Aykırı Çiçek 60.Bölüm

 60.BÖLÜM



- Acar

“Keşke içinde fındık olduğunu fark etmeden önce kurabiyelerden biraz daha çok yeseydim o gün.”

Feris’in karşısında durduğumuz cama içi gidermiş gibi bakarken kurduğu cümleye başımı hafif geriye atıp sabır dileyerek tepki vermiştim. “Saçma sapan konuşma istersen güzelim, seç hadi istediklerini de çıkalım artık.”

Bana ters ters bakıp -ki sadece sevimli olmasına sebep olmuştu bu- camın ardındaki görevliye görünüşünü beğendiği kurabiyeleri saymaya başladı. Asla sonu gelmeyen listesi, adamın da kafasını karıştırmış olacak ki bir ara tereddütle bana bakmıştı. Dışarıdan bakılınca bir kurabiyenin yarısını bitiremeyecek gibi görünse de, Feris’in meyve ve tatlı konusunda sınır tanımadığını bilmiyordu doğal olarak.

Ajansta öğle arasına çıkmadan hemen önce, nereden bulduğunu bilmediğim bir tabak kurabiyeyle odama gelmişti yarım saat kadar önce. Birlikte yememiz için gelmiş olsa da ben planlarını suya düşürmüş, yemesine izin vermemiştim. Üzerinden henüz beş gün geçmiş olan fındık krizinden sonra, içinde ne olduğunu bilmediğimiz kurabiyeleri yemesine göz yumacak kadar delirmemiştim.

Surat asıp, odaya hemen sonra giren Caner’in kurabiyeleri silip süpürmesini izlemesine içim gittiği için yakınlardaki bir pastanedeydik şu anda.

Bir dolu kutuyla birlikte oradan ayrılıp arabaya dönerken Ocak ayının ilk haftasında olduğumuzu hatırlatırcasına buz kesmiş olan hava tenimi sızlatmıştı. Bakışlarım hızla Feris’e çevrildi. Arabadan inerken montunu almamış olduğunu şimdi fark edebilmiştim.

“Giyme sakın montunu, olur mu? Hasta olmana engel olur, kendini korursun falan hiç zahmet etme böyle şeylere Feris.”

“Olur Acarcım,” diye mırıldandıktan sonra soğuktan titreyen çenesi ve kendi kadar kurabiye kutusuyla ön koltuğa yerleşmişti. Haline dayanamayıp güldükten sonra ben de arabaya bindim.

Arabayı çalıştırmadan önce üzerine doğru eğilip dudaklarına ıslak bir öpücük bıraktım. Kutuyla uğraşan parmakları duraksarken gözleri hızla kısılmıştı. En ufak temasıma karşı bile bu denli hassas oluşuna her seferinde hayran kalıyordum. Bir avucunu uzatıp yanağımı kavradığındaysa, ufacık temaslardan etkilenenin bir tek kendisi olmadığını çabucak kanıtlamıştı.

Doyamadığım, bugüne dek bir an olsun sıkılmadığım büyülü bir varlıktı. Daha önce bu kadar güçlü hislere hiç sahip olmadığımdan mıydı bilmiyordum ama birlikte geçirdiğimiz aylara rağmen zaman zaman bu duruma şaşırmaya devam ediyordum.

Öpücüğü derinleştirmeden, yalnızca dudaklarımızın birbirine yaslı kalmasını sağlar şekilde bekledim. Yanağımı hafifçe okşadığında elimi beline yasladım. Dudaklarını kıpırdatıp onu öpmemi istediğini açıkça belli ederken gülümsedim. Dudaklarım iki yana kıvrıldığında bunu hissederek gözlerini hemen iri iri açtı. “Hım?” gibi bir şey mırıldandı ‘ne gülüyorsun’ dercesine, sesi dudaklarımda sönerken.

Bir nefes boşluk bırakıp başımı geriye doğru çektiğimde bu kez alınlarımızın birleşmesine sebep olmuştum. Gözlerim gözlerine çarpar çarpmaz, dilime ket vurmadan aklımdan ilk geçeni söyledim. “Çok güzelsin,”

Çoğu zaman istediğini almak için her hamlenin altına el atabilecek kadar arsız ve rahat olsa da, böyle beklemediği anlarda onu köşeye sıkıştırmaya bayıldığım iltifatları utangaç bir kız çocuğu gibi yanakları kızararak karşılıyordu.

Yeşilleri heyecanla parıldarken gözlerini kırpıştırdı birkaç kez. “Senin güzelinim ama değil mi?” diye şımarık bir tavırla sorarken az önce bahsettiğim kısa süreli utangaç çocuk hızla ortadan kaybolmuştu. Burnumdan keskin bir soluk vererek güldüm. “Benim güzelimsin tabii, belirtmeye gerek duymadım aksi mümkün olmadığı için.”

Yanağımı patpatladı hafifçe. “Çok emin olma da se-…” diyerek sinirlerimi bile bile hoplatmaya çalıştığında belindeki elimi yerinde kıvranmasına sebep olacak şekilde hareket ettirdim. Kahkahalarla gülmeye başlarken beni engellemeye çalışıyordu. “Dur!” diye kesik kesik seslense de elimi çekmedim.

Nefes nefese kaldığı için bir süre sonra kıyamayarak elimi oynatmayı bıraktım. Belini tutmaya devam ediyordum. Sıklaşan nefesleri düzelsin diye derin derin nefes almaya çabalarken yüzüne dağılan saçlarına baktım dikkatle. Boşta kalan elimi kahverengi tutamlarını kulağının ardına itmek için kullanmıştım.

“Bayılacaktım,” dedi abartılı bir oyunculukla. “Fındık yedirmiyorsun bayılmamam için ama gıdıklarken bayıltacaktın beni.”

Konuyu bağlama şekline hayran kalmadan edemedim. Bir insan alerjisi bulunan bir şeyi bu denli hevesle yemek isteyemezdi, beni şaşırtıyordu.

“Biraz daha fındık konusu uzarsa, destek almak zorunda kalacağım zümrüt göz.” dedim çaresizmiş gibi. Kaşları havalandı hemen. “Polis mi çağıracaksın, beni tutuklasınlar diye?”

“Babanı çağıracağım Feris, babanı. Beş gün önce ayılıp bayıldığını da anlatacağım böyle uzun uzun, ona söylersin fındık yemek istediğini.”

Gözleri irileşti. Fındık krizinden haberi olan tek Göktürk, Yaman’dı. Feris’in sağlığı konusunda herkes hassas olduğundan kimseye bir şey söylememe kararı almıştık.

Aklıma gelmişken dilimden hemen konuyla ilgili merak ettiğim soru döküldü. “Abinle konuşabildin mi?”

Omuzları hafifçe çökerken yanağımdaki elini indirdi. Arkasına doğru yaslansa da ben belini hafif hafif sıvazlamaya devam ediyordum. “Yok, kaçıyor benden resmen.”

“Zamana ihtiyaçları var, çok üzerine gitme. Bırak kendileri çözsün.”

“Yeterince zaman kaybetmemişler mi sence de?” diye direkt olarak sorduğunda afalladım. “Değil aylar sonrası, yarının bile garantisi yokken zamana bu kadar güvenmek bana hiç mantıklı gelmiyor.”

Zamana bırakma konusunda, objektif olamadığının farkındaydım. Kaybettiği yirmi yıl, hayatını ne olursa olsun en derinden etkileyen olaydı, umarım öyle de kalacaktı.

“Bu açıdan bakınca haklısın, ama onları buna zorlayamayız bebeğim. İkisi de yetişkin insanlar, böyle yapın diye diretmemiz mümkün değil.”

“Biliyorum,” dedi sessizce. “Ama sürekli kendimi Hayal’in yerine koyuyorum istemeden. Hangi olaya şahit olsam kendimi o olaya maruz kalmış gibi hissediyorum. Sinem’de de aynısı olmuştu. Kötü olan her şey bir gün benim de başıma gelecekmiş gibi sanki.”

Sürekli devam eden olaylar silsilesinde, bahsettiğini yapmamak çok zordu. Ben de kendimi çok kez başkalarının yerine koyarken bulmuştum. Üstelik empati yapmaya alışkın bir adam bile değilken… Ben bu haldeysem Feris’in neler düşünüyor olabileceğini hiç tahmin etmek istemiyordum.

Sıkıntıyla nefeslendiğinde konuyu açtığım için pişman hissetmeye başlamıştım çoktan. “Kurabiyelerini ye hadi, seni bekliyorlar bak.” dedim saçma da olsa konuyu değiştirmeye çalışırken. Bu çabama gülümsedi. Gülümseyişini görmek, az önceki halinin bir anda silinip gitmeyeceğini bilmeme rağmen biraz da olsa içimi rahatlatmıştı.

Kutudan çıkarttığı üzerinde renkli şekerler olan bir kurabiyeyi ısırdı. Kalan kısmı bana uzattığında yiyesim olmasa da itiraz etmeye yeltenmeden ağzımı açtım. Kendisi küçücük bir ısırık alıp kalanı bana itelediği için ağzımın büyük bir kısmı dolmuştu. Yanağımın şişkinliğine bakıp kıkırdadıktan sonra uzanıp o şişkinliğe dudaklarını bastırdı.

“Aşığım ki sana,” diye mırıldandığında ağzımdaki kurabiyeyi çiğnemeyi aniden kesmiştim. İlk defa duymuş gibi kalakalmamın asıl nedeni neydi bilmiyordum ama o kadar içli bir biçimde söylemişti ki duraksamıştım.

Ağzımdakinin birazını yutup ona karşılık vermek için acele ettiğimde elini havada salladı ‘önemi yok’ dercesine. “Biliyorum sen de bana âşıksın, aşkımdan derbedersin falan… Anlatmana gerek yok Acarcım biz okuduk oraları bol bol.”

Kaşlarım havalandı. “Siz? Okudunuz?” dedim boğuk çıkan sesimle sorarcasına. Dişlerini göstererek sırıttı. “Yorma sen aklını, ben sana sonra anlatacağım.”

 

~

 

Kulağıma dolan, uykudan henüz tam sıyrılamadığım için anlamlandırmakta zorlandığım seslerin telefonumdan geliyor olduğunu algıladığımda yatakta hızla doğruldum.

Gecenin bir köründe çalan telefonumun çok tatlı bir sebeple çalıyor olduğuna inanacak kadar iyimser biri değildim. Aceleyle komodine uzanıp aynı anda hem masa lambasını açmış hem de telefonumu almıştım.

Ekranda gördüğüm isimle telefonu hiç duraksamadan açtım. “Alo?” derken sesim tedirgindi. Uykudan yeni uyandığım halde, yaşadığım telaş sesimin saatlerdir dinçmişim gibi çıkmasına yol açmıştı.

Karşıdan gelen sesin, ismini gördüğüm Yaman’a ait olmasını beklerken kulağıma dolan karmaşık uğultular olmuştu. Uğultuların arasından duyduğum hıçkırıkları ise çok iyi tanıyordum. Yataktan kalktığım gibi odadan çıkmak için hareketlenmemin sebebi de buydu.

“Ne oluyor?” dedim sesimi kontrolsüzce yükseltirken. “Yaman ne oluyor, neden ağlıyor Feris?”

Kötü bir şey olduğunu anlasam da o kötü şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. “Bilmiyorum!” diye cevapladığında şaşkınca adımlarım birbirine dolanır gibi oldu. “Ne demek bilmiyorum?”

“Bilmiyorum işte,” dedi yine. “Uyuyorduk, benimle uyuyordu. Sesine uyandım, delirmiş gibi ağlıyor sakinleştiremedim. Hiçbirimiz sakinleştiremedik.” Portmantoda duran araba anahtarımı aldığımda evin anahtarını da alıp kendimi kapıdan dışarı atmıştım. “Seni sayıklıyor, kâbus mu gördü ne oluyor anlamıyorum; ağlıyor içli içli.”

“Çıktım, geliyorum. Telefonu ona ver, sesimi duysun.”

Asansörün giriş katta olmasına sessizce küfrederken tuşa hızını arttırabilecekmişim gibi peş peşe bastım. “Duymuyor ki beni,” dedi Yaman. Uykudan bu şekilde uyanmanın ona da kafayı yedirttiği açıktı. Başka biriyle konuşuyormuşum gibiydi.

“Tamam,” dedim konuşamayacağımızı kabullenerek. On beş dakikaya oradayım, hatta on.” dedikten sonra telefonu kapattım.

Garaja inip arabaya binişimin ardından geçen süre hem ne yaptığımı hatırlayamayacağım kadar hızlı hem de sabrımı tüketecek kadar yavaş ilerlemişti. Arabayı hız sınırlarını fazlasıyla zorlayarak on ikinci dakikada Göktürklerin bahçesinin önüne ulaştırdığımda aracım kapıdaki güvenlik tarafından tanınıyor olduğundan demir kapı beklemeden açıldı. Güvenliklerin bu saatte gelmeme merakla bakıyor olmalarını umursamadan arabayı bulduğum bir boşluğa bıraktığım gibi indim.

Eve ilerlediğimde ben zile dokunamadan kapı Pınar abla tarafından açılmıştı. Gözlerinin dolu dolu oluşunu görünce biraz sonra çok daha beter bir manzarayla karşı karşıya kalacağım için kendimi hazırlamaya çalıştım. Fakat bu kendimi hemen hazırlayabileceğim son durumdu sanırım.

Akşamüzeri, ajanstan sonra ellerimle buraya bırakmıştım. Hiçbir sorun yoktu, öğlen aldığımız kurabiyeleriyle aşk yaşaya yaşaya günü cıvıldayarak bitirmişti. Gecesini bu hale getiren neydi?

“Çok mu kötü?” diye mırıldandım istemsizce Pınar ablaya bakarken. Dudaklarını, Feris’e benzetebileceğim bir tavırla büktü. Normalde beni gülümsetecek olan bu detaya mimiğim oynamamıştı.

Cevap almayı beklemeden merdivenlere yöneldim. İkişer üçer çıktığım merdivenler azaldıkça sesler duymaya başlamıştım. Odasının nerede olduğunu bildiğim ve seslerin kaynağını anlayabildiğim için duraksamadan ilerideki kapıya yaklaşıp zaten kapalı olmayan kapıyı geriye doğru ittirdim.

Yatağın ortasında dizlerini kendine çekmiş, cenin pozisyonunda uzanıyor olan sevgilimi görmüştüm ilk önce. Aslında gözlerim telaşla ilk onu aramıştı, başka hiçbir yere takılmadan onu bulmuştu bu nedenle.

“Deniz… Öldürdün beni babam, kurban olayım ağlama artık. Duymuyor musun sen bizi? Meleğim benim.” Yatakta, onun hemen yanı başında oturuyor olan Savaş abinin yalvarır gibi konuşması Feris’e hiç ulaşıyor gibi değildi.

Odaya girdiğimi onlar görmezken, kapıya daha yakın duruyor olan yan yana dizilmiş üçlüye baktım sırasıyla. Yaman, Toprak ve Rüzgar üçlüsü sıkıntıyla babalarını ve kız kardeşlerini izliyorlardı. Varlığımın farkına ilk varan Rüzgar oldu. Bana dönerek hareketlenince diğerlerinin de bakışları üzerime toplanmıştı.

Sessiz hıçkırıkları nefes alamıyormuş gibi sesler çıkartmasına yol açan Feris, canımın birinin ayakları altında eziliyormuş gibi sızlamasına yol açıyordu. Yatağa doğru ilerleyip yatağın yanında, yere diz çöktüm.

“Yapamıyorum, sakinleştiremiyorum.” diye kendisine kızar gibi söylenen Savaş abinin çaresizliğini ona bakmasam da hissediyordum.

“Feris,” diye seslendim beni duysun diye. Sesim ona ulaşmadı mı, yoksa ulaştı da ağlamasını durdurmaya mecali mi yoktu bilmiyordum. Yanağını yasladığı yastığın ıslaklığını, sımsıkı kapalı tuttuğu gözlerinden yağan yaşların yarattığı açıktı.

Yastığa değmeyen yanağına avucumu yasladım. “Geçti, kâbus mu gördün? Bak bitti, odandasın şimdi. Yanındayız hepimiz. Aç hadi yeşillerini.”

Yanağına dokunduğum anda bütün bedeninin titrediğini hissettim, bunu fark eden yalnızca ben olmayacaktım ki Savaş abinin de yerinde kıpırdanıp ona doğru eğildiğini anladım. “Senle ilgili bir şey belli ki, tepki vermiyordu şimdiye kadar hiçbir şeye. Şu an uyanık mı onu bile anlayamıyorum.”

“Uyanık ama uyandığının farkında değil sanırım,” diye yanıtlayan Toprak’tı.

“Acar biraz daha konuşsana sen, su falan mı sürsek yüzüne biraz?” Yaman peş peşe önerilerini sunarken başımı iki yana salladım. “Uyanacak şimdi, değil mi zümrüt göz? Duyuyorsun beni, hissediyorsun biliyorum. Hadi aç gözlerini bitti, gördüklerin gerçek değildi.”

Burnundan kesik kesik nefesler alırken dayanamayıp ayaklandım. Ardından yatağın kenarına oturdum. Kollarının altından kavradığım bedenini tek hamlede doğrulttum. Hareket ettirdiğim bedeni irkilerek bana karşı koymaya çalıştığında pes etmeden onu sıkıca tuttum. “Aç gözlerini Feris!” dedim sesimi yükselterek. “Neye karşı koyuyorsun, neyden kaçıyorsun be güzelim? Bak bana hadi.”

Dudakları aralandığında söyleyeceği bir şeyler olduğunu anlayıp hızla sustum. Pür dikkat ne diyeceğine odaklanmışken dudaklarından kesik iki hecede adım döküldüğünde içim acımıştı. “Buradayım,” diye seslendim yine. “Buradayım, bir şey yok.”

Savaş abinin sırtını sıvazlayışı hiç kesilmeden sürerken o düşmesine izin vermeyecek olsa da sıkıca kollarının altından tutmaya devam ediyordum. Adımı fısıltıyla mırıldanıp birkaç kez daha tekrarladıktan sonra, az önce Yaman’ın bahsettiği suyu sanki getirip üzerine dökmüşüz gibi irkilerek birden gözlerini irice açtı.

Uzun bir nefes verdim bir nebze de olsa rahatlayarak. Aynı tepki odadaki diğer isimlerden de gelmişti.

Gözlerini açtığında karşısında beni buldu. Yeşilleri yüzümde bir iki saniye durabildi, ardından hızla bedenimde gezindi. Bedenimin her köşesine bakmaya çalıştı, sanki bir şeyden emin olmaya çalışıyordu. Bu hali, kâbusunun içeriğini az çok anlamama sebep olurken bedenim kasıldı.

Aniden avuçları yanaklarıma kapandığında şaşkındım. Sıkıca tuttuğu yanaklarımı bırakmadan az önceki ağlayışının hiçbir şey olduğunu kanıtlamak ister gibi nefes almadan, büyük hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

“Öldün!” diye bağırır gibi inlediğinde dişlerimle dilimi ezdim sertçe. “Öldün sen Acar!”

Başımı iki yana salladım hızla. “Kâbustu,” dedim. “Sadece kâbus gördün, yanındayım zümrüt göz.”

Yanaklarımdaki elleri kenetlenmiş gibi hiç kıpırdamıyordu, gözlerini gözlerimden ayırmadan küçük bir bebek gibi dudaklarını büzdüğünde sertçe yutkundum. O kadar savunmasız duruyordu ki şu an, ne yapmam gerektiğini unutturmuştu bana.

Savaş abinin elinin hareketi durdu, sırtından çekilmese de elini artık oynatmıyordu. Odadan birinin ya da belki birden fazla kişinin çıktığını duyumsadım. Bu haline daha fazla bakmaktan kaçtıklarını anlamak zor değildi.

Boğazına dizdiği hıçkırıklar tükenmeye başladığından olacak ki ağlayışı derin iç çekişlere dönüşmeye başladı. Duruldukça gerçekliğe dönüyor, karşısında sapasağlam bir biçimde duruyor olduğuma daha iyi inanmaya başlıyor gibiydi.

Başparmaklarını kıpırdatıp elmacık kemiklerimin biraz altını sevdiğinde daha fazla dayanamayacağımı anlayarak Savaş abiye baktım kısa bir an. Ne içi baktığımı direkt olarak anlamıştı, gözlerini yavaşça kapatıp açtığında aldığım onaydan sonra bir saniye bile beklemeden Feris’i göğsüme yasladım.

Yüzü omuzuma düşerken hiç direnmeden kollarını kaldırıp sırtıma doladı. Yanağımı başının üzerine yaslamak için boynumu hafifçe eğdim. Ensesine temas eden avucum sanki mümkünmüş gibi onu bana daha da yaslamaya çabalıyordu.

“Pınar’a bakayım ben,” diye bir şeyler söyledikten sonra aceleyle odadan çıkan Savaş abinin amaçları arasında bahsettiği şey vardı belki ama asıl derdinin bu olmadığını içten içe biliyordum. Gözlerinin kızarmaya başladığını görmüştüm o fark ettirmediğini zannetse de.

Baba olmak ne demekti bilmiyordum fakat bir babanın kızının gözyaşlarını çaresizce izlerken ondan farksız hale gelebilmesini garipsememiştim.

Omuzumun üzerinden kapıya doğru baktığımda odada kimsenin kalmadığını gördüm. Savaş abinin çıkarken kapattığı kapının ardında yalnızca ikimiz kalmıştık.

Dudaklarımı birbirine dolanan saçlarının üzerine peş peşe sertçe bastırıp öptüm. “Güzel bebeğim, güzelim benim…” diye seslendim kulağına doğru sanki beni duyamayacakmış gibi dikkatle. “Geçti, iyisin.”

“Sen de iyisin,” diye mızmızlandığında dudaklarım kıvrıldı. “Ben de iyiyim Feriscim, sen iyiysen ben iyi olurum ki zaten.”

Burnunu çekti birkaç defa. Omuzumu öptüğünü hissettim. “Anlatmak ister misin ne gördüğünü?” diye sordum biraz sonra.

Aceleyle başını kaldırdı. Ardından olumsuz anlamda salladı başını. “Hayır!” derken tavrı katıydı. Israr etmedim, belki sonra anlattırırdım ama şu an kediler uçabiliyor derse ‘evet öyle’ deyip onaylardım zaten.

“Tamam, anlatma o zaman.” dedim yüzüne yapışan tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırırken. Hafifçe terlemişti, saçları tenine bununla ve gözyaşlarıyla yapışıp kalıyordu sürekli.

“Ne zaman geldin sen?” diye sorduğunda gerçekten gözlerini aralamadan önce bizim farkımıza varmadığını anlamıştım. Bununla ilgili bir şey söylemedim. “Biraz önce,” dedim sadece.

Elinin tersiyle yanaklarını silmeye çalışırken diğer eli üzerimdeki uzun kollu tişörtün kumaşını parmakları arasında sıkıca tutuyordu. Karnımın biraz kenarından yakaladığı kumaşı bırakırsa yok olacağımı düşünüyor gibiydi.

“Evdekileri korkutmuşsun birazcık, uyandıramamışlar seni.” diye açıkladım yavaş yavaş. Kızaran dudaklarını diliyle hafifçe ıslattı. Gözleri buğulanırken gördüklerini hatırladığını anlayarak sıkıntıyla nefeslendim. “Şş, lütfen. Bak bana, sadece bana odaklan.”

Çeneme aceleyle minik bir öpücük bırakıp kedi gibi boynuma sokulduğunda bedenini sıkıca sarmakla yetindim. Birkaç dakika hiç konuşmadan öylece bekledik. Uykuya dalıp dalmayacağını tam kestiremiyordum. Saat sabaha karşı dörttü. Muhtemelen bir noktada dayanamayıp yeniden uyuyacaktı ama şimdilik kâbus görmekten korkup buna direnebileceğini düşünmüştüm.

“Uyutayım mı seni sevgilim?” diye sordum belini sıvazlarken. “Uyumayacağım.” diye cevapladığında tahminimde yanılmadığımı anlamıştım. “Uyuma o halde, kalalım böyle.”

Dakikalarca olduğumuz gibi kaldık. Arada derin nefesler alıyor, kokumu içine çekmek ister gibi boynuma burnunu daha sert bastırıyordu. Belini ve saçlarını okşamaktan başka bir şey yapmamıştım bu süreçte.

Solukları yavaşlayıp uykuya meyleder gibi olduğunda hemen kendisini uyarıp kıpırdanarak bunu engelliyordu. Açıkça uykuya direniyordu kollarımda.

Ne kadar daha zaman geçti bilmiyorum ama en sonunda direnmeye gücü kalmamış olacak ki dudaklarından sızan düzenli nefesler boynumdaki ince deriye çarpmaya başladı. İyice dalmasını bekleyip onu yatırmaya çalışmadan önce, ritmik olarak devam ettirdiğim hareketlerimi kesmeden huzurla uyumasına yardım etmeye çabaladım.

Uyanmayacağından emin olduğumda boynunu destekleyerek yavaşça bedenini geriye doğru yatırdım. Başı yastığa düştüğünde dikkatle yüzüne bakıp herhangi bir uyanma belirtisi görüp görmeyeceğimden emin oldum. Uyanmamıştı.

Ayakucunda toplanan yorganı çekip üzerine bıraktıktan sonra yerimden kıpırdamadan sol elini tuttum. Birleşen ellerimi onun karnına doğru bıraktım. Parmakları uykuda olsa da sıkı sıkıya bana tutunmuştu. Bu hareketine dudaklarımda bir gülümseme peydahlandı.

“Bu gece ölmedim ama seni bir daha böyle görürsem can vermeyeceğimin bir garantisi yok zümrüt göz, beni vurabilecek en kuvvetli silah senin kontrolünde. Bunu hem bil hem de unut olur mu?”

Hafif hafif hareket eden kirpiklerini, aralı duran dudaklarını, yaşların çizdiği yolların henüz kurumadığı şişkin yanaklarını izlerken ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.

Odanın kapısı olabildiğince yavaş bir biçimde aralandığında bakışlarım oraya çevrildi. İçeri peş peşe Savaş ve Pınar Göktürk girdiğinde gülümsedim.

“Uyudu tekrar,” dedim fısıldarken. Pınar abla küçük küçük adımlarla yanımıza geldi hemen. “Kurban olsun annesi onun uykusuna,” diye mırıldanarak eğilip alnını öptüğünde Feris’in huzurla gülümsemesine hepimiz ayna tutulmuş gibi gülümsemiştik.

“Şişmiş gözleri, yarın acıyacak. Hemen buz koyarız biraz uyanınca, göz damlası da vardı aşağıda rahatlatır onu da yaparız.” Telaşla sıraladığı cümleleri fısıltıdan ibaret olsa da nasıl çabaladığı çok belliydi. Savaş abi yaklaşıp onu belinden tuttu, kendine doğru çekti. “Sakin ol yavrum, hepsini yaparız sabah. Bi’ sabah olsun, benim meleğim uyansın. Gerekirse ben çıkarır kendi gözlerimi veririm.”

Abartısına sesli bir biçimde gülmek istesem de Feris’i uyandırmaktan çekiniyordum. “Aynılar zaten, fark edilmez hiç.” dedim sevgilimin babasından kopyaladığı yeşillerine dikkat çekerken.

Savaş abi odaya girdiğinden beri kızı dışında bir yere çevirmediği bakışlarını bir anda üzerime dikti. “Aynılar?” dedi sorar gibi. “Bana da zümrüt göz desene lan o zaman, madem bir eksiği yok gözlerimin.”

Pınar ablanın önce afallayıp ardından koca bir kahkaha atacakmış da tutuyormuş gibi yanaklarını havayla şişirdiğini gördüm. Tüm bu konuşmaları fısıltıyla yapmamız durumu daha da saçma bir yere sürüklüyordu.

“Abi…” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek.

“Çocuğa kal geldi Savaş, ben diyeceğim sana zümrüt göz tamam taktın şu hitaba aylardır ya.”

Savaş abi göz devirdi hafifçe. Bana baktı ters ters. “Olur da bir gün herifin biri gözbebeğine böyle antin kuntin sıfatlar bulup söylerse; beni hatırla Acar. Bak bakalım ne oluyormuş oğlum, tamam mı?”

Gözbebeğinden kastının birinin sevgilime böyle şeyler söylemesi olduğunu varsayabilirdim, belki Feris’ten bahsediyordu diye düşünürdüm ama o cümlenin bununla bir ilgisi olmadığı alenen ortadaydı.

“Gözbebeğim?” diye mırıldandım istemsizce. Pınar abla kıkırdadı kısık bir sesle. “Kızın Acar, kızın. Diyor ki kız babası olursan beni hatırla da bana ne çektirdiğini bil.”

Gözümün önüne hızla bir perde indi. Perdeye yansıyan görüntüler ise sanki zihnimde hazır bekliyormuş gibi birden süzülmüşlerdi içeri.

Saçlarıyla, gözleriyle, geriye kalan her şeyiyle elini sıkı sıkı tuttuğum kadının küçük bir kopyası vardı o perdede. Yalpalayan adımlarıyla bir yere koşturuyordu. Düşeceğinden çekinip öne doğru atılma refleksim bulunduğum durumu yabancılamama yol açarken gözlerim huzurla kısılmış bir biçimde karşımdaki çifte baktığımın farkında değildim.

“Baba olmuş kadar oldu, uçtu çocuk iki saniyede.” Pınar ablanın muzip sesini duyduğumda küçük bir öksürükle kendime gelmeyi denedim.

Konu bir şekilde bir bebeğe geldiğinde neden bu kadar dağılıyordum anlamıyordum hiç. Daha önce bizzat Pamir’in etkisiyle, geçenlerde yine onun sayesinde sayılabilecek bir biçimde bebek mağazasındaki görevli yüzünden aklım uçup az önceki sanrıya benzer bir şeylere konup duruyordu.

“Kalbim biraz olsun temizse, Allah sana bolca kız evlat nasip etsin Acar. Ben senden öcümü pek alamadım, bir gün başka birileri alır diye umuyorum aslanım.”

Dua mı ediyor beddua mı bilemediğim bir tavırla söylendiğinde Pınar abla dirseğiyle karnına vurdu. “Safsın biraz sen de Savaş’ım, o kız çocuklara dede olacaksın ya hani. Sanki ne fark ediyor?”

Savaş abi bu detayı bu ana dek hiç fark etmemiş olacak ki ağzının içinde yuvarladığı homurdanmayla karışık kısık küfrü duyabilmiştim. “Vazgeçtim Allah’ım, kalbim katran karası zaten benim. Kız babası mabası olmasın bu.”

Yaptığı u dönüşüne sırıttım. Pınar ablanın benim tarafımda olmasına teşekkür eder gibi ona bakarak yanıt vermiştim.

Feris’in elinin üzerini hafifçe okşarken Savaş abi başka bir şey söyleyecek mi diye ona bakıyordum. Dudaklarını aralayınca yine ne gelecek acaba diye dikkat kesildim.

“Acar,” dedi dümdüz bir ses ve ifadeyle. Bu biraz gerilmeme yol açtı, az önceki şakacı tavrı koşarak uzaklaşmış gibiydi.

“Efendim?”

“Söyle Tuğrul’a,” dedi ve biraz duraksadı. Babama ne söylememi isteyeceğini asla tahmin edemiyordum şu anda. Devam et der gibi baktım.

“Düğününüzde yapacağı konuşmanın hazırlığını yakın bir zamana yetiştirsin.”

 

~

 

“Yani elinde Savaş Göktürk’e şantaj yapabileceğin belgeler yok?”

Kaşlarını havalandırmış bir biçimde birbirinin kopyası ifadelerle karşımda dizili dörtlüye sabrımı sınadıklarını belli edercesine delici bakışlarla baktım.

“Yok, Koray. Yok kardeşim benim, siz benim sınavım mısınız lan?”

“Benim kardeşim bu arada o, seninki burada yanlışlık olmasın da.” Soner, Koray’ı kolunun altına alıp Melih’i bana ittirdi. Caner kollarını göğsünde kavuşturmuş bize bakıyordu. “Benim kardeşim nerede o zaman?”

“Evde ya gerizekalı,” diye yanıtlayan ikizimin cevabıyla zaten bir kardeşe sahip olduğunu hatırlamış olacak ki tribini sonlandırdı. “Doğru, ben akşam gidince camış gibi uyuyor oluyor pek göremeyince unutmuşum.”

“Kardeşin tavuk mu, sen buradan en geç altıda çıkıyorsun. Yedide mi uyuyor adam?” diye sordum sınanırken.

“Eve gitmiyor ki bu, orada burada sürtüp duruyor. Gecenin bir vakti eve gidiyormuş, geçen Nilgün abla aradı; Caner’in mesailerini azaltsanız mı oğlum diye.”

Melih’in cevabıyla Koray kahkaha atarken Soner, Caner’in kafasına vurdu. “Nerelerde takılıyorsun da annene işteyim diyorsun lan?”

“Senin birader mesaiye kalıyorum deyip nerelere takılıyorsa; oralara haşin avukatım.”

Soner, uzun bir süredir çalıştığımız hukuk bürosunun ortağıydı. Yani Feris hayatıma dahil olmadan önce de onu tanıyorduk zaten. Caner’in yılışıklığı da bundandı.

“Koray!” diye gürlediğinde Koray Caner’e tip tip baktı. “Beni ne yakıyorsun ulan satıcı herif.”

“Ne var be yalansa yalan de.”

Koray mırın kırın ederken Soner ayıplarcasına bakıp kolunun altına aldığı kardeşini ileri itti. “Suç bunda da değil ki,” diye homurdandıktan sonra bana baktı.

“İzgi’ye el koydun resmen, onunla sakin sakin takılıyordu ne güzel yıllardır. Şimdi yanına bir de şıracı vermişsiniz nereye burunlarını sokuyorlar Allah bilir.” Şıracı derken Caner’i göstermişti parmağıyla.

“Dünden razıymış diyelim bence biz ona, İzgi’ye kıyamadığından içindeki manyağı çıkartamıyordu herhalde.” Melih’in analizine ben ve Soner onaylar anlamda kafa sallayınca Koray sırıttı. “Oh anasını satayım size dünya güzel, ikiniz de bulmuşsunuz ilk aşık olup peşinizden ayrılmayan iki kadını. Biz anca milleti kovalayalım.”

Melih ile göz göze geldik bir an. Çağla’nın onu bizim lise yıllarımızdan beri sevişi, asla vazgeçmemesi; Feris’in haftalarca kök söktürmeme rağmen beni bırakmayışı ile örtüşünce Koray biraz haklı çıkmıştı.

“Nasıl susturdum kardeşim?” diyerek Caner’e beşlik çakması için avucunu kaldırınca onların kendi aralarında saçmalamasına göz devirdim. Bu ikiliyi tanıştırmak İstanbul halkına yaptığım bir ayıptı.

“Neyse konu çok dağıldı,” Soner bir anda ellerini birbirine çarptı. “O zaman Barış abinin mi belgelerini buldun lan, o mu aracı oldu yoksa?”

Masadaki meyve tabağından en ağır olan elmayı seçip sertçe ona fırlattığımda kahkaha atarak havada yakaladı. “Tamam, tamam.”

Benim evdeydik.

Bu dörtlüyü hangi akla hizmet eve aldığımı soracaksınız, sormayın çünkü oldukça pişmanım.

Kapı çaldığında, asıl tiyatronun şimdi başlıyor olduğunu yeni hatırlamıştım. “Kalk git kapıya bak Melih,”

“Ben misafirim, sen bak.” diyerek yerinde yayıldığında tövbe içerikli bir şeyler mırıldanarak ayaklandım.

Güvenlikle kısa bir diyaloğun ardından kapıyı açmasını sağlamıştım. Orası açıldıktan sonra ben de dairenin kapısını açıp yukarı çıkmalarını beklemeye başlamıştım. Birkaç dakika içinde asansör kata gelip kapıları açılınca en önde Toprak ve Rüzgar vardı.

Caner ve Koray’a gönül bağıyla bağldı olduklarını biliyordum birazdan sinir krizine sürüklenmeme sebep olmak için birlik olacaklardı muhtemelen.

İçeriye girdiklerinde Toprak kaşları çatık bir biçimde suratıma birkaç saniye bakınca onu taklit ederek kaşlarımı çattım. “Hayırdır, sevgilimin üçüzü?” Ona böyle seslenerek her seferinde üçüzünün sevgilisi olduğumu hatırlatmaya bayılıyordum. Zevkliydi bayağı.

Yakın bir zamanda da daha zevkli hale gelecekti.

Rüzgar onu çekiştirdi. “İçine cin kaçmış gibi bakma diyorum insan içinde, utandırıyorsun beni.” dediğinde böyle olgun davranmasıyla şaşırmıştım. Gelen Rüzgar değil miydi diyecektim ama karşımda Feris’in erkeksi hatlarla çizilmiş iki kopyası olduğundan buna da pek ihtimal veremiyordum.

“Bakmakla kalma, icraata geç. Bak mesela,” diyerek üzerime doğru atıldığında refleksle omuzuna yapıştım. “N’oluyor lan?”

“Layn!” diye çığlık atan sesi duyduğumda babasının kucağında heyecanla bizi izleyen Pamir’in varlığı fark etmiştim.

“Pamir!” diye babasından uyarı alsa da tamamlanmamış dişlerini göstererek sırıtmayı tercih etti.

“Kapıda kaldık, hadi girelim.” diye mırıldanırken gözlerini asla karşı daireden çekemeyen Yaman’ın haline bıyık altından güldüm. Bu tavrının sebebini bilebilecek iki kişiydik, ikinci kişi olan Feris maalesef burada değildi.

“Yaman bu dairede yer kalmadı, sen başka bir yere mi geçsen?” dediğimde Yekta, Toprak ve Rüzgar gıcıklığına laf attığımı sanmışlardı muhtemelen. Yaman ise dişlerinin arasından tıslar gibi adımı söylemekle yetinmişti.

Kapıdaki şamata sonlanıp hepsi içeri girince kapıyı kapattım. Onlar salona ilerlerken ben en arkada kalmıştım.

“Ooo, Göktürk Beyleri teşrif etmiş.” diye yükselen Koray’ın sesini duydum. Ardından ben de salona girmiştim zaten.

Evimin duvarları Feris’in narin ve cıvıltılı sesine aşinayken birden erkek yurduna dönen ortamı nasıl karşılamam gerektiği konusunda kararsızdım. Hepsini kovalayıp kapıyı kilitleyebilirdim belki ya da kendim çıkıp onları evde bırakabilirdim de galiba.

“En sevimli üyenizi de getirmişsiniz en azından,” Melih’in bahsettiği kişinin Pamir olduğu belliydi. Ama bir tek Pamir anlamamıştı bunu.

“Halan neyde?” diye hevesle bana dönüp sorunca omuzlarımı düşürdüm. “Burada değil halan Pamir.”

Hayalleri suya düşmüş gibi bana baktı. Ondan farksız bir halde başımı yavaş yavaş salladım. “Öyle işte Pamir, bıraktı bizi.”

Pamir’in birden ağlamaya başlamasıyla herkes şok içinde kalırken benim de elim ayağım birbirine dolaşmıştı. Yekta bana ters ters baktıktan sonra oğluna döndü. “Babam, ağlama neden ağlıyorsun. Şaka yapıyor Acar abin. Hala gelecek.”

“Valla mı?” diye seslenen koronun üyeleri Yekta ve Yaman hariç geriye kalan tüm salon halkıydı.

“Ulan!” diye böğüren Yaman tek tek hepimizi inceledi. “Siz benim kardeşimin belalısı mısınız, tiplere bak gelecek dedi diye zil takıp oynamadığınız kaldı bi’.”

“Senin kardeşinin tek belalısı var, oğlum.” diyen Soner beni işaret etti. “Aha şurada oturuyor olan memnuniyetsiz ruh hastası.”

“Ya sabır, ya sabır!” diye söylenerek alnımı kaşıdım sertçe. Yaman’a döndüm. “Selim’le Ufuk nerede?”

Sırıttı. “Hediye getiriyorlar bize, görevlendirdim.”

Anlamamıştım. Kimse de anlamışa benzemiyordu. “Ne hediyesi? Var evde her şey, nereye yolladın adamları?”

“Geldiklerinde görürsün, sürpriz.” dediğinde pek hoşnut olmasam da kafa salladım.

Bugünü evimi bu insanlarla doldurmama sebep olacak gün ilan etmem, yapmam gereken birden fazla işi aynı güne sıkıştırmaya çalışmamdan kaynaklanmıştı.

“Düğününüzde yapacağı konuşmanın hazırlığını yakın bir zamana yetiştirsin.” diyerek beni dakikalarca çıkamayacağım bir şoka soktuktan sonra Feris’i uyandırmayı umursayamayacağım kadar delirerek yükselmeme sebep olan Savaş abinin ardından gelişmişti her şey.

Uyku sersemi sevgilime durumu anlatsam da pek aklı ermemiş, kafasını bana yaslayıp sızmıştı. Birkaç dakika sonra kendine gelmiş olacak ki kocaman açtığı gözleriyle önce bana ardından babasına bakakalmıştı.

Savaş abinin onun bu haline çaktırmadan gülse de sinir dolduğunun biraz farkındaydım. Bana öldürecekmiş gibi bakmayı pek unutmamıştı çünkü. Feris’in bana olan aşkı, onu hem mutlu hem de sinir hastası ediyor gibiydi.

İki gündür annem ve babam, ben, Feris ve Savaş-Pınar ikilisi dışında kimseye konuyu açmamıştık. Gerçi Feris’in ertesi sabah koştur koştur Çağla’ya gitmesini de atlamamam gerekiyordu sanırım.

Geriye kalanlar ise bana kalırsa tek tek, Feris’e kalırsa aynı anda öğrenmelilerdi Savaş Göktürk’ten iznin çıktığını…

Kimin sözünün geçtiğini anladıysanız, devam edelim.

Koray, Soner, Melih ve Caner kısmının daha basit olacağını bildiğimden onlarla başlamıştım erkenden. Birazdan da Selim ve Ufuk gelince Göktürk hanesiyle paylaşacaktım. Nasıl bir tepki alacağımı tam kestiremesem de kesinlikle bazı tahminlerim vardı.

Kapı bir kez daha çalana dek ortamda genellikle şakalar hüküm sürüyorken ben Pamir gibi dertli hissediyordum şu an için. Yaman’ın ve üçüzlerin aynı anda üstüme atlama ihtimaline karşın en azından Yekta’nın kucağında bir engel vardı.

Selim de mantık abidesi olarak üçüzlerden birini tutabilirse bence sıyrılırdım bu kaostan.

Zilin aşağıdan değil de buradan çaldığını melodi farkıyla anlayınca kaşlarım havalandı. Güvenlik bugün misafirim bol diye son gelenleri sorma ihtiyacı duymamış olabilir miydi acaba?

Ben kalkmadan önce bu kez halime acımış olacak ki ikizim ayaklandı. Omuzuma yavaşça dokunup yanımdan geçti.

Bir dakika geçmeden salona beklediğimiz isimler girmişti. Peş peşe Selim ve Ufuk odaya girince hediye konusunu anlayabilmek için ellerine baktım ama boştu. Yaman bizi kekledi diye düşünerek üzerinde durmayacaktım ki kapıdan iri yarı bedenlerin ardından tezat bir biçimde narin biri süzüldü.

Salona irileşen gözleriyle bakarken kapıya en yakın oturan Rüzgar’ın omuzuna tutundu. “Acarcım herkes aynı anda dedim diye…”

Salondan çıt çıkmadan hepimiz ona bakıyorken Pamir çığlık attı. “Hala!”

“Aşkım,” diyerek ona öpücük atarken de şaşkınlığı silinmemişti Feris’in.

“Olgunlukla karşılamışlar en azından,” diye hevesle konuştuğunda elimle yüzümü kapattım.

Yaman’a doğru ilerledi. Yanağını öptü. “Hele sen!” dedi şaşkın şaşkın. “Ben ortalığı birbirine katarsın diye haber verme işini Acar’a kilitledim ama şaşırttın beni abicim.”

Caner ve Koray’ın birbirlerine tutunarak gülmemeye çalıştıklarını göz ucuyla gördüm. Bir ara birbirlerine vura vura bayıltmayı aklıma not ettikten sonra Feris’i uyarmak ister gibi öksürdüm. Ama abisine o kadar odaklanmıştı ki bana dönmemişti bile.

“Hem evlensem de ben hep sizinley-…”

Yaman kocaman bir kahkaha attı. Şaka yapılmış ve bir tek onlar duymuş gibi gülmeye başlayan soyadı Göktürk olan ekipteki tek eksik Feris’ti. Pamir bile gülüyordu anasını satayım, ne anlamıştı onu bilmiyordum ama gülüyordu bayağı.

“Ne diyor bu?” diyerek Toprak’ı dürttü Yaman. “Evlilik falan diyor, sarhoş musun denizkızım acaba sen?”

Yekta Pamir’i yanındaki Soner’in üzerine yuvarladı. “Babamın olmadığı paralel bir evrende gibi mi yapıyoruz?”

Sorusu artık duramayan Caner ve Koray’ı koltuktan düşürecek kadar güldürürken Feris göz ucuyla bana baktı. Halimi gördüğünde dudaklarını ısırdı. Ama iş işten geçmişti çoktan.

Kaçmaya çalıştığı görevi farkında olmadan yerine getirmiş, haberi abilerine ve üçüzlerine kendisi vermişti.

Yanağını kaşıdı usul usul. “Şey…” dedi zaman kazanmak ister gibi.

“Ney ayka? Gelirken arabayı Ufuk kullandı da sarstı mı seni abim? Ne diyorsun evlilik falan…” Feris tek gözünü sıkıca kapatıp nefes almadan bir cümle kurdu bunun hemen ardından.

“Babam en yakın zamanda evlenebilirsiniz dedi bize.”

Kurduğu cümlenin hemen ardından, aynı anda öne doğru yalpalayan üçüzler, ilgi için kolunu ısıran oğlunun farkında bile olmayan Yekta ve ağzı aralı kalmış bir biçimde Feris’e bakakalan Yaman seçeneklerinden nereye bakacağımı şaşırmıştım.

Yaman işimi kolaylaştırmak istemiş olacak ki; gözümün önünde sağa doğru devrilmişti.

Yaman Göktürk, resmen bayılmıştı.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm