Düşten Farksız 8.Bölüm

 8.BÖLÜM



Hayatta kalabilmek, bir sonraki nefesi alabilmek için neredeyse her insan acil durumlarda saklanacak bir sığınağa ihtiyaç duyardı.

Kimileri bu sığınağı çabalamadan, yanı başlarında bulunan insanlardan biri olarak belirleyebilecek şansa sahipti: Aile, arkadaş ya da belki eş… Geriye kalanlar ise bu sorumluluğu yükleyebilecek insan bulamayanlardı. Bu sırada konuya her şey dahil olabilirdi. Belki bir hobi, belki bir iş…

Timur Akdoğan, bahsi geçen sığınaklardan hiçbirine kendini saklayamamış bir adamdı. Acil olduğu söylenebilecek çok durumun içinde bulunmuştu fakat bu durumlardan sıyrılmak için koşup saklanacağı bir alan oluşturabilmesi mümkün olmamıştı. Denedikleri her seferinde ya dayanıksız ya da kısa süreli çözümler olabilmişti.

Sığınak bulamamak, Timur’u bir yol ayrımına sürüklemişti. Ya hayatta kalmak için çabalamayı bırakacak ya da tüm bu detayları unutabileceği bir dünya yaratacaktı. Fazla düşünmeden ikinci seçeneği kucaklamıştı o da.

Balkonda, tek tek sayılsa da hesabı karışabilecek sayıda dolup boşalan bardaklardaki sıvının zincirlerine dolanması da bu seçimin sonucuydu. Timur zihnini uyuşuk hale bürümek, geceyi sabaha bağlayabilmek ve bu sırada hiçbir şey düşünmemek için kolay -bir o kadar da zor- yola sapmıştı.

“Bitti abi o şişe, zorlasan da devamı gelmeyecek.” Özgür, dakikalardır kapalı tuttuğu ağzını dayanamayıp açtığında bakışları yanında oturan adamda ya da masadaki boş şişe ve bardakta değildi. Kıpırdamadan karşıya bakıyor, bulundukları katın yüksekliğinden kaynaklanan bol ışıklı manzarayı izliyor gibi görünüyordu.

Timur onu duymuştu. Bu, bir başka şişeyi önüne çekmesini fısıldayan bir belirtiydi onun için. Algısını yitirmeli, tek bir düşüncenin aklından geçemeyeceği değil bir başkasını kendi sesini bile duyamayacağı kara bir boşluğa düşmeliydi. Aksi takdirde içmesinin bir anlamı yoktu.

“Kalk yenisini getir o zaman.” dediğinde Özgür yerinden kıpırdamadı. “Getirmeyeceğim.” demişti yalnızca.

“Söylediklerimi çiğneme kotan dolmadı mı bu akşam?” derken Timur alaycıydı. Özgür sıkıntılı bir nefes aldıktan sonra bedeni çevrilmese de bu kez başını oynatıp sağına dönüp ona bakmıştı. “Ağzıma sıçacaksın en az bir hafta, biliyorum. Ama pişman değilim abi, bir daha olsa yine arkandan iş çevirip götürürdüm Despina’yı maça.”

Timur çenesi kasılmış halde, birazdan ezip geçecekmiş gibi Özgür’e bakıyordu. Özgür, adamın bu haline artık bağışıklık kazandığından tepkisizdi. “Dalga mı geçiyorsun lan benimle?”

“Yok,” dedi Özgür sakince başını olumsuz anlamda sallarken. “Ciddiyim, hevesini kırıp odasında küsüp oturmasındansa senin bana parazitmişim gibi bakman daha iyi.”

“Hatırı için bir işe girişeceğin üç beş kişi ya var ya yok, bu listeye Despina’nın iki günde nasıl dahil olduğunu açıklayacak mısın? Yoksa balkondan on altı kat aşağı kaç saniyede düşeceğini denemek mi istersin?”

Timur, denk geldiği diyaloglarında atışmaktan başka bir şey yapmayan ikilinin bir anda birlik olup arkasından iş çevirmelerini henüz mantığına oturtabilmiş değildi. Özellikle Özgür’ün kimsenin nazını çekecek bir adam olmadığının farkındayken, Despina’ya tanıdığı istisna sinir katsayısında yükselme yaşanmasına yol açmıştı.

Özgür, Timur’un imasını kolayca kavrayabilecek kadar çok senedir onun yanındaydı. Özgür’ün sınırlarını hızlıca aşan tek bir kişi olmuştu daha önce. O ne olduğunu anlayamadan, tüm çizgiler silinmiş ve bir anda Özgür için varsa yoksa tek bir kişi kalmıştı. Timur şimdi de buna benzer bir şey yaşandığından şüphelenmişti.

“Kızına tutulmadım abi, bana âşık olmuşum iması yapma.” Bir kalbe ikinci kişinin sığmasının mümkün olmayacağını eklemedi, yine de içinde saklı bir parça bunu haykırmıştı Özgür’e. İstese de, zorlasa da Despina’ya karşı bir şeyler hissedemezdi; yeri yoktu.

Timur zihnine bir başkasından duyar duymaz, ilk duyduğu anı hatırlatan ‘kızın’ deyişiyle bir an duraksadı.

‘Senin kızınım,’ diye mırıldanan Despina bir an için içeride odasında uyuyor halde değil de tam karşısında duruyordu sanki. Timur, bu anın tekrarlanması için varını yoğunu heba etmeye hazırdı. Bu kez diline hâkim olup, hatalar yapmadan ve pişmanlıklar doğurmadan tepki verme şansı elde etmek için birçok şeyden vazgeçebilirdi.

“Sikerim imasını da gerçeğini de,” derken dilini kontrol etme gereği duymamıştı. Henüz kalbine kendisi girmeyi başaramamışken, çapsızın tekinin oraya düşme ihtimali Timur’un alkole rağmen uyuşamayan beynini tek seferde uyuşturabilmişti.

Özgür güler gibi oldu. Despina’nın Timur Akdoğan’ın kıskançlığının yüzde birini dahi görmemiş ve muhtemelen tahmin de edemiyor oluşu gelecekte doğacak birden fazla olayın ön gösterimiydi.

“Sırıtma Özgür, def ol içeriye şişeyi getir. Sonra da zıbar.”

Özgür omuz silkti. “Yeter abi, sabah Despina’nın karşısına canavar gibi mi çıkacaksın?”

Timur keyif barındırmayan bir kıvrımla dudaklarını hareketlendirdi. “Zaten canavar değil miyim gözünde? Ona doğru attığım her adımda ödü kopuyor lan. Herkesin benden korkmasına alışmış bir adam olduğumu sanıyordum. O iri iri açtığı gözleriyle benden irkilip geri kaçana kadar yaşadığım her gün, korkunç bir adam olmakla övünüyordum oğlum ben.”

Özgür birkaç saniye ne diyeceğini bilemeyerek sessiz kaldı. Timur’un açık açık konuşmasına, uzunca hislerini ya da düşündüklerini aktarmasına aşina değildi. Az ve öz konuşmayı tercih edenlerdendi, Özgür hep alaya alıp ve çok daha konuşkan olanken Timur tam aksiydi.

“Alışacak abi, zamana ihtiyacı var. Tanımadığı bir ülkede, şehirde, evde… Tanımadığı insanların arasında, korkmasın da ne yapsın kız?”

Timur sanki ‘tanımadığı insanlar’ kısmını Özgür söylemese bilmiyormuş gibi dişlerini birbirine bastırmıştı. Kanından olanın ‘tanımadığı’ olmak fazlasıyla ağır bir yüktü. Koca cüssesiyle her yükü taşırmış gibi görünse de, Timur bunun altında ezilip kaybolacak kadar güçsüz hissetmişti bir an için.

“Git yat hadi Özgür, koridorda ayı gibi yürüme odaya ses gidiyor.”

Özgür, birden tavrı değişen adama hafif şaşkınca bakarken sorunun ne olduğunu bulmak için biraz düşündüyse de bir sonuca ulaşamamıştı. “İçecek misin ben gidince?” diye ayaklanmadan önce sordu.

Timur kaşlarını hayır dercesine kaldırdı. “Yok, yatacağım ben de birazdan. Uza hadi.”

“Sen bilirsin abi.” dedikten sonra kalktı yavaş yavaş. İyi geceler dilemek istememişti, iyi geçmediği ve geçmemeye devam edeceği belli olan geceyi böyle anlamsız bir dilekle doldurmaya gerek duymamıştı.

Özgür odasına doğru yol alırken, Timur’un ilk işi biraz ilerisinde duran küçük masada duran sigara paketine uzanmak oldu. İçmeyeceğim derken bahsettiği, içkiydi. Sigaraya dair bir soru duymamış, cevap da vermemişti.

Elindeki dalı bitirmesi normal süresinden çok daha uzun sürmüştü. Bunun sebebi, ara ara gecenin karanlığında belirsiz bir noktaya dalıp elindeki sigarayı da bulunduğu yeri de unutuyor oluşuydu. Gözünün önünde belirip duran gölge Despina’yla sınırlı kalabilseydi belki bir nebze daha kendinde olabilirdi. Ancak bir ödül mü yoksa ceza mı olduğunu bilemediği şekilde, annesinin kopyasını andıran kızı kendi varlığının yanında annesini de ona hatırlatmaktaydı.

‘Annem tüm sorulardan kaçabilmek için, tüm bunları anlatmadan önce ölümün kıyısına yaklaşmayı bekledi.’

Birinin öldüğünü kabullenmek ile yokluğunu kabullenmek arasında bu denli fazla fark bulunduğunu yeni fark ediyordu Timur.

Yıllarca görmediği, adını anmıyor olduğu kadının uzakta bir yerlerde nefes alıyor oluşunun aslında bir nimet olduğunu; artık nefes almıyor olduğunu öğrendiğinde keşfedebilmişti.

İkinci sigarasını yaktığında, kısılan gözleri gökyüzüne Helen’e ait bir yansıma çizmek için ısrarcıydı.

“Neden, Helen?” diye mırıldandı geceye çizdiği yansımaya. “Benden böylesine parlak bir hazineyi saklamanı aklım almıyor. Hayalini kurduğum kız çocuğunun aslında bunca yıldır var olduğunu benden saklamanı aklım almıyor.”

“Keşke bunu sorup gerçek cevabı ondan duyabilsek değil mi?”

 

~

 

“Keşke bunu sorup gerçek cevabı ondan duyabilsek değil mi?”

Uyuyamamış olmama şaşırmadığım bir geceydi. Yatakta ne kadar dönüp durduğumun, kendimi ne kadar gözlerimi sıkıca kapatarak karanlığa hapsettiğimin bir önemi olmaksızın uyku benden kaçıyordu. Son birkaç saat boyunca tüm yaptığım uykuyu kovalamak, kovalama sırasında da delirmenin eşiğine sürüklendiğim düşüncelerimle boğuşmaktı.

Koridordan gelen adım ve kapı seslerinden sonra odadan çıkıp, artık nefes alamıyor gibi hissettiğimden yüzümü yıkamak istemiştim. Odadan çıktığımda koridorun karanlık olması herkesin odalarda olduğuna dair bir yanılgıya düşmeme sebep olmuştu. Yanılgım, biraz adımlayıp koridorun ucundan gelen kısık ışığı gördüğümde son buldu.

Salondaki ışıklardan en az aydınlık yaratan olduğu belli sarı cılız bir ışık sızıyordu bulunduğum yere doğru. Duyduğum kapı sesi, ışığın tek bir kişiyi aydınlattığının kanıtıydı. Kim olduğunu o beni görmeden görebilmek için küçük sayılabilecek bir risk almıştım. Salona doğru yürümem, ışığın balkondan sızdığını görmem ve kendimi göstermeyecek şekilde cam kapıya doğru yanaşmam bu riskin getirileriydi.

Daha önce göz atma fırsatımın olmadığı balkonu görebilir hale geldiğimde, ben net olarak dışarıyı görsem de oradan görünmediğimden emindim.

Az önce duyduğum kapı sesinin Özgür’e ait olduğunu anladığımda dudaklarımı ısırıp geri dönmeye çalışacakken kulaklarıma dolan sesi ayaklarımın yere yapışıp kalmasına sebep olmuştu.

Başını geriye doğru atmış, oturduğu sandalyenin kenarına bıraktığı elinde dengelediği sigarasından yükselen dumanların karıştığı göğe doğru bakıyordu. Baktığı boşlukta yıldızlardan başka bir şey yokken, sanki annem oradaymış gibi konuşuyor olduğunu duyduğumda burnum sızlamıştı.

Cam kapının görüneceğim tarafına geçip, balkona çıkmasam da çıkmama bir adım kala durarak dudaklarımı araladığım an için fazla hazırlık yaptığım söylenemezdi. Sorularının da, annemle konuşma isteğinin de yalnızca ona ait olmadığını belli etmek istemiştim sadece. Aynıları bende de vardı.

Sesimi duyar duymaz bana doğru dönmedi ama gözlerini kapattığını fark edebildim. Bana bir şey söylemedi. Söyleyecek bir şeyi olmadığından mı yoksa söyleyeceklerinin fazlalığından mı susuyordu bilmiyordum.

“İyi geceler,” diye mırıldandım onu daha fazla rahatsız etmemeyi seçerek. Bir cesaretle kendimi belli etmiş, sesimi duyurmuştum ancak artık o cesaretten hiçbir iz yoktu.

“İyi bir gece değil,” diye yanıtlamasını beklemiyordum. “Uyuyamadıysan, kalsana balkonda.”

Teklifini sesli değil de hareketlerimle cevapladım. Soğuk sayılabilecek, açık renk balkon zeminine çıplak ayaklarımla bastığımda hafifçe ürpermiştim. Bana bakmadığı için bunu görmediğini düşünüyordum.

Solunda duran sandalyeye yerleştiğimde bacaklarımı kendime doğru çekerek çenemi dizlerime yaslayabileceğim kadar katladım bedenimi. Masada duran bardağa ve yanındaki boş şişeye gözüm çarptığında, yatağımda elinde tuttuğu bardakta kalan içkinin ona yetmediğini anlamıştım. Çok daha fazlasını tüketmiş görünüyordu.

Sol elinde duran sigarayı ben oturmadan önce diğer eline geçirmişti. Dumanı bana gelmiyor olsa da üzerine çoktan sinen isli kokuyu almamam mümkün değildi. Kendisini zararlı olan ne varsa onlara boğmuş halde gecenin karanlığında burada oturması sandalyemde cam kırıkları varmış gibi hissettirmişti. Sırtıma battığını hissettiğim kırıklar canımı acıtıyordu.

“Uykun gelmemiş,” diye söylendim anlamsızca. O konuşmuyordu, ben de susarsam sessizlik bizi yutacak kadar güçlenecek gibi gelmişti. “Çok geç oldu ama.”

Yeni gün başlayalı iki saat geride kalmıştı. Güne erken sayılabilecek bir saatte başlamışken, şu an uykuda değil balkonda olmamız pek mantıklı değildi.

“Gelmesi için çabalıyorum.” derken başıyla ileriyi işaret etti. Bardağı ve şişeyi göstermişti. Yüzüm buruştu. “Uyumak için içkiden önce başvurabileceğin başka bir sürü yol var. Neden en kötüsünü seçtin?”

“Hangi yollar?” diye sorduğunda yanağımı dizime yaslayıp yüzümü ona çevirdim. Birkaç nefeslik süre boyunca sustuğumda beni taklit ederek o da bana döndü. Başını omuzunun üzerinden çevirmişti sadece, bedeni karşıya dönüktü hâlâ.

“Masal dinle telefonundan,” dedim aklıma ilk gelen saçmalığı dile getirip. Biraz önce ‘başka yollar var’ derken neyi kastettiğimi bende bilmiyordum. Bilsem, bu kadar saat uykusuz kalmak yerine o yollardan birine kendim girerdim.

Burnundan kısa bir nefes bıraktı. Gülmeye az kalmış bir ifadesi vardı. Elindeki sigaranın yarısına yakını duruyorken umursamadan masadaki siyah küllüğe bastırdı, ardından içine koydu sönmüş sigara dalını.

“Sen anlat, işe yarar bir masalın yok mu?”

“Yok,” dedim omuz silkip. “Masal sevmem.”

Gerçeklikten ne kadar uzaklaşırsanız, gerçeğe döndüğünüz an o kadar çarpıcı olurdu. Masallar gerçeklerin en uzağında, en bağımsız bölgesinde doğardı; onlara sığınmak demek gerçeğe dönünce yaşanacak olan ağır afallamayı kabullenmek demekti. Anneme anlattırdığım her masalın içine bir baba eklemesinde ısrarcı olup, masal bitmeden uykuya daldığımda rüyalarıma da dahil olan ‘baba’yı uyandığımda bulamayınca yaşadığım birden fazla hayal kırıklığı öğretmişti bana bunu.

“Neden?” diye soruşuna bir cevap vermedim. Oysa oldukça ayrıntılı bir cevaba sahiptim.

Cevap vermediğim gibi, saatlerdir yatakta dönüp dururken planladığım gündemimi de aniden ortaya döktüm. “Yarın Atina’ya en yakın zaman için bilet bulmaya çalışacağım.”

Göğsü fazlasıyla şişip yeniden söndüğünde derin bir nefes aldığını fark etmiştim. “Gitmek mi istiyorsun?” diye sorarken ağrısı varmış gibi kaskatıydı ifadesi.

İstemiyorum demem gerçeği yansıtacakken, başımı salladım olumlu anlamda. İsteğim önemli değildi, gitmezsem her şey şimdi olduğundan bin kat kötü olacaktı. Aramızda bir ateş yanmaya başlamasındansa, şimdi olduğu gibi uçurum olmasını daha doğru buluyordum.

Atina’ya dönmezsem, ona alışmaya her geçen gün hızla devam edecektim. O günler arasında, en beklemediğim anda birden karanlık gölge önümüze düşecek ve o ana kadarki tüm ilerleme anlamını yitirecekti.

‘İstanbul’a gelmem için beni cesaretlendiriyorsun’ Tamamını defalarca kez okuduğum mesajın en çarpıcı kısmı aklımda dönüp dururken bunun gerçekleşme ihtimalinin varlığı bile beni delirtmeye yetiyordu. Onu, babamın karşısında görmek gerçeğe dönen en kötü kâbuslarımdan biri olurdu.

“Anladım,” dedi sadece. Başımı olumlu anlamda sallayışıma vermişti bu tepkiyi. “Gitmek istiyorsun.”

Yutkundum. Titrememek için verdiğim savaş beni zorluyordu.

“Gidemezsin.” Dümdüz bir ifadeyle konuşmayı sürdürdüğünde gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez. “İste ya da isteme… Gitmeye çalış ya da çalışma… Ama gidemezsin Despina.”

Dudaklarımı araladım. Araladım ancak bir şey söyleyememiştim. Bilimsel bir metinden alıntı yapıyor gibi ciddi ve söylediklerinden emindi. “Dilediğin kadar bilet bul, hiçbiri seni benim uzağıma götürmeye yetmeyecek.”

“Ben…” dedim fısıltıyla. Devamını getirmekte geciktiğimde yavaşça doğruldu. Yüzünü bana doğru yaklaştırdı. Geri kaçmadım, elalarında beliren birden fazla parlama ondan irkilmeme fazlasıyla engeldi. Geri çekilmeyişim, düz ifadesinde bir kırılma yaratır gibi oldu. “Sen, ne?” diye sordu.

“Gitmem lazım,” dedim aceleyle. “Acilen.” Onu en hızlı ikna edecek ve ısrar etmesini sağlayacak olanın bu olduğunu düşünmüştüm. Kısıtlı sürem buna yetmişti daha doğrusu.

“Birlikte gidip, acil işin bittiğinde döneriz o halde.” dedi günlük bir konudan bahseder gibi.

Başımı hızlı hızlı iki yana sallamak için yanağımı dizlerimden ayırmıştım. Hareketim, bedenlerimiz arasındaki mesafeyi daha da azalttığında tek derdim onu durdurmak olduğundan bu yakınlığın farkında bile değildim.

“Olmaz,” derken gözlerimi daha büyük açtım. “Gelemezsin.”

Kocaman açtığım gözlerimi işlemcisi bozulmuş bir sistem gibi hata vererek peş peşe kırpıştırmama yol açan hamlesi tam bu anda gerçekleşti. Burnunu saçlarımın alnımla bitiştiği yere sürtüp, aynı anda dudaklarıyla alnıma baskı yaptığında akan kanımın bile durmuş olabileceği şüphesiyle doldum. Donmuştum.

“Sana yaklaştığımda,” dedi dudakları tenimden ayrılsa da burnunu olduğu yerden kıpırdatmadan. “Yapmak istediğim buydu.”

Az önce durduğundan şüphelendiğim kalbim şimdi tam tersine hızla çalışmaya başlamıştı. “Kapının kilidini kırmama neden olan felaket dolu tahminlerim, alışkın olmadığım bir korkuyla afallattı beni. Beni odanda gördüğünde bunu henüz atlatabilmiş değildim, sana ve Özgür’e olan tepkilerimle seni ürküttüğümü anladığımda yanına yaklaşmaya çalıştım.”

Bu sırada ben de bana zarar verecekmiş gibi geriye kaçmıştım.

“Bu kez daha yanlış anladın beni,” derken sesi yorgundu. “Beni bulmak için bu şehre geldiğinde çok daha sıcak bir adam bulmayı bekliyordun; biliyorum. O adam olamadığım için üzgünüm Despina.”

Alkol kokan nefesi yüzüme çarpıyorken, bundan rahatsız olacağımı sanmama rağmen asla umurumda değildi. Geri çekilmesi için itmek yerine, uyuşan ellerim bir şekilde ona tutunmak için sızlıyordu.

“Ben sadece babamı bulmayı bekleyerek geldim İstanbul’a.” Sıcak ya da soğuk olmasıyla bir derdim yoktu. Bunu açıklayabilmem için önce ‘temasından korktuğum tek kişi sen değilsin, tüm hemcinslerin’ diyebilmeliydim ona.

“Buldun,” dedi burnunun saçlarımın arasında yok olmasını ister gibi saç çizgime sert bir baskı uygularken. “Baban burada, Despina. Buradayım, çok geç kaldım ama buradayım.”

Her geçen gün ‘baba’ olduğunu daha da kabulleniyor gibiydi. Kendi içinde yaşadığı sorgulamaların günden güne sonuç veriyor olduğu belli oluyordu. Ondan ilk birkaç dakikada almak istediğim tepkiler belki de biraz bencil isteklerdi.

“Geç kalmadın,” dedim sessizce. Bilmediği bir gerçeğe nasıl geç kalabilirdi? Geç falan kalmamıştı. Geç kalmak zorunda bırakılmıştı. Bu zorunda bırakılmanın kaynağında ona ait bir hata olup olmadığını bilmiyordum, belki uzun bir süre daha bilmeyecektim ama bahsettiği geç kalışın tek öznesi gibi davranmamalıydı.

Sesini rahatlıkla duyabileceğim kadar derin bir nefes aldı. Gerçi ses olmasa da, aldığı nefes saçlarımdan doğmuşken bunu hissedip algılamamam imkânsızdı.

“Varlıklarından haberimin dahi olmadığı cennetten kopma çiçekler gibi kokuyorsun. Bu mümkün mü?” derken aslında kendi kendine konuşuyordu. Yarısını tam anlayamadığım cümlelerine müdahale etmedim. Sadece konunun biraz dağılmasını isteyerek mırıldandım.

“Sen de havalandırması olmayan bir bar gibi kokuyorsun.” dedim bedeninden yoğun şekilde gelen alkol ve sigara kokularını tanımlayarak. Aslında bu iki koku yokken, ciğerlerinize ilerlemesinden keyif alacağınız kadar ferah bir kokuya sahipti. Geçtiğimiz birkaç gün bunu keşfetmeme yetmişti, naneli bir şeyler kokuyordu.

“Çok naziksin,” derken hafifçe gülümsemişti. Eğer ben hareket etmezsem onun çekilmeye hiç niyeti varmış gibi görünmüyordu. Başımı yavaş yavaş geriye doğru hareketlendirdim. Çok uzaklaşabilmiş sayılmazdım ama artık herhangi bir şekilde bana temas etmiyordu.

“Ama öyle kokuyorsun,” diyerek kendimi savunduğumda elaları kısıldı. “Babanım ben senin, leş gibi de koksam mis gibi kokuyor diyeceksin.”

İlk üç kelimesinden sonrasını pek dinlediğimi söyleyemezdim. Hiç zorlanmadan, her an söylediği bir şeymiş gibi ağzından çıkmıştı sözcükler.

“Despina?” dediğinde birkaç saniyedir tepkisizce yüzüne bakıyor olduğumun farkına vararak küçük bir öksürükle zaman kazanmaya çalıştım. “Hım?”

“Ne diyecekmişsin?” dedi tekrarlamamı bekler gibi. Dudaklarımı araladım beklemeden. “Mis gibi kokuyor diyecekmişim.”

Aferini andıran bir ifadeyle başını salladı. Bir an sonra çözümleyemediğim bir karmaşanın yerleştiği yüzü normale dönmeden önce sesini duydum tekrar. “Kime diyecekmişsin?”

Kendime doğru çektiğim bacaklarımı indirdim. Ayaklarım yere değdiğinde soğuk fayansın verdiği ürperti ve birazdan dudaklarımdan dökülecek olanın garip heyecanıyla titredim.

Babama diyecekmişim.”

Birkaç gün önce karşısında ‘babamsın sen benim’ diyen kişi elbette bendim. Ancak sanki o günden sonra her şey değişmiş ve artık bunu kendime bile söylemekten kaçınır hale gelmiştim. Bu dengesizliğin ortadan kaybolması, yalnızca bu konuya değil başka bir sürü şeye daha çözüm olabileceğinden cesaretimi toplamaya çalışmıştım.

“Baban…” diye fısıldadığını duyduğumda afallamasını fırsata çevirerek koşarak balkondan çıkışım ve kendimi odaya geri atışım fazlasıyla hızlı gerçekleşmişti.

Sabaha kadar evrenden yok olursam belki kaçışım mantık kazanabilir, bir daha karşısına çıkmama gerek olmazdı.

 

~

 

Yok olmamıştım.

Balkondan odaya döndüğümde gözümde defalarca kez canlanıp duran, dakikalarla sınırlı iletişimimiz -ve çoğunlukla dibime dibime girişi- utançla uykuya dalmamı kolaylaştırmıştı. Ancak uyumuş olmam, o sahneden kaçışım başarılı oldu demek değildi.

Timur Akdoğan, rüyalarımı da kaplamıştı.

Küçükken olduğu gibi babamla ilgili rüyalar görme işini uzun süredir rafa kaldırmışken, tek bir öpücük ve güvende hissettiren dokunuşlar hemen rüyalarımda yer bulmuştu. Korkudan titrememe yol açan temas düşünceleriyle asla alakası olmayan anı tekrar tekrar yaşamıştım bu sayede.

Bu rüyaların çocukken gördüklerimden iki büyük farkı vardı. İlki, yüzü belirsiz bir gölge yerine açıkça birinin yüzünü hayal ediyor olmamdı elbette. Bir diğeri ise, uyandığımda aynı dokunuşa ulaşabilme ihtimalimin sıfır olmadığı bir sabaha başlamış olmamdı.

Birazdan odadan çıkıp, evin içinde babamı bulabilir; başımı yüzüne doğru yapıştırıp o ne olduğunu anlayamadan alnımda dudaklarının baskısını hissedebilirdim. Gerçi sakince bunu yapmasını istesem daha mantıklı olurdu belki, ancak işimi şansa bırakmak istememiştim. Sonuçta ‘olmaz’ da diyebilirdi.

Kullanma sürem sayesinde şarjı kolay kolay tükenmeyen telefonuma hafifçe dokunduğumda saatin dokuzu geçtiğini görmüştüm. Daha erken uyandığım diğer iki sabah her ikisi de çoktan uyanmış olduğundan; bu sabah kesin beni geçtiklerinden emindim.

Etrafı karıştırmamak için şeytanlarımla savaştığım odadan çıkarken her ihtimale karşı sessiz olmaya çalışmıştım. Koridora çıkıp bir iki adım atınca kırık kilitli odanın kapısının açık olduğunu gördüm. Göz ucuyla baktığımda içeride kimse yoktu.

Üzerimde Özgür’ün tişörtü ve pantolonum varken daha fazla dayanamayacağımı bildiğimden ilk işim odaya girmek oldu. Dizlerimin biraz üzerinde sonlanan siyah taytı giydiğimde üzerime başka bir tişört aramak -pek seçenek yoktu- yerine Özgür’ün tişörtünü üzerimde bıraktım.

Odadan çıktığımda yüzümü yıkamış, banyoda bir süre oyalanmıştım. Yine de oradan çıktığımda evde herhangi bir ses yoktu. İkisinin birlikte Özgür’ün odasında uyuyor olması fazlasıyla düşük bir ihtimal olduğundan salona adımladım.

Salona giremeden önce yanından geçtiğim sırada dış kapı anahtarla yavaşça aralanmıştı. Kapının ardından Özgür göründü.

“Günaydın çığırtkan,”

Çığırtkan demekten vazgeçmemesi sinir bozucuydu. “Günaydın hırsız,” diyerek az da olsa benim gibi sinirleri bozulsun istemiştim.

Yüzü buruştu. “En azından doğru bir şey bul, hırsız değilim ben.”

“Ben de çığırtkan değilim!” dedim yakınarak. Sesim hafifçe yükseldiğinde tek kaşı havalandı. “Emin misin?”

Oflayarak arkamı döner gibi hareketlendim. Ağzımı araladığımda Özgür ne yapacağımı anlayarak hızla elini ağzıma kapattı. Korkmamıştım.

O hiç anlayamasa da korkmamam beni birden keyiflendirdiği için kıkırdadım. Avucunun içine gülmem bana delirmişim gibi bakmasına yol açmıştı. “Despina,” dedi gözlerini yüzüme dikerken. “Babanın bitiremediği şişeyi mi buldun sabah sabah sen?”

Şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. Elini ağzımdan çekti. “Ne gülüyorsun sen öyle kıkır kıkır?”

“Yasak mı gülmek?” dedim omuz silkip.

“Her sabaha didişerek başlamanız mı gerekiyor? Suç ortaklığınız sona mı erdi?” Mutfağın girişinden gelen sesle birlikte oraya döndük aynı anda.

“Güldüm diye mi dişlerimden bahsediyor?” diye fısıldadım Özgür’e. Bir an anlamsızca yüzüme bakmış, üçüncü saniyede ise bir kahkaha patlatmıştı. “Diş değil, saftirik. Didişme. Tartışma gibi yani.”

Bana gülmesi hoşuma gitmediği için kolunu ittim. Pek kıpırdamamış olması daha sinirlendirdi beni. “Gülme bana.” Asla beni dinlemeden gülmeye devam ediyordu.

Çaresizce başımı destek alabilmek için çevirdim. “Gülmesin bana.”

“Özgür,” dedi babam ben ona dönüp şikâyet eder etmez. “Gülme kızıma.”

“Abi Despina bana dönükken gülmemek için yanak kasların kuvvetlendi, hızlı taraf değiştiriyorsun maşallah.” Özgür’ün söyledikleriyle yıkılmış gibi elimi ağzıma kapattım. Dram yaratıp salona doğru yürümek için hareketlendim. Benimle dalga geçip duruyorlardı.

“San na katalavaíneis ti léo!”

(*Sanki siz benim dediklerimi anlıyorsunuz!)

“Fabrika ayarlarına mı döndü o?” diye mırıldanan Özgür’ü duydum. “Küfretme oradan Yunan Yunan bana.”

Babamın daha önce biraz Yunanca bildiğini söylediğini hatırlıyordum. Bu, anladığı cümlelerden biri mi diye görebilmek için hafifçe arkamı dönüp baktım. Dudağı kıvrılmıştı. Anlamıştı sanırım.

“Ağır sövdü sana Özgür, çevirmeyeyim de alınma daha fazla koçum.”

Özgür gözlerini kıstığında yutkundum. Babamın benim tarafıma geçmesi belki de şartları eşitlemeye yetmemişti, çünkü Özgür önceki halinin on katı kuvvete ulaşmış gibi görünüyordu.

Çığlık atarak, o bana doğru koşmaya başlamadan ben kaçmaya başladım. Salonda attığım boş turlarda, Özgür bir sağdan bir soldan geldiği için başım dönmüştü artık. “Gelmesene!” diye bağırırken panikledim.

“Boşuna yoruyorsun kendini çığırtkan, sence hangimiz önce yoruluruz?”

Belki ben de atletizmle uğraşıyordum, belki sporcuydum…

Pekâlâ, hiçbiri değildim…

Nefesim tıkanmaya çoktan başlamışken, Özgür yürüyor gibi rahattı. Kaderimi kabullenerek çıktığım koltuğun tepesinde ellerimi belime yasladım. “Tamam, hadi barışalım.” Kesik kesik konuşabilmiştim.

“Yok ya, pilin bitince barışasın mı tuttu?”

“Evet,” dedim başımı hızlı hızlı sallayıp. Yalana gerek yoktu.

Özgür koca bacaklarıyla tek adımda yanıma gelmişti. Tepeden bakabildiğim için kendimi on metre hissediyordum. 1.90’lık adamlarla çevrilen etrafım kendimi cüce gibi hissetmeme sebep olmuştu.

Elimle kedi sever gibi başına pat pat vurdum. Beklemediği hareketime ağzı açık kalmıştı. Elleri üzerindeki eşofmanın cebinde bizi izleyen tek izleyicimiz bu sahneye fazlasıyla güldüğünde ben de sevimli olmasını umarak gülümsedim.

“Ne yaptın sen bana az önce?”

“Sevdim seni,” deyip tekrar saçlarına dokundum. “Buraya çıkınca kocaman hissettim kendimi, çocuğum gibisin bak.”

Boy farkımızı göstermek için yerimden hafifçe eğildim. Bu pek akıllıca olmamıştı. Direkt dengem bozulmuş, koltuktan düşmek üzere harekete geçmiştim. Dudaklarımdan panikle bir ses fırlarken babamın refleksle öne atıldığını görmüştüm ancak ışınlanmadığı sürece ben çoktan yere yapışmış olacaktım.

Gözlerimi kapatıp düşüşümün ne kadar can yakıcı olacağını beklerken havada asılı kaldığımda şaşkınca tek gözümü açtım.

Eskisi kadar uzun değildim ama kendi boyuma da dönmemiştim.

Özgür beni omuzuna çuval taşır gibi atmıştı. “İntihar etmiş gibi ne bırakıyorsun kendini kızım, tuttum tamam.”

Beni yavaşça yere indirdi. Artık normal insanlarla aynı hizaya döndüğüm için dudaklarımı büktüm.

Yine sıradan biri olmuştum. Oysa iki metre olabilme deneyimim fazla eğlenceliydi.

“Acıdı mı canın?” diye sorduğunu duyduğumda Özgür’ün yanından uzaklaşıp ona yaklaştım. “Acımadı, tuttu beni.”

“Aferin bana değil mi abi?” diyerek tebrik bekleyen çocuk gibi bakan Özgür’ün haline güldüm. Babam ağzının içinde anlayamadığım bir şeyler homurdandı önce. “Yürü şu kilidi takalım, doğru aldın değil mi dediklerimi?”

Özgür’ün kapıdan girerken elinde olan poşete dair ilk tahminim kahvaltı için bir şeyler alıp gelmiş olabileceğiydi.

Babam çoktan salondan çıkmışken ben kapının önünde şaşkın şaşkın duruyordum. Özgür yanımdan geçerken benim ona yaptığım gibi kafama pat pat dokundu. “Sabahın köründe odanın kapısını kilitleyebilmen için köpek kovalamış gibi koşturdum çığırtkan, bir ara ödeşelim.”

Birkaç saat içinde halledilenler arasında öncelikle kapımın kilidi vardı. Kısa süre içinde kilidi eskisinden normal bir hale getirmişlerdi, daha doğrusu babam halletmiş Özgür de acıktığını söyleyip oflayıp durmuştu.

Özgür biraz daha söylenirse kutudaki değişik aletlerden birinin kilide değil kafasına girebileceğini tahmin ettiğimde çaktırmadan mutfağa kaçıp kahvaltı için bir şeyler hazırlamıştım ben de.

Sessiz sayılabilecek kahvaltının ardından mutfakta sıcaktan boğulduğum için kendimi salondaki klimanın altına bir nevi fırlatmıştım.

Babam üçüncü kez klimaya müdahale edip kapattığında hızla yerimden doğruldum. “Neden kapatıyorsun?” diye sızlandım.

“Uzun süre açık kalırsa çarpar, ara sıra kapatıp aç yeterli.”

Daha önce arabadayken elbisemin açıklığını bahane edip klimayla ilgili yine benzer bir diyalog yaşanmasına sebep olmuştu. Şimdi koca bir tişörtüm bile vardı. Üşümezdim ki.

Orta sehpada duran kumandaya uzanıp klimayı açtım. Ardından kumandayı uzandığım yerde sırtımın altına doğru sokuşturdum.

Kaşları havalandı. Sesi fazlasıyla kısık olsa da açık olan haber kanalında tuttuğu bakışları beni buldu. “Alamaz mıyım sence kumandayı ben şimdi?”

“Alamazsın, sakladım.” Güvenle konuşmama burnundan kısa bir nefes vermekle yetinmişti. Beni ciddiye almamasını takmadım. Sonuçta kumanda benimleydi.

Klimanın yüzüme yüzüme üflediği serinlikle ferahlıyorken ayağa kalktığını gördüm. Bana doğru gelip kumandayı alacağını düşünerek tetikteydim.

Ayağa kalktığında direkt savunma moduna geçmeme güldü. “Hem kendine güvenip hem her hareketimden tırsman biraz çelişkili sanki Despina.”

Sessiz kaldım. Kumandanın belime batan sertliğini göz ardı ederek ne yapmaya çalıştığını görmek için yerimden oynamadan başımı kaldırdım sadece.

Ayaklarımın bitimindeki boşluğa oturduğunda parmak uçlarım ona belli belirsiz değiyordu. “Ee,” dedi sanki bir konu varmış da devamını getiriyormuş gibi. “Ne zaman gidiyoruz acil işin için Atina’ya?”

Dün gece kapanmış olduğunu sandığım, daha doğrusu bana engel olmamasını ve özellikle de benimle gelmeye çalışmamasını umduğum yolculuğun birden gündeme gelmesiyle yutkundum.

“Sen gelmiyorsun ki,” derken sesim içime kaçmış gibiydi.

“O halde sen de gitmiyorsun.” dedi duraksamadan.

Başımı iki yana salladım. Gitmek istemememe rağmen gitmek zorunda bırakılmaktan rahatsızdım ancak rahatsızlığımı paylaşabileceğim kimse yoktu.

Kaşları çatılmaya başladı. “Bir ay demedin mi sen bana? Bir hafta olmadan dönme işi nereden çıktı?”

“Çıktı işte,” dedim ‘zorlama daha fazla lütfen’ der gibi.

Birden telefonu çalmaya başlayınca mola vereceğimiz için rahatlamıştım. Ona karşı koymak zorluyordu beni. Masada duran telefonuna uzandı. Ekranı ben görememiştim ama kendisi bakar bakmaz ayaklandı. “Kapanmadı bu konu, devam edeceğiz.”

Umarım etmeyiz diye içimden geçirdiğim sırada telefonunu alıp, açmadan salondan çıktı.

Başımı hızlıca geriye bırakıp küçük yastığa sertçe vurduğumda bir beyin sarsıntısı eşliğinde her şeyi unutabilmeyi dilemiştim. Elimin tersiyle gözümü ovuştururken salona birinin girdiğini duydum. Telefon konuşmasının bu kadar kısa sürmeyeceğini tahmin ettiğimden kapıda Özgür’ü görmek beni şaşırtmamıştı.

Tekrar uyumayı deneyeceğini söyleyip kahvaltıdan sonra odasına çekilmişti. Pek uyuyup uyanmışa benzemiyordu ama bir iki saattir sesi çıkmamıştı hiç.

“Despina,” diyerek ciddi bir biçimde bana doğru yaklaştığında doğruldum. Bu sırada yanıma ulaşmış, az önce babamın oturduğu yere yerleşmişti. Bacaklarımı kendime doğru çekip birbirlerinin üzerine attım, böylece aramızda biraz boşluk kalmıştı.

“Efendim?” diye sordum merakla.

Elinde tuttuğu telefonunu bana doğru uzattı. Ekranı açık telefonda neye bakmam gerektiğini bulmam uzun sürmemişti. Bir sohbet ekranıydı, karşı taraftan tek bir mesaj gelmiş; Özgür de dümdüz bir mesajla yanıtlamıştı.

Mesajları okumadan önce ilk gözümün takıldığı yer, mesajların kime ait olduğunu göreceğim kısım oldu.

Mayıs Eraslan yazan kısmı okuduğumda gözlerim kısıldı.

‘Despina’nın numarasını verir misin bana, dün akşamla ilgili kendimi açıklamak istiyorum ona’ yazıyordu Mayıs’tan gelen mesajda. Özgür’ün dümdüz cevabı ise mesajın geldiği saatten iki saat kadar sonra atılmıştı. ‘Sorarım, eğer isterse veririm’

Başımı omuzuma doğru yatırıp Özgür’e baktım. “Verebilirsin numaramı. Dün her şey karışmasa ben kendim verecektim zaten.”

İkinci kez karşılaşmamızı küçük bir işaret kabul etmek benim de aklıma yattığından numaramın Mayıs’ta olması sorun olmazdı.

“Tamam,” dedi Özgür önce sakin bir tavırla. Ardından yutkundu. “Despina,” diye seslendi yine.

“Hım?” dedim üstümdeki ona ait tişörtün kol kısmını düzeltirken.

“Dün… Onların bizi ne sandığını anladın değil mi?”

“Pars’ın sandığımı yoksa Mayıs’ınki mi,” dedim alayla. Biri sevgili olduğumuzu diğeri bambaşka bir şeyi ima etmişti bana kalırsa.

Dişlerini birbirine bastırdığında çenesi kasılmıştı. “Mayıs,” dedi sertçe. “Pars piçinin ne dediğini boşver, sil aklından.”

Omuz silktim. “Senin asla ağzını açmayışın yüzünden sevgili sandı bizi Mayıs. Üstelik aynı evde yaşıyor olduğumuzu da anladığı için muhtemelen haftaya evleneceğimizden şüpheleniyordur…”

Başını salladı hafifçe. “Evet,” derken gergindi. “Öyle sandı.”

“Ee,” dedim elimi kaldırıp sallayarak. “Dün geçiştirip durduğun konuya şimdi bir anda girmen ne için?”

“Mayıs’la arkadaş mısınız ya da olmak üzere misiniz bilmiyorum,” dedikten sonra nefeslendi. “Ama bizi öyle sanmaya devam etmesini sağlamanı isteyebilir miyim senden?”

Gözlerimi kırpıştırarak bir süre yüzüne baktım. “Hı?”

“Sevgilim olduğunu düşünüyor ya han-…”

“Konuyu anladım, hırsız. Hı derken, tekrarla demeye çalışmadım. Açıkla demeye çalıştım.”

“Açıklayacak ne var ki?” derken tedirgindi.

Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Mayıs’ın sevgilin olduğunu sanmasını isteme nedeninle başlayabilirsin.”

İtiraz edecek gibi oldu. Hiç başlamasına izin vermeden elimi kaldırdım. “O zaman bir daha asla yanında göremeyecekleri sevgilinle ayrıldığınızı anlatırsın ilk fırsatta Özgür, ben yokum.”

Gözlerini birkaç saniye kapalı tuttu. Yeniden açtığında kahverengi irisleri koyulaşmıştı.

“Tamam,” dedi bastıra bastıra. “Tamam, açıklayacağım. Bana yardım edeceğine söz verirsen, açıklayacağım her şeyi.”

“Önce açıklama?” dedim burnumu havaya dikip.

“Önce söz.” dedi umursamadan.

Bir an önce öğrenme telaşım beni basit bir hataya sürüklediğinde hiç inat etmeden kafamı salladım. “Tamam söz, saçma oyununa katkı sağlayacağım. Anlat şimdi.”

Verdiğim sözün beni bolca karmaşaya sürükleyeceğinden habersizken, Özgür’ü dinlemeye odaklandım.

İş işten çoktan geçmişti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm