Gözyaşı Kadehleri 33.Bölüm

 33.BÖLÜM



!Önemli bir rica: Bölümü lütfen cümleleri atlamadan, yavaş yavaş okuyun. Bir satır atlamanızın bir dolu detayı kaçırmanıza neden olabileceği bir bölüm çünkü.

Kafanız karışmasın her şey yerli yerine varsın ve hissederek okuyun istiyorum. Özellikle bölümün ikinci yarısı için ricamı dikkate alırsanız çok sevinirim <3

İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

 

Nefeslensem de ciğerlerime varamayan hava yüzünden kıvranırken bakışlarımı son bir gayretle gözlerine diktim.

Kolunda asılı duran elimi yavaşça kaydırıp avucuna indirmiş, onu durdurmak için daha sağlam bir yol buldum sanarak elini tutmuştum.

Tutuşumdan kaçmadığında rahatça nefeslenmeye çalıştım.

Gitmiyordu.

Buradaydı.

“Korktum,” diye mırıldandım usulca. “Her şey… Her şey oyunun parçası sanıp çok korktum.”

Bakışlarındaki karartı kaybolmadı, sahip olduğu katı ifadesi hiç değişmedi.

“Oyun hiç bitmedi,” dedi dümdüz bir sesle. Onunla dün tanışmışım da kalbim nefrete bulanmış gibi aklım aylar öncesine esir olurken yutkundum.

Dilindeki bıçakla beni korkutması yetmemiş olacak ki dudakları bıçağı sertçe göğsüme saplamak için bir kez daha aralandı.

“İstediğini almadan yolundan dönecek bir adam değilim. Söylemiştim Seray; sana ‘gerekirse seni bile inandırırım’ demiştim.”

Ve inanmıştım. Delice, öylece…

Başarmıştı.

 

 

- 1 gün önce

 

 

“Bu çember genişlemek yerine sürekli böyle daralacak mı?”

“Bu tarz soruları kocana ilet, n’olur. Senin dilinden o anlıyor.”

Kollarımı göğsümde kavuşturup arkama doğru yaslandım. “Levent…” dedim sakince. “Yeminim olmasa seni şu köşede boğmak isterdim.”

Keyifli bir ifadeyle kaşını kaldırdı. “Hipokrat sağ olsun.”

“Hayır,” dedim başımı sallayarak. “O yemin değil. Cevahir yanımızda o yokken sana saldırmamam için bana yemin ettirdi, izleyemezse çok üzülürmüş çünkü.”

Levent bir iki saniye boş boş suratıma baktıktan sonra ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Anlık da olsa ruh halimi değiştiren bu keyifsizliğine sırıttım.

Bahsettiğim çember, içinde sıkışıp kaldığım güvenlik çemberiydi.

Hastalarımla uğraştığım anların dışında hayatım tamamen Avcıoğlu erkekleri ve onları aratmayan Teoman tarafından çepeçevre sarılmıştı. Cevahir’i, Levent’i, Teoman’ı kabullendim derken bir ara Ecevit Avcıoğlu tarafından dahi çocuk gibi takip edildiğimde iyice devrelerim yanmıştı.

İlk ve sondu zaten. Ecevit amca benim delirmiş halimden sanıyorum ki etkilenmiş ve bir daha görev üstlenmemişti. Onun yerine oğlu fazla mesai yapıyordu.

“Çıkalım o zaman,” dedim sandalyemi geriye iterken. “Sorularıma cevap vermesi gereken kişiye gidelim.”

“Açık açık kocama götür beni diyebilirsin, yabancı değiliz.”

Ayağa kalkmadan önce çantamı açıp içindeki küçük kutuda duran yüzüğü çıkarttım. Yüzüğümü parmağıma geçirirken aceleci değildim. Gün boyu eldiven takıp çıkarttığım için benimle olmayan ancak evde bırakmadığım, bunun yerine hastanedeyken çantamda taşıyıp akşamları tekrar taktığım yüzüğüm bu seremoniye alışkındı.

Bugün Cuma’ydı. Dolayısıyla Pazartesi sabahına dek yüzüğüm parmağımda olacaktı.

Yüzük, parmağımdaki yerini bulduktan sonra elimi havalandırıp Levent’e doğru gösterdim. “Kocama götür beni,” dedim onun alaya almaya çalışışını boşa çıkartarak. Gayet sakin karşılamış, sinir topuna dönmemiştim. Levent’in iletişim dili ‘sinir bozmak’ olduğundan, bu tepkimi sevmiş görünmedi.

Elini geçiştirir gibi salladıktan sonra ayaklandı. Ben de kalkıp arkasından onu takip etmeye başladığımda odamdan çıkmış ve yürümeye başlamıştık.

Asansöre bindiğimizde, aslında bir süredir aklımda olan ancak gündemden kopup bir türlü Levent’le uğraşmaya fırsat bulamadığımdan ertelenen cümlelerim için dudaklarımı araladım.

“Beste’yle nasıl aranız?” dedim havadan sudan bahsedermiş gibi. “Eğleniyor musunuz? Senin onunla eğlenesin vardı en son.”

Levent başını ani bir hareketle bana çevirdiğinde gözlerimi kırpıştırdım sadece. Yanlış bir şey mi söylemiştim?

“Engeli kaldırdığını biliyorsun..?” dedi sorgular bir tonla.

“Kulağıma geldi,” dedim asansör hareket etmeye devam ederken. “Hayati tehlikemi bahane edip kendini Beste’ye acındırmana bayıldım bu arada, ışıl ışıl bir zeka örneğisin.”

Söylemlerimde bir nebze de olsa ciddiydim.

Levent, Beste’nin ilk adımdan diktiği duvarları beni kullanarak bizzat kendisine yıktırmıştı. Beste’nin avukat olmadığı ve benim tehdit altında kalmadığım bir senaryoda Levent’in o engelden kaçma imkânı yoktu bana kalırsa.

“Sana zaafı var gibi,” dedi Levent bakışlarını kısmış yüzüme bakarken. Dudaklarımı kıvırdım. Hatırım vardı Beste’de. Geçmişten kalma, bugün daha anlamlı gelen o hatır hem ondaydı hem bendeydi.

“Sana mı zaafı olmasını isterdin?” diye sorarken ben cevap alamadan asansörün kapısı açılmıştı. Levent beni beklemeden dışarı adımlayınca peşine takıldım kuyruğu gibi.

“Nerede insan sevmez bir deli varsa sana zaafı oluşuyor, yöntemin tam olarak nedir?”

İnsan sevmez deliden kastımız Beste ve Cevahir’di anladığım kadarıyla.

“Paylaşamam,” dedim iç çekerek. Arabaya binene kadar susmuş, bindiğimizde de kıvranmaya devam etmesi için suskunluğumu sürdürmüştüm.

Beste ile ilgili bir şeyler söylesem beni hevesle dinleyeceği belliydi. Ona yaklaşmak, indirttiği duvarların ortadan kaldırdığı sınırı adım adım değil de koşarak aşmak istiyordu. Beste bunun için doğru bir seçim değildi, bu gerçeği görmezden geliyordu.

Yanlış kapıyı zorladığını anladığında çok geç olmamasını diliyordum. İki yetişkinin ilişkisine bundan fazla karışabilecek kadar ne bilgim ne de gücüm vardı.

Araba eve ulaştığında Levent’e içeri gelmesi için kısa bir teklifte bulunsam da pek aldırmadı. Sanırım suskunluğumu sürdüreceğimi kesinleştirdiğinden eve gelip şansını zorlamayı hiç düşünmemişti.

Bahçede karşıma çıkan güvenliğe selam verip yanından geçtikten sonra evin kapısına yöneldim.

Eve girmem ve sonrasında kendimi küvete bırakıp uzun bir süre oradan çıkmamam sonucu sarındığım bornozumla banyodan dışarı çıktığımda yatakta yüzüstü yatan bir Cevahir ile karşılaşmıştım.

Sabah giydiği takım elbisenin sadece pantolonu üstündeydi. Üst bedeni çıplak halde yatağa gelişigüzel uzanmış, yüzünü yatağın rastgele bir yerine gömmüştü.

Uyuyor olma ihtimaline karşın sessiz adımlarla ona doğru yaklaştım.

Yatağa bacaklarım çarpacak kadar yakında durduğumda yüzünün bir kısmını görebilir hale gelmiştim. Gözlerinin kapalı olmadığını gördüğümde öne doğru eğilip dibine girdim. Yüzümü yüzüne yaklaştırmıştım.

“Bir şey mi oldu?” diye sordum kaşlarım merakla çatılırken. Onu böyle pili bitmiş görmeye son zamanlara dek pek rastlamadığımdan alışkın sayılmazdım. Son günlerin yoğunluğundan sıklaşmıştı gerçi ama yine de onunla bağdaştıramıyordum bitkinliği. Aklıma gelen başka bir sebeple birlikte elimi kaldırıp alnına doğru bastırdım. Alnıyla yetinmeyip boynuna da dokunmuş, vücut sıcaklığının normal olduğuna kanaat getirince elimi geri çekmiştim.

Yatağa dizlerimin üstünde tırmanıp ayaklarım altımda kalacak şekilde oturduğumda bedenini yan çevirip bana dönük hale geldi.

“Yorgunum biraz,” dedi gözlerime bakarken. Yüzü de söylemini desteklediğinden pek bir şey söylemedim. Yorgun görünüyordu.

“Rahat rahat uzanıp uyusana, yastığına geç.”

“İyiyim böyle,” derken yerinden kıpırdamamıştı. Bakışları yüzümdeydi.

Kendi içinde bir şeylerle boğuşuyor olduğunun farkında olmamam mümkün değildi. Günlerdir böyleydi. Kaç farklı planla, hesapla uğraşıyor olduğunu düşünmek dahi beni yoruyorken onun yorulmaması mantıksız olurdu.

Sessiz kalmaya karar verdim. Bir şeyler sormadım ama yerimden de kıpırdamadım. Yukarıdan baktığım yüzünü izlerken saniyeler dakikalara dönüşmüştü.

Hâlâ bornozla oturuyor olduğumu geç de olsa hatırladığımda yataktan kalkmak için nedenim de oluşmuştu.

Kalkmama tepki vermedi. Gözlerini hiç kapatmamıştı ama uyuyor gibi sessiz ve dalgındı. Sabah uyandığında bu kadar bitkin olmadığından emindim, olsa anlardım. Gün içinde farklı bir şey olmuştu belki de. Bugün Vita’da olmadığı için ne yaşadığını kendisi dışında birinden öğrenebilmem de mümkün değildi.

Üstüme evin içinde rahat edebileceğim bir şeyler giymiş, bakımlarımı yapmış ve en son saçımla boğuşmuştum. Tüm işlerim bittiğinde Cevahir aynı konumdaydı, uyumuyor ancak uzanıyordu.

“Aç mısın?” diye sorarken yatağa doğru yaklaşmamış, odadan çıkmak üzere olduğumu gösterircesine kapıya varmıştım.

Sesli olarak cevap vermek yerine doğrulup yataktan kalktı. Bana doğru geleceğini anladığımda başımı omuzuma doğru eğerek olduğum yerde onu bekledim.

Yanıma vardığında eğilip yüzünü yeni şekillendirdiğim saçlarımın arasına sıkıştırdı. “İstersen çıkalım yemek için,” derken sesi saçlarıma gömülü olduğundan boğuktu. Hafifçe geri çekilip yüzünü görebileceğim hale geldim. Parmak uçlarımda yükselip yüzüne doğru kendimi kaldırdıktan sonra çenesinin kenarını öpmüştüm.

“Gerek yok,” dedim ayaklarımı yere yeniden düzgünce basarken. “Ben hallederim.”

Halletmiştim de.

Kısa bir süre sonra mutfaktaki yüksek sandalyelerde, önümüzde iki ayrı kâse ile oturuyorduk.

Cevahir tabağındaki yeşil yapraklılar yoğunluğunu süzerken ben çatalımla topladığım salata yığınını ağzıma sıkıştırmakla meşguldüm. Üzülmesin diye içine tavuk parçaları da eklemiştim, proteinini de alacaktı işte. Neydi bu surat?

“Beğenmedin mi?” diye sordum ağzımdakilerin çoğunluğunu yutmuşken.

“Yemek öncesi bununla midemi mi ısıtmam gerekiyor?”

“Elimden bu kadarı geldi,” dedim kendimi acındırır bir sesle. Cevahir’in bakışları benimle tabağı arasında gidip geldi, tekrar itiraz etmek için ağzını açmak yerine koca bir çatal salatayı çiğnemeye başladı.

Dudaklarımı birbirine bastırırken başımı eğerek hafifçe güldüm. Biraz daha kendisine işkence etmesini izledikten sonra yerimden kalkıp fırına doğru adımladım.

Tepside duran soslayıp pişirdiğim tavukları tabağa aktarıp önüne bırakana kadar beni sessizce izlemişti.

“Kıvranmamdan zevk alıyorsun,” dedi kabullenmiş bir şekilde.

“Fazlasıyla,” dedim başımı sallayıp yerime geçerken.

Midem yavaş yavaş dolmaya başlamışken Cevahir hızlı bir şekilde yemeğini bitirdiğinden telefonunda bir şeylere odaklanmıştı. Bakışları sık sık bana kayıyor, salatamın bitip bitmediğini kontrol eder gibi tabağımla ağzım arasında bakış gezdiriyordu.

“Bir şey mi söyleyeceksin?” diye sordum sonunda dayanamayıp.

Hiç afallamadı, sormamı bekliyormuş gibi direkt telefonunu bana uzattı. “Baksana bi’ şuraya.”

Çatalımı bırakıp telefonu elinden aldım. Ekranda ne göreceğimi düşünmüştüm belli değildi ancak rastgele bir ev fotoğrafı görmeyi asla beklemiyordum.

Dudaklarımı büküp devamının olduğunu gördüğüm kareleri bir bir geçmeye başladım. Tek katlı, yüksek tavanlı görünen bir evdi. Dışı bolca camla kaplı olduğundan ferah görünüyordu. Fotoğrafları kaydırdıkça önüme farklı farklı ayrıntıları düşmüştü.

“Hoşmuş,” dedim başımı telefondan kaldırıp Cevahir’e bakarken. “Niye bakıyoruz buraya?”

“Beğendin yani..?” dedi onaylatmak ister gibi. Başımı salladım olumlu anlamda.

“Güzel,” dedi öylesine. “Yarın sabah yola çıkarız.”

Anlamsızca gözlerimi kıstım. “Yola mı çıkarız?”

“Ev iki gündür bizim. Hafta sonunu orada geçirelim istedim ve aldım.” Tişört almış gibi konuşması inanılmazdı. “Evi aldıktan sonra mı beğenip beğenmediğimi soruyorsun peki? Nasıl bir sıralama bu?”

“Beğenmeseydin gitmezdik, başka bir yer bulurduk.”

Çözüm odaklıydı ancak çözüm yöntemleri ağzımı çoğu zaman açık unutmama neden oluyordu.

Hafta sonunu evden uzakta geçirecek olmaya dair tek bir itirazım bile yoktu. Öyle sıkışmış ve boğuluyormuş gibi hissediyordum ki yaşanacak olan hiçbir değişime sesim çıkmazdı.

“Nerede bu ev?”

“Çok uzak değil, İstanbul çıkışında sayılır.”

Aldığım cevap kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Şehirden bile ayrılmayacaksak bu planın nedeni neydi?

“İstanbul’dan İstanbul’a gidiyoruz yani,” dedim sorgular gibi. “Deli mi dürttü bizi?”

Omuz silkti. “Daha sonra da senin istediğin bir yere gideriz, benim şehirden çıkasım yoktu.”

Yeterli gelmeyen cevabını detaylandırması için dudaklarımı aralayacağım sırada elimde duran telefonu çalmaya başladığında dikkatim dağılmış oldu. Yazan ismi okuduktan sonra telefonu ona uzattım.

Evin girişindeki güvenlik kulübesinde olan sabit hattan arıyorlardı. Genelde eve daha önce gelmemiş bir misafir geldiyse ya da bir sorun varsa güvenlikler bunu kullanıyorlardı.

Telefonu açıp kulağına yasladı. Ardından karşıdan her ne söylendiyse Cevahir’in bakışları gözlerimi buldu. Başımı ‘ne oldu’ der gibi kıpırdattım.

“İzel Paker kapıdaymış,” dedi Cevahir sakin bir şekilde.

Onun kadar sakin karşılayabilmek isterdim ancak ismi duyduğum gibi buzlu bir kova suyun tepemden boşaltıldığını hissetmiştim.

Tam bir hafta önce tanıştığım, gerçekten kim olduğumu öğrenene dek bu tanışma için çocuk gibi hevesli olan yüzü anımsadığımda yanağımın içini ısırdım. Bu bir hafta boyunca çok kez yaşanan anı düşünmüştüm ancak aklım çoğunlukla Muhsin’in nasıl bir karmaşa ile boğuşuyor olduğundaydı.

Kızlarının ne halde olduğunu düşünmekten kaçmıştım.

Kaçtığım ne varsa dönüp dolaşıp beni buluyordu, belli ki yine öyle olmuştu.

“Gelsin,” dedim Cevahir’e birkaç saniye sonra toparlanabildiğimde.

“İyi bir fikir olduğunu sanmıyorum,” derken tereddütlüydü. Sanırım bu, İzel’in kapımıza dayanmasının ne amaçla olduğunu düşünürken olumsuz olan kısma odaklanmasındandı. Bense içimden yükselen farklı bir sesi dinleyerek ‘gelsin’ demiştim. O ses, İzel’in o günkü halini görüp buraya gelişi hakkında kötü şeyler düşünemeyen sesti.

“Konuşmak istiyorsa mutlaka bir yolunu bulur. Pazartesi Vita’ya gelmeyeceği ne malum?” dedim aklıma gelenleri sıralayıp.

Cevahir bunu engelleyebileceğini dile getirecekti muhtemelen. Hastaneye girmesine tek sözüyle engel olabileceğini biliyordum ancak böyle bir şeye gerek yoktu. Onu susturmak için ayaklandım. Yanına vardığımda telefonu elinden alıp güvenliğe olumlu yanıt veren ben olmuştum.

Cevahir dediğimi yapmamıştı ama ben yaparken de engel olmaya çalışmamıştı. Onun da ikilemde olduğunu görüyordum.

Mutfaktan çıkıp kapıya yönelirken antredeki geniş aynadan kendimi birkaç saniyeliğine izlemekle meşgul oldum.

Oyalanmak yerine kapı çalmadan açmak üzere adımladım. Evin dış kapısını açtığımda bahçeden içeri esen ılık havanın, kararmaya yeni yüz tutan gökyüzü ile birleşimi huzurlu bir yaz akşamı için gereken şartların tümünü sağlıyordu.

Akşamı huzurlu olmaktan alıkoyan nedenler başkaydı. Bu akşama özel değillerdi, hep var olan nedenlerdi.

İzel’in bahçenin girişinden eve doğru uzanan ince taşlarla bezeli yolu yarıladığını görmüştüm kapıyı açar açmaz. Açık kahve saçları başının üzerinde dağınık bir topuzla tutturulmuş, bir hafta önce parıldar şekilde gördüğüm yüzü solgundu.

Hoş bir hafta geçirmediğinden emindim. Onu görmesem de aksini düşünmezdim gerçi ama görmek farkındalığımı kuvvetlendirmişti.

Cevahir’in arkamda belirdiğini anlamak için bakmama gerek yoktu, sıcaklığını ve nefeslerini fazlasıyla yakınımda hissediyordum. Ona doğru bakmadan ileriye bakınmayı sürdürdüm. Bu sırada İzel atacağı adımların sonuna gelmiş, kapının eşiğine varmıştı.

“Merhaba,” dedi adımları durur durmaz. Sesinden belki sinir belki de rahatsızlık sızmasını beklerken sadece çekingen bir tavırla bunu mırıldanması afallamama neden olmuştu.

Başımı sallayabildim rastgele. Tepki veremediğim için daha da çekinik bir hal almış gibi göründüğünde önünde durduğum kapıyı geriye doğru iterek içeri girebileceği bir boşluk açtım. “Gelsene içeriye,” demiştim hemen sonrasında.

İzel beni dinleyip içeri girmek yerine göz ucuyla arka çaprazımda kalan bedene doğru bakındı. Cevahir’e bakarken çekingen tavrının daha da arttığını görmüştüm. Bu, beni arkama bakmaya itti.

Cevahir’i buzdan ifadesi ve sorgu dolu bakışlarıyla gördüğümde İzel’i titretenin ne olduğunu da anlamıştım.

“Cevahir,” dedim başımı omuzuma doğru eğip ona bakarken. Bunun ona yeterince açıklayıcı olmasını ummuş ve başka bir şey söylememiştim.

İzel’e döndüm yeniden. “Buraya geldiğine göre bir şeyler konuşmak istediğini varsayıyorum,” dedim teklememek için kendimi sıkarak. Karşımdaki kişinin kim olduğunu hatırlamaktan kaçıp son bir haftayı hafızamdan silmem gerekiyordu daha rahat olabilmek için.

Başını salladı küçük bir hareketle. İçeriye adım attığında ben de geriye doğru adımladım. Cevahir’in göğsüne sırtımı çarpmış oldum, refleksle kolu belimden karnıma doğru dolandı.

Cevahir’in dibinden ayrılmamak ve güvenli hissettiğim yerde kalmak cazip olandı. Gözlerimi kapatmak ve olduğum yerde soluklanmaktan başka bir şey yapmamak istiyordum. Fakat bu isteğim elimdeki koşullarda mümkün değildi.

İzel’e elimle ilerleyeceğimiz yeri gösterdim. Salona doğru yönelttiğimde o küçük adımlar atmaya başlamışken ben de Cevahir’den yavaşça kopup peşine takılacak oldum. Cevahir’in planı ise kolunu benden ayırmadan benimle birlikte yürümek üzerineydi.

Salona girdikten sonra İzel’in oturacağı yeri bulmasını bekledim önce. Berjerlerden birine yerleşmiş, ucuna doğru ve sanki her an kalkıp gidecekmiş gibi oturmuştu.

Onun karşısında kalan koltuğa yürüyüp oturdum. Cevahir benimle birlikte gelip yanıma yerleşmişti. İzel’in bakışları yine kaçamak bir şekilde Cevahir’i bulunca derin bir nefes aldım. “Normal hali bu, İzel. Çekinme lütfen. Bana söyleyeceğin ve onun duymasını istemeyeceğim bir şey de yok, rahatça konuşabilirsin.”

“Her şeyi biliyor muydu o da?” diye sorarken sesi titremişti. Bu titremenin şu anla bir ilgisi olmadığını tahmin ediyordum. “Bir tek biz hiçbir şey anlayamamışız.”

Sırtım kasıldı. Bana karşı neden saldırgan değildi, neden nefret eder gibi bakmıyordu? Babasının beni tanıdığı andan beri yaptıklarını neden yapmıyordu?

“Biliyordu,” dedim sadece. Bildiği için olmuştu her ne olduysa zaten. Bilmiyor olsaydı bugün her şey çok farklı olurdu. İyi ya da kötü diyemiyordum ama her şey bambaşka olurdu, emindim.

İzel’in gözleri küçülmüş gibiydi. Bu uykusuzluktan mı, ağlamaktan mı yoksa her ikisinden de mi kaynaklanıyordu bilmiyordum. İyi görünmüyordu.

“Babam…” dedi nereden başlayacağını bir süre bulamamış gibi bekleyerek. “Bir sürü şey anlattı. Susmadan çok şey anlattı ama ben ilk kez onun sözüne güvenemeyip başka kapılar çalıyorum. Rahatsız ediyorsam… Üzgünüm.”

Dudaklarım belli belirsiz kıvrıldı. Muhsin’in neler anlattığından haberim yoktu ama İzel’in ona inanmak istediğini görüyordum.

“Rahatsız etmiyorsun,” dedim önce son söylediğiyle başlayıp. “Ama doğru kapıyı çaldığından şüpheliyim İzel. Ben ne geçmişte yaşananları biliyorum ne de onu tanıyorum.”

Dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm. Ne diyeceğini bulamamış gibi sustu. Sessizlik büyüyerek odayı kapladı.

“Benden onu aklayacak bir şeyler duymaya geldiysen eğer… Gitmen gereken yerler listesinin en sonunda ben olmalıyım, babanı affedesin varsa beni yok saymalısın.”

Omuzları düştü. “Ablam gibi konuşuyorsun,” dedi birden. Sonra ne dediğini fark etmiş olacak ki irkildi. Ablasıydım zaten.

Yasmin ona benim söylediklerime yakın bir şeyler söylemiş olmalıydı. Şaşırmamıştım. O gün Muhsin’in ilk işi büyük kızına dil dökmek olmuştu, asıl anahtar oydu.

“Yani öyle değil-…” diyerek açıklama yapmaya çalıştığında gözlerimi yavaşça kapatıp açarak sorun olmadığını belirttim.

Gözlerime hem bir şeyler daha söyleyecek gibi bakıyor hem de diline ket vurulmuş gibi susuyordu. Onu konuşmaya teşvik etmedim, konuşmaması için herhangi bir tepki de vermedim. Bunun bana kazandırdığı küçük sayılamayacak bir konu değişimi oldu.

“Bir hafta önce sizin evinize gelip karşınızda oturacağımı söyleselerdi, dalga geçtikleri için aşırı sinirlenirdim.”

“Evimize gelmen hakkında kim ne diye dalga geçsin?” diye soran Cevahir’in konuya dahil olmasını beklemiyordum ama konu değişince konuşmayı ele alması işime gelmişti.

“Tam olarak tanışamadık tabii,” dedi İzel aklına yeni gelmiş gibi. Sonra yerinden nazikçe kalktı, yanımıza doğru yürüdü. Elini uzattı bize doğru. “Çift olarak adınızın geçtiği haberlerin kaynağı genel olarak benim, diğer sayfalara benden sonra düşüyor.”

Solgun hali birden yerini gururlu bir ifadeye bırakmış, yüzü anlık da olsa ilk karşılaştığımız andaki gibi parlamıştı.

Ağzım şaşkınlıkla aralanırken duraksadım. “Bir milyonu geçkin takipçisi olan bir magazin hesabın mı var?” dedim bahsettiği kaynağı saniyeler içinde algıladığımda.

Başını salladı hevesle. “Evet, var.”

O ayakta, biz koltukta olduğumuz için biraz anlamsız bir durumdaydık ama bunu önemsemedim. Cevahir’i dürttüm. “Fotoğrafları kaldırtıp durduğun hesap…”

İzel aydınlanmış gibi gözlerini açtı irice. “Bana yazıp yazıp duran, yayınladığım haberleri kaldırıp düzenleten direkt siz miydiniz? Sahte hesap mı açtınız gerçekten bunun için?”

Kahkaha atmak üzereydim. Cevahir araya girip konuşmasa koca bir kahkaha atacaktım. “Teo hallediyor onu.” dedi bana yan yan bakıp. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü durdurdum.

“Teo kimdi?” diye mırıldanan İzel’i duyduğumda başımı kaldırdım. O sırada Cevahir konuştu. “Bilgi verirsek yarın haber yapmaya mı kalkışacaksın?”

İzel göz ucuyla bana baktı. Güven bulmaya çalışıyor gibiydi.

“Kim olduğunu biliyorum aslında,” dedi sessiz sessiz. “Garipsersiniz diye bilmiyormuş gibi davrandım.”

Bu kez kontrolsüzce gülmeye başlamıştım. Sinirlerim boşalmıştı çünkü. Ellerimi yüzüme kapatıp gülmeye devam ettim.

Karşımda öz kız kardeşim vardı. Hayatıma dair ince detayları benden iyi biliyor ancak ablası olduğumu daha yeni öğreniyordu.

Bu sadece garip bir tesadüf müydü yoksa kaderin benim için planladığı ve bambaşka kapılar açacak olan bir basamak mıydı; bilmiyordum.

İzel’i bir şeyler daha konuşmaktan alıkoyan benim ‘yanlış yere geldin’ içerikli tepkim olmuştu. Konuyu önce değiştirip bize getirmiş, sonra da artık gideyim diyerek apar topar evden çıkmıştı.

Buraya gelirken beklentisi benden daha fazla şey duymak ve babası hakkında bir kanıya varmaktı ama sanıyorum ki onu aklı daha da karışmış bir hale getirmiştim. Elimden başka türlüsü gelmiyordu.

Kendime yetebilmeyi zar zor başarıp bugüne kadar yaşamıştım, hatta zaman zaman bunu da yapamadığımı hissedip kıvrandığım oluyordu. Bir başkasına yetebilmek için fazla eksiktim.

İzel evden çıktıktan sonra sırtımı kapıya yaslamış, olduğum yerde kayarak yere oturmuştum. Büktüğüm dizlerim karnıma doğru çekili, kollarım da dizlerime sarılıydı.

Ben İzel’i yolcularken ayaklanmamış ve salonda kalmış olan Cevahir’i oturduğum yerin karşısında elleri cebinde beni süzerken gördüğümde başım omuzuma doğru devrildi. Yorgunluğumu gizlemedim, tükenmiş hissediyor olduğumu saklamadım.

Ruhuma kendinden başkasına da soyunabileceğini, çıplaklığının rahatsız edici olmadığını öğretmesi sadece birkaç ayını almıştı.

Nefretimi körüklüyorsun böyle bakarken,” dedim ilk kelimeyi bastırarak dile getirip.

Yanıma varmasına bu cümlem ve attığı birkaç adım yetti. Bana yaklaştığında o ayakta ben yerde olduğum için ona bakabilme çabam, boynumu canımın acıyacağı kadar çok germeme neden olmuştu.

“En iyi bildiğim şeyi yapıyorum,” derken sesi durgundu. Bu durgunluğun sebebini biraz sonra, beni yerden kaldırmak ya da kendi yere eğilmek yerine eli yüzümü bulduğunda kavrayabilmiştim.

Çenemi acıtmayacak kadar yumuşak, direnemeyeceğim kadar sert tutup yüzümü kendisine doğru mümkünmüş gibi daha çok kaldırdığında bakışlarımız birbirlerine kenetlendi.

Altdudağımla çenem arasındaki boşluğu kaplayıp, dudağıma doğru taşan başparmağının baskısı giderek artmaya başladığında dudaklarım direnemeyerek hafifçe aralandı.

“Dağıt,” diye mırıldandım aralanan dudaklarımdan sızan kısık bir nefesle. “Aklımı… Her şeyi.”

Gözlerindeki durgunluk yerini hızla gölgelere bıraktığında eli boynumun kenarına hiç oyalanmadan kaymış ve bedenimi doğrulmaya itmişti.

Dizlerim zemine sertçe saplanmış halde yükseldiğimde beni tamamen kaldırmak yerine eğilerek yüzünü yüzüme eşitledi. Burunlarımız çarpışacak kadar, nefeslerimizi birbirimize hediye edecek kadar yakındık.

Neme aç bir şekilde sızladığını hissettiğim dudaklarıma dilimle çare olmayı deneyecekken benden önce davranan o oldu.

Ağzını ağzıma sertçe yasladığında boynumdaki eli sıkılaşmış, boğazımın ortasında parmağıyla tehditkâr bir yol çizmeye başlamıştı. Beni içer gibi öpüyor, dudaklarım ağzında eriyip kaybolsun ve ona karışsın istercesine dilini işin içine katıyordu.

Dizlerim kırılacakmış gibi ağrımaya başlarken elim havalanarak ilk bulduğu yere tutundu. Pantolonunun bel kısmına, kemerinin sert çıkıntısına yapışmıştı parmaklarım.

Sırtımın gerildiğini, bu şekilde beni yüzüne çekmeye devam ederse ikiye ayrılabileceğimi hissetsem de gözlerim sıkıca kapanmış halde öpüşüne karşılık vermekten başka bir şey yaptığım yoktu.

Dudaklarını da boynumdaki elini de kıpırdatmadan diğer kolunu kalçamın altından geçirerek beni havaya kaldırdığında yumuşak bir hamur parçası gibi bedenim ona değen her zerresiyle onun şeklini alıp ona uyum sağladı.

Vücudumun her yerine aynı anda akın eden elektrikle ne yapacağımı bilemeyip kıvılcımı ona itmek istercesine dudaklarına dişlerimi sürttüğümde, kalçamı giydiğim ince kumaşlı elbiseyi yok sayıp sertçe sıktı.

Sırtımı birden duvara yaslı bulduğumda belim kıvrılmış, göğsüm ona dayanmıştı.

Dudaklarını dudaklarımdan ayırdığında çıkan ıslak ses kulaklarımı tırmalarken bakışlarım karşımda kalan görüntüye kaydı.

Beni yasladığı duvarın karşısında antrenin büyük bir çoğunluğunu kaplayan ayna vardı. Yerden tavana kadar uzanan aynada birkaç adım ötede görünen yansımayı izlerken dudaklarımdan bir iç çekiş fırlamıştı.

Geniş sırtı beni gizliyor, kalçalarının biraz üstünde sarılı duran çıplak bacaklarım ve sırtında asılı kollarım dışında yansımada görünmüyordum.

Başımı geriye doğru atarak duvara çarptığımda dudakları açtığım yolu izlemiş ve çenemden dümdüz bir şekilde aşağıya doğru yol almıştı.

Beni öpüp tüketirken kendini kasışı, kendini hiç kasmasa hareketleriyle canımı çıkaracakmış gibi hissetmeme neden oluyordu. Arzusu öyle yoğun bir akımla beni sarıyordu ki nefesimi kesmesine engel olan iradesinin onu nasıl zorladığını hissediyordum.

Aynadan üstündeki tişörte rağmen görebildiğim kasılmalarını çok daha net izleyebileceğimi düşündüğümde ellerim omuzuna doğru tırmandı. Boynumdaki ince deriyi, izini birkaç gün misafir edeceğimi ezberlediğim bir hoyratlıkla emerken onu durdurmam güçtü ama başarmıştım.

Başını kaldırıp bana baktığında nefesimi toparlayarak konuştum. “Soyun,” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan.

Gözlerini kıstı. Acelemi sorguladığı anladım. Sesimi çıkartmadan emrimin yerine getirilmesini beklerken bakışlarım bir an aynaya yeniden kayınca yakalanmıştım. Tüh. Yazık olmuştu.

Cevahir omuzunun üzerinden arkasına doğru baktığında aynadaki yansımamızla karşı karşıya kaldı.

Dudakları keyifli bir kıvrıma dönüşmek üzere hareketlenirken duvara yaslı olduğum ve ona bacaklarımla yeterince tutunduğum için benden ellerini çekmiş ve boyun kısmından kavradığı tişörtü tek hamlede kafasından çıkartıp kenara fırlatmıştı.

“Yeterli olacak mı?” diye sorarken burnunu yanağıma doğru dayamış, orayı eşer gibi hareket etmişti.

Olumsuz bir ses çıkarttım arsızca. Kalçalarımı kasarak ona doğru yükselmeme neden olacak şekilde güldü.

Beni duvardan ayırarak kucağındaki bedenimle birlikte geriye doğru bir adım attıktan sonra ayna ve az önce yaslı durduğum duvar arasında, tam ortada durduğunda beklentiyle dolmuştum.

Kucağından indirdikten hemen sonra sırtım ona, yüzüm aynaya dönük şekilde ayakta kalmamı sağladı. Göğsü bana yakındı, bakışlarımız aynadan birbirine tutunmuştu.

“Aynada beni izleme fikrini sevmiş görünüyorsun,” derken yanağını şakağıma doğru yasladı. “Bir de kendini izlemeyi dene, karım.”

Bunu onu izlemeye tercih etmeyeceğimi dile getirmek için aralanan dudaklarım, büyük avucu elbisemin bacağıma doğru dökülen eteğinin sınırlarına sızdığında öylece kaldı. Ses çıkartmadım. Bakışlarım istemsizce aynadan eline doğru kilitlenmiş, en ufak hareketine dikkat kesilmiştim.

Elbisenin yumuşak kumaşından rahatça içeri giren eli karnıma kadar öldürücü bir yavaşlıkla tırmanmış, tenimde değdiği her yeri ayaklandırıp yoluna devam etmişti. Karnımı boydan boya gezdikten hemen sonra elini göbeğimden aşağıya doğru indirdi. Giydiğim külotun belimdeki ipine vardığında bir sonraki durağının neresi olduğunu bağırmaya başlayan zihnimdeki sesi bastıramadım. Sese yenik düşerek boynumu geriye doğru bükecek gibi olduğumda başıma yasladığı başıyla buna engel oldu.

Aynadan gözlerimi ayırmama izni yoktu.

Elbisenin eteği elinin üstüne geri kapanmış, bedenim örtülmüştü ancak tenimle elbise arasında yabancı bir misafir olarak avucu konaklıyordu. Elinin yarattığı şişkinliği görüyor, sıcaklığı hissediyor ama orada ne olduğunu gözlerimle göremiyordum.

Beni kıvrandırmak için külotun üstünden parmaklarını bana bastıracağını sanarak koca bir yanılgıya yenik düşmüştüm.

Bir sonraki hamlesi kadınlığımdaki şişmeye başlayan tepeyi ezbere bildiğini gösterir şekilde hissettirdiği parmaklarıyla gelmişti. Zevkle kabaran tepeyi parmaklarının altında un ufak edecek gibi ezdiğinde tiz bir sesle kıvrandım.

Kalçamı kasıklarına çarpmış, sırtımı ona delice bastırmıştım. Burnu şakağıma yaslıyken eli sanki en kuytumda değilmiş gibi yüzündeki ifade sabitti. Ovup ezdiği yer daha fazlası için tüm hücrelerimi ayaklanmaya zorlarken kolumu kaldırarak boynuna ulaştım. Geriye doğru büktüğü kolumla onu çevreleyip daha yakınıma çeker gibi sıktığımda başını hafifçe eğip ağırlığını sırtımda daha hissedilir kıldı.

Aklımı dağıtmasını isterken beni bu denli ciddiye alacağını hesaba katmamıştım. Zira aklımın bin parçaya bölünüp bin farklı yere savrulduğunu hissediyordum.

Parmakları biraz daha aşağıya kaydığında ıslaklığıma bulandıklarını duyumsadığım için göğsüm ağırca inip kalktı. Aynadaki aksime baktıkça gözlerimdeki buğuyu, aralı duran dudaklarımı ve kızarmaya başlamış yüzümü görüyordum.

“Suların parmaklarımı aşıp bacaklarından akana dek durmayabilirim, deliğini parmaklarımla doldurup seni ayakta delirtebilirim.” Peş peşe boğuk bir sesle kulağıma doğru konuştuğunda nabzımın normalin üstünde seyrettiğinin tüm bedenimde yankılandığı için gayet farkındaydım.

Ama…” dedim onun getireceği eklentiyi ondan önce dile getirerek. Bir şey söyleyecekti, belliydi.

“Ama susuz hissediyorum, yavrum.”

Gözlerim kapanır gibi geriye kayarken titrek bir nefes aldım.

Boştaki elimi onun eline, elbisemin altına yönelttiğimde bileğinden yakaladığım elini kadınlığımdan ayırmama engel olmadı.

İşaret ve orta parmağına bulaşan, iki parmağının parlıyor görünmesine neden olan ıslaklığımı ikimizin de görebileceği şekilde havada tuttuğu eliyle sunduğunda aynadan ona dikkatle bakıyordum.

Bileğindeki elimi çekmedim. Elini nereye götürmesini gerektiğini ona söylemedim ama tutunduğum elini ağzına doğru çekip parmaklarını iştahla yaladığında bacaklarım titremeye başlamıştı.

Hırsla yutkundu, tadım ona bir şeyler emretmiş gibi aceleyle beni yeniden havalandırdı. Kendimi birkaç saniye içinde duvara yaslı konsolda bulmuştum. Üstündeki vazoda kuruttuğum lavantalarım vardı, beni konsolun üstüne bırakırken vazo sarsılmış ve düşecek gibi olmuş ancak yerinde yeniden sabit kalmayı başarmıştı.

Elbisemi karnıma doğru çekiştirip kalçamın altında sıkışmaktan kurtardığında kumaş belimde birikti. Külot ise elbise kadar şanslı değildi, beni hafifçe havalandırıp çıkartmak yerine kenardan küçük bir düğümle bağlı olan ipi koparırcasına çözmüş ve küçük kumaşı benden ayırıp göremediğim bir yere düşürmüştü.

Kalçalarım çıplak bir biçimde konsolun cam yüzeyine yaslıydı, geride kaldığım için yere çökmeden önce bacaklarımı iki yana ayırır gibi tutarak beni öne doğru çekti.

Dizlerinin üstünde yere çöktüğünde yüzü kasıklarımla aynı hizadaydı. Kadınlığımın beklentiyle aralanan dudaklarına sıcak nefesini üflediğinde ağlak bir ses çıkarttım. İnlemiş, inlerken canım acır gibi sızlanmıştım.

“Ayna,” dedi dudaklarını bana yaklaştırmadan önce. “Ayna karşında, Seray. Ben kendimi doyurana kadar gözlerin oradan ayrılmasın güzelim.”

Dudakları vakumlar gibi tepeme saplandığında değil aynayı, gözümün önünü göremeyecek kadar görüşüm bulanıklaşmıştı.

Karnım içeri doğru göçerken tepemi emen dudaklarından çıkan sesler kulağıma doluyor, susuzum derken abartmadığını anlayayım diye ıslak sesler çıkartıyordu.

Bacaklarımı omuzlarına doğru sararak onu kendime daha fazla çekme güdüsüyle sarındığımda direnemeyerek bunu yaptım. Boğacakmışım gibi yüzünü kadınlığıma çekmeme sesi çıkmadı, burnu kasıklarımın üstüne sürtünürken ağzı, tepem ve deliğim arasında bitmek bilmeyen bir döngüde sıkışıp kalmıştı.

Aynaya doğru bakmak için kendimi zorladım. Bacaklarımın arasında duran bedeni konumuna rağmen iriydi, neyle karşılaştırırsam karşılaştırayım kocamandı ve önümde dizlerinin üstüne çökmesi dahi onu küçültememişti.

Çıplak sırtında omuzlarının altında boğumlar halinde şişen kasları bacaklarımı sıkıca kavrayıp sıktığı için iyice belirgindi. Elimi uzatıp saçlarına dokundum. Saçlarında çekiştirir gibi oynayan parmaklarım yavaşça aşağıya doğru kaymış, önce ensesine ve sonra omuzlarına ulaşmıştı.

Vajinamın dudaklarına, beni öperken dudaklarıma yaptığı gibi davranıp dişlerini bastırdığında haz ve acıyla karışık bir çığlık atarak yerimde sarsıldım. İnlerken adını bağırmam akıl kârı değildi, onu daha da delirtmiş ve beni daha derin emmesine neden olmuştum.

Bacaklarım kasıldı, omuzunda ve ensesinde gezinen parmaklarımla teninin altına girebilecekmişim gibi onu tuttum.

Dilinin her yerde ve koşulda beni delirtebildiğini bir kez daha deneyimliyorken gözlerim kaymaya başlayarak başımın geriye düşmesine sebep oldu.

Orgazmın kapımda beklediğini, nefes aldığım anda patlayacağımı hissettiğimde kendimi birkaç saniye daha sıkarak aldığım zevki dayanamayacağım noktaya kadar katladım.

Titrek nefeslerle inleyişimi daha tiz bir hale getirdiğimde adıyla karışık bir şeyler mırıldana mırıldana bedenimi gevşetmiş, dışarı çıkmak isteyen her şeyi serbest bırakmıştım.

Cevahir’in hırlar gibi homurdandığını, dudaklarına sızan bana ait her şeyi ağzının içine yuvarladığını göremiyor ancak fazlasıyla yakından hissediyordum.

Dudaklarını ıslak bir sesle olduğu yerden ayırdığında bakışlarımı olabildiğince hızlı şekilde toparlayıp ona doğru bakmıştım. Tepeden baktığım yüzü kaskatıydı. Patlama noktasındaymış gibi kendini sıktığı belli oluyordu.

Üstünden sertçe yere düştüğüm zevk bulutuyla olan bağım kopsa da bedenimin yaşadığı sarsıntı sonlanmış değildi. Karnım hızlı hızlı içeri göçüp yeniden eski halini alıyor, nefeslerim düzensizce havaya karışıyordu.

Elimi yanağına yasladım. Yüzünü avucumla kavrayabildiğim kadar kapatmış, saklamıştım. Gözlerini gözlerimden ayırmadan beni izlerken başını hafifçe yan çevirip avucumun içine sesli bir öpücük bıraktı.

Kasıklarımdaki öpüşüyle, dudaklarımı talan etmesiyle boy ölçüşemez gibi görünen öpücük o kadar baskındı ve ben o kadar hassastım ki temasıyla titremiştim.

Ayaklandığında yüzündeki elim yavaşça kayıp kendi kucağıma düştü. Ayaktayken ona artık tepeden bakma imkânım kalmamıştı.

Birkaç saniye bakıştık. Kahvesinin tonu içinde bulunduğu ana göre değişen irisleri koyulaşmıştı. Kendi gözlerimin de parlak bir siyaha döndüğünü tahmin ediyordum.

“Sana doyabilmek mümkün değilmiş,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. Açlığı sönmemiş, arzusu dinmemişti.

Ortak bir paydadaydık.

İki elimle aynı anda kemerine uzanıp kemeri açmak için parmaklarımı birbirine doladığımda dudağımın kenarından başlayarak kulağıma doğru sıraladığı öpücükleri karnımın altında baskılar hissetmeme neden oluyordu.

Kemerin tokası küçük bir şıkırtı çıkartarak çözüldüğünde iki yana açılan uçları bırakarak aynı hızda pantolonun düğmesini açmaya giriştim. Az önce kasıla kasıla kendimi birden serbest bıraktığım için tüm kaslarım pelte kıvamındaydı, hareketlerimin savsak oluşu bundandı.

Cevahir dudaklarını sağ yanağımdaki çukurun üstünde sabit tutarken, gamzemi dudaklarına hapsetmişken, bana yardım edebilmek için elini elime yaklaştırdı. Fermuarı açarak pantolonu belinden gevşettikten sonra benim gücüm tükenmişti, pantolonla birlikte boxerı da bedeninden ayırıp ayaklarına doğru düşmesine neden olduğunda artık etkisiz elemandım.

Ayaklarının dibine düşen kumaşlardan sıyrılıp geriye bir adım attıktan sonra ayağıyla onları sertçe kenara itmiş, önünü boşaltmıştı.

“Yarın attığın her adım için bana lanetler etmeye hazır hissediyor musun?”

Gözüm bir şey görmüyorken beni sertçe doldurması, bedenimi hor bir şekilde tüketmesi cazipti ama söylediği gibi ertesi sabaha yürümekten aciz uyanmaktan nefret ediyordum.

Nefret kavramım normal insanlardan farklı işlediği için dudaklarım oyalanmadan onaya aralandı. “Çok,” dedim nefesim kesilmiş gibi. Nefesimin kesilmiş olmadığını, asıl nefes kesenin kadınlığıma yasladığı erkekliği olduğunu düşünmek zorunda kaldığımda yutkunmayı denedim.

Rahatça uzanıyor olmam ile burada dik bir şekilde oturuyor olmam arasında koca bir fark vardı. Bacaklarımı ne kadar aralarsam aralayayım onu içime sığdırırken parçalanacaktım, duvarlarım yeterince genişleyemeden önce sızım sızım sızlayacaktı.

Bütün bunlar beni durdurmak ya da onu durmaya zorlamak yerine daha da alevlendirdiğinde ensesini tutarak onu kendime doğru çektim. Bunu yaparken kasıklarımı da ona itmiş, deliğime dayadığı erkekliğinin küçük bir kısmını içime kabul eder gibi kavramıştım.

Sıcak ve yeterince ıslak halde onu bekleyen kuytuya daldığında atacağım çığlığın ses yalıtımına güvenmeme rağmen duvardan geçip bahçeye çıkacağından korkup ağzımı ağzına dayayarak kendimi susturdum.

Ağzıma emzik tutuşturulmuş ama ben ağlamayı kesemiyormuşum gibi yarı açık ağzımla dudaklarını kavramışken gözlerim kayarak kapanmış, hareket ederek içimi aşmaya başladığında hıçkırırcasına sarsılmıştım.

Bir eli belimde, diğeri bacağımı sürekli açık tutabilmek için baldırımdaydı. Beni eze eze doldurmaya devam ettiğinde sırtım geriye doğru kaymış, duvara yaslanmıştı. Ağırlığını üstüme verip beni örttüğü için kıpırdayamıyor, ensesini sıkıp ağzımı ağzıyla oyalamaya çalışıyordum.

Her çarpışında daha derinde bir yere dokunuyor olduğunu düşünmem sanrıdan ibaretti belki ama algım böyle işliyordu. Çenesini sıktığını ona yaslı yüzüm sayesinde hissedebiliyordum. Yüzüne bakabilsem alnında ve boynunda belirginleşen damarlar göreceğimden emindim, gözlerimi açık tutamadığım için bu görüntüden mahrum kalmıştım.

Cevahir’in iri bedeni ve benim kıvrandıkça aşağıya yaptığım baskıyı hafife mi almıştık bilmiyordum ancak kopan şıkırtı ve bedenimin bir an boşluğa düşmesiyle birlikte afallamış bir halde gözlerim aralandı.

Cevahir refleksle beni havalandırmış, kendisine doğru çekip kucaklayarak daha da içime gömülmüş bir hale gelmişti.

Omuzumun üstünden şaşkınca yere baktığımda görebildiğim cam parçalarını gözlerimi kırpıştırarak süzdüm.

Cam yüzeyli bir konsolu bu kadar zorlamak ve kırılmamasını beklemek fizik kurallarına aykırıydı.

Yerde konsolun camlarına karışan seramik vazo parçaları ve yine başına gelmeyen kalmayan kuru lavanta tutamları vardı.

“Lavantalarım,” diye soludum bahtsızlıklarına içerlerken.

“Sikeyim lavantasını, yavrum.” dedi soluk soluğa. “Cam battı mı sana?”

Battıysa da kalçamda his kaybı yaşayacak kadar aklım bulanıktı. Bilmiyordum.

Anlamsızca yüzüne baktığımda benimle birlikte hareket etmeye başladı. Yürürken içimden çıkma zahmetinde bulunmadığı için erkekliği içime saplanıp duruyor, ağzımı kapatamayacak kadar derin inlememe neden oluyordu.

Salona girdiğimizde kendimi yüzüstü geniş koltuğa savrulmuş halde bulmam gecikmedi. İçimden aniden çıktığı için boşluk hissine kapılmıştım.

Elbisemi yukarı sıyırıp parmaklarıyla kalçamı taradı. “Bir şey olmamış,” dedi kendi kendine. Ardından kalçamda cam kesiği bulunmamasını kutlar gibi sert bir şaplak hissettim.

Elini karnımın altına sokup beni havalandırdı. Kalçam dik bir konuma geldiğinde tekrar içime girmesi uzun sürmemişti.

Belimi sıkıp ara ara kalçama indirdiği eliyle kalçamda geniş bir kızarıklık yarattığından emin olana dek bulunduğumuz pozisyonu değiştirmedi. Parmakları bende izler bırakma işine ara verdiğinde belimdeki gamzeleri buluyor, orayı usulca okşuyordu. Bir ara eğilip dudaklarını gamzelerin üstüne bastırmış, diliyle sanki var olanı derinleştirebilirmiş gibi çukurları talan etmişti.

Yüzüm koltuğa gömülü halde düzensiz nefeslerle kıvranıyor, yeniden patlayacağımın sinyalini vermeye başlayan bedenimi kontrol altında tutmayı deniyordum.

Aletini ritimsiz bir şekilde sağıp serbest bırakmaya, duvarlarımda sıkıştırıp durmaya başladığımı hissettiğinde boğuk bir küfür savurup içimden çıkarak beni olduğum yerde çevirdi.

Kendisini koltuğa bırakıp bedenimi üstüne aldığında erkekliğini kökünden kavrayarak deliğime konumlandırmış, otururken onu tamamen içime almamı sağlamıştı.

Boşalırken yüzüme bakma takıntısı bakiydi. Ne konumda olursam olayım beni en son yüz yüze geleceğimiz bir şekle sokuyor, kendisi de öyle boşalıyordu. Bunu unutacağı ya da önemsemeyeceği bir an gelecek miydi bilmiyordum.

Kalçamı iki eliyle tutarak birkaç kez daha üstünde oturup kalkmama yardım ederken başım geriye doğru düştü. Kendimi kıpırdatamayacak kadar kasıldıktan birkaç saniye sonra ise onun üstüne akmaya başlamıştım.

Başımı dik tutabilmem için bir elini enseme yaslayıp beni kendisine çekti. Dudakları dudaklarımı yakaladığında içimde patladığını, sıcaklığının beni boyayıp kendi sıvımla karışarak dışarı sızmaya başladığını hissediyordum.

Yorgunlukla kalp atışımın düzene binmesini beklerken beni öpüşüne odaklanmıştım. Kollarımı boynuna doğru sararak kapalı gözlerimle bitkin bir şekilde bekledim.

Beni bir kenara bırakması ve orada sızıp kalmak için yalvarabilirdim ancak onun planı beni başka türlü yalvartmaktı.

İçimden çıktıktan sonra aletini, üst üste yaşadığı orgazmlarla hassaslaşıp sızlayan kadınlığımın dudaklarına sürtmeye başladığında her şeyini içime akıttığını sandığım uzvu yarı sertti ve biliyordum ki kısa bir süre sonra az önceki gibi taş kesilecekti.

Doymasının mümkün olmadığını söylerken abartmıyordu. Ben bir nevi bayılana dek geceyi içimde geçirecekti.

Değil sabah, tüm gün bacaklarımı kıpırdatamayacak olsam dahi buna sesimin çıkmaması ise açlığımın onunla yarışacak kadar kuvvetli oluşunun kanıtıydı. Bu sonu gelmez hissettirmeye başlayan bir çekimdi. Her an artıyor, her an katlanıyor ve bitmeyeceğinin yeminini ediyordu.

 

 

~

 

 

Bölümün devamını dilerseniz bu şarkılarla okuyabilirsiniz:

Sanki Rüya - Birsen Tezer

Beni Böyle Sevme - Hande Mehan

B. - Anıl Emre Daldal

 

Gözlerimi korumasını umduğum güneş gözlüklerimi bile vasıfsız hale getiren, arabanın dört bir yanından içeri sızan güneşle savaşırken öne doğru uzattığım bacaklarımın güneşten faydalanabilmesi için elbisemin eteğini yukarı doğru çekiştirdim.

Sabahın erken saatlerinde evden çıkmıştık ama biz yol aldıkça güneş de tepeye yükselmiş ve etkisini daha da hissettirmeye başlamıştı.

Tüm odağı yolda görünen Cevahir’e başımı ara ara çeviriyor olsam da onu hiç bana bakarken yakalayamamıştım.

Direkt olarak dün fotoğraflarda gördüğüm eve gideceğimizi, yol boyunca durmayacağımızı düşünmüştüm ancak araba etrafı yeşil geniş bir alanla çevrili restoranın önünde durduğunda kahvaltı planımızın varlığından haberim olmuştu.

O evde kalacağımız için Cevahir’in dolabı da yaşanabilir şekilde doldurttuğundan emindim ama kahvaltı yapıp gitmek daha mantıklıydı tabii.

Arabadan indiğimizde güneş daha hissedilir bir yakıcılıkla tenime akın etmişti. Elimde tuttuğum çantamı herhangi bir askısı olmadığı için kolumun altına doğru alıp diğer elimle Cevahir’in koluna tutundum.

Kalın askılı, yakası derin bir V kesime sahip elbisem kısaydı. Üstüme yapışmadığı için ben adım attıkça daha da kısalıyor gibi hissettirse de eteklerinin uçuşması hoşuma gitmişti. Ne zaman aldığımı unuttuğum, dolabın kıyısından köşesinden çıkarttığım bir elbiseydi.

İçerisi sakindi. Henüz kalabalıklaşacak bir saat aralığında olmadığımızdan dolu olan masa sayısı azdı. İç kısımda kenarda kalan bir masaya yerleştiğimizde ilgiyle yanımıza gelen garsona sipariş verdikten sonra yeniden yalnız kalmıştık.

“Elimi yıkayıp geliyorum,” diyerek ayaklandı. Beni masada bırakıp yanımdan uzaklaşınca ben de etrafta bakışlarımı gezdirdikten hemen sonra aslında yüzümün ve saçımın ne halde olduğunu görmek için lavaboya gitsem iyi olabileceğini düşünmüştüm.

Kalkıp yürümek, eğer düzelteceğim bir şey yoksa boşuna adımlamak gözümde büyüdüğünde çantama uzandım. Yanımda gezdirmeyi ihmal etmediğim küçük aynam bu çantam fazla küçük olduğundan evde kalmıştı. Telefonumu ayna olarak kullanmak için elimi çantada gezdirdiğimde çabam boşunaydı.

Gözlerimi devirecek gibi oldum. Bu aralar hafızamla sınanıyordum. Telefonu arabaya bağlamış, şarkı seçeceğim diye orada sabitlemiştim. İnerken de almamıştım.

Cevahir’in masada duran telefonunu görünce rahatlayarak oraya uzandım. Direkt kamerayı açıp telefonu yüzüme tutacakken ekrana dokunduğum anda üst üste binmiş görünen bildirimler dikkatimi çekmişti.

Hepsi aynı kişidendi, Teoman’ın mesajlarıydı.

Aramak yerine bu kadar bol mesaj yazmış olmasını garipsemiştim. Genelde arıyordu, söyleyeceklerini öyle söylüyordu.

Kameraya bakmak için şifreye ihtiyacım yoktu ancak mesajların içeriğini görmek için şifresini girmem gerekiyordu. Telefonun benim yüzümü Cevahir’in yüzüne benzetip kendiliğinden açılacağını zannetmiyordum zira.

Yapmamın hiçbir anlamı yoktu. Beni ilgilendirmeyen, sınır ihlali yapmak için gerekçemin olmadığı mesajlardı. Mantığım böyle düşünüyordu. Merakım ise mantığımı bir saniye bile dinlememişti.

Şifresini biliyordum. Cevahir bunu benden gizlemek gibi bir çabaya girmemişti. Yanımda şifreyi girdiğine şahit olmuş ve doğal olarak dört rakamdan ibaret bir sayıyı unutmamıştım.

Şifreyi girdikten sonra bildirim panelindeki mesajlar önüme açıkça dizildiğinde dilimi sertçe ısırdım. Saçma sapan bir şey yapıyordum. Cevahir gelince suçumu itiraf edecek ve içimi rahatlatacaktım.

Gözüm önce son gelen mesajda gezindi.

Sonra öğrenirse daha kötü hissedecek yazıyordu. Kim kötü hissedecekti?

Bir önceki mesajda ise saklama artık söyle yazılıydı.

Böyle tek tek ilerlerken konuyu birleştiremeyeceğimi anladığımda daha aceleci olmaya çalışarak üstteki mesajlara odaklandım.

Cevahir’in hızla masaya geri döneceğini ve beni elimde telefonunu tutarken yakalayacağını o an hesaba katamamıştım.

Telefon birden elimden alındığında şaşkınca başımı kaldırdım. Cevahir kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu ilk olarak.

Dudaklarımı araladım. Telefonu karıştırmak için elime almadığımı ama mesajları görünce merakıma yenik düştüğümü dile getirecektim.

Buna fırsatım olmadı.

“Telefon mu karıştırıyoruz artık, bu raddede miyiz?”

Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Yüzünde gördüğüm sinirin gerçek olup olmadığını gözlerimi yeniden araladığımda değişmeyen ifadesiyle kesinleştirince sevimli bir şekilde yapmayı umduğum açıklamam bambaşka bir hal aldı.

“Pardon,” diyebildim sadece. “Hangi raddede olduğumuzu unutmuşum sanırım.”

Yaptığımın doğru bir şey olmamasına itirazım yoktu. Öyle söyleseydi tek yaptığım özür dilemek olurdu belki de. O ise ağzını açtığı gibi aramızdaki her neyse bunun telefonuna bakmam için yeterli olmadığını dile getirmişti.

Bakışlarını telefonuna çevirdi. Ekranda gördüklerinden sonra ifadesi daha garip bir hal aldı. “Okudun mu?” diye sordu. Bir şeyler arar gibi yüzüme bakıyordu. Okuyup okumadığımı anlamak ister gibi yüzümü izliyordu.

Kaşlarım çatıldı. Okuduğum bir iki satır mesajda onu böylesi hesap sormaya iten bir şey gördüğüm yoktu. Biraz daha geriye gitsem görmemem gereken bir şeyler göreceğimi fısıldayan tavrıyla omuzlarım kasılır gibi oldu.

Sustum. Ne olumlu ne de olumsuz bir yanıt verdim.

Sandalyesine geri oturduğunda bakışları hâlâ yüzümdeydi. Konuşmamı bekliyordu.

“Seray?” dedi sorusunu tekrarlar gibi.

“Neyi görmemden bu kadar korkuyorsun?”

Sorumla birlikte, telefonunda olan her ne ise görmemiş olduğumu kavradı. Telefonunu masaya bıraktıktan sonra hiçbir şey olmamışçasına bakışlarını benden çekti.

Sandalyemi geriye iterken ne yaptığım üzerinde çok düşünmemiştim. Çantamı alıp tek bir şey bile söylemeden restoranın çıkışına yöneldim.

Masanın yanından geçip gidecekken elimden hızla yakalayarak dengemi sarstığında başımı acele etmeden ona çevirdim.

“Herkes bize bakıyor, yapma.”

Kulaklarıma dolan cümlenin gerçekliği beni öyle sert savurdu ki kendimi zamanda bir boşluk bulup haftalarca geriye düşmüş bir halde buldum.

Yanından kalkıp gitmemi engelleme derdi bundan mıydı? Bu muydu?

Omuzlarım düşerken güldüm sadece. Elimi tutan elinden koptuktan sonra sandalyeme geri dönerken dudaklarımda boş bir gülümseme asılıydı.

Herkes bakarken gülümsememi görebilir, sorun olmadığını anlayıp hayatına devam edebilirdi. Sorunu çözmüştüm.

Siparişlerimiz gelene dek ifademi hiç değiştirmedim. Dilime kilit vurmuştum. Camdan dışarıya bakınıyordum. Onun tek yaptığı ise gözlerini ayırmadan yüzümü izlemekti.

Hissettiklerimi bir başkasına belli etme hakkını kendime tanıdığım zaman bir şekilde sert bir tokat yiyor ve rol yapmayı bırakmamam gerektiğini kavrıyordum. Bunu o hayatıma girmeden önce de hep yaşamıştım. Cevahir bunu yapmayacağına inanmam için beni bir süredir kör etmiş olacak ki bu sefer yediğim tokat fazla hasar vermişti.

Tabağıma dokunmadım. Çatalımı olduğu yerden kaldırmadım bile.

Onun bir şeyler yiyeceğini düşünmüştüm ama beni taklit eder gibi hiçbir şeyin tadına bakmadı.

“Yesene,” dedim cama odakladığım bakışlarımı hantal bir şekilde ona çevirip. “Dokunulmamış tabakları görünce arkamızdan yanlış bir şeyler düşünmesinler.”

“Seray-…” dediğinde devamını duyasım gelmediği için adımdan sonrasını getirmesine izin vermedim. Elimi kaldırarak susmasını beklediğimde başarılıydım, susmuştu.

“Yemeyeceksen kalkalım, yalnızca kendi tarafından bakıp sıralayacağın açıklamalarını dinlemek istemiyorum.”

Pes etti.

Ağzımdan dökülenler buna yönelik olsa da onu susturabileceğimi düşünmemiştim. Direteceğini sanıyordum.

Hesabı ödeyip restorandan çıktığımızda arabaya biner binmez telefonumu sabitlediğim yerden alıp sertçe çantama atmıştım.

“Eve dönelim,” dedim arabayı çalıştırdığı sırada. Yeni bir yere gitmek istemiyordum.

“Dönmeyeceğiz.”

“Kendin gidip ne halt istersen yiyebilirsin, ben gelmeyeceğim.”

“Evi ikimiz kalalım diye aldım, tek başıma oturayım diye değil.”

Dudaklarımı sarkıttım. “Neden? Magazine haber verip kaçamağımızı haber mi yaptıracaksın? Çok pardon, gidelim o zaman tabii.”

“Seray!” diye gürlediğinde arabayı sürmeye başladığı için bakışlarını bende sürekli olarak tutamıyordu.

“Ne var?” diye aynı şekilde karşılık verdim. “Haddimi mi aşıyorum? Bulunduğumuz raddeyi mi karıştırıyorum?”

Direksiyonun kenarına sertçe elini vurup tok bir sesin arabada yankılanmasına neden oldu. Araba hızlandı, şehrin kalabalığından uzaklaşmış olduğumuz için yol boştu ve hız yapmasına müsaitti. Tabii bu deli gibi hız yapmasının içimi rahat ettiriyor olduğu anlamına gelmiyordu.

“Benden ne saklıyorsun?” dedim son kez. “Telefonuna bakmama delirecek biri değilsin, son kez soruyorum bu yüzden. Neyi görmemden korktun?”

“Öyle biriyim,” dedi ama bu cevabın geçiştirmek için verildiği belliydi. Başımı salladım ben de. Zorlamadım.

“Öyle birisin.” dedim tekrarlayarak.

Sonra öğrenirse daha kötü hissedecek yazılı mesaj aklımda dönüp durmaya başladı. Bendim. Bu kadar korktuğuna göre bahsi geçen kötü hissedecek kişi bendim.

Saklı olan neydi peki?

Saatler sonra olduğum yer, olmak istediğim yer asla değildi.

Dün fotoğraflarını gördüğümde içimi açan, hafta sonunu geçireceğimi öğrenince bana iyi gelebileceğini düşündüğüm dört duvara hapsolmuş gibiydim.

Bahçeyi de evin kendisini de gezmeye gerek duymamıştım. Önüme çıkan ilk odaya sinmiş, oradaki bir koltuğa yerleşip bedenimi olabildiğince küçülterek kapladığım yeri azaltmıştım.

Her şeyin üst üste binip omuzlarıma yığıldığını hissediyordum. Tehdit edilmiştim, başıma ne gelebileceği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Garip bir güvenlik çemberinin içinde nefes almaya çalışıyordum. Bu yetmezmiş gibi bir hafta önce babamın hayatını tepetaklak edecek bombayı öylece ortaya bırakmıştım.

Bunların yanında bir başka cephede de duygularımla verdiğim savaşın bitkiniydim. O savaşta düşmanım değil, önümde beni savunanım olduğunu sandığım adam bugün tüm dengeleri bozmuştu.

Odadan çıkmak gibi bir niyetim yoktu ancak odanın içinde bir banyo bulunmuyordu. Saatlerdir olduğum yerden kıpırdamamıştım ve bir şey de içmemiştim ama bir şekilde tuvalete gitmek zorundaydım. Bedenim daha fazla böyle kalmaya dayanamayacaktı.

Garip bir şekilde uzandığım için kalkarken boynumda hissettiğim ağrıyla elim oraya gitmiş, odadan çıkarken de elimi boynumdan çekememiştim.

Kapıyı açarken sessizdim. Banyoyu da sessizce bulmak ve yine aynı sessizlikle odaya geri dönmek istiyordum.

Odanın kapısını araladığım anda çaprazımdaki kapıdan çıkan Cevahir bir tesadüf müydü yoksa gelecek olan herhangi bir sese bu denli odaklanmış mıydı bilmiyordum.

Ona bakmadan rastgele bir yöne ilerlemeye başladım. Banyonun olduğu tarafa gidiyor olmayı umuyordum.

“Çözümün benden kaçmak mı?”

Adımlarımı yavaşlattım ama durdurmadım. “Sorunun ne olduğunu bile bilmiyorum ki,” dedim kısık bir alayla. Çözümü nasıl bulacaktım?

“Çok mu öğrenmek istiyorsun?” diye sordu. Ben arkamı dönüp ona bakamadan devam etti. “Öğrenirsin o zaman yakında.”

Arkamı döndüğümde onu olduğu yerde göremedim. Adımlamıştı. Sırtıyla bakışmıştım.

Nereye doğru gittiğini bilmiyordum ama gidiyor olması, yüzü yerine sırtını görüyor olmayı sevmemiştim.

Dudaklarımı aralayıp durmasını, her ne söyleyecekse şimdi söylemesini bağırmak istedim fakat içimden kopan bir şey buna engel oldu.

Onu durdurmadım. Sonra kendimi bir kıyametin ortasında titrer halde buldum.

Cevahir arkasını dönüp gittiğinde kendimi yeniden o koltuklu odaya atmış, kollarımı bedenime sarıp koltuğun içine gömülmüştüm.

Gözlerimi araladığımda odanın içini karanlık görünce uyuyakaldığımı, zihnimin yorgunca dinlenmeye çekildiğini fark etmiştim.

Öylece uyuyakaldığımdan olacak ki bedenim ince bir soğuğun altında eziliyor, titreyecek kadar fazla ürperiyordum.

Karanlık odada koltuktan doğrulduğumda ayağa kalkmak için beklemedim. Ayaklandığımda kapıya doğru yürümüş, kapalı kapıyı açtığım gibi de dışarı çıkmıştım.

Ev tamamen sessizliğe gömülüydü.

Cevahir’in de bir köşede uyuyor olduğunu düşünerek ileriye doğru yürüdüm. Adımlarım beni evin girişine getirdiğinde nereye bakmam gerektiğini bilemeyerek yerimde bir an durdum.

Dışarı çıkıp nefeslenmek için kapıya yöneldiğimde kapının yanındaki yüksek, ince masanın üstünde duran çantamı gördüm önce. Çantamı buraya bıraktığımı unutmuştum. Elimi çantaya uzatacakken çantanın yanında parlayan küçük yuvarlağı gördüğümde ise göğsüm ağırca şişmişti.

Kaşlarım çatılmış bir halde masaya yaklaştım. Doğru görüyor olduğumu bir türlü kendime kabul ettiremediğimde parmaklarım titrek bir biçimde parlayan yüzüğe uzandı.

Alyanstı. Cevahir’in alyansıydı.

Taktığı günden bu yana parmağından bu yüzüğü çıkarttığı bir an hiç gelmemişti. Evlendiğimiz günden beri yüzük parmağındaydı. Ben mecbur kalarak çıkartıp takıyor olsam da o yüzüğünü sol elinin yüzük parmağından hiç ayırmamıştı. Bugüne dek.

Yüzüğü elimden düşürüp masada ses çıkartarak sekmesine neden olduğumda başımı iki yana salladım sertçe.

Buydu. Öğrenince üzüleceğim şey buydu.

Gitmişti.

Oyun muydu? Oyunun bittiğini, artık her şeyin gerçek olduğunu bana o söylemişti. Ben yaşananların sahteliğine inanmakta ısrarcı olsam da buna engel olmuş, beni ikna etmişti.

Bir elim yüzüme doğru uzandı. Titrediğimi hissediyordum.

“Nerede?” diye mırıldandım. “Nerede...?”

Kapıyı açıp dışarı çıkmak yerine önce evin içini talan etmem gerektiğini düşünerek geriye adımladım. Arkamı döndüğüm anda karşımda gördüğüm bedenin ardından boğazım sızlamıştı.

Yüzünü görmeye çalıştım. Elim refleksle ona uzandı, kolunu bileğine yakın bir yerden kavradım. Aramızda kalan bir adımı hızla kapatıp ona ulaştığımda yüzü az önce onu görmeme engel olan gölgeden kurtulmuştu.

Gözlerini kararmış görmeye, kahvelerinin koyulaşmasına alışkındım. Bu, benim dışımda bir yere bakıyorken gerçekleşiyorsa duvarlarından; bana bakarken ise hep arzusundandı. Ama şu an yüzümde tuttuğu bakışlarında arzunun izi yoktu.

İrkilerek bakışlarımı ondan kaçırdım. Yüzüğünü neden çıkarttığını sormak istedim, sorgulamayı düşündüğüm tonla konu vardı fakat dilim dönmüyordu.

Nefeslensem de ciğerlerime varamayan hava yüzünden kıvranırken bakışlarımı son bir gayretle gözlerine diktim.

Kolunda asılı duran elimi yavaşça kaydırıp avucuna indirmiş, onu durdurmak için daha sağlam bir yol buldum sanarak elini tutmuştum.

Tutuşumdan kaçmadığında rahatça nefeslenmeye çalıştım.

Gitmiyordu.

Buradaydı.

Yüzüğü gördüğümde sandığım şeyler yanılgıdan ibaretti, kuruntumdu.

“Korktum,” diye mırıldandım usulca. “Her şey… Her şey oyunun parçası sanıp çok korktum.”

Sandıklarımı ona anlatırken ifadesinde yaşanacak olan değişimi bekledim sabırla. Beni avutmasını, daha önce yaptığı gibi oyunun bittiğini ve her şeyin uzun zamandır gerçek olduğunu söylemesini bekledim.

Bakışlarındaki karartı kaybolmadı, sahip olduğu katı ifadesi hiç değişmedi.

“Oyun hiç bitmedi,” dedi dümdüz bir sesle. Onunla dün tanışmışım da kalbim nefrete bulanmış gibi aklım aylar öncesine esir olurken yutkundum.

Dilindeki bıçakla beni korkutması yetmemiş olacak ki dudakları bıçağı sertçe göğsüme saplamak için bir kez daha aralandı.

“İstediğini almadan yolundan dönecek bir adam değilim. Söylemiştim Seray; sana ‘gerekirse seni bile inandırırım’ demiştim.”

Ve inanmıştım. Delice, öylece…

Başarmıştı.

Göğsümün solunda tutuşan sancı bir an için öyle büyüdü ki beni yok edeceğini, küllerim savrulup kaybolana dek cayır cayır yanacağımı sandım.

Gözlerimden peş peşe damlamaya başlayan yaşlar, durup da yalnız kalmayı bekleyemeyeceğim kadar fazlaydı. Yanaklarımdan hızla dökülüp boynumda birikmeye başlayan yaşların içi bir dolu kırıkla kaplıydı.

Hayal kırıklığının yabancısı değildim. Yine de böyle acı acı yandığımı hafızam geçmişte bir başka anıyla eşleştiremiyor, sızıyı daha önceki bir kırığın sızısıyla karşılaştıramıyordu.

Farklıydı.

Hissettirdiği her şey, hissettirdiğini sandığım her şey farklıydı.

“Nefretimi soldurmamamı söylerken… Beni buna mı hazırlıyordun?” diye fısıldadım güç bela.

Kıpırdamadı. Elinden düşmeyen elimi bir an için daha sıkı kapattım. Tenini parmaklarımın ucunda hissederken başım omuzuma doğru düştü. Başım, yanağım neredeyse omuzuma değecek kadar eğilmişken onu dikkatle izledim.

Gözlerimden tonla yaş iniyordu ama görüntüsü bulanmıyordu, onu hiç olmadığı kadar net görüyordum.

“Ama olmadı,” dedim iki kelimenin hemen ardından dudaklarımı birbirine bastırıp birkaç saniye beklemek zorunda kalarak. “Çünkü bendeki adın nefret değil ki artık.”

Acıyla soluklandım. Sesim çaresiz bir inleyiş ile kuvvetsiz bir yakarış arasındaki ince ipte asılıydı.

Böyle bir kabulleniş düşlememiştim. Kabullendiğimden dahi bihaberdim.

Dilimden ona hep nefret dökülse de bir süredir, başlangıcını bilmediğim bir zamandır o nefretin içi bambaşka bir hisle doluydu.

Karşıtı sanılan ama nefrete en yakın olanla; aşkla.

Ona duyduğum hissin kuvvetini, başkalığını ölçebileceğim bir terazim vardı. Bu his için öyle çok yanılmış ve öyle çok yanmıştım ki bundan fazlasını yaşamam sanıyordum. Oysa şimdi içimdeki her şey tek darbeyle çürüyüp yitmişti.

Yıllar önce aşk sandığım o hissin adı bağımlılıktı, ben aşkla daha yeni tanışıyordum.

Dudaklarımda buruk bir gülüş peydahlandı.

“Bu mu?” dedim dilim döndüğünce. “Gideceksin, öyle mi?”

Bakışlarımız kopmuyordu. İfadesinde en ufak bir kırılma görebilmek için öyle dikkatli bakıyordum ki hiçbir değişim yaşanmayan duvardan farksız yüzü hayretle kaplanmama neden olmuştu.

“Gidersem, geçecek.” dedi sadece.

Bu ‘atlatırsın, dünyanın sonu böyle gelmeyecek’ mi demekti?

Başımı doğrulttum. Dudaklarımdaki keyifsiz gülümsemeyi kaybettim.

“Gidersen… Bitecek.” dedim dönüşü olsa da olmasa da bende ne yaşanacağını anlatmaya çalışırken.

Bunun onu kalmaya, belki bir umut söylediklerinden ve takındığı tavrından pişman olarak geri adım atmaya ikna edeceğini sanmıştım.

Dakikalardır elim elini kavrıyor, onu hiç bırakmadan tutuyordum. Söylediklerimin kalmasına yarayacağını zannediyorken iki kelimem onun elini elimden usulca çekmesine neden olmuştu.

“Cevahir,” dedim afallayarak. Sesim öyle beklentiyle doluydu ki boğazım düğümlenmişti.

Karım demesi gerekiyordu. Neden ona seslendiğimi hep anlardı, yine anlaması ve bana ihtiyacım olanı vermesi gerekiyordu.

Gözlerime öyle alelade, ne vedayı ne de özrü andıran içi boş bakışlar attıktan hemen sonra yanımdan geçip kapıya doğru gittiğinde ona dair hissedebildiğim tek şey gidişinin soğuk rüzgârıydı.

Olduğum yerde titreyerek dizlerimin üstüne düştüğümde düşüşümün sesiyle beni ardında bırakıp kapattığı kapının sesi birbirine karışmıştı.

Boğazımdan yukarıya tırmanan hıçkırıklarla sarsılmaya başlayan bedenimi kollarımla sarmaya çalıştım.

Gücüm kendimi tutabilmeye yetmediğinde ağlayışım beni öldürecek gibi yoğunlaştı.

Yalnızlık bu dünyada başka kimseyi beni kovaladığı kadar kovalayıp yakalıyor olamazdı. Bir insanın kaderi neden böylesi çıkmaz boyalarla yalnızlık rengine boyanırdı?

Boğulacağımı, çöküp kapandığım zeminde isyan ettiğim yalnızlığın eşiğinde öleceğimi hissederek çıldırmış bir hal aldığımda birden zihnime bir bağırış sızdı.

Seray!” diyen ses çok yüksekti. Hiç susmuyordu. Düzensiz aralıklarla adımı bağırıyor, delicesine tekrarlıyordu.

Bilincimin bir yerde asılı olduğunu, ses zihnime ulaşabilene dek o sürüncemeden kurtulamamış olduğumu güçlükle algıladım.

Kapalı gözlerimi, üstlerinde taşlar bağlıymış gibi tüm gücümü harcamam gerekerek araladığımda gözlerimin önünde bulduğum görüntüyle panikledim.

Geri dönmüştü. Paniğim gidişinin tekrarlanma ihtimalineydi.

Ellerim kontrolsüz bir hızla havalandığında yanaklarına öyle kuvvetli tutunmuştum ki tir tir titriyordum.

Kendime çekmeye çalıştığım yüzüne gözlerimi kırpmadan açlıkla baktım. Gözlerimi kapatıp açarsam kaybolabileceğini düşünen ses susmuyordu.

Avuç içlerime batan sakallarını hissederek burada olduğuna kendimi inandırırken kulaklarımı yoran uğultu usulca dinmeye başladı.

Nerede ve ne halde olduğumu anlayamayacak kadar bulanıktım. Tüm algım karşımda duran, avuçlarımla kanıtladığım varlığındaydı.

“Cevahir,” derken dudaklarım zorlukla kıpırdamış, sesim fısıltıdan farksız çıkmıştı. Tedirgindim. Birkaç dakika önce olduğum konumda o, seslenişimi yanıtsız bırakarak çekip gitmişti. Yine öyle olacak korkusuyla sesim bile çıkmıyordu.

Afallamış bir haldeydi. Şaşkınlığı uzanıp dokunabileceğim kadar belirgindi.

“Karım,” dedi bir eli yüzüme uzanırken. Alnıma düşerek nemden tenime yapışan bir tutam saçı avucuyla nazikçe geriye doğru taradı. “Söyle yavrum.”

Sırtım dik duracak şekilde bir yerde oturuyordum. Cevahir tam önümde, benim gibi oturur haldeydi. Bulunduğum yer tanıdık hissettirmediği için gergindim ama bakışlarımı onun gözlerinden ayırıp etrafta gezdirebilmek için de çok korkaktım.

“Ateşlendin biraz,” dedi saçımın alnımla kesiştiği çizgiyi okşarken. “Senin bana yaptığın gibi yaptım, soğuk kumaşlarla sıcağını almaya çalıştım. İyisin, nefeslen.”

Gözlerimdeki ağırlığın, titreyen bedenimin ve aklımın yerinde olmayışının nedeni buydu o halde.

Dudaklarım konuşacakmışım gibi aralandığında birkaç saniye sessizce kalakaldım.

İyi olduğumu söylüyordu ama iyi hissetmenin kenarından köşesinden geçmiyordum.

“Yüzük,” diyebildim gözlerimi kırpıştırırken.

Kaşları çatılmaya yüz tuttu. “Yüzük?” diye tekrarladı.

Sağ eli yüzümdeydi. Sol eli ise karnımın kenarında sabitti, beni dik tutmak için destekti.

“Yüzüğünü çıkartmadım, parmağında yavrum yüzüğün.”

Yanaklarından ayırmadığım ellerime doğru baktım. Yüzüğüm parmağımdaydı; evet. Fakat benim sorguladığım yüzük, bana ait olan yüzük değildi.

Başımı yana doğru eğip sol eline baktım. Belime taşan parmaklarında parlayan metali gördüğümde dudaklarım bir an titredi.

“Seray?” dedi şaşkınlıkla. Alnımdaki eli yanağıma kaydı, beni kendisine bakmaya zorladı. “Nereye bakıyorsun sen? Yüzük dediğin benim yüzüğüm mü?”

Sessiz kaldım. Bir şey söylemedim.

“Sen o yüzüğün parmağımdan çıktığını daha önce hiç gördün mü? Neyi kontrol ediyorsun karım?”

Başımı iki yana salladım. Görmediğimi sanıyordu ama ben o yüzüğün parmağından çıktığı anı çok kısa bir süre önce çaresizce yaşamıştım.

Bedenimi öne doğru bıraktım. İçinde boğulduğum o anların yükselen ateşim yüzünden kavrulduğum bir kâbus olduğunu kendi kendime tekrarladım, içimden birçok kez sayıkladım.

Öne devrildiğimde beni doğrultmak yerine yüzümün boynuna gömülmesine yardım etmişti.

Kâbusun hangi anda başladığını, bugün yaşandığını sandıklarımdan hangilerinin gerçek dışı olduğunu düşünmeye çalışırken aklım iyice karışmıştı.

Kokusuyla sakinleşmeyi, teninden sızan sıcaklığı da kokuyu da ciğerlerimde toplayarak durulmayı denedim.

Birkaç dakika sonra, tamamen kendime gelmiş olmasam da, zihnim daha berrak bir hal almıştı. İçinde bulunduğumuz odanın yabancılığını bir yapboz parçası gibi dikkatle doğru yere yerleştirdiğimde uykuya ne zaman daldığımı da bulabilmiştim.

Burnumu dayadığım yerden ayrılmadan, boynunda saklandığım kuytudan çıkmadan kaşlarımı çattım.

Uyandığımı sanıp kendimi odadan dışarı attığım, kapının yanındaki masada yüzüğünü gördüğüm an ve sonrası aklımın bana oyunuydu. Öyle yoğun bir stresle kavrulmuştum ki o stres beni ateşlendirmekle yetinmemiş, bir de korkunç bir kâbus armağan etmişti.

Ona aşık olduğumu kendime itiraf ettiğim sırada kapıyı çarpıp çıktığı, vedasız bir terk edişle beni arkada bıraktığı bir kâbus…

Dudaklarımdan telaşlı bir iç çekiş koptu.

Gidişi gerçek değildi. Yüzüğü parmağından hiç çıkmamıştı. Ruhumu söken cümleleri, bakışlarındaki karanlık hiç var olmamıştı. Fakat kâbusun bir yarısı hâlâ yerli yerindeydi, gerçek hissettirmeye devam ediyordu.

Gitmesi bana kıyametti. Bu kıyameti bana getiren ise üstüne yalandan bir nefret kumaşı örtünen aşktı.

Sırtının kenarına parmaklarımı onu delip geçecek gibi sıkıca bastırıp tutundum. Ürpertiyle titrediğimde eli hızla ensemi bulmuş, başımı geriye doğru çekerek gözlerime bakmaya çalışmıştı.

“Korkutuyorsun beni,” dedi boğuk bir sesle. “Seni bu hale ben mi getirdim?” Kendisine kızar gibi, içinden bunun bin katı pişmanlık geçiyormuş gibi konuştuğunda başımı olumlu mu olumsuz mu olduğu dahi belli olmayacak şekilde salladım.

Beni bu hale o getirmişti.

Tek suçlu o muydu bilmiyordum ama halim baştan sona onun eseriydi.

“Telefon için saçma sapan bir tepki verdim, bu kadar çok üzüleceğini bilsem…”

Gerçeğin ve kâbusun nerede başlayıp bittiğini daha iyi anlamama yol açan sözlerinden sonra dudaklarım aralandı. “Neden?” diye mırıldandım.

“Seni başka bir korkudan korumaya çalıştım. Sadece seni düşünmeye çalıştım ama kafamı sikeyim ki daha beter hale soktum durumu.”

Ensemi tutmaya devam eden eli yavaşça boynuma kaydı. Çeneme ve yanağıma taşacak şekilde beni tuttuğunda gözlerimi gözlerinden ayırmadan ona bakıyordum.

Başparmağı usulca hareket ederek yanağımı okşadı. “Ne vardı telefonda?” dedim yorgunluktan merakımı bile diri tutamıyorken.

Gözlerini bir an için kapattı. Bir iki saniye sonra yeniden gözlerini görmeme izin verdiğinde benim bakışlarım sabitti.

“Biraz kendine gel, öyle konuşalım.”

Kaşlarım başıma ağrı saplanacak kadar ani ve derin çatıldığında belimde ve yüzümde olan ellerine rağmen çırpınarak kendimi geri çekmeye çalıştım.

“Tamam!” dedi hareketlendiğim anda. “Tamam, yavrum. Şimdi konuşalım. Sakinleş.”

Ateşlenip kâbusun pençesindeyken bilincimin yitik olduğu anlarda ona ne yaşattığımı tam olarak bilmiyordum ama en ufak kıpırtımda pes ettiğine göre hâlâ diken üstünde olduğu belliydi.

“Konuş,” dedim sadece. Konuşup o tepkiyi vermesine sebep olan her ne ise anlatmaya başlamalıydı. Zira dayanacak ne sabrım ne de gücüm kalmıştı.

“Fotoğraflar yollanıyor sürekli bana,” dedi yanağımı usul usul okşamaya aralıksız devam ederken. “Bir haftadır… Kaynağına ulaşmaya çalıştığımda bulamadığım numaralardan fotoğraflar geliyor.”

Afallayarak baktım. “Ne fotoğrafları?”

“Senin fotoğrafların.” dedi çenesi kaskatıyken. “Ben yanında değilken çekilen, yanında olmadığım rastgele anlardaki fotoğrafların.”

Dudaklarım şaşkınca açıldı. Tehdidin boyut değiştirmesine öyle çok şaşırmamıştım. Beni şaşırtan Cevahir’in bu kadar telaşa kapılmış oluşuydu.

“Sen yokken yalnız olmuyorum ki,” dedim itiraz ederek. “Teo, Levent… Yanımdalar sürekli.”

“Biliyorum,” dedi duraksamadan. “Biliyorum güzelim, sana nefes aldırmadığımı bile bile yanından ayrılmamalarını tembihleyen benim zaten.”

“O zaman sorun ne?” dedim anlamayarak.

Derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi üflerken omuzları da gerilmişti. “Bana ulaşmadan, seni arayıp öylece korkuturlarken aklımdan geçenler bu kadar karanlık değildi. Açıkça bana bulaşıyorlarsa, ya güvendikleri bir şey var ya da gemileri yaktılar ve kaybedecek bir şeyleri yokmuş gibi hamle yapacaklar.

Bir haftadır ben Muhsin ile ilgili yaşadığım sarsıntının etkisindeyken onun da önceki günlere göre daha gergin olduğunun farkındaydım elbette. Daha yorgundu, daha dalgındı. Bunları, kendi ruh halimi ona yansıtıyor olduğumla ilgili sanmıştım; başka bir şeyi aklımdan geçirmemiştim.

“Korkmamıza gerek yoktu,” dedim sessiz sessiz. “Bütün bunlar sadece senin abarttığın önlemlerdi, öyle söyledin.”

Başını iki yana salladı. Yüzünü bana doğru yaklaştırıp dudağımın kenarına sıcak bir öpücük bıraktı. Uzaklaşmadan, nefesi dudaklarımdan içeri sızıp ciğerlerime varacak şekilde konuştu. “Korkuyorum,” dedi kısık sesle. “İt gibi korkuyorum sana bir şey olmasından.”

Burnunu yanağıma dokundurmuş, her an dudakları yeniden tenime değecekmişçesine yakın konumdaydı. Gözlerim kısılarak kapanmaya yüz tutarken gücüm çekilmiş gibi hissederek omuzlarımı düşürdüm.

“Bu hangi raddeye denk geliyor?” diye mırıldandım.

Belimi hafifçe sıktığını hissettim. “Sikeyim raddesini, ne dediğimin farkında değildim. Unut. Değil telefonum, açıp aklımın içine baksan bir şey söylemem sana.”

“Ama söyledin,” dedim çocuk gibi. Burnum sızlamıştı. Alıngan ve hiç olmadığım kadar hassas hissediyordum. Bunun nedeni bugün bana gerçekten söylemiş oldukları mıydı yoksa asıl derdim kâbustan kaynaklı mıydı seçememiştim.

Belki de ikisinden de uzaktı. Kalbim ayrı köşede, mantığım ve onun ruhuma ördüğü koruma kalkanı diğer köşelerde duruyorken yaşadığım hassasiyetin doğuşu aslında kendime olan itirafımdandı.

“Beni zorlayıp doğruları söyletmenden kaçmak içindi,” dedi dudaklarını en kısa yoldan tenime bastırıp geri çekildikten hemen sonra. “Sinirlenirsin, üstüme yüklenip konuyu başka bir yere itersin sanmıştım. Beni nasıl öldüreceğini bildiğini unutmuşum, yok sayıp içine kapanacağını hesaplamamışım.”

Bir şey söylemedim. Sessizce beklediğimde aceleyle geri çekilip gözlerimin içine baktı. “Yemin ederim,” dedi direkt. Kolunu sola doğru uzattı birden. Kenardaki komodinde duran telefonuna uzanmıştı.

Telefonu açıp elime tutuşturmaya çalıştı. “Neye bakmak istersen bak, Teo’yu ara istersen. Fotoğraflar da duruyor.”

Ona inanmadığımı düşünerek çırpınmasına müdahale etmeyebilir, yalancı olduğunu iddia ediyor görünüp bir süre daha dil dökmesini izleyebilirdim. Ne bunu yaptım ne de ona inandığımı açıkça dile getirdim.

“Eve ne zaman gideceğiz?”

Konuyla herhangi bir alakası olmayan sorumu duyduğunda bana uzattığı telefonu tutan eli sallandı. Telefonu kucağıma doğru düştü. “Hım?” dedi anlamsızca.

Devrelerinin yandığını anladığımda hiç acele etmedim. “Eve,” dedim tekrar. “Ne zaman döneriz?”

“Neden?” dedi şüpheyle. “Ne olacak eve gidince? Bir yere mi gideceksin oradan?”

Gitmekten bahsetmesini irkilmeyle karşıladım.

Yerde kıvrandığım, gözyaşları arasında yapayalnız kaldığım soğuk zemini hissetmiş gibi titrediğimde tutunacak son dalımmış gibi parmaklarımı telaşla üstündeki gömleğin yakasına götürdüm. Yakasının biraz aşağısından kumaşı elimde buruş buruş ederek tuttuğumda kendimi de öne doğru itip ona yaklaşmıştım.

Yüzümü boynuna gömdüm. Kollarının beni saracağını, oraya gömülmemi hiç garipsemeyeceğini biliyordum. Beni iteceği yanılgısına düştüğüm tek yer, gerçek olmayan bir alemde var olabilmişti. Korkunç bir kâbustan ibaretti.

Belimden ve sırtımın ortasından bana dolanan kollarını hissettiğimde dudaklarım tembel bir hareketle kıvrıldı.

“Cevahir,” dedim bir kere daha. Gözlerimi yeniden kapatacak kadar bitkindim ama uyuyakalmadan önce bilinçaltımın onu duyması gerekliydi, aksi halde yine uyur uyumaz karanlık bir düşe kapılmayacağımın garantisi yoktu.

“Karım,” dedi çenesini başımın tepesine yaslarken.

Karın,” diye tekrarladım fısıltıyla. Kalbinde sana sadece nefret büyüttüğünü sanan, kaybetme korkusuyla sınanana dek sana aşık olduğunu anlayamayan aptal karın…

 

 

~~~


Yorumlar

  1. Ciğerim söküldü teşekkürler

    YanıtlaSil
  2. Alıntı yüzünden bölümü korkuyla okumuştum harika bir bölün olmuş ama ben keyifle ilk bölümü bir daha okumaya gidiyorum

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm