Sen Başkasın 3.Bölüm
3.BÖLÜM
“Bırakıldığı noktadan hiçbir yere
kıpırdamıyor. Buraya yabancı olduğu için mi acaba? Gerçi yeni keşfettiği evin
altını üstüne getiren çocuklar da var.”
Sinan’ın durum analizini yarım yamalak
dinliyorken bakışlarımın ve kulaklarımın asıl odağı biraz ilerideydi.
Kollarım hâlâ ona dokunuyormuşum gibi karıncalansa
da artık temas etmiyorduk. Ayakkabıları çıkartılana dek aradan ne kadar zaman
geçtiğinden habersizdim ve o süre boyunca kucağımda kalmıştı.
Evin içine girdikten sonra onu kucağımdan
indirdiğimde, yaşanan bu anın etkisiyle kendimi sarsılmış hissetmekteydim. Biraz
sonra bu sarsıntının geçeceğini sanmıştım ama yanılıyordum, durum aynıydı.
Umay biz ilerleyince yine bacağımın dibinde
küçük adımlar atarak takipte kalmış ve salona girdiğimizde de buna devam
edeceğini düşünsem bile kapı girişinde adımlarını durdurmuştu.
Doğan ve Sinan koltuklara geçmişlerdi. Bense
tıpkı Umay gibi bir şeylere yabancı hissediyor ve öylece bekliyordum.
“Umay,” diye seslenen ben değildim. Doğan
konuşmuştu.
Gelecek tepkiyi artık öğrenmiştim. “Ney?”
cevabı beni asla şaşırtmadı.
“Ney değil zurna,” diyen Sinan’ın ‘zurna ney?’
şeklinde yeni bir soru kazanacağını düşünmüştüm ama Umay bunu sorgulamadı hiç.
“Gelsene böyle, oturmak istemiyor musun?”
Doğan’a ne cevap vereceğini merak ederek iyice
dikkat kesildim. Umay’a baktığımda onu düşünceli görmüştüm. Ne düşünüyordu?
Ne düşündüğüne kafa yormak kaşlarımı bir
anlığına çatmama neden oldu. Cevap bulamazsam bu süre uzadıkça uzayacaktı.
“İstiyoyum,” gibi bir şey mırıldandı. Sonra
küçük birkaç adım attı. Ondan biraz ileride bekleyen bedenime yaklaştığında
göğsüm boğuluyormuşum gibi şişmişti.
Önünde durduğum koltuğa yanaştı. Buraya varana
dek oturabileceği başka koltuklar da vardı ama yanıma gelene kadar beklemişti.
Kendisine çok daha sıcak davranan
ikizlerin yanına da gidebilirdi ama oraya da gitmemişti.
Benim yakınımda olmayı seçmişti.
Koltuğa oturma şekli bizden biraz farklıydı.
Sırtı dönük şekilde yerleşecek kadar boyu yoktu. Önce dağa tırmanır gibi
tırmanıp sonra bedenini çevirmesi gerekmişti. Küçük savaşı sonlandığında artık
ayakları yere hiç sarkmayacak şekilde sırtı koltuğa yaslı haldeydi.
Çıplak ayakları küçücüktü, bacaklarını
uzatınca koltuğun oturulacak yerini doğru düzgün kaplayamıyordu. Ayak ve bacak
boyutuna şaşırmam da saçmaydı aslında, her uzvu küçüktü çünkü.
Oturduğunda ben de daha fazla ayakta durmadım.
Koltukta ondan geriye kalan büyük boşluğa yerleştim. “Beğendin mi burayı?” diye
sordum birden. Fikrini merak etmiştim ve bir yandan da sesini duyup iyi olup
olmadığını anlamaya çabalıyordum.
“Güsel,” dedi başını sallarken. Gözleri
üstümdeydi. Eşsiz gözleriyle beni süzüyor, arada bakışlarını kaçırsa da en
sonunda yine bakışları bende duraklıyordu. “Şişekley de var.”
Bütün bu karmaşanın, yeniliklerin içinde en
çok aklını dolduranın bahçedeki çiçekler olması ilginçti. Psikolog ona babası olduğumu söylemişti mesela… Bunu
neden hiçbir şekilde sorgulamıyordu?
Baba onun dilinde ne demekti, kimdi..? Bilmediğim çok fazla şey varken, Umay
bunlara sorsam da cevap veremeyecek kadar küçükken bu yolda nasıl
ilerleyebileceğimi bilmiyordum.
“Ateş?” diyen sesle birlikte daldığım küçük
andan koptum. Hafif peltek telaffuz ettiği adımı kısık bir sesle seslenmişti.
“Efendim?” dedim ona doğru başımı eğerek.
Yanıt vermediğimi düşünmeme neden olacak kadar uzun bir süre sessiz kaldı. Bir
şey diyecekti ve sanırım vazgeçmişti. Kafası karışmış görünüyordu.
“Söyleyebilirsin,” dedim cesaret verir gibi.
Dudakları titrer gibi oldu. “Annemi
istiyoyum,” diye fısıldadı. Sesi gittikçe azalmış, sona doğru tamamen
kaybolmuştu.
Yabancı bir evde, yabancıların arasındaydı.
Güvende hissetmek için tanıdığı birini arıyordu. Normaldi. Normaldi elbette ama
elim kolum bağlı hissediyordum.
Ne diyecektim?
“Umay,” diyerek araya giren Sinan oldu. Umay
yavaşça sesin geldiği yöne döndü. “Evi gezmek ister misin? Önce içeriyi
gezelim, sonra da belki çiçeklere bakmaya gideriz. Olur mu?”
Onu oyalamak şu an için en kolay yoldu belki
ama ne kadar süre daha böyle idare edilebilirdi ki?
“Bence ilk önce çiçeklere bakmanız lazım.”
Doğan konuştuğunda Umay’ın yerinde kıpırdandığını fark ettim. Bu tepki Doğan’a
mı yoksa çiçeklere miydi acaba?
Umay’ın bu fikre sıcak bakıp koltuktan
ineceğini düşündüm. Avuçlarını koltuğa yasladı. Kalkması için ona alan
açacakken hareketlenmeden önce başını geriye doğru atıp yüzüme baktığında
duraksamıştım.
“Şişekleye bakabiliyim mi?”
“Bakabilirsin,” dedim soru soruş şeklinin
büyüsündeyken. Az önce titreyen dudakları birden tam ters hal aldı ve kıvrıldı.
“Kalk bakalım, çiçek güzeli seni.” Sinan
yanımıza yaklaştığında Umay’a elini uzatmıştı. Koltuktan inebilmesi için onu
destekledi. Bu sırada Umay’ın mırıldanır gibi kıstığı sesi duyuldu. “Şişek
güseli beni.”
Sinan başını geriye atarak güldü. Umay, yere
indiğinde ona bakabilmek için boynunu çok fazla germek zorunda kalmıştı.
“En fazla birkaç gün direnebilirim,” diyen
Sinan, Umay ile birlikte salonun çıkışına yöneldi. Son anda bana döndü
cümlesini tamamlamak için. “O birkaç günün sonunda kesin ısırırım ben bu kızı.”
Salondan çıktıklarında geride sadece biz
kalmıştık.
“Doğan,” dedim yalnız kaldığımız anda.
Hastaneden çıktığımızdan beri onunla tek başıma kalamamıştım, Umay
yanımızdaydı.
“Buyurun Ateş Bey.”
“Sürekli annesini sorarsa…” derken sesimde
elle tutulur bir karmaşa vardı.
“Soracak,” dedi uzatmadan. “Sorması çok
normal, bu konuda bi’ anlaşalım.”
Onu harabeden farksız bir eve terk edip giden
annesini soracaktı. Sürekli soracaktı belki de… Her seferinde onu oyalamam
gerekecekti.
İyiyi kötüyü ayırt edemeyecek kadar küçüktü.
Onu böyle bırakıp gidebilen birinin şefkat dolu bir anne olabileceğine
inanmakta zorlanıyordum. Umay yanlış olanı ayırt edemiyor olmalıydı. Ne yapmış
olursa olsun annesini arıyordu, istiyordu.
“Ne yapacağım?” dedim omuzlarımı
kıpırdatırken. Doğan’ın sakince çözüm yolu üretmesine alışkındım. Sinan’ın sağı
solu belli olmazdı, bende de detaylarda boğulma işi hiç bitmezdi ama Doğan hem
sakin kalan hem de sonuca hızlı ulaşan taraf olabiliyordu.
“Babasının
annesinden çok daha güvenli bir liman olduğunu göstereceksiniz.”
Yutkunur gibi yaparak boğazımdaki ağrıyı
itmeyi denedim.
Bir soru daha sormak ve bu kez ‘nasıl’ kısmını
öğrenmek istiyordum ama sustum.
Sustuklarım konuşabildiklerimden hep fazla
olmuştu. Bunca yıl hep bu dengede yaşamıştım. Bunu değiştirebilecek hiçbir şey yoktu.
Aradan geçen dakikaların devamında çoğunlukla
bahçeye çıkma isteğimle savaşmış, beni görmediğinde Sinan’layken daha rahat
olabileceğini düşündüğüm Umay’ın yanına hiç gitmemiştim.
Duş alıp üstümü değiştirerek geçen zamanın
daha hızlı akmasını sağladığımda salona ait koridora dönüşümden biraz sonra dış
kapıdan ses gelmişti.
“Doğan!” diye seslenen Sinan’ı duydum. İkizini
çağırıyordu ancak Doğan ortalıkta değildi. Ya telefondaydı ve evin iç
kısımlarına ilerlemişti ya da benim gibi duş almaya karar vermişti.
“Ne oldu?” diye yanıt vererek geldiğim yolu
tersten geri döndüm. Kapıya doğru vardığımda salondan çıkarkenki hallerinde
göreceğimi düşündüğüm Umay-Sinan ikilisini çok daha farklı bulmuştum.
Çiçeklerle tam olarak ne yaşamışlardı
bilmiyordum ama Sinan’ın pantolonu yer yer toprak olmuştu. Umay’a döndüğümde
ise onun kıyafetlerle yetinmeyip tenine de toprak bulaştırdığını görebilmiştim.
Bana değil de Doğan’a seslenme nedeni buydu.
Ben görmeden temiz hale geçeceklerdi ve bu gizli kalacaktı.
Gerilen sırtımı umursamadım. Yani en azından
bunu denedim.
Öne doğru adımlayıp aradaki mesafeyi
kısalttım. “Bu haliniz ne?”
“Umay çiçeklerle biraz içli dışlı olarak
tanışıyormuş, Ateş Bey.”
Umay’a baktığımda onu dikkatle beni süzerken
yakalamıştım. Gözlerini neredeyse hiç kırpmadan yüzümü inceliyordu. Nasıl bir
tepki vereceğimi ölçüyordu.
“Sevdim şişekleyi, bişi olmadı ki.”
Muhtemelen Sinan silkelediği için temizlenmiş
görünen ama dikkatli baktığımda toprak kalıntılarını görebildiğim ellerini bana
doğru açtı. “Elleyim de temislendi bak.”
Temizlik konusunda Sinan’a güvenmesi boşaydı.
Umay’dan daha pasaklı olma ihtimali vardı onun. Hatta ihtimal değil, gerçekti.
Umay eve girerken ayakkabısı pis diye duraksamıştı, Sinan benden çekinmese bunu
asla yapmaya uğraşmazdı.
Toprağa bulanan teni, hastanede birçok yere
sürtünmüş olması ve ondan önce de yıkanmadığını bildiğim Umay’a bakmak beni
bedenimi kasmaya itmişti.
“Banyo…” dedim bakışlarım ondayken. “Banyoya
gitmen gerekiyor. Kirlisin.”
Zihnimde birden fazla ses başka başka şeyler
söylüyorken ayırt edebildiğim en yüksek ses, bana ait olmayandı. Annemi
duyuyordum. Tekrarlıyordu. Susmuyordu. Kirlisin
diyordu.
Sesimi ayarlayamadan ve söylediklerime dikkat
edemeden konuşmuştum. Umay’ın yaşadıklarını ve kısacık bir zamandır burada
olduğunu düşünmeden ağzımı açmıştım.
Gerilerek tepkisini bekledim. Buraya alışması
için çabalayacaksam, psikoloğun ve Doğan’ın söylediği şekilde güvenli bölgesi
olacaksam böyle yapamazdım. Onu korkutup çekinmesine neden olamazdım.
“Piş oydum,” dedi başını sallarken. “Bıcı bıcı
yapim.”
Ona kirlisin dememe, sesimi azaltmamama ya da
bakışlarımı yumuşatmamış olmama hiç takılmamıştı.
Sinan’ın aldığı derin nefesin sesi kulaklarıma
doldu. Benim gibi o da Umay’ın tepkisi gelene kadar gerilmişti.
“Seviyor musun sen banyo yapmayı?” diyerek
Umay’a sorduğunda Umay başını salladı usulca. “Seviyoyum ama hep manyo
yapılmas, anne kısıyor.”
“Ne zaman istersen yaparsın,” dedim
beklemeden. Söylediklerini çözümleme işini tek kaldığım anlara saklayacaktım. “Ben
kızmam, istediğin her an banyo yapabilirsin.”
“Kısmazsın mı?” dedi emin olmak istercesine.
Başımı iki yana salladım. “Kızmam, sana hiçbir şey için kızmayacağım. Korkmana
gerek yok. Bana istediklerini hep söyle.”
Umay bu kez sessiz kaldı. Beni anlamış ve
söylediklerime inanmış olmasını umuyordum.
“O zaman buyurun bakalım banyoya,
hanımefendi.”
Umay’a eliyle yol gösterdikten sonra bana
döndü Sinan. “Odasının karşısındaki banyoyu mu kullansa, daha rahat olur
sanki.”
“Kullansın,” dedim onaylayıp. Ama
duraksamıştım biraz sonra. “Nasıl yıkanacak?”
Tek başına yıkanabiliyor olamazdı. Çok
küçüktü.
Sinan da duraksadı benim gibi. Onu banyoya
bırakmayı ve kendi kendisine yıkanmasını bekleyemeyeceğini şu an fark etmiş
gibiydi.
“Hizmetlilerden birini çağırsak…” dedi düşünür
gibi.
Evimde yatılı kalan herhangi bir yardımcı yoktu.
Ben işe gittiğimde gelen, temizlik ve yemek işlerini her gün aynı düzende
halleden bir grup çalışan vardı. Onlarla pek denk gelmiyordum.
Doğru düzgün tanımadığım insanlara Umay’ı
yıkamaları için güvenemezdim. Canını yakmayacaklarından, hastalıklı zihinlere
sahip olmadıklarından emin olamazdım.
“Olmaz,” dedim direkt kestirip atarak.
“Ne olmaz?” diyerek arkadan sesi gelen Doğan’ı
duyunca bedenimi hafifçe yan çevirdim.
“Umay banyo yapacak, nasıl halledeceğiz diye
düşünüyorduk.” diye açıkladı Sinan. “Hizmetlilerden birini mi çağırsam dedim
ama… Olmazmış.”
Doğan, Umay’a doğru baktı. Toprak izlerini
gördüğünde neden banyo yapacak olduğunu sorgulamayacaktı zaten.
“Sürekli birilerine güvenip çağıramayız zaten,
kalıcı bir çözüm bulup devam ettirmek lazım. Umay’a soralım.”
“Umay’a mı soralım?” derken sesim hafif
şaşkındı.
“Hangimizle rahat edecekse, o yardımcı olsun.
Başka ne yapılır ki? Evde her an olmayacak birini mi seçeceğiz yoksa eve yeni
birini mi kalıcı olarak davet edeceksiniz?”
Doğan çözüm odaklıdır ve bunu uzatmadan
halleder derken ciddiydim. Bu da hızlıca denk gelen bir örnek olmuştu. Çözümü
bulmuş, beni ikna edecek kadar gerekçelendirmiş ve açıklamıştı.
Sinan sesini kısarak bize doğru konuştu.
“Annesine alışkınsa bir erkekle, yeni tanıştığı kişilerle bunu yapmak
istemeyebilir. Mantıklı konuşuyorsun ama o bir bebek, Doğan.”
“Tamam,” dedim durmaları için araya girerek.
Denemekten zarar geleceğini düşünmüyordum.
Soru sorarken göz göze daha kolay gelebilmemiz
için dizlerimi kırarak yere doğru çöktüm. Yine de ondan uzun kalmıştım ama bana
bakarken boynunun acıdığından şüphelenmiyordum en azından.
“Umay,” dedim dikkatini çekmek için.
Başını omuzuna doğru eğdi. “Ateş?” diyerek
beni taklit ettiğinde gülümsemek istemiştim.
“Banyo yaparken tek başına mı oluyordun?”
Başını iki yana salladı. “Annem…” diye
mırıldandı. Onu andığında buruklaşıyordu. Özlediğini ve yanında istediğini
anlıyordum ama bir şey yapamazdım.
“Peki şimdi nasıl yapalım? Yanında kim olsun?
Doğan veya Sinan olur mu?”
“Ateş,” diye mırıl mırıl konuştu tekrar.
“Efendim?” dedim sakince.
Gözlerini kırpıştırdı. “Ateş,” dedi bir daha.
Tekrar yanıt vereceğim sırada Sinan’ın güler
gibi bir ses çıkarttığını duydum. Dikkatim dağılmıştı. Ona başımı kaldırıp
baktım. “Size seslenmiyor, cevap verdi sorunuza.”
Umay’a döndüm hızla. “Ben mi?”
“Manyo yapmayı bilmiyoysun mu?”
Soruları sorarken yaptığı gramer hataları onu
iyice şekere bulanmış gibi gösteriyordu.
“Biliyorum,” dedim uzatmadan. Biliyordum ama
bir bebeği narince nasıl yıkayacağımı bilmiyordum. Kendimden başkasını
yıkamışlığım yoktu. Bunun beni krizlik hale getirip getirmeyeceğini de
bilmiyordum.
Deneyecektim.
Bilmediğim, kestiremediğim şeyleri denemeye
yanaşmazdım ama bunu değiştirmek zorundaydım. Hayatıma koca bir yenilik
ekleniyorken kendimde de değiştirmem gerekecekler olacaktı.
“Tamam,” dedim dizlerimi tutup yavaşça
doğrulurken. “Yapabilirim, yıkayabilirim seni.”
Gerilmiştim. Gerginliğim Umay’ın fark
edemeyeceği kadar gizliydi ama ikizlerin bunu algıladığından emindim.
“Ateş Bey?” diyen Doğan’a baktım. “Sorun yok,”
dedim ne için seslendiğini anlayarak. Planı sunarken Umay’ın ya Sinan’ı ya da
kendisini seçeceğini düşünmüştü, soruyu da böyle sormuştum hatta. Ama plana
Umay’dan küçük bir müdahale gelmişti.
Onu yıkayacak, sonra da kendim tekrar duş
alacaktım. İkimiz de temizlenmiş olacaktık.
Henüz hiç girmediği odasının karşısındaki
kapı, daha önce kullanılmamış misafir banyolarından biriydi. Evde her oda
kullanılmasa da sık sık temizlendiğinden kullanıma her an hazırdı.
İçeri girdiğimizde Umay etrafı incelerken ben
kapıdaydım. Sinan bana doğru bir şeyler uzattı. Elindekilere baktığımda iki
ayrı şişe ve bir havlu görmüştüm.
“Saçı ve vücudu için ayrı kutular var, yazıyor
zaten. Gözlerini yakmazmış bunlar, tedirgin olmanıza gerek yok. Yüzüne biraz
gelse de canı çok fazla yanmayacaktır.”
Elindekileri aldım. Şişeleri küvetin kenarına
bıraktıktan sonra havluyu da kenardaki askıya düzgünce asmıştım. Bu havludan
ziyade bir bebek bornozuydu. Şapkası vardı ve tozpembe bir renge sahipti.
Umay’ın ihtiyacı olabilecek her şeyi alın
derken böyle detaylar da söylemime dahildi, ikizlerin bunu halletmesine
şaşırmamıştım.
“Umay rahat etsin diye kapıyı kapatıyorum ama
buraya yakın duracağım, bir şey olursa seslenin. Gelmem on saniyeden kısa
sürecek.”
Doğan beni rahatlatmak için konuştuktan sonra
dediği gibi kapıyı örttü.
Banyonun ortasında dikilen Umay ve kapıya
yakın duran ben baş başa kaldığımızda kısa bir nefes aldım.
Karşımda herhangi bir çocuk değil, kendi
çocuğum olduğu gerçeğini belli aralıklarla kendime hatırlatmaya devam
ediyordum. Bu hem daha dikkatli hem daha rahat olmama yaramak zorundaydı.
Umay’a odaklanmadan önce küvete doğru
yaklaştım. Suyun ona uygun bir ayarda akmaya başlaması için biraz uğraştıktan
sonra arkama döndüğümde onu aynı şekilde ayakta bulmuştum.
“Üstünü çıkartmamız gerekiyor şimdi,” dedim
onu zorlamamak için açıklarken.
Başını salladı. “Ben yapabiliyoyum,” diye
konuştuktan sonra çekiştire çekiştire de olsa gerçekten üstündekileri çıkartabilmişti.
Müdahale etmedim. Kirli kıyafetlerin yerde bir öbek halinde durmasına
karışmadım.
“Aferin sana,” dedim kıyafetlerinden tamamen
kurtulduğunda.
Dudaklarında utangaç bir gülümseme oluşmasını
beklemiyordum. Aldığı aferinle birlikte yüzü hem aydınlanmış hem kızarır gibi
olmuştu. “Afeyin bana,” dedi mırıl mırıl.
Küvete tek başına çıkabilmesi mümkün değildi.
Elini tutup destek olmakla da bunu çözemezdim.
Kucaklamak ve onu küvete oturtmak zorundaydım.
Ve aslında bu bir zorunluluk gibi hissettirmekten uzaklaşmaya başlamıştı. Onu
ilk kucaklayışımda sarındığım hissi bir kez daha yaşamak istiyordum.
“Seni kaldırabilir miyim? Buraya oturmana
yardım edeceğim.”
Pat diye ona uzanmak yerine sorup haber vermek
daha doğru gelmişti.
“Oluy,” dedi hiç düşünmeden. Kolları onu rahat
rahat tutabileyim diye havalandı, bana uzanır gibi yaptı.
Bedeninin iki yanından kavrayıp onu
kaldırdıktan sonra küvetin içine doğru ayakta kalacağı şekilde bıraktım.
Tüy gibi hafifti. Saatlerce havada tutsam
kollarım ağrımazmış gibiydi.
“İstersen otur,” dedim yönlendirerek. Ayakta
kalırsa bacakları bugün yeterince yorulmamış gibi daha da yorulacaktı.
Hiç oyalanmadan pat diye oturdu. Etrafı
kaçamak bakışlarla inceliyordu, yani benden kaçamıyordu ama bunu yapmaya
çalıştığının farkındaydım.
Akan suya elimi uzatıp sıcaklığını bir kez
daha kontrol ettim. Az önce ayarladığım gibiydi, ılıktı.
Bunun birlikte geçirdiğimiz ilk normal an
olduğunu, tanışma anımız dışında hiç yalnız kalmamış olduğumuzu fark etmiştim.
“Acıtırsam, istemediğin bir şey yaparsam söyle
bana. Daha önce kimseye banyo yaparken yardım etmedim, yeni öğreniyorum.”
Ona dürüst olmak ne kadar işime yarayacaktı
bilmiyordum ama deneyecektim.
“Manyo yapmak zoy deyil,” dedi beni teselli
edercesine. “Öyle mi?” diye yanıtladım.
“Öyye,” derken küçük kafası da olumlu anlamda
sallanıyordu. Bir an kendimi buna gülerken buldum.
Dikkatle yüzüme bakıyordu. Gülüşümü izlediğini
anladığımda istemsizce dudaklarım normal hale döndü.
“Saçlarını ıslatalım,” dedim başka bir şeye
odaklanabilmek için. Aksi takdirde bakışları beni donakalmış halde bırakacaktı.
“Oluy,” dedikten hemen sonra gözlerini sıkı
sıkıya kapattı. Öyle çok sıkıyordu ki dışarıdan bakarken canı yanıyormuş gibi
hissetmiştim.
“Umay?” dedim sorar gibi. “Gözlerini bu kadar
sıkı kapatmasan da olur.”
Gözlerini kısıkça araladı. Yüzüme baktı. “Acıy
ama.”
“Acımayacak,” dedim kendimi de telkin ederken.
“Ben elimi alnına koyacağım, bak böyle.” Elimi gözlerini korumak için siper
ettiğimde işaret parmağımın yanı alnına yaslıydı.
“Göslerim acımasın,” dediğinde iç çekecek gibi
oldum. “Acımayacak,” dedim sakince. “Söz veriyorum. Güvenebilirsin.”
Daha önce banyo yaparken gözlerinin çok
acıdığı bir -ya da belki birden fazla- anın yaşandığı belliydi. Gözlerinin
yanacağından çok korkuyordu.
Gözlerini tamamen açık tutacak kadar bana
güvenemedi ama ilk yaptığı kadar da sıkı sıkıya örtmedi. Bir elimi alnından hiç
çekmeden suyun saçlarına doğru akmasını sağladım. Sarı bukleleri suyla buluşur
buluşmaz kafasına doğru yapışarak düzleşir gibi oldular.
Nereden temas etsem, pamuk gibiydi. Her şeye,
herkese dokunmaya alışkın bir adam değildim ama ona dokunmak ne bedenime
ağrılar armağan ediyor ne de zihnimde alarmlar çaldırıyordu.
Bu, bir bebek olmasından mıydı yoksa benim bebeğim olmasından mıydı
bilmiyordum.
Saçları iyice ıslandığında suyu üstüne tutmayı
bıraktım. Şampuan kutusuna uzanırken bir elim yine alnındaydı. Söz vermiştim,
alnına doğru bir damla süzülüp onu irkiltirse sözümden caymış olurdum.
Şişenin kapağını parmağımla yukarı itip
açtıktan sonra saçlarına yetecek kadarını başına dikkatle döktüm. Şampuanın
soğukluğu yüzünden olacak ki irkildi. İrkildiğinde ben de gerilmiştim bir an.
“Ne oldu?”
“Kafam soğuk,” dedi tahmin ettiğim gibi.
“Şampuan döktüm, şimdi köpük olacak.”
“Hav hav mı?” diye konuştuğunda anlık olarak
afallamıştım. Neyi yanlış anladığını fark edince güldüm.
“Köpek değil, köpük. Gözlerini aç,
göstereyim.” dediğimde merakı korkusunu yenmiş olacak ki gözlerini kısık da
olsa araladı. Şu an gözüne bir zarar gelmeyeceğinden emin olduğumda alnındaki
elimi indirdim.
Islak saçlarına karışan şampuanı ellerimle
biraz daha köpürttükten sonra parmaklarımda duran köpükten bulutu ona
gösterdim.
“Ay!” dedi heyecanla.
Hevesine karşı gülüşüm büyüdü. Parmağını elime
uzatır gibi oldu ama yarı yolda cesareti bitmişti.
“Dokunabilirsin,” dedim elini tam çekemeden.
Elimdeki köpüğe parmaklarını sürttü. Köpük söndüğü için eline varla yok arası
bulaşmıştı sadece.
“Gitti,” dedi şaşkın şaşkın.
“Saçında bir sürü var.” dedikten sonra ellerim
saçına uzandı. Dokunduğum anda gözlerini geri kapatmıştı sıkıca. Tepkisinin
aniliğine kaşlarım havalansa da onu daha fazla sıkıştırmadım.
Saçlarını ve bedenini ikişer kez yıkayıp
durulamam boyunca sessizdi. O sessiz kalınca ben de sessizleşmiş yaptığıma
odaklanmıştım.
Kirli hissetmiyordum, işkence görüyormuş gibi
değildim. Tek düşündüğüm ona bir zarar vermemekti. Aklım bunla dolu olunca
geride kalan bazı şeyleri itebilmeyi sanırım başarmıştım.
İşim tamamen bittiğinde diz çöktüğüm yerde
hafifçe kıpırdadım. “Bitti,” dedim ona da haber verip. Gözlerini artık
açabilirdi, havlusuna uzanmadan önce irislerini bir kez görebilirdim belki
böylece.
“Manyo bitti,” diyerek beni tekrarladıktan
sonra gözlerini yavaş yavaş araladı. Onu biraz önce ayaklandırmıştım, bu yüzden
gözlerini açtığında yüzlerimiz neredeyse denkti. Küvetin yüksekliği ona
yaramıştı.
“Havluya saralım şimdi seni. Üşüme.”
“Üşümüyoyum,” dese de astığım bornozuna
uzandım oyalanmadan.
Pelerine benziyordu. Şapka kısmını başına
kapatıp sırtını sardığımda önde birleşen parçalarla birlikte bedeni tamamen
örtülmüştü.
“Gel bakalım,” dedim küvetten çıkması için onu
havlunun üstünden tutup. Gözleri neredeyse kapanacak gibiydi. Banyo yapmak
uykusunu getirmişti, belli oluyordu.
“Uyuyacak mısın Umay?”
Bir şeyler mırıldandı ama anlaşılır değildi.
Yorgunluğu ve ılık suyun etkisi birleşerek üstüne çökmüş olmalıydı.
İki yanından tutup havalandırdığım bedenini
yere geri bırakmak ve yine bacağımın dibinden yürümesini beklemek bencillik
sayılır mıydı?
Gözlerini zar zor açıyorken onu yürümeye
zorlamak, iyice pilini bitirmek istemiyordum. Bunu istemeyen yanım, yıllardır
alışkın olduğu mesafeleri savunan yanımla çelişiyordu.
Göğsümün sol yarısına doğru bedenini
çektiğimde şeklimi alabilecek yumuşaklıktaymış gibi olduğu yere sindi.
Omuzuma düşen başı kıpırtısız kaldı ama dudaklarından
anlamlandıramadığım birkaç mırıltı daha döküldü.
Avucum benden habersiz sırtını bulurken göğsüm
onu sarsacak kadar kuvvetli titremişti ama aldırmadı.
İlk kez dokunduğum bir şeyden kopmamayı aklıma
getirmiş, bir an önce teması kesmeyi değil bunu uzatmayı düşünmüştüm.
~
“Bu adam bizi yıllardır kandırıyor muydu?”
diyerek elindeki bardağı sehpaya bırakmak için öne doğru eğildi Sinan.
“Boş boş konuşma,” diyen Doğan ise ikizine
nazaran daha düşünceli duruyordu. “Yoğun stres altındayken takıntılarını
unuttuğu oluyordu zaten, bu da öyle bir zaman işte.”
Sinan omuz silkti. “Alakası bile yok.
Bahsettiğin yoğun stres halini bilmiyormuş gibi konuşma. Konu stres değil, konu
Umay.”
Ateş’in Umay’ın banyosu boyunca bir kez bile
dışarı seslenmemesi, normal bir sürede işinin bitmesi ve kapıdan kucağında
kızıyla çıkması Doğan’ı fazlasıyla şaşırtmıştı. Ateş, Umay’ın odasına doğru
ilerlerken Doğan’ın kendisini hiç göstermeden salona kaçışı da bundandı.
Sinan’ı bulmuş ve durumu anlatmıştı.
Sinan biraz muzipliğe sığınmış olsa da en az
Doğan kadar şaşkındı. Eve girerlerken bir nevi zorunda bıraktığı kucaklamaya
bir saatten kısa süre sonra yeniden şahit olacaklarını hiç düşünmemişti.
Konuşmaları koridordan içeri sızan adım
sesleriyle kesildiğinde ikisi de doğrulup yerlerinde düzelmişlerdi.
“Ateş Bey,” diyerek kapıdan giren adamı
selamladı Doğan.
“Umay uyudu,” diye yanıt almıştı sadece.
Doğan şaşırmadı. Umay’ı Ateş’in omuzunda yarı
uyuklar halde görmüştü zaten biraz önce. “İyi olmuş,” dedi başını sallayıp.
“Yüzünden yorgunluk akıyordu, hastaneden beri çok hırpalandı.”
Sinan belli belirsiz bir yükseklikte konuştu
ama sesi ikisine de ulaşmıştı. “Asıl hırpalanışı hastane öncesinden kalma
bence.”
Üçü de onu buldukları yıkıntının ve mutfağın
bir kenarına çökmüş halinin görüntüsüyle duraksadılar. Kötüydü. Şahit olmak,
hatırlamak ve muhtemelen unutamayacak olmak bayağı kötüydü.
“Biraz daha gecikseydim…” dedi Ateş dalgın
bakışlarla. “O kâğıdı okumayı geciktirseydim, hatta belki okumaya gerek
duymasaydım…”
Bu olasılığın sonu hiç iyi bir yere
açılmıyordu. Doğan, karşısındaki adamın olumsuz olasılıkları çeşitlendirmekte
bayağı tecrübeli olduğunu bildiğinden hemen araya girdi. “Bu sizle ilgili
değil.”
“Nasıl değil?”
“Değil,” dedi Doğan inatla. “O mektup size
gelmeden önce kaybolabilirdi, Yeliz vermeyi unutabilirdi, ya da bize emanet
ederdi ve belki bakmaya gerek duymazdık. Tüm bunlar durumun ciddiyetini
bilmediğimizden yaşanırdı. Ama mektubu yazan kişi tüm bu olasılıkları
düşünmeliydi. Düşünmemiş.”
“Düşünmemiş,” diye tekrarladı Ateş. “Bunu
düşünmeyecek kadar gözü kararmış.”
Sinan’ın bakış açısı ise biraz daha farklıydı.
“Ya da hep gözü karaymış…” dedi usulca. Ateş ve Doğan aynı anda ona döndüler.
“Bakmayın öyle,” dedi omuz silkerken. “Üç yıl
boyunca bebeğiyle bağ kuran bir anne böyle bir şey yapamaz. Hatta anneyi
bırakın herhangi bir insan yapamaz bu caniliği. Terk etmekten bahsetmiyorum
bakın, terk etme şeklinden bahsediyorum.”
Doğan dudaklarını birbirine bastırdı. Hak
veriyordu. “Doğru söylüyor,” dedi Ateş’e bakıp ikizini onaylarken. “Getirip
evin kapısına, şirkete ya da alakasız bir kalabalığa bırakabilirdi. Nefes
alınmayacak bir yere kilitleyip bırakmak ne demek?”
Ateş gözlerini sıkıca kapattı. Umay’ın banyoda
yaptığı gibi acıdan kaçtığı için yapmıştı bunu.
“Okudunuz,” dedi düz bir sesle. “Neden eve ya
da şirkete bırakmadığını anlamanız zor olmasa gerek. Derdi Umay’ı bana bırakmak
değildi, benden öç almaktı.”
“Sikeyim öyle öç almayı,” dedi Sinan anlık
öfkeyle. “Dünyadaki en suçlu adam bile olsanız bunun anlamı yok; gelsin sizden
alsın öcünü, ufacık bir bebeği ne diye alet ediyor?”
Bunun üzerine bir an sessizlik yaşandı.
Söylenecekler birden tükenmişti. Sinan söylediklerinde haklı bulunmuştu,
eklenecek bir şey kalmamıştı.
Bir süre sonra sessizliği dağıtan Doğan oldu.
“Arada kontrol edelim,” dedi sırayla karşısındaki ikiliye bakarken. “Yerini
yadırgayıp uyanabilir, korkabilir. Evi henüz gezmedi, bizi bulamazsa
ürkecektir.”
“Sen kontrolünü yap, ben de dolaba
bırakılanlara bakayım. Uyanırsa tekrar uyumadan yemek yemeli.”
Ateş, planlama yapıyor olan ikizlerden sonra
ayaklandı. “Kontrole gerek yok,” dedi adımlamadan önce. “Ben odasında beklerim.
Siz yemek işini halledin. Birden fazla çeşit bırakmadılarsa çağırıp yaptırın,
sevmediği bir yemeğe denk gelmesin.”
Başka bir şey söylemeden salondan çıkan adamın
ardından Sinan ve Doğan bakışmış, sessiz kalmışlardı. Yapacak bir şeyleri
yoktu.
Ateş, Umay’ın odasının önüne geldiğinde aralı
bıraktığı kapıyı oldukça yavaş şekilde itip içeri girdi. Hava henüz kararmaya
yeni başlıyordu, oda karanlık sayılmazdı.
Umay’ı bıraktığı şekilde bulacağını düşünmüştü
ama o gittikten sonra biraz kıpırdamış olmalıydı ki boynuna doğru çektiği örtü
beline kadar sıyrılıp buruşmuştu.
Ateş sessiz adımlarla yatağa doğru yaklaştı.
Uykusunun hafif olup olmadığını bilmiyordu, risk almayacaktı.
Örtüyü usulca çekip yeniden omuzlarına doğru
örttü. Umay yüzü kendisine dönük şekilde yan yatıyordu.
Yastığa yaslı yanağı yüzünden büzüşüp öne
çıkan dudakları aralıktı, derin ve sık nefesler alıyordu. Ateş, uyuyakalmasa
saç kurutma makinesiyle mutlaka kurutmayı düşündüğü bukleleri yalnızca havluyla
kurutabilmişti. Saçlarının az oluşuna biraz güvenmiş, bir süre nemli kalmasının
onu hasta etmeyeceğine inanmak istemişti.
Nemli saçları yastığa yapışmış, güçsüz
buklelere dönüşmüştü. Ateş parmaklarının kaskatı kesildiğini hissettiğinde
durakladı. Bu kasılma, kirli bir şeylere dokunmakla ya da temas etmek
istemediği bir şeye değmekle gelen tanıdık kasılma değildi.
Saçlarını köpürtürken hissettiği yumuşak
tutamları hatırlamış ve bir anlığına yeniden bu hisle kaplanmak istemişti.
Umay’ın nefes sesleri ve kısık mırıltıları
dışında ses olmayan odada ağzını açıp bağırıp çağırmak ve isyan etmek
istiyordu. Olduğu adama, olamadığı adama ve olamayacağı her şeye isyan doluydu.
Tüm bunların yolunu tıkamasından, yaşadığı sıkıntılardan hiç bu kadar
sıkılmamıştı.
Aklı bir adım ötesindeki bu bebeği sıkıca
sarmak için öyle baskıcıydı ki aynı aklın takıntılı bir deli olmasını algılayamıyordu.
Ne çeşit bir çelişkiyse bu, çözemiyordu.
Yatağın kenarına elinden gelen en yavaş
şekilde oturduğunda Umay’ın bedeni kıpırdayacak mı diye diken üstündeydi ama
endişesi boşunaydı. Umay, hâlâ derin bir uykudaydı.
Dakikalar birbiri ardına geçip giderken Ateş
ne denli dalgınlaştığını, oturduğu yerde kıpırdamadan Umay’ı ne kadar süredir
izlediğini fark edememişti.
Ateş’i daldığı yerden dışarı iten Umay’ın
yükselmeye başlayan mırıldanması oldu. Uykudayken daha huzurlu sesler
çıkartıyordu ancak o sesler değişerek daha sıklaşmıştı şimdi.
“Umay?” dedi Ateş istemsizce. Bir sorun olup
olmadığını anlamamıştı.
Umay’ın öne doğru büzülmüş duran dudakları
titredi. Gözlerini açılıp yeniden kapanır gibi oldu, gözkapakları hareketlendi.
Ateş daha fazla seslenme konusunda
tereddütlüydü. Birkaç saniye daha bekledi. O saniyelerin sonunda Umay gözlerini
tamamen aralamıştı.
Baktığı yer odanın duvarıydı. Ona tanıdık
gelmeyen görüntüyü uyku sersemi gördüğünde korkuyla irkilmişti.
İrkildiğini fark edince Ateş hızla konuştu.
“Umay,” dedi yüksek olmamasına dikkat ettiği sesiyle. “Korkma, korkacak bir şey
yok.”
Umay sesi duyduğu gibi bakışlarını sesin
kaynağına çevirmişti. Uzandığı yere yakın konumda oturan Ateş’i gördüğünde
gözlerini kırpıştırdı. Baktığı kişiyi tanıdığında dudakları aralandı. “Ateş…”
diye seslendi.
“Benim,” dedi Ateş hemen. “Buradayım.”
Umay, yalnız olmadığını özümsediğinde küçük
göğsünü titretecek derinlikte bir nefes aldı. Yaslı durduğu yastığa yüzü iyice
gömülmüştü.
Elleri bir şeye tutunma ihtiyacıyla kıpırdadı.
Ateş’in yatağa yaslı duran eline dokunduğunda, dokunduğu yeri yaktığından
bihaberdi.
Ateş, işaret parmağına sarılan minik eli fark
ettiğinde ağır ağır bakışlarını oraya kaydırdı. Taş kesilmiş gibi hareketsiz
kalırken bakışları da bedeni gibi kıpırtısızdı.
Yeniden uykuya dalacağını düşündüğü Umay’ı
kısa bir süre sonra bakışlarıyla kontrol ettiğinde uyanık bulmuştu.
“Uykun var mı?” diye sordu onu korkutmamak
için kısık sesle. Umay olumsuz bir ses çıkartırken parmağına tutunmayı
bırakmamıştı.
“Böyle mi kalalım?” diye sordu bu kez.
Umay’ın derdi ise biraz farklıydı.
“Çişim geydi,” diye mırıldandığında Ateş
gözlerini bir an irileştirdi. Her şeyi düşünüp duruyorlardı ama tuvalet kısmını
hiç akıllarına getirmemişlerdi.
“Bez…” dedi yarım yamalak. “Bez mi takmamız
lazım?”
Umay çok saçma bir şey duymuş gibi Ateş’e
doğru baktı. “Tulavete gitmek lajım.”
Ateş gülmekle ağlamak arasında bir noktadaydı.
Tuvalet eğitimini kızından alması gerektiğini düşünmemişti hiç.
“Gidelim,” dedi onaylarken. “Sen tek başına mı
gidiyorsun tuvalete?”
“Gidiyoyum, öyrendim.”
Bu işlerin hangi yaşta başladığını ya da her
çocukta nasıl geliştiğini pek bilmiyordu Ateş. Umay ne derse ona inanacaktı
mecburen.
“O zaman kalk bakalım,” dedi Ateş teşvik
ederek. Umay yataktan doğrulurken karışmış saçları alnına doğru dökülmüş,
yanağındaki yastık izi görünür hale gelmişti.
Ateş, Umay’ın yataktan inmek için elini
bırakacağını anladığında bir an duraksadı. “Düşebilirsin böyle, yürüme.”
diyerek ikna ettiği kişi aslında Umay değildi. Kendisiyle konuşuyordu.
Yataktan kalkıp Umay’ı boştaki koluyla
kucakladığında parmağı küçük avucun esaretinden kaçmamış oldu.
Umay uykusunun henüz geçmeyen uyuşukluğuyla
başını sertçe Ateş’in omuzuna düşürdü. Alnını yasladığı yerde gözleri yeniden
kapanır gibi oldu.
“Ateş,” diye başlayan bir şeyler mırıldandı fakat
kelimeler birbirini bulup anlam kazanamadan yok oluyordu dilinde.
Odanın karşısındaki banyoya girdiklerinde Ateş
ne yapması gerektiğini tam bilemeyerek girişte durdu. Umay ise karnına ağrı
yapmaya başlayan fazlalığı mızmızlanır bir ses çıkartarak belli etmişti.
“İncem,” dedi Ateş’i uyarır gibi. Ateş
kucağındaki bedeni yere bıraktı. Umay’ın ne yapacağını gözlemlemek için ses
çıkartmadan beklediğinde birkaç dakika içinde klozete tırmanan ve işini
halleden bir Umay’la karşı karşıya kalmıştı.
Kaşları havalandı.
“Umay,” dedi içerideki işleri tamamen
bittiğinde. “Nasıl öğrendin sen her şeyi?”
Ateş ellerini iyice yıkadığından ve aynı şeyi
Umay’ın da yaptığından emin olduktan sonra kapıya doğru yöneldi. Daha sancılı
geçeceğini düşündüğü tuvalet macerası Umay’ın gerçekten işini halledebiliyor olması
nedeniyle kısacık sürmüştü ve kendisine pek iş kalmamıştı.
“Annem öyretti,” derken Umay biraz
durgunlaşmıştı. Kucakta geldiği yolu paytak adımlarla önden yürüyüp
tamamladığında yeniden odaya girmişlerdi.
Oda artık loş sayılacak kadar kararmıştı. Ateş
içeri girdiğinde ışığı açtı. Böylece oda fazlasıyla görünür hale gelmişti.
Umay, ilk girişinde ve az önce gözlerini
araladığında dalgın olduğundan hiç etrafı incelememişti. Şimdi ilk kez dikkatle
etrafı izliyordu.
Ateş, Umay’ın etrafta gezinen bakışlarını
takip etti bir süre. “Beğendin mi?” diye sormak için biraz beklemişti.
“Güsel,” diye cevapladı Umay. Baktığı her
köşede başka bir renk, başka bir eşya vardı. İlgisini çeken birden fazla şey
olmasına rağmen odanın ortasında ayakta durmaktan vazgeçmiyor, sağa sola ilerlemiyordu.
“Buyası kimin?” diye sordu Umay, Ateş’e doğru
bakmaya çalışıp. “Senin oyuncaklayın mı?”
“Senin,” dedi Ateş gecikmeden. “Bu oda senin,
oyuncaklar da senin.”
Umay şaşkınca açılan ağzıyla ve karşısındaki
adamı görebilmek için gerdiği boynuyla kalakalmıştı.
“Hepşi mi benim?”
“Hepsi senin,” diye onayladı Ateş.
Umay’ın ne yapacağını merakla bekliyordu. Önce
hangi köşeye gideceğini, neye ulaşacağını görmek istedi. Dikkat kesilmişti.
Umay’ın kendisinden uzaklaşmasını ve odada
gezinmesini beklerken birden onu dizinin dibinde, aralarındaki kısa mesafeyi aşmış
halde bulduğunda şaşırdı.
Eğilip bakacakken Umay kollarını bacağına
doğru sarıp başını da dizinin biraz üstüne yasladığında Ateş donakaldı.
Sarılıyordu.
“Umay,” diye fısıldayabildi belli belirsiz.
“Şeşekküy edeyim.” diyen titrek sesi duyduğunda
boynuna ve sırtına sık sık saplanan ağrılardan biri sol göğsüne uğramıştı.
“Etme,” dedi Umay’ın duyamayacağı kadar kısık
bir sesle. Hak ettiğini düşünmüyordu bu teşekkürü.
Bundan öncekilerde olduğu gibi kendisine
gerekçe bulmaya ya da Umay’ı ikaz etmeye çabalamadan birden kolları aşağı
uzandı. Kollarının altından tutup kolayca havalandırdığı bedeni yine soluna
yasladı.
Umay havalanmış olmasını garipsemeden omuzuna
yapışmıştı. Ateş de bu kez kollarını sadece düşmemesi için destekten ibaret
kullanmak yerine göğsünde küçücük kalan bedene doladı.
“Ben de teşekkür ederim,” dedi saçlarının
üzerine doğru konuşurken. “Bu kadar tatlı olduğun için ben teşekkür ederim
Umay.”
Umay utanarak omuzuna gömüldü iyice. Ateş yanağını
kızının nemli saçlarına doğru yaslarken genzini ve hatta ciğerlerini yakacak
kadar derin bir nefes almıştı.
“Çok güzel kokuyorsun sen,” diye soludu. Şampuan
şişesindeki kokunun bu kadar güzel olmadığından emindi oysa.
“Manyo yaptım,” dedi Umay onu aydınlatmak
istercesine. “Güsel oldum.”
Ateş burnunu sarı buklelere doğru sürttü. “Güzeldin
zaten,” dedi rahatça.
Fazla güzeldi. Sarıya dönük saçları, iri
gözleri ve gözlerindeki eşsiz renklerle birlikte rastladığı en güzel şey olduğuna
yemin edebilirdi Ateş.
Umay’ı kucağından indirmek gibi bir niyeti
olmadığını kabullendiğinde odadan onunla çıkmak için adımladı. Birkaç saat önce
yapmak için tereddüt ettiği şey, birden bire yapmayı hiç bırakmak istemediği
bir şeye dönüşmüştü.
Umay’ın kendisinde dönüştüreceği çok daha
fazla şey vardı. Ateş bunları keşfettikçe hayrete düşmeyi ne zaman bırakırdı, bilinmezdi.
Şimdilik halinden memnun gibiydi.
~
Yaaa çok tatlı çok güzel bir bölümdü🫠💓
YanıtlaSilBu ne tatlılık Umayy! Yakacaksın bizii
YanıtlaSilCanim Umay cekti benim
YanıtlaSil