size, ben odamdayım.”
“Despina,” diye az önceki kadar düz bir
sesle adımı seslendiğinde duymazlıktan gelerek kapıya yöneldim. İlk
karşılaştığımız andaki hissiz haline bürünmek istiyorsa, bürünebilirdi. Ben de
ilk karşılaştığımız anda aramız nasılsa öyle davranırdım o zaman.
Ne hızlı ne de yavaş sayılamayacak
adımlarla mutfaktan çıktığımda varış noktam odamdı. Odama girip küskün küskün
oturmayı ve henüz daha birkaç günüm saf bir mutlulukla geçebilmişken hemen
bozulmuş olmasına üzülmeyi düşünüyordum.
Odama girip kapıyı kapatacağım sırada bir
el kapıya omuzumun üzerinden uzanarak yaslanmış ve benim kapıyı yerinden
oynatamamama sebep olmuştu. Elin sahibini burnuma dolan parfüm kokusundan
çoktan tanımıştım, bu tanıma arkamı dönüp ona bakma gereği duymadan yatağıma
ilerlememe neden oldu.
“Nereye gidiyorsun böyle burnundan soluya
soluya?”
Burnumdan solumayıp neremden soluyacaktım?
Yine mi deyim kullanıyordu, yetmişti artık.
Ağzımı bile açmadan yatağın tam ortasına
kendimi bıraktım. İki kişi için küçük ancak bir kişi için kesinlikle büyük olan
yatağım geceleri babamı ve beni zar zor taşıyor olsa da tek başımayken bolca
boşluk bırakabiliyordum.
Bıraktığım boşluklara oturamasın diye
bacaklarımı ve kollarımı açarak kendimi büyük bir çarpı işareti haline
getirmiştim.
“Konuşmuyor musun?”
Sustum.
“Konuşmuyorsun, evet.” diyerek duruma
açıklık getirdi. “Susalım o zaman birlikte.”
Sinirle dişlerimi sıktım. Ben
konuşmuyordum ama o konuşmalıydı. Masada ne saçmaladığını anlatması
gerekiyordu, aksi halde uzun bir süre yüzüne bile bakmayacaktım.
Yatakta kolumu bacağımı iterek yer
açabilirdi. Ama yapmadı. Yatağa sırtını yaslayacak şekilde aniden yere oturduğunda
ensesinden yukarıyı ve sırtının bir kısmını görebiliyordum sadece.
Bana birlikte susalım derken ne kadar
ciddi olduğunu kanıtlayarak gerçekten dakikalarca hiçbir şey söylemedi. Benim
sabırsızlık ve sinirle daha sık aldığım nefeslerim, onun düzenli alıp verdiği
nefes sesleriyle yarışırken delirmek üzereydim.
Parmak uçlarıma kadar gelen sinirimi
dayanamayarak dışarı taşırdığım an, elimi uzatıp saçlarını çekiştirdiğim andı.
Ensesinin biraz üstünden yakaladığım kahverengi tutamı acıtmayacağımı bilecek
sertlikte geriye çektim.
Kısık bir nefes sesi duyuldu. Gülüyor
muydu?
“Bir de gülüyorsun!” dedim sonunda
patlayarak. “Komik mi?”
Başını iki yana salladı ‘hayır’ dercesine.
Yüzünü göremiyordum ama yüzündeki ifadeyi merak ediyordum. Merakımı çaktırmadan
giderebilmek için bedenimi onun olduğu tarafa doğru devirip kolumun üstüne
yattım. Böylece yandan da olsa yüzünü görebilmeyi umuyordum.
Yarım da olsa görebildiğim ifadesinde
tahmin ettiğim gibi gülümseme kalıntıları vardı. Masadayken ilk anlarına
döndüğünü, hissizleştiğini düşünmüştüm ama bunu anlamış gibi bana aksini
gösteriyordu şu anda. Ve bu kesinlikle aklımı karıştırıyordu.
“Neden gitmek istiyorsun?” diye sordum bir
anda durgunlaşarak. “Mutlu değil misin burada?”
“Mutluyum,” dedi duraksamadan. “Bu
kadarının mümkün olacağını unuttuğum kadar mutluyum hem de.”
Çekiştirmek için tuttuğum saçlarını
tamamen bırakmamıştım. Sesindeki hafif kesilme refleksle o saç tutamını sevmeme
neden oldu. Parmaklarımı yavaşça saçlarının arasında kaydırdım.
“Ama bazen mutluluğuna rağmen bazı
anlardan ve yerlerden gitmek zorunda insan, Despina.”
Dudaklarımı büktüm. Yanağım yastığa
yaslıyken bakışlarım odamın kapısındaydı. “Ben mutlu olduğum anları ve yerleri
yeni tanıyorum,” dedim çok beklemeden. “Ve sebebi ne olursa olsun onlardan gitmek
istemem.”
Duraksadığını hissettim. Söylediklerimin
öylesine şeylerden ibaret olmadığını, gerçekten böyle hissettiğimi anlaması zor
değildi.
“Benim sebeplerim…” diyerek başladığında
bir şeyler açıklayacağını düşünerek sabırsızlandım. Ancak birkaç saniye sustu
ve devamında da öyle açık seçik bir şey söylemedi. “Senin o güzel aklından
geçemeyecek kadar farklı, bana ne anlatmaya çalıştığını anlıyorum ama durum bu
değil.”
“Durum ne?”
Sessiz kaldı. Saçını okşayan parmaklarımı
durdurdum. Elimi yatağa düşürdüğümde boynunu çevirip çatık kaşlarla arkasına
baktı. “Niye bıraktın?”
Boş boş baktım yüzüne. “Sence?”
“Elin ağrımış olabilir, diğeriyle yap
biraz da.”
Ofladım bir an. “Aptal mıyım ben? Çok mu
aptal görünüyorum bakınca?”
Bir cevap vermesine izin vermeden devam
ettim. “Amcamın mesleğine rağmen halledemediği sorunu birkaç günde halletmen,
dağın başındaki evde duran ve senin ağzından çıkacakları bekleyen adamlar,
kenarda köşede telefonla konuşup durman ve hiçbir konuşmanın sen sinirlenmeden
sonlanmaması… Bunları birleştiremeyecek, tam olarak gerçeği anlamasa da tahmin
bile yürütemeyecek kadar aptal mıyım ben?”
Ben konuştukça yüzündeki ifade parça parça
dökülmüştü. Karmaşık bir ifadeyle bana bakarken boynunu çevirmek yetmiyormuş
gibi olduğu yerde döndü. Bu sırada ben de uzandığım yerde doğrulup oturur hale
geldim.
Yatakta oturarak ona baktığım ve o yerde
bekliyor olduğu için onu yukarıdan görüyordum. Çevremdeki erkeklerin boy
ortalaması hormonlu sebzeler gibi gereksiz uzunlukta olduğundan böyle ara sıra
onlara üstten bakma fırsatım olunca fark etmeden keyifleniyordum.
“Abicim-…” diye başladıysa da onu elimi
kaldırıp durdurdum. “Hayır, ben aklına geldiği gibi beni bırakıp gidecek birine
abi demek istemiyorum.”
Gözleri kısıldı. Yüzünün hüzünle
dalgalandığını gördüğümde dudak büküp sıkıca sarılmamak için kendime olağanüstü
bir direniş göstermem gerekmişti. Biraz dayanmam lazımdı.
“O nasıl söz öyle? Ben burada kalmayacağım
derken seni bir daha görmeyeceğim mi dedim yavrum?”
Öfkeyle omuzunu ittirdim. “Kalmayacağım diyorsun
hâlâ! Çık odamdan.”
“Bi’ sakinleşir misin? Üzüyorsun beni.”
“Seni, senin beni üzdüğün kadar üzebilmem
mümkün değil Özgün Kılıç.”
Tek hamlede yerden kalktı. Yatakta tam
önüme, kendime doğru çektiğim bacaklarımın dibine oturdu. “Başlatma Özgün’ünden
Kılıç’ından şimdi, istediğin kadar kızıp trip atabilirsin ama abinim ben
senin.”
Omuz silktim. “Yo,” dedim umursamazca.
“Benim tek bir abim var, aynı evde yaşıyoruz onunla da. Tanışmak ister misin?”
Çenesini kastığını görebiliyordum.
Sinirlerini en kolay ‘abi’ kartıyla yerinden sarsabileceğimi zaten biliyordum
ama böyle uygulamalı da görünce her şey daha kesin bir hale gelmişti.
“Ben on dokuz yıldır böyle huzurlu ve
güvende hissedeceğim bir evin hayalini kurup, dileklerini diledim. Şimdi hiçbir
sorun çıkmadan dileklerim kabul olmuşken sen gerçekten bu şansı elimden alacak
mısın?”
Amacım duygu sömürüsü yapmak değildi -yani
öncelikli amacım bu değildi- sadece gerçekten ne hissettiğimi duysun ve doğru
düzgün düşünsün istiyordum.
Özgün’ün bir melek olmadığının farkındaydım.
Arabasındaki silahı gördüğümde, telefonla konuştuğu anlara yanlışlıkla şahit
olduğumda ve şu an aklıma gelmeyen küçük küçük bir sürü anda bu farkındalığı
kazanmış ve kabullenmiştim.
Kim olduğunun, ne yaptığının ya da
yapacağının benim için bir önemi yoktu.
Özgün Kılıç benim kahramanımdı.
Masalımdaki mutlu son için yapılması gerekeni o yapmış, canavarımı hayatımdan o
çıkartmıştı. Geriye kalan detaylardan normal şartlarda korku, endişe ya da
belki öfke duymam gerekirdi ancak tek bir zerrem bile bunu umursamıyordu.
“Şimdi,” dedim derin bir nefes eşliğinde.
“Sen bu gece istediğin kadar düşün, kararını ver. Sabah kahvaltıda seni
görürsem başka bir cevap, göremezsem bambaşka bir cevap verdin diye
düşüneceğim.”
Başka bir şey söylemedi. Yataktan kalkmadan
önce alnıma küçük bir öpücük bırakmasını hiç hareket etmeden karşıladım.
Odadan çıktığında arkasından ‘iyi uykular’
diye mırıldanmıştım. Devamında da dilimden de zihnimden de yalnızca kahvaltıda
onu görebilmeye dair umutlu dileklerim dökülmüştü.
Yatağa kendimi geri bıraktıktan beş on
dakika sonra başucumdaki küçük masada duran telefonum yoğun bir biçimde
titreyerek çalmaya başladı.
Yattığım yerden olabildiğince az hareket
ederek telefonuma uzandım. Ekranda yazılı ismi gördüğümde ve dolayısıyla
aramayı yanıtladığımda kimin sesini duyacağımı anladığımda dudaklarım tembel
bir kıvrım kazandı.
“Efendim gerodeménos?”
Huysuz bir homurdanma kazandım önce.
Ardından artık telefondan gelişine alıştığım boğuk ses duyuldu. “Bu evreyi
geçmedik mi biz? Farklı bir seslenme biçimi bul bana artık.”
“Bu bize özel ama…” dedim son heceyi biraz
uzatıp.
“Öyle tatlı tatlı konuşarak her şeyi kabul
mü ettireceksin sen bana?”
“Evet,” dedim duraksamadan. “Bir sorun mu
var?”
Kısık bir sesle güldü. Telefonu kulağıma
tamamen soksam daha net duyar mıydım? Ben bu fikri değerlendiremeden gülüşü
sonlanmıştı gerçi. “Tek sorun bu konuşmanın yüz yüze değil telefonda
gerçekleşmiş olması Afrodit, inan bana tek sorunumuz bu güzelim.”
Göğsümü rahatlamayla şişiren, mutluluğumu
taşıran bir nefes alıp verdim. Bir ses, bir gülüş nasıl bu kadar iyi
gelebiliyordu bana?
“Çözüm bulmak gerekiyor o zaman,”
dediğimde daha cümlem tam bitemeden konuştu. “Evet, yarın alırım seni evden.
Saat kaçta geleyim?”
Kıkırdadım. Çözüm çoktan düşünülmüştü,
benim haberim yoktu sadece.
“Bilmem,” dedim dudaklarımı bükerek.
“Kaçta gelebilirsin?”
“Altı olur mu?”
“Akşam..?” dedim sorar gibi. Daha erken
bir saat söyler sanmıştım, şaşkındım.
“Sabah, Ahu.”
Gözlerim irice açıldı. Akşam altıdan
kesinlikle daha şaşırtıcı bir cevaptı bu. “Deli misin acaba sen? Sabah altıda
ne yapacağız ki? Uykumuz olur.”
Hiç afallamadı. “Ne güzel işte, eve
götürürüm seni uyursun biraz.”
Buluşma planı değil de daha çok beni
yatağında -muhtemelen göğsünde- uyutma planı yapıyor olmasına sırıttım.
“Gülme,” dediğinde görüntülü mü
konuşuyorduk acaba gibi bir sorguya çekmiştim kendimi. Ses çıkartmamıştım ama
anlamıştı güldüğümü.
“Gülmüyorum.”
“Yalan da söyleme, elin de yanağına çıktı
mı Ahu?”
Gerçekten yanağımda duran elimi fark
ettiğimde gülüşüm söndü. Bu zayıf noktamı da öğrenmeyen bir dedem kalmıştı
herhalde. Yalan söylemeyi -ve bunu yaparken yanağımı eşelememeyi- bir an önce
öğrenmem gerekiyordu.
“Seni ilgilendirmiyor benim elim ve
yanağım, kapat telefonu.”
“Her zerren beni öyle bir ilgilendiriyor
ki… Aklın durur minik tanrıça.” Sesi biraz daha kısık ama kelimeleri telaffuz
edişi daha baskındı.
Hafifçe yutkundum. Karşımdayken hayli
çarpıcı olan etkisi telefondayken de pek bir güç kaybına uğramıyordu.
Suskun kalışımla birlikte kısa bir
sessizlik anı yaşandı. Ardından Pars’ı duydum. “Salona geçiyorum birazdan, sen
uyumadan önce yetişemem belki diye erkenden aradım. Yarın öğlen kapıda olurum,
hazırlanmış ol ki seninle geçireceğim vaktimden çalma Afrodit.”
Uyumadan önce -olağanüstü haller dışında-
‘iyi uykular’ konuşmamızı pek aksatmıyorduk. Bunu unutmadan spora gidiyor diye
gece aramayacağı için şimdiden araması gözüme fazla tatlı görünmüştü. Gece gece
spora gidişinin de yarını bana ayırmasından kaynaklandığını az çok tahmin
ediyordum.
“Böyle söylediğinde saatlerce hazırlanasım
geliyor ama.”
“Seninle geçireceğim zamanın kısıtlı
olmadığı paralel bir evrende kesinlikle uzun uzun hazırlanabilirsin, ama o
evren bu evren değil. En geç on iki, Ahu. İyi uykular güzelim.”
Peş peşe sıraladıklarına söyleyecek bir
şey bulamadığımda dudaklarımı kısacık bir cevaba araladım. “İyi uykular, tatlı
rüyalar.”
Telefonu kapatmadan önce kulağıma hayal
meyal dolan mırıldanmasını işittim. “Bana senli, sana benli rüyalar…”
Kapanan telefonu kulağımdan çekmeden önce
delice kıvrılan dudaklarımla birlikte biraz bekledim. Kalbim yerinden
fırlayacakmış gibi çırpınırken dışımdan hareketsiz kalmak beni zorluyordu.
Elimde bir güç olsaydı, tıpkı Özgün’ün
gitmeyişini istemem gibi Pars’ın da burada yaşamaya başlamasını dilerdim. Bir
daha evden çıkmaya dahi çalışmamayı kabul edebilir, onların bulunduğu evde bir
an bile bıkkınlık yaşamadan günlerimi geçirebilirdim.
Aklımdan geçenleri babama duyurmamayı
kendime hatırlatarak kıkırdadım. Dudaklarımdan Pars’ın adı çıktığı anda yüzü
öyle bir hal alıyordu ki, onu bu denli kendini sıkarken gördüğüm başka bir
zaman dilimi yoktu.
Önümüzde, aralarında gelgitler yaşayacağım
çok fazla anın beklediğini bilmek ise canımı sıkmak yerine onlarla olacağımı
düşünüp yerimde heyecanla kıpırdanmamdan başka bir şeye yaramıyordu.
~
“Küçük bebeğim, güzel kızım benim. Uyan
artık hadi.”
Kulağıma gelen kısık ses, omuzumu kavrayan
büyük bir avuç ve uzandığım yerde hissettiğim hareketlilikle birlikte içinde
beklediğim uyku bulutu yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı.
Ağzımın içinde anlamsızca ve biraz da
huysuz bir şeyler homurdanarak sesten ve tutuştan uzaklaşmayı denedim. Tek
yapabildiğim sonuçsuzca yerimde sallanmak ve omuzumdaki eli daha çok hissetmeye
başlamak olmuştu.
“Kahvaltı yapacağız yavrum, geç de
uyumadın dün ne bu uyku aşkı?”
Babamın durmak bilmeyen cümlelerine çığlık
atmak üzereydim. Neden durmuyordu?
“Uyuyalım baba,” diye mırıldandım isyan
edip. “Kahvaltıyı sonra yaparız.”
“Biraz daha beklersek anca akşam yemeği
yiyebileceğiz, hatta Özgür açlıktan duvarları kemirmeye başlarsa ev başımıza da
yıkılabilir belki.”
Uykum gittikçe açılıyor, algım yerine
geliyordu. Sabahın erken saatlerinde uyanmış, babamın uyuduğunu görünce kendimi
direkt yeniden hem onun hem de uykunun kollarına bırakmıştım. Şimdi saatin kaç
olduğundan haberdar değildim, en fazla kaç saat uyumuş olabilirdim ki?
“Az yesin biraz, yeter artık.” Söylenirken
bir yandan da Özgür’ün gerçekten duvar ısırma potansiyeline sahip olduğunu
bildiğim için gülüyordum.
Gözlerimi tamamen açmış, yatağa yarı
uzanır halde oturan ve üstüme doğru eğilen babama bakıyordum. Gözlerimi açmamla
saç diplerime kokulu bir öpücük kazanmıştım.
“Saat on ikiye geliyor, öğlen oldu artık.
Yoksa uyandırmazdım seni Özgür açlıktan bayılsa da, sen de acıkmışsındır akşam
yemedin doğru düzgün bir şey.”
Cümlelerinde iki ayrı farkındalık
kazandığımda bedenimi ani bir hareketle doğrulttum. Babam refleksle geri
çekilmeseydi muhtemelen kendisine sertçe kafa atacak ve kendi burnumu
patlatacaktım.
Akşam yemeğini az yeme sebebimi düşünmek
beni direkt olarak Özgün’ü hatırlamaya itmişti. Aynı anda da kulağımda Pars’ın
sesi yankılandı. En geç on iki, Ahu.
Pars’ın geç kalışım için gönlünü almam çok
zor olmazdı. Belki biraz ters ters bakabilirdi ancak muhtemelen gözlerimi aça
aça yüzüne baktığımda bana kıyamayacak ve ses çıkartmayacaktı.
Asıl problem diğeriydi.
“Baba,” dedim aceleyle.
“Ne oldu babam? Niye ayaklandın birden?”
“Abim,” derken gözlerim direkt olarak
babamın yüzündeydi. “Abim de bekliyor kahvaltı için değil mi? O da acıkmış mı?”
Özgür’den zaten bahsetmiştik ve ben onu
kendisine şımarmak istediğim anlar dışında Özgür olarak adlandırıyordum. Abim
diyerek kimi sorduğum gayet açıktı.
Özgün ile aramızda olan kahvaltıda bulunma
ya da bulunmama ikileminden haberleri yoktu. Ben söylememiştim, onun da
söylediğini sanmıyordum.
Babam duraksadı. Oysa sorum çok basitti.
Gelecek olan cevabı tahmin ettiğimden
çoktan göğsümde bir köşe sancımaya başlamıştı.
“Çıkmış sabah, ben uyandığımda yoktu.”
“Eşyalarıyla…” dedim sorar gibi. Küçük bir
el çantası vardı burada geçirdiği günlerde kullandığı eşyaların içinde
bulunduğu.
“Eşyalarıyla.”
Gülümsemeye çalıştım.
Özgün Kılıç dün akşamı bir veda saymıştı.
Odamdan çıkmadan önce alnıma bıraktığı öpücük sanırım bunun damgasıydı.
Odamdan çıkıp içeriye girdiğimde de onu
salonda bulamamıştım, erkenden uyuyacağını söyleyerek babamın odasına geçmişti.
“Anladım,” dedim sadece. Aslında anladığım
pek bir şey yoktu. “Ben yüzümü yıkayayım, siz başlayın yemeğe baba.”
Bir şey söylemedi. Yüzümün düştüğünün
farkına varmaması imkânsızdı ama beni teselli edecek bir şey bulamayacağını da
biliyor olmalıydı.
Odamdan birlikte çıktık. Ben banyoya babam
da mutfağa yönelince yolumuz ayrılmıştı.
İfadem onun göremediği açıya geçer geçmez
gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Yanağıma bir damla yaş yuvarlanmıştı.
Ona ‘kahvaltıda seni görürsem…’ derken
aslında ikinci seçeneği hiç gerçekleşmeyecekmiş gibi düşünmüştüm. Uyanacak ve
onu görecekmişim gibi…
Yüzüme bolca soğuk su çarparak, sanki o
sularla kendime gelebilecekmişim gibi kendimi avutarak banyoda oyalandıktan sonra
sakin bir ifadeyle dışarı çıktım. Üstümdeki dize kadar inen askılı, açık renk
çiçeklere sahip geceliği değiştirmeye enerji bulamadığım için bugünkü
kahvaltıya yataktan sürüklenmiş gibi katılacaktım.
Mutfağa girdiğimde babamı ve Özgür’ü her
zaman oturdukları sandalyelere yerleşmiş halde buldum. Çayları da doldurmuş
ancak henüz hiçbir şeye dokunmamışlardı.
“Günaydın çığırtkan,” diye seslenen
Özgür’e doğru adımladım. Yerime oturmadan önce eğilip yanağından kocaman
öptüğümde şaşkınca yüzüme baktı biraz. “Rüyanda beni mi gördün güzelim?”
“Öpesim geldi,” dedim omuz silkerek.
Sandalyeme geçip oturduğumda bana bir süre daha bakmış ancak başka bir şey
söylememişti.
Bacaklarımı birbirinin üstüne atıp yerime
iyice yerleştiğimde boşta kalan sandalyeye ve açılmayan servise bakmamaya
çalışıyordum.
Önümdeki yiyeceklere, aç hissetmesem bile
tam tersi şekilde iştahım çok açıkmış gibi masadaki ekmek ve simitlere
odaklandım.
Fazla dikkat çekmemek için az az da olsa
ağzıma bir şeyler atıp çay içmekle meşgul olurken kahvaltının doymak bilmeyen
Özgür saatiyle ortalarına geldiğimizde kapı sesi duyuldu.
“Birini bekliyor muyduk?”
Babamın sorusuyla Özgür başını iki yana
sallayıp dolu yanaklarıyla komik bir hale bürünürken ben dudağımın kenarını
ısırdım. Birini bekliyorduk, o biri de beni biraz bekleyecekti hatta.
“Surata bakılırsa kapıda kimin olduğunu
çok düşünmeye gerek yok.” Özgür zar zor yutabildiği lokmalarının ardından bana
alayla baktığında ona gözlerimi kıstım. Komik miydi?
“Ne derdi varmış sabah sabah kapıma
dikilecek?”
“Öğlen oldu ki…” diye mırıldandım
sandalyemi geriye itip çaktırmadan ayaklanırken. Bu sırada zil bir kez daha
çalmıştı.
“Ahu…” dedi babam adımı hafif uzatarak.
Ona gülümsedim. “Efendim babacım?”
“Şirinlik yapma bana, kapat o mavi mavi
gözlerini hemen.”
Gözlerimi irice açıp yüzüne bakarak
gülümsemem yerinde bir hamleydi anlaşılan.
Yerimden kalkıp hızlıca hole yürüdüm. Pars
kapıda kalmıştı, ayakları ağrıyacaktı.
“Koşma!” diye aynı anda iki erkek
Akdoğan’dan ses yükseldi. “Beklesin işi ne?” diye ekleyen yaşça ve kıskançlık
olarak büyük olandı.
Onları pek dinlemeden bir anlamda koşma
sayılabilecek hızımla kapıya vardım. Kapıyı hemen araladığımda karşımda
bulduğum yüzle birlikte sırıtarak omuzumu kapıya yaslamıştım. “Günaydın.”
“Günaydın,” diyerek konuşmaya başladığında
bakışları ilk hedefi olan yüzümden ayrılarak aşağıya doğru küçük bir yolculuğa
çıktı. “Hazırlanmamış olmana mı yoksa bu incecik şeyin hazırlanmış halin
olduğuna mı daha iyi gözle bakmam gerekiyor?”
Uzanıp elinden tuttum. Bedenini içeri
çekerken mutfaktan baskın yeme riskimiz artmadan önce hafifçe parmak uçlarımda
yükselip dudaklarımı çenesiyle alt dudağı arasında kalan boşluğa bastırdım.
Dudaklarımın temasıyla direkt olarak gözleri kısılmıştı. Sorusunu, hazırlanıp
hazırlanmadığımı şu an pek umursuyor gibi değildi.
“Hoş geldin, kahvaltı yaptın mı?”
“Yaptım,” dediğinde duymamış gibi devam
ettim. “Tamam, bize eşlik et. Tam kahvaltıya denk geldin.”
Aceleyle onu çekiştirmem ve yüzüne yakın
bir yerde parmak uçlarımda yükselmiş olmam afallamasına sebep olmuştu. Ancak
tam ayaklarım yere basacakken artık taşlar eski yerine dönmüş olacak ki
belimden yakalandım.
“İnsan heyecanla erkenden uyanır,
sevgilisini bekler Afrodit. Gözlerine bak… Uykudan uyanalı kaç dakika oluyor?”
Sırıttım. “Neredeyse her gün görüşüyoruz,”
dedim abartılı bir bıkkınlıkla. “Heyecanı kalmadı.”
Kaşlarını çattı. “Ne?” derken göğsünden
tek kurşunla vurulmuş gibi soluk bakıyordu.
Dün gözlerimi kapatmadan önce keşke aynı
evde yaşasak diye dilekler dileyen bir başkasıymış gibi onu kandırmam biraz
ayıptı sanırım.
“Şaka yaptım,” dedim belimdeki eline
bileğinden tutunarak. “Komik olmadı mı sevgilim?”
“Sevgilim… diyen dudaklarını çek önümden,
şu an sinirliyim.”
Kıkırdadım. “Öpesin mi geliyor?”
“Hiç gidiyor mu diye sorsana sen?”
Dediğini yaptım. “Hiç gidiyor mu?”
Yüksek sesli bir kahkaha attı. Sormamı
isterken ciddi olmadığını fark ederek kaşlarımı havalandırdım. Türkçe bazen
beni üzüyordu.
“Gülme,” diye mızmızlanacağım sırada
mutfağa ulaştığı kesin olan kahkahası sanırım Akdoğan ikilisini biraz germiş
olacak ki babamı duydum.
“Gelsenize şuraya artık!” diye
haykırdığında yerimde sıçramıştım.
“Bizi çağırıyorlar,” dedim kısık sesle.
Dudaklarımın kıpırtısı son bulduğunda aniden sert bir baskı hissettim. Pars
dudağımdan hızlı ama kaba bir öpücük çalıp mutfağa doğru ilerlemeye başlamıştı.
Öpüşünün etkisiyle biraz yerimde kalıp
boşluğa sırıttıktan sonra kapıyı kapattım.
Mutfağa geçtiğimde Pars’ı sandalyemde
bulmuştum. “Benim yerimdi orası.”
“Sen buraya gel, ben oturttum onu oraya.”
Özgür masanın diğer ucundaki sandalyeyi kendi yanına yapıştırıp eliyle pat pat
vurdu.
“Çay vereyim Pars’a önce.”
“Zıkkımın kökünden de koy babam.”
Başımı omuzuma eğip babama baktım. “O ne
ki? Çaya kattığımız küçük taneler mi?”
Özgür pişmiş kelle gibi sırıttı. “He abim,
bergamotun diğer adı zıkkım.”
Anlam veremeden yerimde sallanırken Pars’a
döndüm. Yüzü biraz allak bullaktı. “Kandırıyorlar mı beni?”
Pars beni yanıtlamak yerine babama göz
ucuyla baktığında ofladım. Kafamıza taş yağsa korkmayacak bir adamla
sevgiliydim ama konu Timur Akdoğan olduğunda bir çocuk gibi geriliyordu.
Ocağa ilerleyip Pars’a bir bardak çay
doldururken bir yandan da tabak ve çatal çıkarmakla uğraşıyordum. Bu sırada
arkamda dönen sohbeti görsel olarak takip edemesem de kulağım onlardaydı.
“Hangi rüzgar attı seni Eraslan?” diyen
Özgür’dü.
“Ahu’yu almak için geldim.”
“Ulan!” diye hırıltılı bir ses çıkarttı
babam. “Hem Ahu diyor hem almaya geldim diyor, elimin tersindesin bir de Pars.”
“Abi adını söylüyorum, Ayşe mi diyeyim?”
“Despina de!” diyen babamın sesine aniden
arkamı dönerek eşlik ettim. “Ayşe kim?”
Üçünün de bakışları beni buldu. Çayı ve
tabağı masaya götürürken bakışlarım Pars’taydı. “Hemen aklına Ayşe ismi geldi,
kim ki Ayşe?”
Özgür içine içine gülerken birazdan
yediklerini alttan çıkaracak gibi sesler yaratırken babam filmin en heyecanlı
yerindeymiş gibi öne doğru eğildi. “Cevapla lan kızımı.”
“Bilmiyorum, örnek verirken Ali-Ayşe denir
hep. Ondan söyledim güzelim.”
Gözlerimin içine bakarak sakince yaptığı
açıklamayı yeterli bulduğum için başımı salladım.
“İyi,” dedim. “Barıştık o zaman.”
“Küs müydük?”
“Ben içimden birkaç saniye küstüm ne olur
ne olmaz diye.” Omuz silkerek konuştuğumda üçünü aynı anda güldürmüştüm.
“Küsme birkaç saniye bile olsa.” Pars’ın
içten bir şekilde isteğini dile getirmesine istemsizce gülümsedim. “Bakarız,”
diye mırıldansam da içimden kabul etmekte gecikmemiştim.
Kapı çalmadan önce yediklerim bana
yetmişti. O yüzden soğuyan çayımdan son birkaç yudum almakla yetindim. Bu
sırada üçünün arasında adını anlamakta dahi zorlandığım birkaç kişi ile ilgili
bir konuşma başlamış ve konu maçlara gelmişti. Pars’ın ya da Özgür’ün ringde
bulunmadığı maçlar ilgi alanımda olmadığı için kendimi anlamaya çalışmakla
yormamıştım.
“Ben hazırlanayım, doydum zaten.”
Araya girip sesimi duyurduğumda bir şey
söylemelerine vakit vermeden ayaklandım. “Ben yokken sevgilimin üstüne
gitmeyin.”
“Başlatma kızım sevgilinden, yürü git
odana hadi.”
Özgür sesli, babam ise bakışlarla aynı
hisleri dile getirirken gülerek mutfaktan kaçtım. Çıkmadan önce bana havalı bir
biçimde göz kırpan sevgilime erimeyi de unutmamıştım.
Saate bakmamıştım ancak odamdan tamamen
hazırlanmış halde geri çıktığımda en az yarım saatin geçmiş olduğunu tahmin
ediyordum. Daha da uzayabilirdi ancak Pars’ın sınırlarını zorlamamayı görev
edinerek elbise seçiminde oyalanma süremden kısmıştım.
Üstümdeki açık, soluk bir pembeyle
renklenen bileklerime doğru bollaşan eteğe sahip elbise şu ana kadar giymeyi
unuttuğum ancak buraya geldiğim ilk hafta Özgür’le çıktığımız alışverişte
aldığım bir elbiseydi.
Saçlarımı salık bırakmış -bu sayede yine
zaman kazanmış- yüzümü hafifçe renklendirip hızlıca odamdan ayrılmıştım.
Mutfakta bıraktığım üçlüyü orada
göremeyince hedefim salon oldu. Salonun görünürde kalan kısmında da bir iz
bulamayınca göz devirerek balkona yürüdüm. Kendilerini zehirlemekle
meşgullerdi.
Hazırlık süremin uzayacağını ve içerken
bana yakalanmayacaklarını düşündüklerinden o kadar emindim ki…
İnce perdeyi çekiştirip kendimi balkona
attım. Sıcak hava evin içindeki hafif serinliğin aksine balkonda fazlasıyla
hissedilir haldeydi.
“Selam, zehirlenme saatiniz bittiyse ben
hazırım.”
Geç kalınmış bir çabayla girdiğim anda
küllüğe basılan sigaraların sahipleri babam ve Pars’tı. Özgür kolları göğsünde
kavuşturulmuş halde oturuyordu sadece.
“Bunlar da böyle insanlar işte çığırtkan,
herkes bir Özgür Akdoğan olamıyor biliyorsun.”
“Çok iyi biliyorum,” dedim bastıra
bastıra. Bu sırada gözlerim Pars’a takıldı. Onun gözleri ise bende takılı
kalmış görünüyordu.
Sade bir elbiseyle bile uzunca
bakabileceği bir manzaraymışım gibi bakışlarını üstümden ayırmamasına
dayanamayıp dudaklarımı kıvırdım. “Pars?” dedim dikkatle. “Çıkalım mı?”
Adını duyduğunda bakışları daha az dalgın
bir hal aldı. Oyalanmadan ayaklandı. “Çıkalım, evet.”
En yakınımda duran Özgür’e veda olarak omuzunu
patpatladıktan sonra biraz ileri adımlayıp babamı sulu sulu öptüm. Özgür
kendisine yaptığım ayrımcılığa söylenirken ona aldırmadan, babamın çaresiz ve
bir yandan da tatlı bakışları eşliğinde evden ayrılmıştım.
Evden çıkarken bir daha delmeyecekmişim ya
da dönüşte Pars’ı kocam yapıp gelecekmişim gibi biraz gerilebiliyorlardı.
Dramatik bir aileydik…
~
“Güzelim
biraz yavaş mı devam etsen artık?”
Pars
sıkıntılı bir iç çekişle yerinde kıpırdanırken bakışlarını bir an olsun yanında
oturan bedenden ayırmıyordu. “Yavaşım ki ben,” diye mırıldanan kadını başını
sallayarak onayladı. “Evet Ahu, yavaşsın tabii ama daha da yavaş ol o zaman
olur mu?”
“Tadı
çok güzel ama…”
“Şu
an o içeceğin tadını almadığından o kadar eminim ki…” Pars kendi kendine
konuşmuş, sesini bir kolunu beline sıkıca sarıp kendisine doğru yasladığı
kadına duyurmamıştı.
Bu
anın başlangıcı, birkaç saat kadar geride, ikilinin evden çıktıkları zamanın
birkaç saatten fazlasından sonraydı.
Despina’nın
bayıldığı gibi semt semt İstanbul’u gezme işinde bugünün hedefi Bebek’ti.
Vardıkları gibi Pars arabayı sahile yakın bir yerde bırakmış ve kalan saatleri
gezinerek geçirmişlerdi. İpleri koparan, Pars’ın arada dalıp gidiyor olan
sevgilisine ‘iyi olup olmadığını’ soruşuydu.
Despina
omuzlarını düşürmüş, Pars’a kedi gibi sırnaşarak Özgün’le dün akşam yaşananları
ve konuştuklarını anlatmıştı. Pars, Özgür’ü kendi kadar tanırdı ancak Özgün’e
dair derin bir bilgi birikimine asla sahip değildi. Bu da kadını teselli
etmesine engel olmuş, Despina daha da hassaslaşmıştı.
Uzun
süren bir sessizliğin ardından Despina’nın çenesini Pars’ın göğsüne yapıştırıp
alttan bakışlarla mırıldandığı cümlesi adamı karman çorman bir hale getirmişti.
“Babam
gibi yapmak istiyorum,” demişti Despina. “Sarhoş olacağım ben.”
Kastettiği
‘babam gibi’ tabiri, Pars’la babasını bulmak üzere yola çıktığı akşam onu
bulduğu rakı masasından bir çıkarımdı.
Pars’ın
bu isteğe ilk tepkisi elbette koca bir ‘hayır’dı. Ancak asla pes etmeyen ve
modunun başka türlü değişmeyeceğini açıkça gösteren Despina’ya uzun bir sürenin
sonunda tamam demek zorunda kalmıştı.
İçindeki
şeytanın görevini başarıyla yerine getirmesi de bu onayda etkiliydi. Sarhoş bir
Despina’nın neye dönüşeceğini merak etmişti ister istemez. Yeşilay gönüllüsü
gibi sigaraya dur diyen bir kadındı sonuçta, kendisi sarhoş olmak istiyorsa ona
bu hakkı tanıyabilirdi.
“Pars?”
diye mırıldandığında Despina kendisini dar bir alanda az oksijenle kalmış gibi
hissediyordu.
“Söyle
güzelim.”
“Dışarı
çıkalım mı azıcık?”
“Çıkalım
tabii, mümkünse artık çıkalım buradan evet.”
Pars
oturdukları yüksek sandalyelerden önce kendisi kalktı. Ardından hiç çözmediği
eliyle Despina’yı da yere indirdi.
Ayakları
yere bastığında biraz afallayan bakışlarla önce etrafı, ardından karşısındaki
adamı süzmüştü Despina. “Yürüyeceğim şimdi,” dedi yarı anlaşılır bir sesle.
Komutu
beynine sessizce verebilecekken sanki duyması gereken Pars’mış gibi sesli
konuşuyordu.
Pars
gülmek ve kendine sövmek arasında bir çizgide gidip gelirken belindeki kolunu
sıkılaştırarak ona yardımcı oldu. “Seni gördüğüm günden beri bir şekilde ölümüm
elinden olacakmış gibi hissediyordum ama hata payım varmış, senin sebebinle
öleceğim fakat katilim baban olacak Ahu. Seni bu halde eve nasıl götüreceğim
ben acaba?”
Despina,
Pars’ın kendi kendine söylenişine kulak asmadan ayağındaki kısa topuklu
sandaletlerle yürümeye odaklanmışken aniden durdu. Onun durmasıyla Pars da
telaşla kadına dönmüştü. “Ne oldu? Başın mı döndü?”
“Yok,”
dedi Despina hüzünle.
“Miden
mi bulandı o zaman?”
Cevap
değişmedi. “Yok.”
“Ee,”
dedi Pars. “Neden durduk o zaman minik tanrıça?”
“Tanrıça
mıyım ben?” diye bir anda odağını değiştirdi Despina. Hevesli bir gülüşle
başını çevirip Pars’a bakmaya çalıştı. Bu hareketinin aniliğiyle başı az önceki
cevabının aksine fazlasıyla dönmüştü.
“Ay,”
diye bir nida koptu dudağından. Düşecekmiş gibi hissettiğinden refleksle
kollarını karşısındaki adamın boynuna doğru sardı. Etraflarındaki kalabalık çok
yoğun değildi, saatin henüz çok geç olmaması bunda fazlaca etkiliydi çünkü.
Yine de bulundukları yerde yalnız sayılmazlardı.
“Tutuyorum
seni, düşmeyeceksin korkma.”
“Sıkı
tut,” diye emretti Despina hemen. “Tam tutmuyorsun sanki…”
Pars
başını geriye atarak gülmüş, kahkahası küçük bir çember sayılacak uzaklığa
kadar ulaşmıştı. Kısık sesli müzik onu bastıracak kadar gürültülü değildi.
İki
metreye birkaç santim kala uzamayı durdurmuş iri yarı bir adam olarak
görüntüsüyle yeterince dikkat çekiyorken buna gülüşü de eklendiğinde yakında
duran küçük bir insan grubunun bakışları üzerine çevrilmişti.
Sarhoşluğu,
Despina’nın damarlarında akan Akdoğan kanını durdurmuş değildi. Dolayısıyla o
genetikle yerleşen ve yeterince delice olan kıskanç kişiliği dönen başını ya da
yarıya düşen algısını umursamadan ortaya çıkmıştı.
Açık
mavi irisleri dikkatle sevgilisini süzen esmer, keskin bakışlı bir kadına
çarptığında göğsü titrek bir nefesle şişti. Birkaç saniye bekledi. Kadının
bakışlarını çevirmesini, kollarını doladığı adama bakmaması gerektiğini
anlamasını bekledi.
Bekleyişinden
sonuç alamadı.
Dudaklarını
ıslattı Despina. “Pars,” dedi gözlerini yavaşça kapatıp açarken.
Pars
kollarındaki bedenin değişen tavrını gözden kaçırmamıştı. “Hım?” dedi merakla.
“Öp
bi’ beni.”
“Ne?”
Despina farkında olmadan fısıldamış, dolayısıyla sesini Pars’a duyuramamıştı.
Pars’ın algısının yerine gelmesiyle vakit kaybedemeyeceklerini düşündüğünden
bir sonraki hamlesi onun geniş omuzlarına sarılı kollarıyla başını kabaca
aşağıya çekmek oldu.
Pars
beklemediği bu çekişe direnemeden başını eğdiğinde, dudaklarına sertçe yapışan
Despina’nın fevriliğiyle gözlerini bir an kapatmak zorunda kalmıştı.
Boğuk
bir inilti dudaklarından sızdığında Despina o inlemeyi ağzının içinde
hissettiği için daha da cesaretlenerek alt dudağını hoyratça emdi.
Pars
nerede olduklarını, etrafta birden fazla gözün onları görebiliyor olduğunu hatırladığında
kaşlarını derince çatarak belindeki elini kullanıp kadını kendisinden nazik ama
hızlı bir şekilde ayırdı. “Siktir,” diye soludu nefesini bulabildiğinde.
“Hassiktir Ahu, ne oluyor güzelim?”
“Öpüyorum,”
diye mırıldandı Despina göğsü sık nefeslerle önündeki bedene çarpıyorken.
“Öpmeyeyim mi?”
“Soyut
dünyalarına müdahale edemeyeceğim onlarca piçin arasındayken, mümkünse öpme
Afrodit. Tek tek hepsinin hafızasını silmemi ister misin? Hangi noktaya
yumruğumu geçirmem gerektiğini biliyorum, beni öpmeye devam edeceksen bunu göze
alırım.”
Despina
duraksadı. Şaka yapıyor gibi bir hali bulunmayan sevgilisine şaşkınca
bakıyorken son anda aklına gelen detayla bakışlarını aniden deminki esmere
çevirdi. Gözlerini diktiği köşede onu göremediğinde dudaklarında zafer dolu bir
gülümseme filizlendi.
Pars
bu gülümsemeyi orada az önce bulunan esmer kadının yokluğuna değil, şu anda
bulunan ve o kadınla tek ortak özelliği esmerliği olan bir adama gitmiş olarak
gördüğünde bulundukları yeri temelinden sarsabilecek kadar gergindi.
“Neye
gülüyorsun sen?” dedi hayretle. “Güzelim sen o piçin yüzüne neden gülüyorsun?
Bakmıyor buraya Allah’tan, görüp benden belasını bulsun mu istiyorsun?”
Despina
pek dinlemediği cümlelerin sonunda Pars’a döndü. “Hım?” diye mırıldandı az önce
onun yaptığı gibi.
“Sabrımla
zorun mu var senin bugün acaba?” diye sordu Pars. “Geçmişsin karşıma pamuk
şekere benzeyen tipinle, önce dudaklarıma yapışıyorsun sonra elin
pezevenklerine niye gülümsüyorsun yavrum sen?”
“Gülmüyorum
ki,” derken dudakları kıvrıktı Despina’nın. Pars ağır ağır sabır dileklerinde
bulunarak, sesli bir biçimde söylene söylene kadını dışarıya doğru yöneltti.
“Kafayı yedirteceksin bana.”
Despina
kaybolmamak için birine sıkıca tutunan çocuklar gibi Pars’ın eline yapışmıştı
kapıdan çıktıkları sırada. “Nereye gidiyoruz?”
“Eve,
Ahu; nereye gidelim isterdin güzelim? Gülücük saçmak istediğin başka mekânlar
var mı?”
Pars
sinirleri bozuk da olsa eline sıkıca yapışmış, gözlerini açmış yüzüne bakan
Despina’ya öfkelenmek yerine içi giderek bakıyordu.
“Yok,”
dedi Despina. “Başka yer bilmiyorum ki ben.”
Pars
durdu. Cidden adımlarını tamamen durdurdu. “Ha bilsen gideceğiz yani başka
yerlere sen gül diye.”
Despina
şaşkın şaşkın baktı. “Gülmemi istemiyor musun? Gülmeyeyim mi hiç? Niye
kızıyorsun ki?”
Peş
peşe aynı soruyu üç farklı şekilde sormuş sayılırdı. Pars uzunca bir nefes
aldı. Mekânın çıkışında kimsenin bulunmamasını fırsat bilerek kadının sırtını
kenardaki duvara doğru yaslayacağı şekilde onu itti yavaşça.
Despina
sırtı duvara yaslıyken, önündeki iri bedene başını geriye atmış halde bakıyordu
şimdi.
“Gül,”
diye fısıldadı Pars. Yüzünü onun yüzüne öyle çok yaklaştırmıştı ki değil
fısıltı, dudaklarının en ufak kıpırtısını duyardı Despina. “Hep gül.”
Despina
başını sallamaya çalıştı hafifçe. “Güleyim, evet.”
“Ama…”
dedi Pars söyleyeceklerinin bitmediğini belli ederek bastıra bastıra. “Bir tek
bana, hep bana, sonsuza kadar gözlerim gözlerindeyken gül Ahu.”
Despina
içerideyken havasız kaldığını hissetmiş ve dışarı çıkmayı ummuştu. Ancak
dışarıya çıktığında içeride olduğundan bin kat daha havasız kalacağını tahmin
etmiyordu. Farklı bir sebeptendi, oysa sonuç aynı hatta daha güçlüydü.
Despina
sesini çıkartmadan nefes nefese ona bakmakla yetindiğinde Pars dudağının
kenarını kıvırdı. “Şimdi, minik tanrıça; o sikik herife gülümseyen dudaklarını
arındırmamız gerekecek.”
Despina
asla konunun farkında değildi. Kime gülümsediğini söyleyip durduğunu
anlayamıyordu. Ancak Pars’ın etki alanına öylesine kapılmıştı ki dediklerinin
tek kelimesini anlamasa da dizlerindeki güç boşalıyor gibi hissediyordu.
“Ne
yapacağız?” diye sordu yarım yamalak.
Pars
sesli ve uzunca bir anlatım yapmaya gerek duymadı. Kendini yormaya lüzum yoktu.
Dudaklarını
içeride onun kendisine yaptığını aratmayacak bir hoyratlıkla kadının
dudaklarına örttüğünde ‘arındırma’ yöntemi de ortaya çıkmıştı.
Islaklığını
ona bulaştıracak, dudaklarını kendi tadına karıştıracaktı.
Oldukça
kârlı ve bir o kadar da zevkli bir arındırma şekliydi.
Kaybedeni de zarar göreni de yoktu.
Yorumlar
Yorum Gönder