Gözyaşı Kadehleri 13.Bölüm
13.BÖLÜM
Cevahir’in
arkasından atlılar koşturuyormuş gibi aceleyle kapımdaki isimliğe müdahalesinin
üzerinden üç gün geçmişti.
Salı sabahı ilk
kez gördüğüm o isimliğe bundan önceki iki sabah da bir süre bakakalmış ve odama
girmeden önce kendimi bolca sorgulamıştım.
Cuma sabahı, yani
bu sabah ise artık gözüm oraya takılmamış; bundan önceki haftalarda olduğu gibi
normal bir şekilde odama geçmiştim.
Yeni hayatıma
dair kazandığım tek alışkanlığın bu olduğunu söylemek beni bir yalancıya
çevirmekten başka bir şeye yaramazdı.
Günümün
başlangıcında ve bitişinde tek bir yüzü görüyor olmaya da en az isimlikteki
eklenti kadar alışmaya başlamıştım.
Uyanıyor, henüz
gözlerini aralamamış olan Cevahir’i görüyor ve o uyanana kadar hazırlanmış hale
gelip kahvaltıda ona eşlik ediyordum. Arabamı peşimden sürüklememeye, onun
sürücülük yapmasına da bir itirazım olmuyordu.
Hastalarım
bittikten sonra, işim uzayacak olsa dahi, odasından çıkmadan önce benim aramamı
ya da yazmamı beklemesi de yine tekrarlananlardan biriydi. Eve gidiyor, bu kez
akşam yemeğini yiyor ve uyuyana dek ayrı ayrı işlerle uğraşsak da gözlerimiz
kapanmadan önce en son birbirimizi görüyor ve duyuyorduk.
Evli olmadan
önce, onunla evli olmanın bu denli hayatımı temelden sarsacağını hesaba
katmamıştım. Yalnızca etrafta birileri varken oynanacak bir oyun olarak
gördüğüm durumun aslında kimse yokken de birden fazla yükümlülüğü vardı.
O yükümlülüklerin
bana ağır gelmek yerine gün geçtikçe rutine dönüşüyor olması ise muhtemelen
gözümü korkutmalıydı ancak şimdilik soğukkanlılığımı korumayı sürdürüyordum.
Genellikle
haftanın en yoğun günlerinden biri olarak geçen Cuma beni yine şaşırtmayarak
sabahtan beri fazlasıyla kaotik geçiyordu. Biraz önce acilden çağrılmış ve bir
süre orada oyalanmıştım. Öğleden önceki randevulu hastalarımın birbiri üzerine
binmesine ve saatlerin kaymasına sebep olan bu durumla birlikte öğle arası
başladıktan sonra on dakika geride kalmış ancak ben odamdan çıkamamıştım.
“Bir ay sonra
tekrar görüşelim olur mu? Uygun olduğunuz gün için randevu oluşturun mutlaka.”
Karşımdaki
heyecanla birbirlerine sırıtıyor olan çiftin mutluluğunu bölmek istemesem de
midemden yükselen yardım çığlıkları çok yüksekti. Bir önceki kontrolde
cinsiyetini göstermemekte ısrarcı olan bebeklerinin inatçı bir kız olduğunu
öğrendikleri için bu kontrolde anne ve baba adayım sarhoş gibilerdi.
“Olur,” diyerek
önce kendi ayaklanan ardından eşine elini uzatan adamla birlikte ben de
ayaklandım. Kapıya doğru yürüdükleri sırada bir anda yeniden bana döndüler.
Daha doğrusu dönen adamdı ancak kadın da onunla birlikte bir nevi savrulmuştu.
“Değişmez değil mi cinsiyeti? Kız yani kesin, kızım oluyor benim öyle mi?”
“Yavuz!” diyerek
eşini uyaran hastama göz ucuyla baktım. “Saçmalamasan mı aşkım? Cinsiyeti
değişmez mi ne demek?”
Eşine rağmen
merakla bana bakmaya devam ediyor olan adama güven vermeyi umarak gülümsedim.
“Kızınız oluyor Yavuz Bey, eminim merak etmeyin.”
Başını hızlıca
sallayıp teşekkür içerikli bir şeyler mırıldandıktan sonra karısını da sıkıca
tutarak odamdan ayrıldı. Arkalarından dayanamayıp güldüm. Kız bebek haberleri
babaları böyle şaşkına çevirdiğinde keyiflendiğimi kendime itiraf edeli bayağı
zaman oluyordu.
Herhangi bir acil
durum oluşma ihtimalini düşünerek hızlı hareket edip odamdan çıktım. Bir yerden
çağrılana kadar karnımı doyurmak istiyordum.
Odamdan çıkar
çıkmaz asansöre yönelmek gibi bir planım vardı ancak beni ilerideki duvara
yaslı koltuklardan birinde oturan Teoman karşılayınca adımlarım durdu.
“Yenge hiç odadan
çıkmayacaksın diye korkmaya başlamıştım bak tam,” derken ayağa kalkıp direkt
yanıma geldi. “Telefonun icadından önceye mi ışınlandık Teo? Yazsaydın ya bir
şey söyleyeceksen.”
“Evleneli bir
hafta olmadan abim gibi beni zorbalamaya başladın, yazıklar olsun size.”
Alınganlık rolü
çok uzamasın diye omuzunu patpatladım. “Tamam, ağlama. Ya da yemekte ağlarsın,
açım ben.”
Asansörlere doğru
yürümeye başladığım sırada o da tam yanımdaydı. Çağırma tuşuna bastıktan sonra
omuzumu duvara doğru yaslayıp yan bir şekilde Teoman’a baktım. “Niye dikildin
sen kapıya?”
“Öğle yemeğinde
sana eşlik edeceğim.”
Kaşlarımı
havalandırdım. “Kocam nerede Teo? Onsuz yiyemem.”
Daha önce saymayı
unuttuğum rutinlerden biri de öğle yemeklerinde Cevahir’in beni asla
kendisinden mahrum bırakmamış olmasıydı.
Sırıttı. “Kocan
olmadan boğazından geçmiyor tabii.” Boş boş baktığımda devam etti. “Holdinge
geçti, buraya dönmeyecek. Akşam şoförün benim yani.”
Nedenini
sorgulamadım. “Nöbetim var, eve sabah döneceğim. Sen keyfine bak.”
Haberi olmadığı
için bir an duraksadı. Bu sırada asansör kata gelmişti. Boş gelen asansöre
bindiğimizde benden önce davranarak tuşa basmıştı. “Bilmiyordum, Cevahir abi
akşam eve bırakırsın demişti.”
“Nadiren gece
kalıyorum, acildeki bir aksaklıktan dolayı ani gelişti. Onun da haberi yok.”
Anladığını belli
eder anlamda başını kıpırdatırken ben de bakışlarımı aynaya çevirmiş ve
yiyeceğim yemeğin hayalini kurmaya başlamıştım.
Yaklaşık on sekiz
daha buralarda olacaktım ve açlıkla baş ederken bunu başarabileceğimi
sanmıyordum.
~
“Sakin geçiyor
hocam, uğurlu geldiniz geceye.”
Avuçlarımın
arasında duran kahve bardağından aldığım son yudumu soğumuş olan kahvenin
verdiği buruk tat eşliğinde yuttum. Bana doğru diktiği bakışlarıyla ona bir
tepki vermem için hevesle yüzümü izleyen artık yüzüne aşina olduğum
intörnlerden olan genç doktora baktım.
“Bu cümlenle
uğuru bozduysan ve yerimden kalkmam gerekirse gözüme gözükme sabaha kadar.”
Bahsettiği
sakinlikten faydalanarak saat gece yarısına yaklaşırken kendimi kahve içmek
için açık olan kafeye attığımda bir masaya dizildiklerini görmüş ve tek başıma
başka bir masaya geçmek yerine aynı dönem öğrencileri olan grubun yanına
oturmuştum.
“Şom ağızlıdır
hocam, nasıl anladınız tek bakışta. Uğur sus oğlum acil.”
Arkadaşının
kafasına doğru yavaşça vurup müdahale eden çocukla birlikte Uğur önce ona ters
ters bakmış ve ardından bana dönüp boynunu bükmüştü. “Yalan söylüyor, adım bile
Uğur benim hocam nasıl uğursuz şom ağızlı bir insan olabilirim?”
Açıklamasına,
daha doğrusu tatsız şakasına içim bulanmış gibi baktığımda masadaki küçük
kalabalıktan kısa gülüşler yükseldi. Keyiflerini bölmesem saatlerce
kıpırdamadan burada durabileceklerinden emindim ancak nöbetlerini ne kadar
hareketli geçirirlerse o kadar yararlarınaydı.
“On dakikaya
dağılmış olun, acil sorumlunuz ben değilim ama bu hastanede adımın neyle
anıldığını biliyorsunuz diye düşünüyorum.”
Küçük tehdidimi
açıkça anladıkları belliydi ancak az önce Uğur’un kafasına vuran, diğerlerine
oranla daha konuşkan duran sarışın renkli gözlü çocuk konuştu birden.
“Kocanızla anılıyor gibi hocam.”
Patavatsızlığı
masada kısa ve keskin bir sessizlik yarattığında derin bir nefes alarak boş
karton bardağımı da alıp sandalyemi geriye ittim. “Doğru cevap size acımayıp
sorumlunuza şikâyet edecek kadar katı olmamdı, ama bunu da sevdim. Şikâyeti
daha üst mercilere iletmemi istiyorsun demek ki.”
Birkaçının elini
ağzına kapatarak gülüşünü sakladığını görsem de bir şey demedim. Alınganlık
yapıp gerileceğimi düşünüyorlardı muhtemelen. Hiç takmadan konuyu kendi
çıkarıma kullanmama birkaç saniye şaşırdıktan sonra tepkileri değişmişti.
“Hocam!” diyerek
sarışın yerinden fırladığında kulaklarım bu mesafeden ses duymuyormuş gibi
rahat bir şekilde arkamı döndüm. Bardağı çöpe atmak için kenardaki kutulara
doğru ilerlerken peşimden annesini takip eden ördek yavrularını aratmaz halde
adımlıyordu.
“Hocam,
nöbetlerime biraz daha ekleme yapalım, gerekirse doksan altı saatlik nöbet
yazalım ama bu konu çok saygıdeğer eşinize iletilmese… Ağzımdan kaçtı siz öyle
sorunca, yemin ed-…”
Uzattıkça uzatacağını
kabullenerek arkama döndüm. Yerinde kaldığı için yüz yüzeydik. “Yapman gereken
işleri hallet, yeterli.”
“Yani aramızda
kalacak..?” Yarı şüpheli bir ses eşliğinde konuştuğunda cevap vereceğim sırada
önlüğümün cebine attığım çağrı cihazı titreyerek beni duraksattı. Elimi cebime
atarken bir yandan da acile doğru adımlamaya başlamıştım. “Konu kapandı, yürü
benimle geliyorsun.”
“Hocam inşallah
çağrıdan dolayı geliyorumdur, beni merdiven boşluğundan atabilirsiniz gibi bir
enerji de yayıyorsunuz çünkü…”
“Zevzekleşme,”
derken uyarım devam edemeden acile varmıştık. Çağrının nereden geldiğini
anlamak için etrafa bakındığımda hiçbir alanda hareketlilik göremedim.
Girişteki masada duran hemşirelerden birine yaklaştım. “Çağrı atılmış, hasta mı
geldi?”
“Yok hocam,”
diyerek şaşkınca bana bakan kadının ardından koştur koştur yanımıza yaklaşan
diğer hemşireye baktım. Orta yaşlı, saçlarına aklar düşmeye başlamış bir
hemşireydi. “Seray Hanım, ben yolladım çağrıyı. Levent Bey rica edince…”
Kaşlarım derince
çatılırken Levent’in bu saatte hastanede ne işi olduğunu sorguladım ancak
sonuca varamamıştım. “İyi mi?” diye sordum durumun acillik olduğunu düşününce.
Başını salladı
hemen. “Evet, acilin ambulans girişinde. Kusura bakmayın, çağrı atmam gereken
bir durum değildi belki ama-…”
Adamı elimi
hafifçe kaldırarak durdurdum. “Sorun yok, işinize devam edin lütfen.”
Hemşireler
yanımızdan giderken ben yavru ördekle birlikte kalmış oldum. “Sen de dön
arkadaşlarının yanına, fazla oyalanmadan dönün yerinize ama.”
Yüzüme emin
olamayan bir ifadeyle baktı. “Gelebilirim hocam isterseniz, biraz gerildi
yüzünüz.”
Elimle gitmesini
işaret ettim. Daha fazla uzatırsa azarı yiyeceğini bildiğinden dudaklarını
birbirine bastırıp adımlamaya başladı. Etrafımda kimsenin kalmamış olmasının
ardından ellerimi önlüğümün cebine atmış, yavaş adımlarla acilin diğer ucundaki
girişe yönelmiştim.
Gündüz üzerinde
rahatça kalabildiğim topuklularla akşama doğru vedalaştığım için spor
ayakkabılarla adım atmak çok daha basitti. Yavaş yavaş gecenin yorgunluğu
başlamış olsa da en azından ayaklarım savaştan henüz vazgeçmemişlerdi.
İlerledikçe daha
az kişinin bulunmaya başladığı alandan ambulansla getirilen hastaların alındığı
kapıya vardığımda sensörlü kapı iki yana ayrılıp genişçe açıldı.
Dışarıya attığım
ilk adımda hafif bir esinti bedenimi kucaklamıştı.
Levent
Avcıoğlu’nun ne sebeple burada olduğu hakkında bir fikrim yoktu ancak beni çok
mutlu edecek bir iş için gecenin köründe Vita’da belirmediğinden emin
sayılırdım.
Kapı ben
çıktıktan sonra geri kapanmaktayken etrafa kısaca bakmış ve solda kalan bankta
oturan bedeni kolayca seçebilmiştim. Kapının sesiyle çoktan bakışları bana
dönmüş, geliyor olduğumu görmüştü.
“İyi geceler,”
dedim ellerimi cebimden çıkartmadan oturduğu banka doğru yürürken. “Bu saatte
acile yolunu düşüren problem nedir?”
Yanındaki boşluğa
oturmak yerine önünde ayakta kalmayı tercih ettim. Başını hafifçe kaldırmış
halde bana bakıyordu oturduğu yerden.
“Baş başa
konuşmamız gerekiyordu, nöbetin olduğunu öğrenmek bir hazineydi. Cevahir’siz
nefes alamıyor gibi her an onun yanındasın malum.”
İfademde hiçbir
bozulma olmamasına dikkat etmeye çalıştım. Baş başa ne konuşacaktık?
“Kocamla vakit
geçiriyorum diye laf sokmak için mi bu saatte buradasın Levent?”
Kaşları
havalandı. “Kocasının dibinden ayrılamayan kadın tipi yok pek sende aslında,
yanıltıcı bir gözlem olmuş geçtiğimiz iki yıl boyunca benim yaptığım.”
Cevahir hastaneye
gelmeden önce onun yerinde çalışıyor olan isim olması tanışıklığımızın
Cevahir’den çok önceye dayanmasına sebep oluyordu.
“Özeleştiri konusunda
başarılısın ama, çok güzel.”
Güler bir
ifadeyle başını kıpırdattı. “Artık aynı soyadını taşıyor olmamızdan mı geliyor
bu hırsın? Hâlâ bir şekilde patronunum Seray.”
Burnumdan uzun
bir nefes verdim. Bu sırada ayağa kalkmış, ona üstten bakıyor olan benken bir
anda bunu tersine çevirmişti.
“Burada patron
olmaya meraklı olduğunu düşünmüyorum. Arkasına bile bakmadan yerini Cevahir’e
bırakan sendin, holding çalışanlarına yansıt patronluk tafranı.”
Benim
pısırıklaşıp bir köşeye sineceğimi sanıyorsa yanılıyordu. Beni bugün onunla
aynı soyadını taşıyor hale getiren özelliğim direkt olarak buydu hatta. Susup
uyum sağlayan biri olsaydım Cevahir’in varlığımı umursamayacağından emindim.
Kendim kaşınmıştım.
“Şimdi izninle,
işime dönmem gerekiyor. Patronlardan bağımsız olarak burası bir hastane ve ben
bir doktorum Levent. Saçmalıklarınla beni başka zaman yorarsın.”
Levent’e karşı
öfkemin ne zaman bu ölçüde keskinleştiğini tam olarak bilmiyordum ancak içimden
ona gergin yaklaşmak geliyordu ve o dürtüye uyuyordum.
Tepkisini
beklemeden arkamı döndüm. İçeri girmek üzere hareketlenmiştim. Belli ki
sinirlerimi hoplatmaya ve boş boş konuşmaya gelmişti. Yanımda Cevahir yokken
beni ürküteceğini mi sanıyordu?
“Evet,
doktorsun.” Sesini attığım ilk adımda arkam ona dönükken duydum. “Hatta
hastanenin en gözde doktorusun Seray. Patronun karısısın sonuçta,” dedikten
sonra söyleyeceklerinin bittiğini düşünmüştüm ki devam etti. “Tabii bir de
başhekim mevzusu var, pek ses getirmedi henüz ama aynı zamanda da başhekimin kızısın öyle değil mi? Bu fors başka hangi doktorumuzda var?”
Ayağımı rahat
ettirdiğini söylediğim o spor ayakkabılar bir an sıcak ve sivri demir
parçalarına dönüşerek adımlarımı sızıyla kesmeme sebep olduğunda kulaklarım
uğuldamıştı.
Başhekimin kızısın…
Beni çıkmaz sokaklara
iten, Cevahir’in karşısında savunmasız bırakan sırrın öyle alelade bir biçimde
arkamdaki adamın dudaklarından dökülmesi her zerremi sarsmıştı.
“Ah, pardon ya.”
Yapmacık bir biçimde dertlenmiş gibi konuştuğunda halen ona dönmüş değildim.
Sırtım ona dönük halde olduğum yerde kalakalmıştım. “Gizliydi bu, biraz sesli
konuştum. Kimse duymamıştır umarım.”
Gözlerimi birkaç
kez kapatıp açtım. Aniden görüş alanım bulanmış, gözlerimin önünde sisli bir
perde çekilmişti.
Nereden
öğrenmişti?
Bu konu neden
sürekli birileri tarafından öğrenilmeye başlanmıştı?
Cevahir’in asla
Levent’e bunu söylemeyeceğini biliyordum. Hatta Cevahir’in ona selam bile
veresi var gibi durmuyordu. Öyleyse nereden duymuştu?
“Ne
saçmalıyorsun?” dedim yarım tur dönüp aramızda biraz mesafe oluşsa da yüzüne
doğru bakarak.
“Yüzündeki iki
ton sararmaya bakılırsa kesinlikle saçmalamıyorum Seray, aksine o kadar doğru
bir yere parmak basıyorum ki…”
Bir şeyler
söylemek için dudaklarımı araladım, ancak şu an ne söylesem yararıma değil
zararıma olacaktı. Kendimi kontrol edebileceğimin bir garantisi yoktu.
“Örnek bir baba,”
dedi birden. “Herkese öyle güçlü bir imaj çizmiş ki… Kim bilebilir gayrimeşru
bir kızı olduğunu, onu bir kenara ittiğini…”
Dişlerimi çenemi
ağrıtacak kadar sertçe birbirine bastırdım. Genzim karıncalanıyor, uyuşmaya
başlıyordu.
“Kes sesini,”
dedim sadece.
Dudaklarını buruk
görünmesine çaba harcadığı bir gülümsemeyle kıvırdı. “Olur,” dedi omuz
silkerek. “Keserim sesimi. Ama bir sonraki konuşmamın nerede ve kiminle
olacağını asla bilemezsin.”
“Tehdit mi
ediyorsun beni?” dedim cebimde duran ellerim titriyordu. Göremiyor olması
iyiydi.
“Hayır, aşk olsun
bak. Gelinimizsin sen bizim, tehdit falan… Ne alakası var şimdi?”
“Aptal aptal
konuşmayı kes de derdin neyse onu anlat Levent. Sabrımla oynuyorsun.”
Kendimi sıkıyor,
aşırı bir tepki vermemek ve sanki her şey büyük ölçüde yolundaymış gibi
davranmak için bütün sınırlarımı zorluyordum.
“Derdim seni
aşıyor, merak etme konu sen değilsin. Kocandan birkaç isteğim var ama tabii.”
Suratına haykırmak,
ona da ailesine de bolca bela okumak istiyordum. Nereden, nasıl bulaştığım ve
bu aileyle ilgili iplerin düğüm noktası haline geldiğimi asla bilmiyordum.
“O zaman onunla
konuşursun,” dedim düz bir şekilde. Bu kez yerimde durmamış ve hızla arkamı
dönüp yanından uzaklaşmaya başlamıştım. Henüz kapıya yeni varmışken, kapı sensörünün
beni yeni fark ettiği sırada son kez sesi kulağıma doldu.
“Bu kadar trajik
bir hikâye beklemiyordum senden, şaşırtmaya devam et beni lütfen.”
Acile girdiğimde
kapı tekrar kapanmış, dışarıyla olan bağlantımı kesmişti.
Görüş açısından
çıkmak için hızlı adımlarla koridorun diğer kısmına geçtiğimde bu gece boş bir
şekilde kalmış olan kırmızı alandaydım. Kenardaki sedyelerden birine kalçamı
yaslayıp ellerimi aceleyle yüzüme yasladım.
“Kahretsin,” diye
soludum sessizce. Ellerine değersiz bir oyuncak verilmiş şımarık çocuklar, o
oyuncağı ya hiç umursamadan bir köşeye atar ya da kırılıp bozulmasından
korkmadan delice o oyuncağı katlederlerdi.
Bu hikâyenin
şımarık çocukları Cevahir ve Levent’ti. O değersiz oyuncağın kim olduğu ise
artık açıkça ortadaydı. Üstelik bir köşeye atılıp unutulmak yerine canı çıkana
dek gücünün tüketileceği de çoktan belli olmuştu.
~
“Hoş geldiniz
Seray Hanım,” diyerek henüz güneşin yeni doğmuş olmasına karşın gayet mutlu
görünen güvenlik görevlisine başımı salladım hafifçe.
Eve bugüne dek
hep Cevahir eşliğinde ve onun arabasıyla girdiğimden, her zaman garaja doğru
açılan kapıdan geçmiştim. Bu sabah ise indiğim taksiyi doğal olarak eve
sokamamış ve evin caddeye bakan kısmındaki ana kapıdan geçmem gerekmişti.
Güvenlikle çok
fazla karşı karşıya kalmamaya çalışarak iç kısma doğru giden taşlı yola
adımladım. Yüzümün bakılacak hali kalmadığını biliyordum. Nöbetin ve
uykusuzluğun yarattığı enkazdan çok daha fazlası ifademde gizliydi.
Geçtiğimiz
günlerde kullanmama hiç gerek olmayan, Cevahir elime tutuşturduğundan beri
çantalarımda sürünüyor olan anahtarı çıkartırken pilim her an bitmeye müsaitti.
Birazdan kendimi eve giremeden yere çöküp kalmış halde bulma ihtimalim vardı.
Oyalanmadan kapıyı
açtıktan sonra eve girer girmez kapıyı arkamdan yavaşça kapatmış, çantamı daha
fazla taşımak benim için bir işkenceymiş gibi bir kenara bırakıp yükümden
kurtulmuştum.
Saat daha yedi
bile olmamıştı. Cevahir’in derin bir uykuda olduğunu düşündüğümden nerede
olduğunu tahmin etmekle uğraşmama gerek yoktu.
Hafta sonları genellikle
evin yardımcılarının gelmediğini, pazartesi olana dek ortalıkta
görünmeyeceklerini de dün Mira’ya bir şey sorarken şans eseri öğrenmiştim. Yani
uyuyan Cevahir dışında kimse şu anda evde değildi.
Odaya girmek ve
uyanması riskini almak yerine üst kattaki büyük banyoyu kullanarak kendimi duşa
attığımda kaç dakikamın suyun altında geçtiğinden habersizdim. Bedenimi
temizlediği ve ferahlattığı gibi zihnime de aynı şekilde etki etmesini beklesem
de suyun böyle bir etkisi yoktu.
Dolaptaki büyük
havlulardan birini bedenime, bulduğum küçük ince havluyu da saçlarıma sardıktan
sonra sıcak suyla duş aldığım için buhardan boğucu hale gelen banyodan çıktım.
Hareketlerim olabildiğince sessizdi.
Giyinme odasına
bu şekilde geçmekten başka çarem yoktu. Yatak odasına girdiğimde Cevahir’in
direkt olarak uyanmamasını diliyordum. Zaten uyanırsa da o yokmuş gibi
davranarak yoluma devam edecektim.
Odaya girmek
üzere sessizce araladığım kapı beni artık güneşin aydınlatmaya başladığı alanla
karşı karşıya bırakırken bakışlarım önce yatağı buldu.
Kendi yerinde
yatmak ile ilgili problemleri günler geçse de tükenmeyen Cevahir yine yatağın
bana ayrılan kısmında, yastığımı sanki ona ait başka bir yastık yokmuş gibi
sahiplenmiş halde uyuyordu. Kolunun üzerinde yattığı için yüzünü tam olarak
göremiyordum ancak kapıyı kapatıp adımladığımda kapalı gözlerini de görebildim.
Giyinme odasının
kapısına doğru çıplak ayaklarımla parke zeminde olabildiğince ses yaratmadan
adımlarken kapıya uzanmama birkaç adım kala birden odayı Cevahir’in telefon
zili doldurdu.
İrkilerek yerimde
durakladığımda, o benden çok daha beter bir haldeydi. Gözlerini pat diye açıp
bir an nerede olduğunu sorgular gibi bekledi. Bulunduğu pozisyondan dolayı
gözlerini açar açmaz görüş açısına girmiştim. İlk baktığı yerde beni görünce
derin bir nefes aldı. Nefes alırken aldığı nefesin yarısını yastığımdan
sömürmüş olması biraz dikkatimi çekmişti.
Çalmaya devam
eden telefonuna uzanmak için yerinde dönerek kendi tarafındaki komodine doğru
kolunu uzattı. Ben de bu sırada giyinme odasının kapısını aralamış ve kendimi
içeri atmıştım. Kapıyı tam kapatmak yerine küçük bir boşluk kalacak şekilde
ittiğimde sabah sabah kiminle konuşacak olduğunu duyabilecek kadar fırsatım
olacaktı.
“Söyle,” diyerek
ciddi bir şekilde açtı telefonu. Uyanır uyanmaz konuşuyor olduğu için sesi
boğuk ve normale göre daha kısıktı. Uyandığı anlarda genellikle giyinmiş ve
makyajımı yapıyor olduğum için bu ses tonuna artık yabancı değildim.
Homurdanarak bana ‘günaydın’ dediği ses tonuydu bu.
“Hastaneden
çıkarken ara dedim, çıktıktan yarım saat sonra zaten yanıma gelmişken araman ne
halta yarıyor Fuat?”
Gerginlikle
konuştuğu Fuat’ın hastaneden ayrılmadan önce taksi istettiğim güvenlik
görevlisi olduğunu kavramam çok uzun sürmedi. Belli ki sevgili kocam(!)
nöbetten ayrıldığım anda haberdar edilmek istemiş ancak geciken arama sonucu
ben zaten yanı başındayken boşu boşuna uyanmak zorunda kalmıştı.
Kendi kendime
kısa bir an güldüm. Bu sırada iç çamaşırlarımı üstüme geçirmiş, önümüzdeki
saatleri uyuyarak harcayacağım için ince bir geceliği de üstüme giyinmiştim.
Saçlarımdaki
yoğun ıslaklığı kenara bıraktığım havluyla alabildiğim kadar aldıktan sonra
odaya döndüm. Cevahir’in telefonu çoktan kapattığının farkındaydım. Sırtüstü
uzanmış, kendi tarafına geçmeyi başarmış ve gözleri örtülü şekilde yatıyordu.
Uyumadığını
bilsem de ses çıkartmadım. Islak saçlarımı kurutmakla vakit kaybetmemek için
odanın bir köşesinde duran lastik tokamı alıp saçlarımı tepede uğraşsız bir
topuz haline getirdim.
Yatağın ucuna
kadar adımlayıp örtünün ucunu kaldırarak yatağa yerleştiğimde duraksamadan
sırtımı ona doğru dönmüş ve gözlerimi de sıkıca kapatmıştım. Uykusuzdum, ancak
uykum var gibi hissedemiyordum.
Derin bir nefes
alarak kalp atışlarımı düzene sokmayı ve bu sayede uykuyu çağırmayı umuyorken
derdime çare bulamamıştım. Sıkıntıyla iç çekip yanağımı yastığıma daha sert
bastırdım. Rahat edemediğimi hissedince sinirle olduğum yerde dönüp sırtımın
üstüne yattım.
“Niye
savaşıyorsun yatakla? Ne oluyor?”
Cevahir’in
konuşmasıyla birlikte gözlerimi açmak yerine uzanır halde kapalı gözlerle
kalmaya devam ettim. Sessiz kalarak uyuma çalışmamı bölmemesi için tepki
koyduğumda beni anlamış olması düşük bir ihtimaldi.
“Kime diyorum?”
Görüldüğü üzere asla anlamamıştı. “Yastığın sırılsıklam olacak, böyle mi
uyuyacaksın?”
Bir elimi sertçe
yüzüme kapattım. Sabah sabah çenesi düşmüştü.
“Susabilir misin?
Uykusuzum, uyumak istiyorum.”
Gayet sakince
dile getirdiğim isteğimi hiç umursamadan yan döndü. Gözlerim açık değildi ancak
artık sırtının üstünde değil, bana doğru dönük olacak şekilde kolunun üstünde
yattığının farkındaydım.
“Uykusuzsan
yatağa uzandığın an dalsaydın uykuna, dönüp duruyorsun doktor.”
Parmak uçlarımla
burun kemerime kısaca masaj yaparak yüz hatlarımı gevşetmeye çalıştım.
“Yardımcılar
gelmeyecek, salona insen olur mu? Dinlenmek istiyorum, öğleden sonra ancak
uyanırım.”
Terslenmek,
sinirimi dilime taşırmak ya da başka fevri herhangi bir yola başvurmak yerine
sakince konuştuğumda onu şaşırttığımı tahmin edebiliyordum. Ancak o kadar
dalgın ve yorgundum ki şu an bu umurumda değildi.
“Seray?” derken
hafif afallamışlığı sesinden hissediliyordu.
“Efendim?”
“İyi misin sen?
Odadan kovmak yerine niye kedi gibi mırıldanıyorsun karşımda?”
Gözlerimi kısık
da olsa araladım. Yüzümün bir kısmını örtüyor olan elimi indirdiğimde ilk
gördüğüm şey yüksek tavandı. Ona doğru bakmadan dudaklarımı araladım. “İyiyim,
bayağıdır nöbete kalmamıştım. Bünyem rahata alışmış.”
Yeterince
inandırıcı olduğunu umduğum açıklamam sonlandığında göz ucuyla ona doğru
bakmış, bakar bakmaz da benim yüzümde dikkatle geziniyor olan açık kahve
irislerinin kendi gözlerimle çarpışmasına sebep olmuştum.
Gözlerimi
kaçırmak şu an için bir çözüm değildi. Bu seçeneği eleyerek olduğum gibi
kalmaya devam ettim.
“Çok yorgunum,”
dedim sadece. Bu, bugüne özel bir yorgunluk değildi; bugün ilk kez hissettiğim
bir yorgunluk da değildi.
“Kalamayacağını
söyleyip beni arasaydın, yerini bir şekilde doldurturdum. Gözlerin küçülmüş bir
gecede.”
Yorgunluğumun
tamamen nöbetle alakalı olduğunu düşünerek hayıflanmasına, ona erkenden haber
vermemiş olmama kızar gibi konuşmasına bir an göğsüm sıkışarak bakakaldım.
Yanağımın içini
sertçe ısırarak kendimi kastığımda tepki vermemek için bedenimde kalan son
birkaç gramlık gücü de harcayıp bitirmiştim.
“Önemli değil,”
dedim kısık bir sesle. “Uyumak istiyorum sadece, lütfen çık odadan Cevahir. Ya
da ben aşağıda uzanırım.” Son birkaç kelimemle birlikte yerimden kalkacakmışım
gibi hareketlendiğimde karnıma kolunu bastırarak doğrulmama engel oldu.
“Çok mu yoğundu
acil? Kötü bir şeyler mi oldu?”
Soru sordukça,
neden kötü olduğumu sorguladıkça beni iyi etmek yerine nasıl yüksek bir
uçurumun tepesinden aşağı ittiğinin hiç farkında değildi.
Uyuyup uyandıktan
sonra, aklım belki bir umut daha yerindeyken ona söylemeyi planladıklarım bir
anda dudaklarımdan dökülüverdi. “Levent geldi,” diye fısıldadım.
Karnımdan geri
çekmediği ancak ağırlığını vermek yerine sadece ufak bir temasla üzerimde
tutuyor olduğu kolu titredi. Bunun sadece koluyla sınırlı olarak değil,
bedeninin tamamına ulaşan bir titreme olduğunu zar zor fark edebildim. Beni
duyduğu anda gerginlikten titrer gibi olmuştu.
“Yanına mı
geldi?” diye sordu sertçe. Aniden yatakta doğrulup oturur hale geldiğinde
göğsümü acelesizce şişiren nefeslerimle yattığım yerden ona bakıyordum. “Cevahir-…”
diye başladığım cümlemi bölerek başını bana doğru çevirip eğdi hafifçe. “Ne
halt etti? Onun yüzünden mi ruh gibi bakıyorsun böyle?”
Kolumun üzerinde
döndüm yavaşça. Yüzüm ona çevrilmiş, karnına doğru bakıyor hale gelmiştim.
Kendimi yüzüne bakmak için zorlamak yerine gözleri karnındaymış gibi beyaz bir
tişörtle kaplı karın bölgesine bakmayı sürdürdüm.
“Önce Teoman,
sonra sen… Şimdi de Levent öğrenmiş.” Sesim düz, öylesine bir konuyu
açıklıyormuşum gibi normaldi. “Sır dediğim, kimse öğrenmesin diye kendimden
ödün verdiğim gerçek öyle alelade herkesin dilinde dolaşıyor. Ben ne
yapacağım?”
Kendi kendime,
sanki Cevahir burada yokmuşçasına konuşuyor; sorguluyordum durumu.
Donduğunu, az
önceki öfkeli halinden bile sıyrılacağı kadar çok şaşırdığı için hiç hareket
edemediğini fark ettim. Hiçbir şey yapmadan ve söylemeden öylece tişörtünün düz
kumaşına bakmaya devam ettim.
Güldüm kendi
halime. Sinirlerim bozuktu.
“Acıdı bana
kuzenin biraz, halim onu bile üzmüş Cevahir.”
Ciddi değildim
elbette. Levent’in umurunda olmadığımı biliyordum. Sadece söylediklerinden
bazıları içime işlemişti.
Örnek bir baba. Herkese öyle güçlü bir imaj çizmiş
ki… Kim bilebilir gayrimeşru bir kızı olduğunu, onu bir kenara ittiğini…
Doğduğumdan beri
her şey olmuştum ben.
Sığıntı olmuştum,
fazlalık olmuştum, görünmez olmuştum ve hatta hiç olmuştum. Bunlar içimde
farklı farklı yerlerde duran yaralarımdı. Doktor olmak bir işime yaramamıştı ya
da belki terzi kendi söküğünü dikemiyor olduğundan hepsi taptazeydi hâlâ.
Tüm bunların
yanında gayrimeşru bir çocuk olduğumu da biliyordum, bileli çok zaman oluyordu.
Yine de en az andığım, kendime en az hatırlattığım buydu.
Babamın kim
olduğunu doğru dürüst öğrenene dek kendimi onun sorumsuz, aptal saptal bir adam
olduğunu düşünerek kandırmış ve buna inanmıştım. Anneme destek olmamış, çocuk
sorumluluğu almamış ve hayatımda hiç var olmamıştı.
Oysa Muhsin
Paker, ne sorumsuzdu ne de aptaldı. Aksine her iki konuda da kendini koca bir
insan topluluğuna kanıtlamış bir adamdı. Parmakla gösterilen, varlığıyla onur
duyulan bir doktor; ailesine olan bağlılığı ve sevgisiyle takdir edilen bir
babaydı.
Aptal olan
bendim.
Tek açıklamamla
onun tüm hayatını temelinden sarsacak kadar güce sahipken, bu gerçeğin sır
olarak kalması için kendimi paralıyordum.
Cevahir’in birden
yataktan kalkmasıyla daldığım yerden çıkarak algımı toparladığımda
olabildiğince hızlı şekilde yerimde doğruldum. Kapıya yönelmesini izlemek
yerine dudaklarımı araladım. “Nereye?” dedim yorgun bir sesle.
“Öğrendiklerini
bir de bana anlatsın, dinleyeceğim. O sik kırığı yanında ben olmayayım diye an
kollayıp gelmiş resmen hastaneye. Bana söyleyene kadar geçecek sürede kork
diye.”
Tükürür gibi
nefretle konuştuktan sonra biten açıklamasıyla birlikte gidecek gibi oldu.
Avuçlarımı yatağa yasladım oturduğum yerde. “Yerinde durur musun? Gerçekten
kalkacak enerjim kalmadı, gel şuraya Cevahir.”
Bu öfkeyle
Levent’in yanına gider ve damarına basarsa ertesi sabaha magazinde bu kez aşk
haberlerim varken değil bambaşka haberlerle uyanacağımdan emindim.
“Yerimde durayım
öyle mi?” diye sordu alaycı bir tavırla. Başıma saplanan ağrıyla istemsizce
gözlerimi sıkarak kapattım. Dudaklarımdan ince bir ses fırlarken başım prese
sıkışmış gibiydi.
“Seray?” derken
sesi birden değişti. Adım seslerini duydum. Odadan çıkıyor olsa duyacağım ses
adım değil kapı sesi olacaktı, bu nedenle bana doğru geldiğini anlayabildim.
Yatak hafifçe
sarsıldı. Gözlerimi ağrının hafiflemesiyle aralayabilir hale geldiğimde onu
fazlasıyla yakınımda, oturduğum noktanın dibinde oturuyorken buldum. “İyi
misin?”
“İyiyim,” dedim
dürüst olmaya gerek duymadan.
“Başın mı
ağrıyor?” diye sorduğunda ses çıkartmadım. Yeterince açık etmiştim ağrımı az
önce.
Kendimi geriye doğru
bırakarak yastığıma düştüğüm anda dudaklarımdan içli bir nefes sızdı.
“Uyursam
geçecek,” dedim yalanıma aslında onu değil kendimi inandırmak isteyerek.
Bir süre ben
gözlerim kapalı uzanıyorken o da sessizliğini koruyarak hiç kıpırdamadan
bekledi. Aşağıya inmesi için ya da beni yalnız bırakması için bir şey
söylemedim. Şimdi tam aksine burada kalmasını istiyordum. Levent’in yanına
gitmesine karşı koyabildiğim tek engel onu burada tutmaktı.
“Saçlarını kurut,
böyle uyursan ağrın daha da katlanır.”
“İstemiyorum,”
diye soludum gözlerimi açmadan.
İsteğime saygı
duyması beni şaşırtırken sessiz kaldı. Ancak bir dakikadan biraz fazla zaman
geçtiğinde yatakta hareketliliğini hissettim. Kalktı, gözlerimi açmadım. Adım
seslerinin ardına kapı sesi karıştı, bu kez gözlerimi fal taşı gibi açmıştım.
Odadan çıktığını düşünerek telaşlanmıştım çünkü.
Gözlerimi
açtığımda odanın giriş kapısını kapalı ancak biraz başımı çevirip baktığım
sırada banyo kapısını aralı halde buldum. Dışarı değil banyoya gitmişti yani.
Homurdandım
durdum kendi kendime. Tuvalete gidecek diye bana on saniyelik korku filmi
sahnesi çektirmişti.
Banyodan kısacık
bir zamanın ardından çıktığında bu hızda işini halletmesine şaşırarak bakacağım
anda banyoya asıl gidiş amacını elinde gördüm ve bu bahsettiğim şaşkınlığın
birkaç kat büyüğünü sırtlanmama sebep oldu.
Banyodaki saç
kurutma makinesi elinde duruyordu.
“Kurutmayacağım
dedim,” diyerek netliğimi koruduğumda sinek vızıldıyormuş gibi umursamazca
elindeki makineyle birlikte yanıma yürüdü.
Benim uzandığım
tarafa doğru gelip yanı başımda duran komodinin üstündeki lambayı prizden
çektiğinde kurutma makinesini takabileceği bir boşluk yaratmıştı.
Başımdaki az
önceye oranla azalan ancak geçmiş sayılamayacak ağrıyla birlikte zar zor
çattığım kaşlarım ve buna uyumlu ifademle birlikte uzandığım yerden yüzüne
baktım. “Cevahir.”
“Aç saçını,
tokanı benim çekiştirmemi istemezsin bence.”
Parmaklarını
topuzuma uzatırsa saçlarımın yarısını da beraberinde götürebileceğini hesaba
katarak o an üstüme çöken usluluğun yardımıyla ellerimi tokama uzattım. Başımı
yastıktan kaldırmadan biraz zorlanmış olsam da saçlarımı açmış ve ıslak
tutamların yastığa yayılmasına sebep olmuştum.
“Tamam,” dedim
pes ederek. “Kurutacağım biraz, ver.”
Avucumu ona doğru
uzatıp elime makineyi vermesini beklerken tepemde deve gibi durmayı tercih
ettiğinde gözlerimi kıstım. “Versene işte.”
“Gözünü zor
açıyorsun, makineyi tutabileceğinden emin misin?”
“Eminim.”
“Ben değilim,
doğrul biraz.”
Dudaklarımdan
fısıltılar eşliğinde sabır dilekleri dökülürken her inatlaşmanın bana daha uzun
uykusuzluğa patladığını kabullenerek sözünü dinledim ve doğruldum. Bugünü
Avcıoğlu’nu reddetmeden en uzun süre sakin kaldığım gün ilan edebilirdik.
“Kalktım, oldu
mu? Ver şunu hadi.”
Yatarken
makineyle kafamı patlatacağımı düşünüyor olması saçmalığını boş verip bu kez
oturur haldeyken elindekine uzandım. Başarılı olacağımı umarken birden saç
kurutma makinesini çalıştırıp odayı uğultulu sesle doldurmuş ve sıcak hava
üfleyen başlığı saçlarımın tepesine doğrultmuştu.
Şaşkınca kafamı
oynatıp yüzüne bakmaya çalıştığımda bir eli enseme kapanıp beni sabit tutarken
diğer elindeki makineyle saç diplerimi sıcak havaya boğmaya devam ediyordu.
Dudaklarım aralı
kalmış halde içinde olduğum durumu algılamaya çalışırken kaskatı kesilmiştim.
Ensemi tutmasa da
yeterince kasıldığımı ve hareket etmeyeceğimi anladığında o elini de saçlarımın
arasından tarak görevi üstlendirip geçirmeye başladı. Saçlarım ellerinin
arasında sağa sola savrulurken saç derimi ısıtan havadan çok daha farklı bir
sıcaklık hissetmeye başlamıştım.
Her hücremde
alarmlar çalmaya başlamasına yol açan, krizlik bir sıcaklıktı bu.
Dakikalarca
saçlarımla ilgilendi. Sessizce, küçük bir çocuk gibi önünde durup onun işini
bitirmesini beklerken önüme doğru attığı saçlarım sayesinde yüzüm ondan
saklıydı. Ben yatakta oturuyorken o ayakta dikildiği için zaten başım göğüs
hizasına zar zor yetişiyordu. Üstüne bir de saçlarım eklenince tamamen ondan
saklanabilmiştim.
Makineyi
kapattığında odadaki kulağımın artık aşina olmaya başladığı uğultu aniden
kesildi. Başımı rahatlatan ani sessizliğin verdiği gevşemeyle gözlerimi
yummuştum.
“Tarağın nerede?
Böyle bırakmayalım karışmasın.”
“Holdingden önce
kuaför çıraklığı yapmış mıydın Avcıoğlu?” diye sordum mayışıklığımı gizlemek
isteyerek alaya vurup.
Burnundan kısa
bir nefes verdi. “Annem çok seviyor saçlarıyla uğraşılmasını, deneye yanıla
öğrendim.”
Kan akışımı dahi
bir anlığına durduran, duraksayışımı her yere yayan cevabıyla birlikte
gözlerimi refleksle açmıştım. Saçlarımı makineyi kapatmadan önce geriye doğru
savurduğu için yüzüm artık açıktı. Onun bakışlarını yüzümde hissedişim de bu
sayedeydi.
“Masada tarağım,”
dedim sessiz sessiz.
Konunun Nilgün
Hanım’a gelmesiyle biraz kasılmıştım.
Cevahir prizden
çıkarttığı makineyi de alıp adımladı. Masaya makineyi bırakıp küçük bir
arayışın ardından saç fırçamla birlikte yanıma geri döndü.
Fırçayı elinden
alıp saçlarıma geçirdiğim gibi saçlarımı taramaya başladım. Daha doğrusu
saçlarımla küçük çaplı bir savaşa giriştiğim de söylenebilirdi.
Gür saçlara ve
kalın tellere sahiptim. Dolayısıyla kafamda bir yığın saç vardı. Upuzun olmasa
da saçlarım yoğunluk olarak çok fazla olduğundan taramak genellikle bir
işkenceye dönüşüyordu. Acı eşiğimi onları çekiştirerek taramaya yükseltmiştim.
Saçımın henüz bir
kısmını bile açamadan Cevahir bileğimi tuttu. “Ne yapıyorsun? Kel mi kalasın
var? Koparttın.”
Bileğimi ondan
çekiştirdim. “Ben böyle tarıyorum,” dedim mantıklıymış gibi açıklayarak.
“İyi yapıyorsun,
bırak şunu Seray.”
Huysuzlanarak
elimi çekeceğim sırada tarak elimden kayboldu.
“Dön biraz.”
Dönmemi saçımı
taramak için istediği belliydi. Saçımla uğraşmama fikri bir an fazlasıyla cazip
görününce yerimde yavaşça dönüp sırtımı ona çevirdim.
“Böyle uslu uslu
söz dinlediğinde rüyada olup olmadığımı sorguluyorum, ilginç geliyor.”
Saçımdan küçük
bir tutam alıp saç derimde hiç hissedilmeyecek şekilde taramaya başladığında
ağzından çıkanlara dudağımı kıvırdım.
Saçlarımı
taramaya devam etti. Bu kadar uzun süreceğini bilse yine gönüllü olur muydu
bilmiyordum ancak başladığı işi bırakamadığından olsa gerek hiçbir şey demeden
işini sürdürdü.
“Bitmiyor mu?”
diye mırıldandım saçlarımdaki dokunuşlar iyice uykumu getirmeye başladığında.
“Uyuyayım artık.”
“Bitmek üzere,”
dediğinde başımı salladım onaylar gibi. Başımı oynatmamla saçım kökünden
çekilmiş ve dudaklarımdan bir inilti fırlamıştı.
“Siktir,” diye
homurdanarak çekiştirdiği yere eliyle hafif hafif bastırdı. “Yerinde dursana
iki dakika.”
“Yerimdeyim ya!”
dedim acımı öfkeye çevirerek. “Saçlarımın yarısı koptu ama.”
“Bir şey olmadı,
sus.”
Söylenmeye devam
etmek için hazırlandığım sırada aklıma başka bir şey gelince konuyu
değiştirdim. “Önce kuruttun, sonra taradın. Karşılığında ne isteyeceksin?”
Saçımdaki eli bir
an durakladı. “Karşılık bekleyerek mi yaptığımı düşünüyorsun?”
“Plansız ve
karşılıksız iş yaptığında kıyametin yaklaştığına dair haberlerin yayılması
gerektiğini düşünüyorum Avcıoğlu.”
Sağ kulağımın
üstünde kalan, soldan başlayarak taradığı için sona kalan tutamı da tarakla
çözüp güzelce taradıktan sonra saçlarımdaki dokunuşları son buldu.
Boynumu geriye
doğru atıp yüzüne baktım. “Ne istiyorsun? Hızlı seç. Ödeşelim.”
Düşünüyormuş gibi
yüzünü kastı bir an. Birkaç saniye bile geçmeden ani bir hareketle eğildiğinde
göğsümde panik dolu bir sancı hissettim. Ne yapıyordu?
Burnunu saçlarımı
az önce ayırdığı orta noktada, saçlarımın arasındaki sınırda hissettiğimde
bacaklarıma yaslı duran ellerim yumruk halini aldı.
Saçlarımın
tepesinde kulağıma kadar ulaşacak yükseklikte sesli ve derin bir nefes aldı.
Ben ne
yapacağımı, ne tepki vereceğimi seçemeden önce ise birden geri çekilip
doğruldu. Dudaklarından tek bir şey döküldü.
“Ödeştik.”
~~~
Fenaaaaa bi bölümdü harikasin
YanıtlaSil