Gözyaşı Kadehleri 5.Bölüm
5.BÖLÜM
“Günaydın
Ceylin,” deyişim her sabahki rutinimdi. Ceylin ben odama geçmeden önce gelmiş
olurdu çoğu zaman, geç kaldığımdan değildi bu ancak sevgili sekreterimizin
erkenden gelip hastane atmosferinde gezinmek ve günlük rapor toplamak gibi bir
alışkanlığı vardı.
Cıvıldayarak beni
yanıtlamasını bekledim. Sabah enerjisi yerinde olmalıydı, hava açık ve iç
ferahlatan cinstendi.
“Size de Seray
Hanım,” dediğinde kapıma uzanan elim havada kaldı.
‘Günaydın Seray hocam!’ diyerek yükselmesine aşinaydım.
“İyi misin
Ceylin?” diye sordum ona doğru dönerken. “Bir sorun mu var?”
Paylaşmak
istemeyeceği özel bir şey olma ihtimali de vardı ancak sormadan edemezdim.
Avuçlarını
masasına yaslayıp ayaklandı yavaşça. “Çok kötüyüm,” dedi içli içli. Yanına
doğru ilerledim. “Neden?”
Sorduğum soruyla
birlikte aniden hüzünlü ifadesi kaybolup yerine kaşları çatık bir ifade geldi.
“Sizin
yüzünüzden,” dediğinde şaşkınlığımı tarif edebilmem çok zordu.
“Benim yüzümden
mi?”
“Evet,” dedi
yüzüme dikkatle bakarken. “Ben böyle bir haberi dandik instagram sayfalarından
mı öğrenecektim ya, bunu bana nasıl yaparsınız?”
“Ceylin,” dedim
sabrımın son kırıntılarıyla. “Beni zorluyorsun biraz sabah sabah.”
Gözlerini açtı
iri iri. “Cevahir Bey’le birlikteymişsiniz… Magazin sizinle çalkalanıyor.”
Yüzümde herhangi
bir ifadenin belirmediğini biliyordum. Bu söylediğinin yaşanacağını adım kadar
iyi bildiğimden duymak şaşırtıcı değildi. Ancak etkilerini çevremde görmeye
başlamak biraz da olsa sarsılmaz ifademi yerinden kıpırdatmıştı.
“Öyle mi?” dedim
düz bir şekilde.
“Ya Seray hocam!”
diye sızlandı. Az önceki abartılı kırgınlığının gerçek olmaması bu şekilde
ortaya çıktığında ben de rahatlamıştım.
“Dinliyorum
Ceylin,” dedim kollarımı göğsümde çaprazlayıp.
“Hiçbir şey belli
etmediniz, kameralara yakalanmasanız sonsuza kadar saklamayı mı düşünüyordunuz?
Anlamayalım diye tersleyip duruyordunuz adamı zaten.”
Evet, anlamayın diye tersliyordum kesinlikle. Asla
içimden geldiğinden değil. Aşkımı gizlemek içindi her şey Ceylin.
Saydıklarımı ona
dillendirmem mümkün değildi. Bu nedenle düşündüklerini düzeltmeden sessiz
kaldım. Aslında iyi olmuştu. Bir aydır neden laflarımla saldırdığım konusu
başka akıllarda da soru işareti olacaktı muhtemelen, Ceylin’in ayaklı gazete
olması bütün hastanenin bu detayı onun bildiği gibi öğreneceği anlamına
geliyordu.
“Küsüz bu arada,
gerçekten kırıldım size.” dedi benim sessizliğime dayanamayıp yine konuşurken.
“Üzgünüm,” dedim.
“O zaman ben odama geçeyim, beni görmek istemiyorsundur sen şu an.”
Arkamı dönüp
odama gidecekken panikle elimi tuttu. “Hayır, hayır. Daha merak ettiğim sorular
bitmedi ki ama…”
Dudağımı ağzımın
içine yuvarladım. “Sorularını cevaplayabileceğimi sanmıyorum, Ceylin.”
Omuzlarını
düşürdü. Benim konuşkan bir insan olmamam ve başkalarının hayatlarını konuşmayı
dahi sevmememden yola çıkarak kendimi de anlatmayacağımı tahmin ediyordu bence.
Birbirimizi bir süredir tanıyorduk, bana fazlasıyla maruz kalmıştı kendisi.
“İlk hastanız
randevusunu iptal etti bu arada,” dedi odama girecekken. “Toplantı olduğu için
her hâlükârda geleceksiniz diye sabah aramadım sizi.”
Bu kez omuzları
düşen bendim. İlk hastam benim toplantıdan kaçışım olabilirdi aslında ancak
hissetmiş gibi gelmemeye karar vermişti. Toplantıdan sıyrılmak için elimde
herhangi bir bahane yoktu.
Koridordaki saate
baktığımda çok da vaktim olmadığını görünce çantamı odama bırakıp hiç
yerleşmeden yeniden çıkmıştım.
Asansör beklerken
yandaki aynadan üstümdeki krem rengi salaş gömlek ve koyu kahve pantolon ikilisini
düzeltmekle uğraşıyordum. Göğüs oluğuma kadar açık olan düğmelerin bıraktığı
boşluktan görünen sabah taktığım iki kolyem birbirine girmişti. Parmaklarımı
oraya uzatıp zincirleri birbirlerinden ayırmaya çalıştığım sırada asansörün
kapısı açıldı.
İçinde birkaç
hasta bulunan geniş asansöre bindiğimde odadan çıkmadan önce gömleğimin
yakasına tutturduğum karttan olsa gerek yanında durduğum kadın gülümsemişti.
Aynı şekilde karşılık verdim.
Onuncu kata
ulaştığımda artık asansörde yalnızca ben kalmıştım. İdare katının her zamanki
gibi aşağıya oranla sessiz oluşu başımı rahatlatırken toplantıların yapıldığı
odaya doğru adımladım.
Pek kimseyle
karşılaşmadan odanın önüne gelmiştim. İçeri girmeden önce cebimdeki telefondan
saati kontrol ettim tekrar. Cevahir en fazla beş dakika sonra gelmiş olurdu.
Gereksiz derecede dakikti.
Cam kapıyı itip
toplantı odasına girdiğimde içeride uzun masanın etrafına dağılmış olan
doktorları ve yönetimden simalarını bildiğim bazı çalışanları görmüştüm.
Genelde
oturduğum, masanın ortasında kalan sandalyelerden birine yerleşirken
yakınımdakilere kısaca ‘günaydın’ demiştim. Sağ çaprazımdaki iki doktorun ben
gelir gelmez birbirlerine yaklaşıp duyamayacağım şekilde mırıldanmalarına
bakılırsa instagram sayfalarında dolanan tek isim Ceylin değildi.
Derin bir nefes
alarak önümde duran küçük su şişesine uzandım. İçesim olmamasına rağmen şişeyi
evirip çevirip açmakla uğraşırken bir an önce bu ortamdan çıkmak istiyordum.
Cevahir’in bana
sunduğu, daha doğrusu kabul etmekten başka çarem olmadığını açıkça belirttiği
teklifin en göze çarpan sonuçlarından birinin bu olacağını biliyordum.
Hastanede kimsenin böyle bir şeyi normal bulup üzerinde konuşmadan hayatına
devam edeceğine ihtimal vermemiştim. Yine de gözünüzün önünde kendi hakkınızda
konuşulduğuna şahit olurken eli kolu bağlı beklemek pek kolay değildi.
Bakışlarımı su
şişeme odaklamış halde oyalanmam sürerken kapının açıldığını duyduğumda
bakışlarım oraya çevrildi refleksle. İçeriye peş peşe Oğuz ve Muhsin Bey
girdiler.
Başhekimimiz
herkese selam verip masanın Cevahir’in oturmayacağı diğer ucuna yerleşti.
Oğuz’un içeri adımlamasını gözlerimle takip ederken yanımdaki boş sandalyeye
oturacağını varsaymıştım. Her zamanki gibi yan yana otururuz diye düşünmüştüm.
Öyle olmadı.
Oğuz yanıma
geçmek yerine gözlerini bana hiç değdirmeden masanın karşısına ve benim solumda
kalacak şekilde bir boşluğa oturdu. Dudağımın kenarını ısırdım. Şişeyi stresle
sıkıp bakışların üstüme çevrilmesine sebep olacak kadar çok ses yaptığımı fark
ettiğimde masaya geri bıraktım suyu.
Bu sırada kapı
tekrar açılmış ve bu kez Cevahir içeri girmişti. Peşi sıra gelen Teoman’ı
gördüğümde kendimi sorguladım bir an. Ben onu dün ilk kez gördüğümü sanmıştım
ancak toplantılarda Cevahir’in arkasında cama yakın bir sandalyede oturan bir
adam olurdu hep ve bu kişi aslında Teoman’dı.
Genellikle
girmediğim ya da girersem de geç girdiğim toplantılarda bu detayı kaçırmış
olmam şaşırtıcı değildi.
“Günaydın,”
diyerek masanın başına ilerleyen Cevahir’e herkesten ortak bir yanıt gelirken
ben sessiz kaldım. Yerine oturmak için sandalyesini geriye çekerken kahveleri
yüzümü buldu. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ancak Cevahir’i belli
belirsiz de olsa kaşlarını kaldırmaya itmiştim bu ifademle.
“Ben bahsetmek
istediklerime başlamadan önce, geçen haftadan kalan ya da hafta sonu yaşanan
aktarmak istediğiniz bir şeyler varsa dinliyorum.”
Önündeki
tabletten bir iki yere dokunuyorken kimseyle göz teması kurmadan konuşmuştu. Anlatacaklarını
not aldığı bir ekran açıyordu muhtemelen.
Bu sahnede
başhekimden bir tepki gelmezse kimse genelde konuşmazdı. Cevahir’in bizi buraya
haftalık diziyor olmasını hatta bazen haftalıktan da sık gerçekleşen
toplantılarını yalnızca ben sesli olarak eleştirsem de kimsenin bu durumdan çok
memnun olmadığını biliyordum.
Cevahir’in olduğu
uç solumda, başhekim ise sağımda kalıyordu. Sağ taraftan, masanın bana göre
karşısından bir ses yükseldiğinde tabletine bakan Cevahir hariç bakışlar orayı
buldu.
Konuşan pek
diyaloğum bulunmayan ancak ismen tanıdığım göz doktorlarından biriydi.
Kırklarına yaklaştığını düşündüğüm, uzun zamandır Vita’da olan doktorlardan
Şeyma Hanım’dı sesini duyduğumuz.
“Hayırlı olsun
Cevahir Bey,” dediğinde odada kısa bir sessizlik yaşandı. Yüzümde çok çökmüş
bir ifade olmamasına dikkat ettim. Yanlış anlaşılmamasını umarak düz bir
şekilde bakmaya çalıştım etrafa.
Tabletindeki
bakışlarını kadına doğru çevirmek için hiç acele etmeyen, günlük bir konudan
bahsedilmiş gibi rahat olan Cevahir’in ne amaçladığını anlayamamıştım. Ondan
ayırdığım bakışlarımı göz ucuyla da olsa Oğuz’a bakmak için hareketlendirdiğimde
çenesi kasılı halde önüne bakarken yakalamıştım arkadaşımı.
Cevahir bana ilk
sözlerini söylediğinde Oğuz’a gidip içinde bulunduğum durumu anlatmalıydım.
Zaten beni onun yanındayken çağırmış ve ilk bombayı o zaman patlatmıştı. Oysa
tek yaptığım o günden beri Oğuz’u iyi olduğuma bir şekilde ikna etmekti. Bir
sorun olmadığını söyleyip durmuştum.
Şimdi ise
herkesin gördüğü o haberleri Oğuz da görmüş olmalıydı. Şayet görmediyse de
hastanede dolanan dedikodu ağına çoktan kapılıp kulağına durum dolmuştu kesin.
Oğuz’a karşı
mahcup oluşumu şimdilik içime gömdüm. Onu Cevahir’le aramda gerçekten bir
ilişki olduğuna inandırmak mümkün olur muydu bilmiyordum. Eğer olmazsa bu oyunu
ne için kabul ettiğimi açıklayacağım hakkında da bir fikrim yoktu.
“Ne konuda?” dedi
Cevahir büyük bir ciddiyetle. Artık tablete değil kadına bakıyordu.
Şeyma Hanım’a
geri çevirdiğim bakışlarım onu hafif şaşkın halde buldu. Cevahir’in ya
gerileceğini ya da düzgün bir biçimde teşekkür edeceğini düşünmüştü belki de.
Yanıt vermek için
sözcüklerini kullanmak yerine Şeyma Hanım bana bakmayı tercih etti. Böylece
gayet anlaşılır bir yanıt doğmuştu herkes için.
“Bu konudan
haberiniz olmayan dünün ve haberiniz olan bugünün hiçbir farkı yok işiniz
açısından, doğru mu?”
Cevahir tane tane,
her kelimesinin üzerine basa basa konuştuğunda masadaki gerginliği elimle
tutmak istesem tutabilirdim.
“Öyle, evet.”
demesini beklediğim kişi Oğuz değildi. “Toplantıya geçebilir miyiz, yetişmem
gereken bir ameliyat var yarım saat içinde?”
Derin bir nefesle
göğsümü şişirdim. Bu sırada Cevahir ve Oğuz arasında yaşanan kısa bakışmanın
bölücüsü, hafta sonu gerçekleşen bir hasta-personel tartışmasını anlatmaya
girişen doktorlardan biri oldu. İçimden adını şu an hatırlayamadığım adama
teşekkür ederek bakışlarımı masaya diktim.
Toplantı bitene
dek ses çıkartmadan önüme odakladığım bakışlarımla konuşulanları dinlemiştim.
Genelde Cevahir’i duyuyor olduğum için odada sadece o varmış gibi düşünerek
rahatlamaya çalışıyordum dakikalardır. Çünkü onun dışındaki kişileri algıma
kabul ettiğimde hepsinin içinde beni de kapsayan konuya dair merak olduğunu
hatırlıyor ve geriliyordum.
“Ekleyeceğiniz
bir şey yoksa, iyi çalışmalar herkese.”
Cevahir’in
toplantının bittiğini belirtmesinin ardından oda hızlı bir biçimde boşaldı. Kapıdan
çıkanlara eklenmek, gelecek olan hastayı çok bekletmemek adına ben de
ayaklandım.
Kapıya doğru
yöneldiğimde Oğuz’u görünce yanına adımlamıştım. Geldiğimi gördüğünde
yavaşlamadı. Dudakları aralandı. “Ameliyata iniyorum, acil bir şey mi Seray?”
Başka bir çarem
olmadığından yavaşça başımı iki yana salladım. “Değil,” dedim sesimi
bulabildiğim ilk anda. “Acil değil.”
Beni dinlemiyor
diye ona kırılmaya hakkım yoktu. Beni dinlemek istediğini geçtiğimiz günlerde
birden fazla kez tekrarlamıştı ve ben her seferinde dilime ket vurmuştum.
Yine de içim
burkulmuş halde uzaklaşmasını izledim olduğum yerden. Toplantı odasında benden
başka doktor kalmadığını fark ettiğimde duraksamadan dışarı çıkmak için
adımladım. “Seray,” diyerek arkamdan seslenip durmama sebep olan sese kulak
verdiğimde geriye döndüm.
“Efendim,” dedim
sakin kalarak.
Cevahir ve onun
yanındaki boşalan sandalyeye geçmiş olan Teoman dışında odada kimse yoktu şu
anda. “Hastanede toplantının başındaki an gibi herhangi bir durum yaşanırsa,
haberim olsun.”
Bahsettiği an
Şeyma Hanım’ın tepkisiydi. Buna benzer birden fazla an yaşanacağından emindim.
Her seferinde yanına koşup ona durum bildirimi mi yapacaktım?
Omuz silktim.
“Dün ezberlemem için saydığın bir aylık bilgileri hatırlıyorum, pot kırmam.”
dedim sadece. Birine ters bir şey söyleyip onun yolunu yakıp yıkmamdan endişe
duyuyordu sanırım.
“Pot
kırmayacağını biliyorum,” derken bu denli emin görünmesi afallatmıştı beni.
“Konu bu değil, sadece haberim olsun diyorum işte. Basit bir istek, bunu bile tartışmaya
çevirmeyelim mümkünse.”
Bir şey
söylemedim. Herhangi bir tartışmayı başlatacak ya da devam ettirecek halim
yoktu şu an, bu yüzden söylediğini tam olarak onaylamış olmasam bile karşı
çıktığımı belirtmedim.
Odadan çıkmak
için hareketleneceğim sırada Teoman’ı duydum. “Yenge!” diye böğürdüğü için
duymamak çok zordu doğrusu.
Kaşlarım çatılmış
halde ona döndüm. “Öyle bakma, abla diyeceğime yenge diyorum işte büyüksün
benden hem.”
“Teyze desen daha
az alınırdım,” dedim bıkkınlıkla. Bu onu anlayamadığım bir biçimde güldürdü.
“Kahvaltı yaptın mı diyecektim.”
“Niye
soruyorsun?”
“Bizimle yap
diye,” derken omuz silkti. Bakışlarım istemsizce Cevahir’e çevrildi. Böyle bir
öneri sunduğu için Teoman’a ters ters bakacak mı diye birkaç saniye bekledim
ancak tepkisiz kalmıştı.
Teoman’ı
reddetmek için dudaklarımı aralayacakken telefonum çalmaya başladığında
dikkatim dağıldı. Cebimden çıkarttığım telefonda gördüğüm isimle oyalanmadan
açıp kulağıma yasladım.
“Efendim Volkan?”
derken yanımdaki sandalyeye belimi yaslamıştım.
Az önce
odadakilerden biri olmayan, hastası olduğu için burada olmadığını varsaydığım benim
dışımda kalan diğer jinekologdu Volkan.
“Acile inebilir
misin müsaitsen Seray, cinsiyet krizimiz var.”
Sıkıntıyla
nefeslendim. Bu sırada odadaki iki adamın göz hapsindeydim. Dikkatle bana
bakıyor olmalarını umursamadan rahatça konuşmaya devam ettim.
“Tamam, iniyorum
şimdi. Vaka ne?”
Konuşmayı
sürdürürken bir yandan da kapıya uzandım. Çıkmadan önce sadece Teoman’a bakıp
başımı hafifçe kıpırdatıp bir nevi veda etmiştim.
Olabildiğince
hızlı şekilde asansöre yönelirken bir yandan da Volkan’ı dinliyordum. Acile
inene dek anlatacakları bittiğinden az önce telefonu kapatmıştı. Zaten aynı
anda da onun bulunduğu bölmeye varmıştım.
“Muayene
edemedim, sadece belirti dinleyebildim. Hastan var mıydı?”
Volkan’ın çok sık
olmasa da ayda birkaç kez mutlaka yaşadığımız duruma halen kendi suçuymuş gibi
yaklaşmasına sinirli bir bakış attım. “Delirme istersen, yirmi dakikaya
randevulu hastam var sadece. Burası uzarsa sen alırsın onu.”
Başını salladı.
Üstüme önlük ve elime eldiven geçirdikten sonra perdenin arkasına doğru geçtim.
Sedyede uzanan
genç bir kız, ayakucunda bekleyen ondan biraz daha büyük olduğu belli bir adam
bulmuştum içeride. Yatağın başında da acil hemşirelerinden biri vardı.
“Geçmiş olsun,”
diyerek varlığımı belli ettiğimde hepsi bana dönmüş oldu. Adamın rahat bir
nefes aldığını işittim. “Şükür geldiniz doktor, koca hastanede kadın doktor
kalmamış gibi deli ettiler beni. İyidir diye geldik buraya, kalkıp gidecektim.”
Kendisine hak
vereceğimi düşünerek konuşmasını sürdüren adamla polemiğe girmedim. Artık
insanları bu konuda ikna etmeye çalışmak ve sonuçsuz kalmaktan yorulmuştum.
Volkan da ben de kabullenmiş ve uzatmadan eğer ben buradaysam beni çağırması
konusunda anlaşmıştık.
Hastaya doğru
ilerledim. “Nedir şikâyetiniz?”
Karnında duran
elinin sıkılığına bakılırsa ya orada bir bebek taşıyordu ya da dinmeyen bir
sızısı vardı. Yaşının yirmilere yeni varmış gibi görünmesine bakılırsa ikinci
seçenek daha yüksek ihtimalliydi.
Kızın bakışları
beni bulamadan önce yatağın ucundaki adama çevrildi. Ona baktıktan sonra
titreyen gözlerle beni yeniden göz hapsine aldığında kız konuşmadan önce
dudaklarımı araladım. “Hemşire hanım beyefendiyi perdenin dışına alalım, acilin
bekleme odasını gösterin kendisine.”
“Tabii hocam,”
diyerek beni onaylayan hemşireyle çıkmasını beklediğim adam yerinden
kıpırdamadı. “Kalayım ben de, tek başına korkar alışık değildir doktorlara
hastanelere.”
“Korkacak bir şey
yok,” dedim adama dönüp. “İhtiyaç olursa sizi çağırırız, vakit kaybettirmeyin
bana daha fazla. Buyurun dışarıya artık.”
Sabahım iğrenç
başlamış ve gerilimimi azaltmama izin vermez bir biçimde devam ediyordu şu an
için. Harika bir Salı günü oluyordu.
Adam daha fazla
diretmeden hemşireyle birlikte çıktığında kıza doğru döndüm. “Şimdi dinliyorum
seni, anlat bakalım.”
Perdenin
çevrelediği alanda baş başa kaldığımızda gözleri gözlerime tutunur tutunmaz
yaşlarla dolan mavi gözlerinin nemi taşmaya başlayan kıza soğukkanlı kalmaya
çalışarak yaklaştım.
“Ağrın mı var?
Konuşmazsan sana yardımcı olmam mümkün değil.”
Başını iki yana
salladı. Yatakta kalan boşluğa yavaşça kalçamı yaslayıp oturdum, belinin yanına
doğru yerleşmiştim.
Her yaştan
kadınla iletişimim fazlasıyla derin bir biçimde gerçekleşiyordu. Çalıştığım her
yeni günde onlara dair yeni bir şeyler öğrenmekten memnundum ama her
öğrendiğimi sevemeyeceğimin de farkındaydım.
“İsmin ne?” diye
sordum biraz aklı dağılsın diye.
“Ece,” dediğinde
gülümsedim. “Kaç yaşındasın peki Ece?”
“On dokuz oldum
daha yeni…”
“Seray ben de,”
dedim biraz daha rahat hissedecek olmasını umarak. “Şimdi bana derdini söyle ki
elimden geleni yapayım senin için Ece. Hadi güzelim.”
“Abime diyecek
misin her şeyi?” diye sorduğunda abisinin kim olduğunu sormama gerek yoktu.
“Reşitsin,”
dedim. “Senin paylaşmak istemediğin bir şeyi ailenle paylaşamam.”
Gidişattan bir
şeyler anlamaya başlamıştım, ancak kızın hali beni tahminlerimin gerçek
olmamasını istemeye itiyordu.
“Abla,” dedi
yalvarır gibi. “Pişman oldum ben, bana yardım et. Gitmesin n’olur.”
Kaşlarımı
çatmamak için kendimi zorladım. Kucağımda duran elime uzanıp sıkıca tutunmuştu.
Elimi çekmedim. “Neyden pişman oldun Ece?”
“Düşsün istedim,
aklıma ne gelirse yaptım düşsün diye; korktum günlerdir kimseye diyemedim.
Şimdi acımıyor ama karnım önceden çok acıdı, gitmiş midir oradan?”
Yerimden
ayaklanıp hemşirelerden birine seslenmeden önce içimden kendimi telkin ettim.
Sınırın dışına çıkmamam, özel hayatına müdahale etmeye hakkımın olmaması
konusunda kendimi uyarıp durdum.
Aklım bir yandan
Ece’nin yapılacak kontrolündeyken diğer yandan dışarıya yolladığım, erkek bir
doktoru dahi aklı almayan adamdaydı. Buna bu tepkiyi veren adamın kız
kardeşinin hamileliğine nasıl yaklaşacağı sorusu ne yazık ki cevaplaması pek de
zor bir soru değildi.
~
“Dilini
tutamıyorsun değil mi?”
Oğuz dişlerini
sıka sıka konuşurken tüm sinirine rağmen bakışları endişeyle doluydu. Onun
yanında dikiliyor olan Volkan’ın da pişman pişman bana bakmasına birazdan
bayılacaktım.
İkisi de beni
delirtmişti son on dakikadır.
Burnuma dikkatle
müdahale ediyor olan hemşire geriye çekildiğinde dudaklarımı araladım.
“Teşekkür ederim,”
“Geçmiş olsun
hocam, arada soğuk kompres yapmanız gerektiğini hatırlatmama gerek yok tabii
ama atlamayın sakın. Bayağı darbe almışsınız.”
Gözlerimi kapatıp
açarak onayladım. Hemşire oturduğum sedyenin önüne getirdiği sandalyeden kalkıp
yanımızdan uzaklaşırken boşalan sandalyeye Oğuz yaklaştı. Oturmadı, ayaktayken
elini yüzüme doğru uzatıp çenemi yukarı kaldırdı hafifçe.
“Biraz daha ağır
bir darbeyle çatlardı burnun, nasıl bu durumun içine soktun sen kendini Seray?
Kafayı yiyeceğim şimdi.”
Gözlerimi
kaçırdım. Bu sırada Volkan’la göz göze gelmiştik. Başını omuzuna doğru
eğdiğinde artık dayanamayarak patladım. “Ay Volkan yeter, özür diler gibi bakıp
durma bana bağıracağım şimdi.”
“Bağırıyorsun şu
an zaten, kafa travması da mı var acaba? Tomografiye aldıralım mı seni?”
Göz devirdim. “Yoğun
bakıma aldırın, ziyaretçi istemiyorum izole edin hemen beni.”
Volkan güldü.
Biraz daha az sıkkın göründüğü için içim daha rahattı.
“Hasta
yakınlarıyla durumun ayrıntılarını paylaştıktan sonra susup işine dönmen
gerektiğini ne zaman öğreneceksin Seray?”
Oğuz’un sorusuyla
bakışlarımı ona çevirdim yeniden. Çenemi bırakmış, başımı havada tutmaktan beni
kurtarmıştı.
“On kere anlattım,
Oğuz. Kızın halini Volkan da gördü. Kürtaj istemediğini söyleyen bir hastayı
zorla masaya mı yatırsaydım abisi istiyor diye?”
“Onu mu diyorum
kızım ben, aralarındaki tartışmadan sana ne? Çağır güvenliği geç kenara,
sinirden gözü dönmüş şuursuzun tekiyle sen neden uğraşıyorsun?”
Ofladım. Sedyede
durmaktan sıkılarak küçük merdiveni kullanıp düzgünce inmek için hareketlendim.
Oğuz düşecekmişim gibi tetikteydi.
“İyiyim,” dedim
ikna olması için. “Başım bile dönmüyor, sadece bir iki saate zonklayan bir burnum
olacak sanırım.”
“Ben polikliniğe
geçiyorum o zaman, senin bugünkü hastalarını da bana yönlendirsin Ceylin. Eve
git ve dinlen Seray.” Volkan’ın teklifine karşı çıkmadım. Bu halde hasta bakmak
akıl işi değildi.
“Tamam,
haberleşiriz telefonum açık.” dediğimde başını sallayıp yanımızdan ayrıldı.
“Ben de çıkıyorum
yukarı,” diyen Oğuz bir anda hareketlenince kolunu tuttum olabildiğince hızlı
şekilde. “Bekler misin, yukarıda söylediğin gibi ameliyatın falan yok belli ki.
Direkt acilde belirdin Oğuz.”
Toplantıda gitmek
için bahane ettiği ameliyatın aslında var olmadığı açıkça ortadaydı.
Sessiz kaldı.
“Kızgın mısın
bana?” diye sordum kalçamı sedyeye geri yaslayıp.
“Hayır,” derken
bariz şekilde yalan söylüyordu. “Kızgınsın,” dedim.
“Farkındasınız
yani, bu ne anlayış Seray Hanım? İnce düşünceler falan…”
Alaycı bir tavır
takınmasına alışkın değildim. Oğuz hep olgun ve sakin olan taraftı. Onu
delirtmeyi başarmak da benim adımın altında tarihe geçebilirdi galiba.
“Oğuz,” dedim
adını uzatarak. “Her şey çok karmaşık, öylece bir şeyler söyleyemezdim.
Söyleyebilsem ilk sana geleceğimi biliyorsun.” Kaşları havalandı.
“Karmaşık
konuları o adamla yemek yerken çözebildin mi?”
Gözlerimi
kaçırdım. “Lütfen,” dedim. “Yanlış düşünüyorsun şu an.”
“Doğrusunu anlat
o zaman Seray, aksi takdirde ben kendi doğrum neyse ona inanıp onu düşünmeyi
sürdüreceğim. Üzgünüm.”
Dudaklarım
aralandı ama bir şey söyleyebilmek için fazla sarsılmış bir haldeydim. Hiçbir
anlamlı sözcük dökülemedi dilimden.
“Ben de öyle
tahmin etmiştim.” dedi sessizliğimin onuncu saniyesi bile dolmadan
konuşmayacağımdan emin olup. “Eve dön Seray, dinlen. Yarın sabaha kadar daha
iyi hissedersin umarım.”
Hiçbir bağımız
yokmuş gibi düz bir biçimde konuştuktan sonra benim durdurmama izin vermeden
hızla yanımdan uzaklaştı.
Yarı oturur halde
yaslandığım sedyeye daha düzgün yerleşip bacaklarımı sallarken içim ürpermişti.
“Özür dilerim,” diye fısıldadım arkasından o duyamasa da. “Tek suçlu ben miyim
bilmiyorum ama özür dilerim.”
Bir süredir işgal
ediyor olduğum sedyenin bulunduğu pansuman odasını artık boşaltmam gerektiğini
düşünerek yavaşça yerimden doğruldum. Bu odalık bir sorunum yoktu aslında ama burnuma
darbeyi yediğim sırada yanımızda olan hemşirelerden biri, beni direkt buraya
sürüklemişti acildeki perdeli bölmelerden ayrı bir kısımda olabilmemiz için.
Burnumun ne halde
olduğunu bilmiyordum ancak hafif hafif sızlıyordu. Bunun etkisiyle de odama
çıkıp çantamı almak ve hastaneden çıkmak için harcayacak olduğum enerji bile şu
an gözümde büyüyordu.
Odadan çıkmak
için hareketlenip kapıya ulaştığımda asansörlere ulaşabilmek için acilin
içinden geçmem gerekiyordu. O yolu yürürken birden fazla bakışa maruz kalmış,
birçoğundan da geçmiş olsunlar duymuştum. Olay acilin ortasında olduğu için
herkesin öğrenmiş olması şaşırtıcı değildi.
Asansöre doğru
yürürken pek etrafa bakmıyor, tamamen gideceğim yola odaklı halde ilerliyordum.
Bu nedenle kolumdan hızla kavrandığımda büyük bir paniğin kucağındaydım.
Dudaklarımdan
fırlayan telaşlı sesle birlikte başımı kaldırdığımda karşımda burnumdaki sızının
kaynağını göreceğimi düşünerek gerilmiştim. Ancak bakışlarım daha tanıdık ve
bununla bir ilgisi bulunmayan yüze çarptığında omuzlarım gevşedi.
Kolumu tutan
kişinin Cevahir olduğunu gördüğümde sessizce bekledim. Ben beklerken o da sert
bakışlarla yüzümü, muhtemelen burnumu, süzüyordu.
“İyi misin?” diye
sordu. Başımı salladım hafifçe. Kafamı oynatmak burnumu sızlattığı için hızla
yüzüm buruşmuştu.
Karşımda bir ayna
varmışçasına benimle aynı anda yüzü ekşir gibi oldu. “Acıdı mı?”
“İyiyim, yok bir
şey.” dedim kolumdaki elini daha az sıkı bir hale getirmekten başka işe
yarayamayan çırpınışımla aynı anda.
“Beyaz kod vermek
kimsenin aklına gelmedi mi?” derken sinirliydi. “Şans eseri öğrendim, ne bu
sorumsuzluk?”
Kime söyleniyordu
bilmiyordum. “Beyaz kodluk bir durum yoktu,” dedim yorgunca. “Ben durdurmak
isterken araya girdim, adam kız kardeşine saldırdı aniden.”
“Sikerim onun
olmayan adamlığını,” diye soludu. Küfür etmesini beklediğim son insanlardan
biri olabilirdi. Çok nazik biri olduğundan ya da düşünceli oluşundan değildi bu
beklentim ancak onun kontrol manyağı ve ciddiyeti akıl almayan bir adam
olduğunu düşünüyordum. Şaşkınlığımı gizlemekte zorlanmıştım.
Şaşkınca kalakalmamı
umursamadan kolumda olmayan elini kaldırıp yanağım ve boynumun birleştiği
çizgiye doğru dokundu. Yüzümü kendisine doğru kaldırdığında gözlerim direkt
olarak gözlerindeydi. Fakat o gözlerime değil burnumdaki hasara bakıyordu.
“Yenge bu herifin
adı sanı neydi tam olarak, merakımdan soruyorum bir derdim olduğundan değil
de…” Teoman’ın Cevahir’in ardında birden belirmesi durumuna artık alışmam
gerekiyordu sanırım.
Cevahir’in
yüzümde duran elinin izin verdiği ölçüde omuzunun üstünden Teoman’a doğru döndüm.
“Bilmiyorum,” dedikten hemen sonra ekledim. “Sen de bilme.”
“O şişkin burnunu
bu kısma sokma sen, Teo acile uğra kayıt açmışlardır girişte.”
Cevahir’in benim
söylediklerimi hiçe sayan cümlesiyle birlikte Teoman başını sallayıp yanımızdan
ayrıldı. Sinirle Cevahir’e döndüm. “Duymuyor mu kulağın?”
“Kasma yüzünü,
canının yandığını görebiliyorum. Şu an konu bu mu yani?”
“Tamam,” dedim.
“Her neyse ne, bırakır mısın beni eve gideceğim?”
Kolumda ve
yüzümde duran ellerini çekmesi için kıpırdanmam yetmiyordu, bu nedenle sesli
olarak dile getirmeye karar vermiştim ben de.
Cevahir’in
tepkisini dinleyemeden önce bakışlarım refleksle bir anlığına ondan ayrılıp
etrafta gezindi.
Hastanenin
girişinde, en sık kullanılan koridorda bulunduğumuzu hatırlatan bu gezinmenin
bana gösterdiği bir detay vardı. Üzerimizde o kadar çok çift bakış bulmuştum
ki…
“Dünkü yemeğe
gerek yokmuş, bugün burada böyle dursak da yeterdi bence.” Hafif alayla
konuşsam da aslında içinde bulunduğum durumdan rahatsızdım.
Konuşmamla
birlikte Cevahir etrafa bakınma gereği duymadı. Belki de ben söylemeden de
bunun farkındaydı zaten. “Alışman gerekiyor, her seferinde böyle mızmızlanacak
mısın yoksa?”
Gözlerimi
devirmekten kendimi son anda alıkoydum. “Beni zorunda bıraktıklarını daha sonra
konuşsak olur mu, gerçekten ayakta durmaya devam etmek istemiyorum şu an?”
Bakışları bir
anlığına değişti. Bunun neye işaret ettiğini çözememiştim. “Tamam,” dediği
sırada yanağımdaki elini indirmiş olsa da kolumu henüz bırakmış değildi. “Odana
uğrayacaksan uğrayalım, çıkarız.”
“Çıkarız..?”
dedim kaşlarımı hafifçe çatarken son heceyi vurgulayıp.
“Neye
şaşırıyorsun? Araba mı kullanacaksın bu halde Seray?”
Dudaklarımı
araladım ama bir an sessiz kalıp düşünmeye dalmıştım. Burnumdaki zonklamayla
araba kullanmam mantıklı değildi, evet. Şu an sorguladığım da bunun mantıklı
olup olmaması değildi zaten. Sadece bu detayı neden Cevahir’den önce
düşünmediğimi, Volkan’dan ya da Oğuz’dan duymadığımı düşünüyordum.
Bir makineye
benzettiğim, ruhunun çekildiğini ima edip durduğum adamın bu detayı düşünen ilk
ve tek kişi olması biraz kendimi sorgulatmıştı bana.
“Kullanmayayım
mı?” diye sordum saçma bir şekilde. Yüzümü ne amaçladığımı anlamak ister gibi
süzdü bir an. “Kullanmak istesen de kullandırtmam.” dedi sakince. “Odana
uğrayacak mısın?” diye az önceki söylediğini tekrar ettiğinde başımı salladım.
“Hı hım,” gibi bir ses çıkartmıştım sadece.
Sanırım burnuma
fazla ağır bir darbe almıştım. Şu an gördüklerim de sarsıntının bende yarattığı
sanrılardı.
“Ben alıp geleyim
mi, ne alacaksın odandan?” Evet, kesinlikle sanrıların içindeydim.
“Çantam,” dedim
sessizce. “Ama ben alırım.”
Yanıtlayacağı
sırada giderek yaklaşan sert adım sesleriyle aynı anda benim sağıma doğru
döndük. Teoman yanımıza bir mesafe kalacak kadar yaklaşmıştı.
Cevahir’in baş hareketinin
içeriğinde bir durum raporu isteği olduğunu anlamıştım. Benim Teoman gitmeden
önceki itirazcı tavrım nedeniyle şifreli işaret diline geçmişti sanırım ama
çocuk değildim.
“Sıkıntı yok
abi.” dedi Teoman sadece.
“İyi, arabaya
geçiyoruz. Seray’ın odasından çantasını al gel hemen.”
“Tamamdır, başka
bir şey alınacak mı?”
Omuzlarımı
düşürdüm. “Ben alırım,” dedim Cevahir’e söz dinletemeyeceğimi bilerek şansımı
Teoman’dan yana kullanıp. “Binaya tırmanmayacağım ki odama çıkacağım
asansörle.”
Teoman güldü. “Ben
hallederim yenge, sen şimdi o burunla önünü göremezsin falan…”
Kaşlarımı çatarak
bedenimi öne doğru attım. Cevahir kolumdaki elini sırtıma doğru kaydırıp beni
tuttu sıkıca. “Ne demek istiyorsun sen?” diye sordum. “Çok mu şişti, bakmadım
ben burnuma tekrar…”
“Şş, sakin olsana
sen bi’; Teo elimde kalmadan uza şuradan sen de.” Önce bana ardından Teoman’a
gelen uyarının ardından ben çok etkilenmesem de Teoman gözden kayboldu hemen. O
giderken arkasından montumu da getirmesini seslenebilmiştim sadece, umarım
duymuştu.
“Çok mu şiş
burnum?” diye mırıldandım. Cebimdeki telefonuma uzandım çıkartmak için. Cebime
giden elime engel oldu. Bunu bileğimi nazikçe tutarak başarmıştı. “Sallıyor bir
şeyler, boş ver. Arabaya geçelim yavaş yavaş.”
Uzunca bir nefes
verdim. “Kızayım diye mi yaptı?”
“Evet,” derken
yüzü ilginç bir hal aldı. Sanki gülecek de gülemiyor gibiydi. Dün akşam
gülebildiğine şahit olmuştum yemekte, acaba kalabalıkta gülmenin havasını
söndüreceğini düşündüğünden mi hastanede hiç gülümsemiyordu?
Beş dakika kadar
bir süre sonunda artık Cevahir’in arabasının ön yolcu koltuğunda, kucağımda az
önce Teoman’ın getirdiği çantam ve montumla birlikte oturuyordum. Teoman
eşyalarımı verdikten sonra kapımı kapatmış ve arabanın arkasında duran
Cevahir’in yanına ilerlemişti. Bu kısmı aynadan görmüş olsam da orada ne
konuştuklarını duyabilmem mümkün değildi.
Bu arada ayna
demişken… Az önce burnumun yansımasıyla karşı karşıya kalmıştım. Arabaya
binince ilk iş yukarıdaki aynalı bölmeyi açıp kendime baktığımda şişkinliği Teoman’ın
önünü göremeyebilirsin abartısı kadar olmasa da gerçekten gözle görülür hale
gelmiş burnumu inceleme fırsatım olmuştu.
Bir iki dakika
geçmeden sürücü koltuğunda beliren Cevahir’e dönme gereği duymadım. Kemerimi
takmıştım, montumu da cama doğru yuvarlayıp kendime yastık yaparak sağa doğru
devrildim oturduğum yerde.
“Böyle kafama
göre çıkıyor olmama bir şey demedin, hastalarımı sormayacak mısın?”
Birkaç dakika
sonra aklıma gelen ve aslında tek derdimin sessizliği bölmek olduğu sorumla
birlikte Cevahir’den yanıt beklemeye başladım.
“Dalga mı
geçiyorsun?” dedi sadece.
“Yo,” dedim
gözlerim yarı kapalı haldeyken.
“Senin yerinde
bir başkası olsaydı da eve gidip dinlenmesini söylerdim, Seray. Cani biri
değilim senin düşündüğün ölçüde.”
“Benim düşündüğüm
ölçüde değilsin ama biraz öylesin gibi mi yani?”
Sabahki toplantı,
Oğuz, hasta krizi ve burnumdaki darbe derken o kadar yorulmuştum ki aniden
bastıran uykunun kollarına düşmemek için şu an son direnç kırıntılarımı
tüketiyordum. Konuşurken ikinci kez düşünmez bir hale gelişim de bundan olsa
gerekti.
“Bu soruya kendin
yanıt bulmaya ne dersin? Bolca vaktin olacak, doktor.”
Onunla
geçireceğim, daha doğrusu geçirmek zorunda kalacağım vakitlerin çokluğundan
bahsediyordu. Bir şey söylemedim. Aradan kaç dakika daha geçti bilmiyorum ama
dudaklarım yine aralandığında uzun süreli bir sessizlik geride kalmıştı.
“Cevahir,” diye
seslendim önce. Sesim uykulu olduğumu gizleyemiyordu muhtemelen ama çok
düşünmedim bu detayı.
“Söyle,” dedi düz
bir sesle.
“Neden taksiyle
gitmiyorum ben eve?” diye mırıldandım sessizce.
Sorumun cevabını
duyamadan gözlerimin kapanışı Cevahir’in çok uzun süre susmasından mı yoksa
benim hiç gücümün kalmamasından dolayı mıydı hatırlamıyorum.
Aslında söylediğimin
benim sorgum olmak dışında Cevahir için de bir sorgu olduğunu ise o an hiç fark
etmemiştim. Uykuya çekilen bilincim onu arabada yalnız bırakırken rüyalar âleminde,
Cevahir ise gerçekliğin tam ortasında aynı şeyi düşünür haldeydik:
Gerçekten doğru olanı mı yapıyorum?
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder