Düşten Farksız 26.Bölüm

 26.BÖLÜM



Birkaç dakikalık bir süre, aslında kaç dakika olarak algılanırdı? İki mi? Belki de üç ya da beş…

Birkaç dakikaya orada olacağımı haber verecektim, diyen Pars’ın bu birkaç dakikayla tam olarak neyi kastettiğini kestirebilmem mümkün değildi. Üstelik bunu bilsem de bu bilgiyle ne yapacağıma dair bir fikrim yoktu. Birazdan kapıda belirdiğinde geldiğini anlamak için yeterince ipucuna sahip olacaktım.

Ama hayır… Zihnim tam olarak hangi saniyede onu göreceğini bilme arzusunu çoktan bir kenara kazımıştı.

Az önce apar topar kapattığım, babama ait telefonu kendi telefonumla beraber oturduğum yerin hemen yanına bırakmıştım. Parmaklarım boşta kaldığında hızla birbirlerine tutunmuş ve anlamsızca tırnaklarımla uğraşmaya başlamıştım.

Zihnimin ve onun yansımasıyla birlikte bedenimin verdiği tepkileri tanımakta güçlük çekiyordum. Daha önce rastladığım herhangi bir şeye benzemiyorlardı. Yakın bir zamanda -birkaç haftacık süre önce- babamın hayatına dahil olmaya başladığımda da buna benzer şekilde kendimi tanıyamaz olmuştum aslında ama şu andaki halim o halime de benzemiyordu.

İçimden gelen sesi dinlersem eğer, bu halimin kaynağı ortadaydı. Pars’a karşı hissettiğim çekimin kontrolündeydim. O koca bedenin bir çekim alanı olduğuna itirazım yoktu, değil yakınındayken sesini duyduğumda bile o alanın içine çekiliyordum zaten. Ama içimdeki ses tek kaynağı çekim alanı olarak tanımlamıyordu. Pars’a aşık olduğum konusunda kendinden çokça emindi. Oysa ben emin değildim.

Bugünüme dek bir aşkın ne öznesi ne de şahidi olmamıştım. Bir çocuğun şahit olacağı en büyülü aşk sanırım anne-babası arasındaydı. Böyle bir şansım yoktu. Üstelik hasta düşüncelerini aşkla karıştıran bir canavarla büyümüştüm. Aşkın aslında ne olduğunu nasıl anlayabilir ve kendimi aşkın bir tarafı sayabilirdim?

İlkokuldan liseye dek uzanan eğitim hayatımda da o tanımını dahi yapamayacağım aşkı kimse için içimde canlandıramamıştım. Birbirlerinin peşinde koşturan, kimi zaman kötü kimi zaman ise iyi sonlanan aşk masallarında bir rolüm olmamıştı hiç.

Biz Pars’ı beklemişiz galiba, acaba o da bizi beklemiş midir? Yok… Kesin beklememiştir… İç sesim kendi kendine sorular sorup yanıtlarken omuzlarımın düştüğünden habersizdim. Hislerim konusunda o kadar acemiydim ki en ufak bir sorgulama ya da olumsuzluk tüm dengemi bozuyordu.

“Boğuluyor gibi görünüyorsun, can simidine ihtiyacın var mı?”

Kulaklarım ileriden gelen babamlara ait yüksek sesler dışında, çok daha yakında yankılanan sesi duyduğunda düştüğüm çukurdan kendimi hızla çıkartmıştım.

Pars tam önümde duruyordu, ben ayaktayken de uzun olan boyu şimdi ben oturur haldeyken daha inanılmaz bir mesafe yaratmış şekildeydi.

Boynumu hafifçe geriye doğru eğerek bakışlarımı oturduğum yerden ona çevirdim. Gözlerimin geniş göğsünden yukarıya tırmanması ve yolculuğun sonunda yüzüne varması birkaç saniyemi almıştı. “Boğulmuyorum,” diye mırıldandım birbirlerine yapışmış olan dudaklarımı aralayarak.

Kaşları havalandı. “Can simidini sorgulamayacak mısın?”

Kendi kendini ele vermiş olmasına içimden kıkırdadım. “Sırf anlamayayım diye söylediğini biliyorum, aklıma not ettim bir ara babama ya da Özgür’e sorarım.”

“Bana sormuyorsun, çünkü..?” diyerek devamını getirmemi merakla beklediğini yansıtmaktan çekinmediği mavileriyle yüzümü süzdü.

“Çünkü canım öyle istedi,” dedim tereddüt etmeden. Beni zorlamak için özenle kelimeler seçerse, ben de onu zorlamak için özenle karşılıklar bulurdum.

“Canımızın her istediğini yapmaya başlarsak, borçlu çıkarsın Afrodit.”

Neyi kastettiğini tam olarak bulamadım, bulmak için kendimi zorlamadan önce dudaklarım başka bir şey için aralandı. Ona karşı tüm savunmamı indirdiğini fark ettiğim birkaç detay vardı ve en azından birini oyun dışı bırakmalıydım.

“Adımla seslen bana,” dedim gözlerimi yavaşça kapatıp açarken. Birbirine dolanan kirpiklerim gerisin geri ayrıldığı sırada tüm dikkati gözlerimdeydi. “Afrodit deyip durma.”

“Rahatsız mı oluyorsun?” derken bir parçasının bu duruma oldukça şaşkın olduğunu gözden kaçıramazdım. Oldukça belirgin bir şaşkınlık kısa süreli de olsa ifadesine yerleşmiş ve biraz sonra ortadan kaybolmuştu.

Ne rahatsızlığı canım, içli içli Afrodit dediğinde sana karşı koymak zorlaşıyor, yanlış anlama lütfen... Bu detaylı açıklama gayet doğruydu ancak Pars şansına küsmeliydi, açıklama bende saklı kalacaktı.

Onu yanıtsız bıraktım. Rahatsız oluyorum deyip yalan söylemektense sessiz kalmayı ve onun kendi kendine yorum yapmasını beklemeyi tercih etmiştim.

Pars benim susmama karmaşık bir ifadeyle bakmayı sürdürürken ikimizden de herhangi bir ses yükselmeden önce başka bir ses duyuldu.

“Pars!” diyerek bir nevi bağıran ses babama aitti. Bulunduğu yerden bağırdığı belliydi, sesi uzaktan gelmişti.

Tıpkı telefonu Pars’ın yüzüne kapattığım andaki gibi anlamsız bir paniğin kucağına düşerek hızla oturduğum yerden kalktım. Önümde duruyor olan Pars’a bedenimin tamamıyla çarpmama sebep olan ani kalkışım tabii ki onu yıkacak kuvvette değildi, yerinden bile kıpırdamamıştı. Ancak ben kendi kendime darbe almıştım.

Düşecek gibi sendelediğim sırada belimin biraz üstünden geçerek sıkıca sırtıma sarılan kolu sayesinde yerime çivi gibi çakılı kalabildim. “Sakinleş,” diye kısık sesle konuştu. “Yatakta basılmadık minik tanrıça, alt tarafı konuşuyorduk.”

Bana doğru eğilip konuştuğu için yüzümü okşar gibi geçen nefesi eşliğinde böyle bir cümle kurduğunu duymak şokla kalakalmama sebep oldu.

Şokumun sürememesi babamı yanımızda bulduğum içindi. Pars’a seslendiği sırada bize doğru yürüyor olmalıydı ki saniyeler içinde yanımızda belirmişti.

Sırtımdaki kolunu düşürmesi için kendimi kasarak öne doğru ittim. Durumu zorlaştırmadı, kolu sırtımdan çözüldü. Ben de yana doğru adımlayarak aramızda düzgün bir mesafe yaratmıştım bu sırada.

“Kolay gelsin abi,” diyerek konuşan Pars oldu. Benim dudaklarım açılamamak üzere kapanmıştı.

“Eyvallah,” dedi babam sakince. Sakinliğinin Özgür’ün geçenlerde babam üzerinden bana öğrettiği şekilde ‘fırtına öncesi sessizlik’ olup olmadığını anlayabilmek için kaçamak bakışlarla yüzüne baktım. Ben ona bakarken, babamın bakışları Pars’taydı.

“Hayırdır bu saatte?” diyerek Pars’ın varlığını sorgularken yerimde kıpırdandım.

“Vaktim vardı, antrenmana geldim.” Neden her şeyi tek tek söylüyordu? Ayrıca neden gayet keyfi yerinde ve rahattı? İki gergin devin arasında olduğumu zannediyordum ama onlarda bulunacak gerginlik bana geçmiş gibi sakinlerdi.

“Tesadüfen buradasın yani,” dedi babam. Pars yavaşça başını salladıktan sonra gözlerini saniyelik olarak bana çevirdi ve ardından yeniden babama döndü. “Seni aradım, telefonu Despina açtı. Girişte de direkt onu görünce selam veriyordum tam.”

Bana baktığı andan önce Pars, sanki hiç kendini açıklamayacakmış gibi rahattı. Sakince antrenmana geldiğini söylemekle yetinmişti. Bana baktıktan sonra ise ona bir şey mi hatırlatmıştım bilmiyordum ama aklı başına gelmiş gibi birden durumu düzgünce açıklamıştı babama.

“İyi,” dedi babam omuz silkerek. “Güzel zamanda geldin, uza şuradan derse sen devam et ve bitir. Kırk dakika kadar daha var. Ben kızımla olacağım.”

Pars’ın tadı aniden edindiği sorumluluk nedeniyle kaçmış gibi görünüyorken, babam bana uzanıp omuzuma sardığı koluyla bedenimi kendisine doğru çekti. “Kahvemizi içelim biz de bebeğim, sonra biraz gezdiririm sana burayı. Olur mu?”

Pars’a ‘derse devam etsen olur mu’ diye sorması gerekirken, bana ‘kahve içsek olur mu’ diye sormasına gülecek gibi oldum.

“Olur,” dedim. “Bence harika bir plan.”

Pars’ın ağzının içinde homurdandığı her neydiyse, duyamamıştım. Ama duysam da pek iç açıcı bir şeyler duymuş olacağımı sanmıyordum zaten.

“Ders bittiğinde haber ver, iyi anıma denk gelirsen kahve ısmarlayayım sana.”  Babam beni de kendi eşliğinde yürütmeye başlamadan önce Pars’ın omuzuna -bana kalırsa gayet sert şekilde- vurup konuşmuştu.

Pars’ı arkamızda bırakıp çıkacağımız sırada son anda uzanıp telefonlarımızı oturduğum yerden aldım. Babama telefonunu uzatırken kendi telefonumu da parmaklarım arasında dengelemiştim.

“Böyle istediğinde Özgür’e ya da Pars’a verebiliyor musun ders görevini?” diyerek merakla sorduğumda artık küçük ringlerin olduğu kısımdan çıkmış, ilk başta gördüğüm diğer kısma yaklaşmıştık.

“Verebiliyorum yavrum, gördüğün öğrenciler neredeyse yeni başlayanlar çünkü. Benim iki ruh hastası fazla bile geliyor derslerine girmek için, sorun yok.”

Özgür ve Pars’ı tanımlama şekline kıkırdadım. Hem benimsiyor hem de laf sokuyordu. Sanırım genel olarak sevgi dili Timur ve Özgür Akdoğan için benzerdi. Ama babamın bana özel olan sevgi dili laf sokma içermiyor, saf bir benimseyişle dolup taşıyordu.

İçimden yaptığım çıkarım özel hissetmeme sebep olduğunda heveslenerek göğsüne doğru çekili olduğum bedene daha da yapıştım. Sırnaşıklığım babam tarafından hiç garipsenmemiş, aksine beni daha da kendine çekmek için bunu bir fırsata çevirmişti.

Dışarıdan gören biri beni babama yapıştırılmış ya da her an biri alıp götürecek korkusuyla benden hiç ayrılmıyormuş sanabilirdi.

“Sahile yakınız, kahveyi orada mı içsek?” diye sorduğunda kaşlarım bir an için çatıldı.

“Pars da oraya mı gelecek o zaman, antrenmana gelmiş ama?”

Babamın adımları kısacık bir an yavaşladı, yeniden eski haline döndüğünde ise bakışları bendeydi. “Tek derdimiz de Pars’ın gelmesi zaten, değil mi babacım?”

Az önce babamın bana özel dilinde laf sokma olmadığını söylemiştim. Sanırım biraz erken davranmıştım çünkü az önce yaşanan kesinlikle buydu.

“Kahve ısmarlayacağım dedin, o yüzden merak ettim. Heveslendiyse üzülebilir.” Olabildiğince mantıkla süslemeye çalıştığım bahanem babam için ne ifade ediyordu acaba? Muhtemelen koca bir boşluk…

“Yürü, Ahu; yürü, yavrum.” diye sabır dilenir gibi konuştu beni dışarıya değil salonun içinde bir başka kısma yönlendirirken.

Bana sebebi belirsiz anlarda aniden Ahu dediğinde kalbim saatlerce koşmuş gibi hızla atıp yerinden çıkacak kadar kuvvetle çırpınıyordu. Bunun farkında mıydı, haberim yoktu. Ancak ben çokça farkındaydım.

Ahu’ydum, Ahu’suydum, bebeğiydim. Ayrı kaldığıydım, geç kavuştuğuydum. Onu ilgilendiren her şeye benliğimin karışmasına öylesine heyecan duyuyordum ki yaşadığım yoğunluk bazen beni gerçeklikten koparıp düşler ülkesine sürüklüyordu.

Benim düşünerek geçirdiğim küçük yürüyüşümüzün ardından durduğumuzda önünde bulunduğumuz yeri inceledim.

Spor salonunun içinde bir kafe vardı. Dışarıdaki herhangi bir kafeden farklı görünmüyordu. Küçük yuvarlak bir masaya yerleştiğimizde telefonumu masaya bırakıp, bir bacağımı diğerinin üstüne atarak bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım.

Pek kalabalık değildi, tek tük insan vardı. Az önce geldiğimiz kısımda açık olan müzik sesi buraya tam olarak gelemiyordu, çok daha sessizdi burası. Buna sevinmiştim.

“Ne içersin?” diye sorduğunda dışarıdaki sıcak havaya rağmen salonun her tarafı klimalarla fazlaca serinletilmiş olduğundan sıcak bir kahvede karar kıldım. Evde sıcak basınca buraya gelebilirdik, buzdolabı gibiydi.

Babam ayaklanıp kasanın olduğu kısma doğru ilerledi. Arkasından onu seyrederken dirseğimi masaya, yanağımı da avucuma yasladım.

İki büyük fincanla birlikte geri geldiğinde süte boğulmuş kahvemi kendime doğru çektim. Ona ait bardakta kola görünümlü simsiyah kahve gördüğüme şaşırmamıştım. Ağzına böyle kötülükler yapmayı seviyordu. Bu çıkarımı sigara içiyor olmasından da yapabilmek mümkündü.

Sigarayı anınca aklıma gelen detayla dudaklarımı araladım. “Dış kısımda oturabiliriz, sigara içeceksen.” Gayet düzgün kurulu bir tuzaktı. Beklemeden yanıtladığında tuzağımın farkına varmadığını anlamıştım.

“İçmeyeceğim, burası iyi.”

Sigarayı gerçekten azaltmaya çalıştığını artık kabul etmiştim. Aksi halde cevabı ‘ben içip geliyorum, sen otur’ olurdu. Oysa içmeyeceğim demişti direkt.

“Tamam,” dedim keyiften ölüyor olduğumu dışa yansıtmadan. Kahvemden bir yudum alırken geriye doğru yaslanmıştım.

Ne tam karşılıklı ne de yan yana oturuyorduk. Masanın küçük ve yuvarlak oluşu garip bir konumda kalmamıza yol açmıştı. Ama yüzüne rahatça bakabiliyor olduğum bir konumdaydım.

“Emre amcam hiç aradı mı seni?” diye sordum bir dakika bile sürmeyen sessizliğimizi bıçak keskinliğinde bir soruyla bölerek.

Amcamı soruş nedenim açıktı. Dedemlerden ayrılırken, iki gün önce, bana ‘durumu halledeceğini’ söyleyen kişiyi soruyordum babama. Nikolos’u bulacağını, benim tedirgin olmama gerek kalmayacağını söylemişti. Sadece biraz sabretmem ve bu süreyi güvende olduğumdan emin olarak geçirmek için pek yalnız kalmamam gerekiyordu.

“Aramadı,” dedi bakışları donuklaşırken. Konuyu Nikolos’a getirmek ve onun keyfini kaçırmak, şimdi benim de keyfimin ortadan kaybolmasına sebep olmuştu. Ama elimde değildi. Başka bir şeylerle oyalanıyor görünsem de her boş kaldığım anda zihnim bana kırmızı alarmlar yakıp bu konunun altını çiziyordu.

Nikolos bu şehirdeydi, üstelik benim ne zaman nerede olduğumu bilebilecek kadar yakınımdaydı. O akşam dedemlerin arka sokağında bir anda yolun karşısındaki arabada belirmesi bir tesadüf olamayacak kadar ürkütücüydü.

“Ararsa, iyi ya da kötü olan her şeyi bana da söyle.” dedim rica eder gibi. “Hiçbir şey bilmemek, bana çok fazla senaryo kurduruyor. Kötü de olsa gerçeği bileyim, olur mu?”

“Sen her şeyin iyi olduğunu düşün, ben senin için her yolu iyiye dönüştüreceğime söz veriyorum. Sözlerim senin için güvenilir mi?”

“Sözlerin benim için güvenilir,” dedim kuru bir ‘evet’ ile geçirmek yerine onu tekrar edip kendimden emin bir şekilde konuşarak. “Ama durum sözlerinin gerçekleşemeyeceği kadar karmaşık, ben küçük bir çocuk değilim. Kötü olan her şeyden kaçırılıp kandırılmama gerek yok.”

“Sen küçük bir çocuk olmayabilirsin, ama benim küçük kızımsın Despina. Benim küçük bebeğimsin, şimdi gerçekten küçük bir bebek gibi davran ve her şeyi çözmesi için babana güven.”

Gözlerimi kırpıştırdım peş peşe. Konuştukları uyumadan önce dinlenilen, güzel rüyalar çağıran masallar kadar sakin ve güven vericiydi. Benden ona güvenmemi istemesi çok uçarı değildi, her zerresinden güven akıyorken ona güvenmemem asıl garip olan olurdu.

“Anlaştık mı?” diye tekrarladı. Onay beklediğini bildiğimden daha fazla direnmedim. Başımı hafifçe salladım. “Anlaştık,” diye mırıldanarak da sesli şekilde eşlik etmiştim onayıma.

Bir süre sessizce kahvelerimizi yudumladık. Bakışlarım sık sık ona çarpıyor, onun elalarını ise genellikle düşünceli şekilde masaya ya da alakasız bir köşeye takılı halde buluyordum. Güzel başlayan günü kötüye çevirdiğimi düşünmenin ağırlığı omuzlarıma bindiğinde bedenim küçülürmüş gibi yerime sindim. Omuzlarım düşmüştü.

“Spor salonunda olduğumuz için bu kafede tatlı yok, eve giderken tatlı hakkını kullanırsın.”

Dakikalar sonra babamı duyduğum ilk an buydu. “Tatlı yemeyi çok sevmiyorum ki,” dedim. Aramazdım tatlıyı.

“Kahve içerken yanında bir şeyler arıyorsun, sade içmek hoşuna gitmiyor.”

Az önce omuzları çöken bir başkasıymış gibi yüzümün aydınlandığından emindim. Dudaklarım kıvrılırken gülümsemem büyüdükçe büyüdü. “Evet,” dedim unuttuğum detayı hatırlattığında. “Kahveyle bir şeyler yemeyi seviyorum.”

“Unutsam da hatırlat o zaman eve giderken, arabada yersin. Eve götürünce Özgür sana bırakmıyor.”

Kıkırdadım. Özgür evdeki herhangi bir yiyeceğin en büyük tüketicisi oluveriyordu. Bir tek kahveli şekerlerimi ondan korumama gerek olmuyordu. Şansıma o şekerli sevmiyordu çünkü.

“Ama ona da alalım,” dedim başımı yana doğru eğerek.

“Abin olmadan yiyemiyorsun yani,” dedi ilk kelimeyi bastırarak söylerken. Dün geceye ima yapıyordu. Hiç duraksamadım. Başımı salladım yine olumlu anlamda. “Evet, o da yesin. Yazık kocaman bedeni doymuyor bir türlü.”

Babam başını geriye atarak güldü. “Yan yana değilken birbirinize böyle olup, yan yana geldiğiniz her an nasıl tartışabilirsiniz ki?”

İki avucumu birden çenemin altına yaslayıp masada ona doğru yaklaştım. “O da ben yokken beni mi düşünüyor böyle, ne diyor, ne zaman dedi, ne zamandır diy-…”

“Yavrum nefeslen, nefeslen anlatacağım ben her detayı tamam.”

Söylediğine uyarak derin bir nefes aldım. Bir saniye daha dursa sorularım bitiyordu zaten, azıcık sormuştum ne vardı?

Babamın detayları anlatmasını beklerken buraya doğru hızlı adımlarla yaklaşan bedeni gördüğümde kaşlarım merakla çatıldı. Babam sırtı dönük olduğundan bir şey görmüyordu ama benim bakışlarım arkaya takılı kalınca ve ifadem de değişince direkt geriye dönüp benimle aynı noktaya baktı.

Bize doğru gelen kişi, öğrenciler arasındaki tek kız olandı. Babam, “Ne oluyor Zeynep?” diye seslenerek ayaklandığında adını da öğrenmiştim.

Zeynep yüzündeki anlamlandırmakta zorlandığım ifadeyle yanımıza vardı. “Hocam bi’ gelebilir misiniz?” derken kaçamak bakışlarla bana bakmış ama yüzümde bakışları fazla oyalanmamıştı.

Babam da haline anlam verebilmiş gibi görünmüyordu ama uzatmadan hafifçe ona yaklaştı. “İçeri mi geleyim?”

Zeynep hızlı hızlı başını salladı. Babam burnundan uzunca bir nefes vermiş, ardından bana dönmüştü.

“Gel sen de Despina. Burada kalma tek.”

Telefonumu alıp kalktım yerimden. Zeynep bir şey diyecek gibi olmuş ama son anda vazgeçerek dudaklarını birbirine bastırmıştı. Önde o ve babam, biraz arkalarında da ben olacak şekilde yürüyorduk. Hızlı adımlar atıyorlardı, yetişmek için koşturmak yerine sakince takip etmeye karar vermiştim.

Ringlerin olduğu kısma geçiş yaptığımızda ne göreceğimize dair bir fikrim yoktu. Her şey bıraktığımız gibi görünüyordu.

Öğrenciler küçük bir kalabalık halinde bir arada ve ringlerden birinin hemen yanındaydılar. Onların biraz ilerisinde, hafif uzakta ayrı bir yerde ayakta dikiliyor olan Pars’ı fark ettiğimde neden babamın buraya çağırıldığını da yarı yarıya anlamış sayılırdım.

Burnundan soluğunu buradan beri gördüğüm beden, derin nefesler alıyor gibi görünüyordu. Göğsü hızla şişip yeniden sönüyor ve bu döngü durmadan devam ediyordu.

İlerledikçe görüntüde her şey yerli yerine oturuyordu. Az önce bir farklılık yok dediğim kalabalığa yaklaşmamız, kalabalığın ortasında duran ve ismini son anda hatırladığım Doruk’un kanayan burnunu görmeme neden olmuştu.

Korkuyla iç çektim. Burnundan fazlasıyla kan geliyordu. Dudaklarına doğru akmaması için elinin tersiyle silip dursa da pek işe yarıyor gibi değildi.

“Ne bu hal?”

Babam üç kısa kelimeden ibaret sorusunu sorduğunda bağırmadığı halde sesi içeride yankılanmıştı. Geldiğini fark eden kalabalığın bakışları babamı ve dolayısıyla beni bulduğunda hepsinin yüzünde bambaşka ifadeler geziniyordu.

Kimsenin sesi çıkmadı. Babam daha da yakınlarına ilerledi. Pars ve kalabalık arasında bir noktada, ortada durdurdu adımlarını. “Bu ne hal dedim, Pars.”

Bu kez direkt Pars’ı hedefe alıp konuştuğunda benim bakışlarım o konuşmadan önce zaten çoktan Pars’a çevrilmiş haldeydi. Daha önce böylesine öfkeli bir haliyle karşılaştığım olmamıştı.

“Bir şey olduğu yok abi, ders bitti.”

Boğuk bir sesle konuşurken cevap verdiği kişi babamdı ama sanki soruyu Doruk sormuş gibi koyu mavileri onun olduğu tarafa dönüktü.

“Pars ve Doruk dışında kimseyi görmeyeceğim, on saniye içinde kaybolun.” İkinci kez tekrarlamasına gerek duyan tek kişi arkadaşını yalnız bırakmak istemeyen Arda’ydı. Ama biraz sonra o da babamın tek bir bakışıyla bu ısrarını sonlandırıp diğerlerini takip ederek dışarı çıkmıştı.

Artık içeride karşı karşıya ama uzun mesafeyle duran Pars ve Doruk, aralarında duran babam ve onların gerisinde kalan benden başka kimse yoktu.

“Ne bok yiyorsunuz siz? Ne bu, lise mi lan burası?”

Babam tükürür gibi, sinirle konuşurken bir yandan da fazlasıyla sakindi. Sırayla bir Pars’a bir Doruk’a bakıyordu.

Kalbim ağzımda atıyorken buradan çıkma isteğiyle doluydum. Pars’ın bu şekilde Doruk’a saldırması beni ürpertmişti. Gördüğüm kan bedenimin uyuşmasına yol açıyordu.

“Çenesini gevşek unutmuşlar bu arkadaşın, ayar çekeyim dedim. Kötü mü olmuş abi?” Pars büyük bir alayla ama dümdüz bir ifade eşliğinde konuşurken parmaklarımı taytımın üzerinden üst bacağıma sapladım. Dikkatimi dağıtmayı ummuştum. Pars’ı zihnimde böyle kodlamak istemiyordum.

Babam duraksadı. Doruk’a baktı. “Ne söyledin de burnundan oldun, çenenin ayarı niye yok oğlum senin? Bir saat önce ne anlatıyordum ben sana?”

Pars sinirle saçlarını çekişti. “Oğlum deme şu piçe, kafayı yiyeceğim şimdi.”

Tüm bunlar yaşanırken asla konuşmuyor olan Doruk fazlasıyla dikkat çekiyordu. Kendini savunacak ya da en azından Pars’a karşılık verecek hiçbir şey söylemiyordu. Tanışma anımızdaki tavrıyla bu hali hiç uyuşmuyordu.

“Rahat dur Pars!” diye bağırdı birden babam. Sabrının taştığı bu patlamadan anlaşılıyordu.

“Bu sikik rahat dursun önce, kimin hakkında ne dediğine dönüp baksın. Konuşamayacak hale getirmeyeyim.”

Pars’ın bir canavarmış gibi konuşmasını hiç ama hiç sevmemiştim. Babamın kasıldığını omuzlarından görüyordum. Doruk’a dönük kalmaya devam etti. “Ne dedin, Doruk?” diye sordu sakince. Ama ne ifadesi ne de bedeni sakin görünmüyordu.

Doruk sustu. Geldiğimizden beri yaptığı gibi sustu. Gözlerinde ne pişmanlık ne de öfke vardı. Sanki haklı ya da haksız olması umurunda değildi.

Pars’ın öne doğru atılmasıyla gözlerimi sıkıca yummak için hazırladım kendimi. İlerlediği yerin Doruk’un yanı olduğuna kendimi odaklamıştım.

Pars’ı yanımda, büyük avuçları birden sıkıca kulaklarımı örterken bulmayı beklemiyordum. Kulaklarıma elleriyle sıkıca bastırdığında birkaç saniye beynimde uğultudan başka bir şey yankılanmadı.

Kulaklarımı açması için bileklerine tutunacağım sırada dudakları kıpırdadı, benim duyamadığım bir şeyler söyledi. Söylediklerini duyamadığım için en azından etkisini görebileyim diye babama ve Doruk’a baktım. Aynı anda da Pars’ın güçlü bileklerine yapışmış ve kendimden çekmeye çalışmıştım.

Babamın yüzünde, belirmek için can atan yoğun bir his doğurtmuştu Pars söyledikleriyle. Babam kendisini o kadar sıkıyordu ki o hissi anlayamıyordum. Duvar gibi bir yüzle, ifadesiz bir biçimde duruyordu şu anda.

Pars ellerini kulaklarımdan benim çabamla çekmese de birkaç saniye sonra kendi isteğiyle indirdi.

“Dışarı çıkar,” dedi babam düz bir sesle. “Despina’yı dışarı çıkar, geliyorum.”

Pars babamı duyduğu anda sırtıma avucunu bastırarak beni geriye doğru çevirmeyi ve çıkışa yönlendirmeyi denedi. Tüm gücümle direnip yerimde kalmaya çalıştım.

“Gitmeyeceğim,” dedim panikle. “Ne oluyor?”

“Bir şey olduğu yok, bebeğim. Geleceğim, Pars seni arabaya götürsün.”

Sesinde anlaşılır hiçbir farklılık yoktu ama yüksek bir gerilim hattına kapılmış gibi hissediyordum. Gerilimin bir kısmı yanımda avucunu sırtıma bastıran bedenden, kalanı ise biraz uzağımızdaki diğer bedenden yükseliyordu.

“Gitmeyeceğim,” dedim tekrar. Az önce kulaklarım kapalıyken Pars ne söylemişti ve babam şimdi Doruk ile yalnız kalmaya çalışıyordu?

“Pars.” dedi babam sadece. Hangi amaçla yalnızca adını seslendiğini anlayamadığım anda sırtıma yaslı olan avucu hareket edip tüm koluyla sırtımı sarar hale geldi Pars.

Asla canımı acıtmayan ama direnemeyeceğim kadar da kuvvetli bir biçimde beni resmen itmeye başladığında onu itmeye çalıştım. Boşaydı, boşu boşuna güç harcıyordum.

“Lütfen bırak,” diye mırıldandım artık onları göremeyeceğimiz kadar ilerlemişken. “Neden çıkmamı istedi? Senin yaptığına devam mı edecek?”

Son sorumu büyük bir rahatsızlıkla sormuştum. Bu ihtimali sesli olarak dile getirmek bile istemiyordum.

“Nerede bıraktınız arabayı, dışarıda mı?”

Ben hiç konuşmamışım gibi alakasız bir soru sorarak sinirlerimle oynayan Pars’a delirerek olduğum yere sıkıca bastırdım ayaklarımı. Beni kıpırdatmak için daha fazla güç uygulaması gerekecekti, uygularsa da muhtemelen sırtımı acıtacaktı. Bunu yapmayacağını biliyordum.

Beni, bunu bilmeye iten neydi bilmiyordum ama Pars’ın canımı acıtmayacağını biliyordum. Az önce bir adamın burnundan bir avuç kan akıttığına şahit olmuş olmama rağmen Pars’tan korkmuyordum. Nedendi?

“Neden vurdun Doruk’a?” diye mırıldandım. Göz ucuyla iki yanında duran ellerine baktığımda sol elinin parmaklarına hafifçe kan bulaştığını görmüştüm.

Ortalama bir insanın yumruğu bu kuvvette etki yaratmayabilirdi ama boksördü, vurduğu yumruğun karşıda nasıl bir etki bırakacağını herkesten iyi biliyordu. Bile isteye vurmuştu o darbeyi.

“Adını unut, Despina.” derken bakışlarımı yavaşça yüzüne çıkarttım. Karşı karşıya duruyorduk şimdi. “Adını da varlığını da unut, hatta az önceyi de unut.”

Yanakları hafifçe içe doğru çekilmişti, yüzünün kaskatı olduğunu çenesinden de anlayabiliyordum.

“Neden vurdun, Pars?” dedim inatla. “Burnunu kırmışsın neredeyse, bu musun sen? Bana, nasıl bir adam olduğumu bilmiyorsun demiştin daha önce; böyle bir adam mısın, bilmediğim kısım bu muydu?”

Gözlerini doğru düzgün kırpmadan gözlerime dikmiş, hiç kıpırdamadan bana bakıyordu. Gözlerimde bir şey mi görmeye çalışıyordu bilmiyordum.

Onu kışkırtmaya çalıştığımın ve az önce söylediklerimin tamamen onu konuşturmak için olduğunun farkında değildi. Bir nedeni olduğuna inanıyordum, o nedenin varlığına inanmasaydım şu an yanı başında güvende hissedemez ve çoktan hızla yanından uzaklaşmış olurdum.

“Konuşmayacaksın,” dedim belki de otuz saniyeden fazla bekledikten sonra artık kabullenerek. “Tamam, konuşmayalım o zaman.”

Babamın arabayı bıraktığı noktayı hatırlamak için kendimi zorladım. Birkaç saniye sonra sağa doğru ilerlemem gerektiğini bulduğumda tereddüt etmeden oraya doğru adımladım. Başka hiçbir şey söylememiştim.

Hızlı sayılamayacak adımlarım, Pars tek bir adımda kendini önüme attığında durmak zorunda kaldı. “Gidemezsin,” dedi dümdüz bir suratla. “Öylece yanımdan gidemezsin, beni keyfine göre bırakabileceğin bir anda değiliz minik t-…”

“Sakın!” dedim sertçe. “Adımdan başka hiçbir şekilde seslenemezsin bana, basit bir cevabı bile veremeyen birine böyle bir hak tanımayacağım. Afrodit yok, minik tanrıça hiç yok, sadece Despina.”

Güldü.

Sahte bir gülüş değildi, alaycı bir gülüş de değildi. Yüzü gerçekten aydınlanır hale gelecek şekilde güldü.

“Vazgeçirsene,” dedi sessizce. Aramızdaki boy farkını kapatmak için başını aşağıya doğru eğmişti aynı anda da. Önümde 1.96’lık bir direk durduğunun zaten farkındaydım ama farkı kapatmaya çalıştığında daha da göze çarpar hale getirmişti bu durumu.

Başını eğmesiyle yüzü de yüzüme yaklaşmıştı. Başımı geriye atmış, ona bakıyor olduğum için yüzünün bana yaklaşışını kucak açarak karşılamış gibi olmuştum. “Beni sana bunları söylemekten vazgeçirmeyi bir denesene, lütfen.”

Titredim. Açıkça belli olan, bedenime yansıyan bir titreme değildi ama içim resmen titremişti. Kısık sesle, yüzü yüzümün dibindeyken böyle kendinden emin konuştuğunda ona karşı zaten titremeye hazır olan içim direkt kendinden geçmişti.

“Koca bir denizi gözlerinde saklıyorken, o gözler bana ilk çarptığından beri ben çoktan dibe batmışken; beni bir vazgeçirsene sen her şeyden.”

Dudaklarım refleksle aralandı. Bir şeyler söyleyecekmiş gibi yapmıştım bunu ama dilimden bir şey dökememiştim.

“O söylediğiniz boktan yalan olmasaydı eğer, bu kadar süreyi bile beklemezdim; sen bunun nasıl farkına varamıyorsun? Özgür’ün sevgilisi olduğunu kendime hatırlatıp dururken nasıl kıvrandığımı kaç kez fark ettin, Despina?”

Çok kez, dedim içimden cevaplayarak. Çok kez fark ettim, seninle Özgür’e aşıksın sanırım diyerek en az üç kez alay ettim hatta.

“Tek derdim kız kardeşimin aşk acısı çekiyor olması mıydı? Bu sebepten mi delirdim ben?”

Sesini hiç yükseltmeden, sadece benim duyabileceğim kadar çıkarttığı sesiyle konuşuyordu. Nefesi yüzümü sıyırırken bu kez içimden değil, her zerremle titredim.

Özgür’ün beni Pars’ın maçını izlemeye götürdüğü geceden beri yaşanan, içinde Pars’ı barındıran her anıyı hızla önüme döken zihnim onun dediklerini doğrularken gözlerimi birkaç kez yavaşça kapatıp açtım. “Sen,” dedim fısıltıyla. Devamını getiremedim, getiremeyeceğimi de fazlasıyla belli ettiğimde o üstlendi yine konuşma sırasını

“Ben, hisleriyle savaşmayı deneyecek bir aptal değilim; o hisleri dile getiremeyecek bir korkak ise hiç olmadım.” Yüzünü biraz daha bana doğru eğdi. Hiçbir noktadan teni tenime temas etmiyordu ama öylesine yakınımdaydı ki birbirimizin alıp verdiği nefesler havada karışıp yeni nefesler olarak yine bize dönüyordu.

“Günlerdir seni ürkütmemek için elimden geldiğince her şeyi yumuşatmaya çalışıyorum, seni bana alıştırmaya çalışıyorum. Ama belli ki bu yöntem işe yaramıyor, minik tanrıça.”

Yutkundum. Boğazımda bir şeylerin rahatlayacağını ummuştum ama bu bana çare olmamıştı. “Bundan sonra benden yumuşatılmış hiçbir şey bekleme.”

Tehdit eder gibi konuşuyordu. Beni mahvedecek gibi konuşuyordu ama elindeki silahın ‘aşk’ olduğunu iddia ediyordu. Eğer ben söylenilenleri doğru algılıyorsam tam olarak bu gerçekleşiyordu.

Yüzümü birkaç santim öne itsem, burnum çenesine sürtünürdü. Bunu yapmam için beni dürtüp duran hangi köşemin içgüdüsüydü bilmiyordum ama direndim.

“Şimdi,” dedi başını hafifçe iki yana sallayıp. “Benden cevap istiyorsun öyle mi?”

“Evet,” dedim birkaç harfi zar zor mırıldanırken.

“Senin adını, değil o piçin andığı aşağılık şekilde, herhangi bir şekilde kimse ağzına alamaz. Gözüm öfkeden bulanmış sanırım o sırada, hedefim o sikik çenesiydi. Kırık çenesiyle bir daha ne söylemesi gerektiğine dikkat ederdi.”

Söylediklerini anlamayı tamamladığımda yerimde sarsılmıştım. Konu ben miydim? Onu, bunu yapmaya iten neden; dakikalardır duymak için yalvarır hale geldiğim neden kendim miydim?

“Unutmadan,” dedi bana tepkimi sesli olarak dile getirme fırsatı vermeden. “Bir şansım daha olsaydı, yine yüzünü yamulturdum onun. Bir gram pişmansam eğer adım Pars değil.”

Burnumu çektim hafif bir biçimde. Anlamsızca yüzüne baktım. “Ama adın Pars,” dedim kafam karışmış halde. Son söylediği ne demekti? Anlayamıyordum ki, böyle bir anda bile Türkçemin yetmeyeceği kalıplarla mı uğraşıyordu?

Afalladı. Afallayışı kısa sürdü ama yüzünden kalıntıları hemen silinmiş değildi.

“Gel buraya,” dedi sakince. Ben nereye gelmemi istediğini anlayamadan beni belimden sıkıca tutarak kendisine doğru çekmişti. Yüzüm omuzunun biraz altına yaslandığında nefesimi tuttuğumu son anda fark ettim. Nefes almaya yeniden başladığımda ise birden kokusuyla çevrelenmiştim.

Saçlarım çenesini ve yanaklarını kaplayan seyrek sakallarına dolanırken burnunu başımın tepesine sürttüğü hissettim. Derin bir nefes almış, bir nevi iç çekmişti.

“Nasıl böyle hissettirebilirsin?” diye mırıldandığını zorlukla duyabildim. Kendi kendine konuşuyordu. “Küçücük bir bakışınla nasıl ölü bir ruhu canlandırabilirsin? Bir tanrıça kadar büyülüsün, ben sana seslendiğim şekiller konusunda çok haklıyım Afrodit.

 

~

 

“Tekrar içeri gelip ona vurmaması içindi,” dedim ellerimin dolu olmasını fırsat bilerek. Yanağıma uzatabileceğim boşta kalan üçüncü bir ele sahip değildim. Yalanımın patlamaması için gayet yeterliydi.

“İçeri gelmemesi için yılan gibi birbirinize dolanmanız mı gerekliydi?”

Pars’ın kolu belimde ve benim de yüzüm göğsündeyken birden yakınımızda beliren babama beni yoğun his bulutundan kurtardığı için teşekkür edebilirdim. Ancak o an kendisi beni tutup arabasına atmak ve olduğu yerde kalan Pars’a çöp görmüş gibi bakıp durmak ile meşgul olunca teşekkür edecek vaktim olmamıştı.

Arabaya binip eve doğru yola koyulduğumuzda yol boyunca yerime sinmiş ve sessizce beklemiştim. İçeride ne olduğunu sormak istiyordum ama babamın sağ elinin üstündeki hafif izler ne olduğunu açıkça görmeme yettiğinden sesimi çıkartmamıştım.

Şimdi ise eve çoktan varmıştık, babamın başı ağrıdığı için ben ona Türk kahvesi yapmakla uğraşıyordum ve o da mutfak masasında beni izliyordu.

“Ben yılana mı benziyorum?” dedim üzgünce. “İğrenç miyim?”

Duraksadığını hissettim. Arkama dönüp ona bakmadım, bu şekilde yüzümü görmesinden kaçınıyordum.

“Hayır, hayır yavrum niye iğrenç olasın?”

“Öyle dedin,” diye mırıldandım. “Yılan dedin bana.”

“Sana demedim, Pars’a dedim.”

“Yok,” dedim omuz silkip. Kaynamak üzere olan kahvenin içinden köpükleri ayırıp fincana dolduruyordum bir yandan da.

“Küçük ceylanımsın sen benim, niye yılan diyeyim Ahu’m ben sana?”

Fincanı hızlı hızlı doldurup ocağı kapattıktan sonra arkama döndüm. Kollarımı kocaman açıp babama doğru ilerledim. “Barışmak için sarılabiliriz o zaman.”

Başını hafifçe omuzuna eğerek hızla değişen -daha doğrusu değiştiğini sandığı- ruh halimi inceledi. Hızla affetmiş olmam şüphe çekmişti sanırım.

Hiç oyalanmadan yanına vardım. “Sarılmayacak mısın?”

“Yok,” dedi omuz silkip. “Beni kandıranlarla sarılmıyorum.”

Ayıplar gibi elimi ağzıma kapattım. “Ne?”

“Devam et sen, Özgür gibi kovalayacağım şimdi seni evde. Bekle.”

Kıkırdadım. Pes edip tezgâhtan fincanı alıp önüne bıraktım. “Tamam sarılmayalım, ben birazdan abim gelince ona sarılırım.”

İçli içli ‘abim’ demiş ve bolca bastırmıştım o kısmı.

“Az kaldı,” dedi büyük bir yudum aldığı fincanı dudaklarından uzaklaştırırken.

“Neye az kaldı?” dedim heyecanla.

“Bana ‘baba’ dediğini duymama az kaldı değil mi?”

Gün geçtikçe benimsediğim kişiler, yerler, eşyalar artıyordu. Her şeyi daha çok sevmeye, her şeye daha çok bağlanmaya hiç durmadan devam ediyordum.

“Bilmem,” dedim yalandan kaçınarak. Gerçekten bilmiyordum çünkü. Başlarda babama olan küskünlüğümle başlayan ve onun dışında isteyen herkese istediği şekilde seslenmeme yol açan inadım engel olmuştu baba dememe.

Halam, amcam, dedem ve en sonunda da Özgür’e abi dememle birlikte beklentisi olan herkesi sıradan çıkartmıştım. Geriye beklentisi en fazla olan kişi kalmıştı.

“Gelsene bir yanıma, sır vereceğim bir tane.”

Hızlı hızlı yanına adımladım. Ne sırrıydı acaba? Kimseye söylememem gereken bir sır mıydı? Başka biri biliyor muydu?

“Ver, neymiş sır?” Gözlerimi peş peşe kırpıştırarak sorduğum sorum, aklımdakiler yüzde onunu bile karşılayamayacak kadar kısaydı.

Bacakları birbirinden biraz ayrık şekilde oturuyordu. Beni çekip düşürdüğünde sol dizine yan bir biçimde oturmak zorunda kalmıştım. Yerim gayet rahat ve güvenli olduğundan hiç garipsemeden bir dirseğimi omuzuna yasladım. Yüzüne dik dik bakıyordum. “Hani sır?”

“Sen bana baba diye seslendin, Ahu. Bundan sonraki seslenişin ilk olmayacak.”

Komik miydi? Sır vereceğim diye yalan söylüyordu.

Kaşlarımı çattım. “Yo,” dedim kendimden emin bir şekilde. Başkalarına ondan bahsederken ‘babam’ diyordum ama kendisine asla söylememiştim bunu.

“Hı hım, yo tabii.” derken hafifçe gülümsüyordu. Hiç uzatmamıştı, beni kendisine doğru çekip omuzuna yatırırken aklım koca bir karmaşanın ortasındaydı.

Gerçekten söylemiş olabilir miydim? Farkında olmadan mı söylemiştim acaba? Ama o zaman da tepki vermiş olması gerekirdi ve ben babamı şaşırttığım böyle bir an asla hatırlamıyordum.

“Ne zaman söyledim ki?” dedim fısıltıyla. Aklım çok karışmıştı.

“Orası bana kalsın, bana ‘baba’ diye seslenmek istediğini ama bir şeylerden dolayı kendini sıktığını düşünüyorum. Erteledikçe seni daha da zorluyor bu belli ki. Daha önce söylediğini bil, daha önce içinden bana bunu söylemek geldiğini bil diye hatırlattım.”

“Tamam,” diyebildim sadece. “O zaman ben biraz düşüneyim.”

“Düşün bebeğim.” dedi yanağım omuzuna yaslıyken dudaklarının dibine denk gelen alnımı öpüp.

“Kimin bebeği?” dedim onu haklı çıkartarak tıpkı bir bebek gibi.

Burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Babasının bebeği, babasının nazlı bebeği.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm