Düşten Farksız 56.Bölüm
56.BÖLÜM
- 4 ay sonra
“Seni eve götüreyim, Özgür ya da Pars geçecek
eve zaten. Ben öyle dönerim.”
Başımı sağa sola sallayarak olumsuz yanıt
vermenin bana iyi gelmeyeceğini bildiğim için kuruduklarını hissettiğim
dudaklarımı araladım. “Arabada durabilirim, yolunu neden uzatasın ki?”
“Ahu,” dedi babam bedenini arabanın içinde
bana doğru çevirmişken. Yanağımı koltuğa doğru yaslamış halde ona bakıyordum.
“Bulantın başlar birazdan, gözlerini zar zor açık tutuyorsun babacım.”
Direnmek ve aksini söylemek istiyordum ancak
bunun hiçbir anlamı yoktu. Kemoterapi seanslarından çıktığımda kendimi
olduğumdan on kat yaşlı ve güçsüz hissediyordum.
“Ama,” diyebildim sadece. Bu amanın devamında
ne demek istediğimi biliyordu.
“O zaman arabada beklemezsin, biraz orada
uyursun.”
“Gerek yok,” dedim ısrarım direkt son
bulurken.
Babamın elaları yüzümde gezindi. O eve girip
huzurla uyumayacağımı bilmeliydi.
Görmek
istiyor seni, sen kabul edene kadar önüne çıkmayacak ama görmeyi çok istiyor;
konuşmak istiyor.
Halamdan duyduklarımı anımsadığımda iç çekerek
başımı babamın olduğu taraftan çevirdim. Ön camdan dışarıya bakmaya
başladığımda aklımın birden Canan Akdoğan’la dolup taşmasından hoşlanmamıştım
hiç.
“Ben onun vicdan rahatlatacağı bir oyuncak
değilim baba,” dedim saklanmadan. “Öleceğimden korkup vicdanının sesini daha
net duyuyordur.”
“Ahu!” dediğini duydum babamın sertçe. Bu
annesiyle görüşmeyeceğimden değil, ölümü andığımdan gelen bir tepkiydi;
aylardır alışmıştım artık.
“Başım dönüyor, gözlerimi kapalı tutacağım eve
gidene kadar. Beni eve bırak baba, haklısın arabada beklemem bile çok saçma
çünkü.”
Söylediğim şekilde gözlerimi kapattım.
Seanstan her çıktığımda bedenime yüklenen, devam eden birkaç gün boyunca yoğun
bir şekilde benimle olan bulantılar, baş dönmeleri, halsizlik artık benim için
bir döngüye dönüşmüştü. Üç haftada bir, iki üç günüm bu halde geçiyordu.
Gözlerimi yeniden açtığımda kendimi evde
bulmama hiç şaşırmamıştım. Yorgunluktan uyumuştum ve eve taşındığımı ruhum
duymamıştı her zamanki gibi.
Eve girerken uyanmadığım için bugünkü
eşlikçimin kim olduğunu da henüz bilmiyordum.
Yataktan doğrulmadan önce bir süre tavanı
izleyip baş dönmemin azaldığına emin oldum. Yere yapışmayacak kadar sağlam
durabileceğimi kesinleştirdikten sonra kaplumbağa hızıyla doğrulmuş ve ayağa
kalkmıştım.
Odamın kapısını açtığımda ben henüz koridoru
yarılayamadan içeriden hızlı adım sesleri gelmeye başladı.
“Despina?” diye seslenen abime baktım. Hemen
yanımda belirmişti. “Ne oldu güzelim? Niye uyandın?”
Normalden az uyumuştum belli ki.
“İyiyim abi,” dedim sakinleşebilmesi için
sözlerime yüzüne bakarak da destek verip.
“Ağrıdan mı uyandın?”
Derin bir nefes aldım. Onları iyi olduğuma
ikna etmek, bu süreçte yaşadığım zorluklar arasında ilk beşe kesinlikle
girerdi.
“Hayır,” dedim göğsüne doğru yaslanırken.
Sırtımı sarmıştı beklemeden. Birlikte salona doğru ilerlediğimizde ara ara saçlarımdan
öpüyordu beni.
“Balkonda oturalım mı?” dedim koltuklara doğru
ilerleyecekken. “Hikâye anlatmaya devam edecektin bana, söz verdin.”
Babam arabadayken Özgür ya da Pars eve geçecek
demişti ama sanırım kura abime çıkmıştı son anda. Evde ondan başka kimse
olmadığı belliydi.
“Söz mü verdim?” dedi başını eğip bana
bakarken. Ofladım. “Tamam, söz vermedin ama anlatırım dedin işte. Söz gibi bir
şey.”
Hafifçe güldü. Ardından beni daha fazla
zorlamadan koltuklardan birinin kenarında duran ince örtüyü de alıp balkona
yöneldi benimle birlikte.
Nisan ayındaydık. On günü geride kalmıştı
artık ama hava tam olarak ılımış değildi. Bir gün sıcak bir gün serin oluyor,
dengesiz davranıyordu. Balkona çıkıp oradaki sandalyelere yerleştiğimizde
abimin beni örtüye sarmasına bu nedenle ses çıkartmamıştım.
“Biraz konuşacağız sonra içeri gireceksin
itiraz etmeden, yemek de yemen lazım zaten.”
Yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi.
Yemek yemekten nefret ediyorum denmezdi ama bu birkaç gün bana öyle zehir
oluyordu ki ağzıma attığım bir lokma büyüyüp beni boğuyordu. İştahım olmuyordu.
Şimdiden hayır dersem abimin beni konuşmamakla
tehdit edeceğini bildiğim için stratejik davranarak sessiz kaldım.
“Nerede kalmıştık dün?” diye sorduğunda
hafızamı hiç zorlamama gerek yoktu. Anlatmaya başladıklarını o kadar dikkatle
dinlemiştim ki hiçbir detayı unutmamıştım dünden bugüne.
Abim bana kendi hikâyesini anlatıyordu.
Ben zorlamamıştım, hatta ağzımı bile
açmamıştım bu konuda ama dün ağrılarımın arttığı bir anda dikkatimi dağıtmak
için bulduğu bir yöntemdi bu.
“Sen babamla kalmaya ikna olmamıştın,” dedim
kaldığımız yeri hatırlatarak. Çocukluklarından bahsetmişti dün bana; Özgür’den,
anne ve babalarından… Babasının bulaşmış olduğu işlere rağmen küçük ailelerinde
her şey yolundaydı anlattıklarına göre. Sevgi dolu bir anne, onlar için her
şeyi yapabilecek bir baba…
Özgün ve Özgür’ün sınavı çocukluklarında
değildi bu nedenle. Anne ve babalarını kaybettikleri günün ertesinde başlamıştı
o sınav.
Babam, en yakın dostunun emaneti varsayarak
ikisine de kollarını açmıştı ancak o kollara koşan tek kişi Özgür’dü. On beş
yaşlarında, ergenliğinin başındaymış o zamanlar. Babam da bir ara onun bu muzip
hale gelebilmesi için zamanında çok uğraştığını, özüne dönebilmesi için çok
çabaladığını anlatmıştı.
“Olmamıştım,” dedi abim onaylayarak. Özgür’ün
aksine abim anne ve babasını kaybettiği zaman reşitmiş, on dokuz yaşındaymış.
Babamın onu zorla yanında tutabileceği bir yaşta değilmiş. “Timur abi beni de
alacaktı çatısının altına, bir boksör de ben olurdum herhalde. Az varmış gibi
etrafta.”
Gülümsedim. “Bence en iyisi olurdun,” derken
bunu daha önce kaç kez ‘en iyisi sensin’ şeklinde babam, Pars ve Özgür’ü tek
bulup söylediğimi hatırlayamıyordum.
Elimi kaldırıp üstüne bir öpücük bıraktı. Yan
yana oturuyorduk ayrı sandalyelerde ama ben ona doğru dönüktüm biraz.
“Bence de, güzelim. Zaten böyle de en iyileri
benim.”
Başımı salladım. Halsizdim, bedenimin bir
şeylerle savaştığını hissediyordum ama abimden bu hikâyenin devamını duymak da
istiyordum.
“Babamla gelmeyi kabul etmedin, sonra birden
bire babanın yerine mi geçtin yani?” diye sordum. “On dokuz yaşında birinin
herkese söz geçirmesine kimse karşı çıkmadı mı?”
Gülüyormuş gibi bir nefes verdi. Gülmemişti
aslında. Verdiği nefesin başka bir şeyden kaynaklandığı belliydi.
“Karşı çıkmayanları saysam daha kısa sürer
gibi, abim.”
Dudağımı sarkıttım üzgünce. Aklımda onun
yaşadıklarına dair güzel şeyler canlanmıyordu. Ne yaptığını öğrendiğimden beri
bu böyleydi, şimdi daha da yoğundu.
“Nasıl bu hale geldin peki? Herkesle nasıl
savaştın?”
Omuz silkti. “Savaşmadım.” dedi rahatça.
“Hım?” dedim anlayamamış şekilde.
“Kimseyle savaşmadım, o cehennemde birkaç ay
geçirmek bile benim için yeterli oldu. Ben hiç oraya ait olmadım, Despina.”
Kafam karışabileceği kadar çok karışmıştı.
“Sen yıllardır bu işin içindesin ama, öyle dememiş miydin?”
Derin bir nefes aldı. Benim ona doğru dönüşüm
gibi bedenini bana doğru çevirdi sandalyede otururken. Yüz yüze bakıyorduk
şimdi.
Elini uzatıp burnumun ucuna hafifçe dokundu.
Küçük, can yakmayan bir vuruştu.
“Öyle demiştim, evet.”
“Şimdi başka bir şey diyorsun.”
Başını salladı. “Ben dünden beri neden sana
hikâyemi anlatıyorum, biliyor musun?”
Bilmiyorum der gibi merakla baktım yüzüne
devam etsin diye.
“Sana küçük bir sır vermek istedim çünkü,”
dediğinde merakım katbekat artmıştı. “Neden bir anda o cehennemden
çıkamadığımı, seni arkamda bırakıp beklettiğimi daha iyi anlamanı istiyorum.
Kalbinde bana dair küçücük bir kırgınlık bile kalsın istemiyorum, bundan
korkuyorum.”
Başımı omuzuma doğru eğdim. “Hastayım diye
mi?” diye mırıldandım. Gözlerini kapattı birkaç saniyeliğine. Bu sanırım ‘evet’
demekten kaçışıydı, cevabımı almıştım.
“Despina…” dedi gözlerini yeniden
araladığında. Az önce burnuma vurduğu elini indirip elimi tuttu sıkıca. “Ben o
karanlığın koruyucusu değildim, hiç olmadım. Babamın bize yansıtmadığı her
şeyle yüzleştiğimde oradan kaçmak istedim, kaçmanın çözüm olmadığını gördüğümde
ise başka bir yola başvurdum.”
“Nasıl bir yol?” dedim şaşkınca. “Ne yolu?”
Dudaklarını ıslattı. Ardından bir an arkasına
doğru dönüp kapalı olan balkon kapısını kontrol etti. Söyleyeceklerini benden
başka birinin duymaması konusunda gerçekten dikkatliydi, söyleyeceklerini babam
veya Özgür bilmiyor muydu?
“Abi!” dedim devam etsin diye.
Dudaklarını araladı.
Abim uzun uzun konuşmadı. Birkaç kelimeden
ibaret bir şeyler söyledi. Ancak o birkaç kelime öyle çarpıcıydı ki zihnimde
Özgün Kılıç’a ait olan bilgilerin neredeyse tamamını baştan düzenlemeye
başlamam gerekecekti.
Tanıyor olduğumu sandığım adamın hayatına dair
bildiklerim, hiçlikten ibaretti.
Ben bugün abimle bir kez daha tanışmış ve ilkinden çok daha fazla memnun olmuştum
tanıştığıma.
yn: özgün’ün hikayesi bu
kitapta sizden saklı kalacak, çünkü kendisiyle fazlasıyla içli dışlı olacağımız
başka bir yer var… ‘İzsiz ve Eşsiz’de kendisiyle yolumuz kesişecek tekrar :)
~
“Saklamana gerek yok ki,” dedim sıkıca
kapadığı avucunun içinde görünmez kıldığı tutamları kastederek.
Saçlarım, tahmin ettiğimden daha kuvvetli bir
direniştelerdi. Normale oranla daha fazla dökülüyorlardı ama tamamıyla
vedalaşmamın gerekmemesi benim için yeterliydi şimdilik.
“Çok değiller zaten,” dedi babam beni
karnımdan tutarak göğsüne doğru yaslarken. Sırtım ona doğru dayanmıştı bu
şekilde.
Yatağın ortasında oturuyor, beni de önüne
oturttuğu ve saçlarımı taradığı dakikaların sonunda şimdi bedenimi sarıyordu.
“Annemin saçları benden daha da güçlüydü,”
diye mırıldandım. “Son zamanlarında bile tarayıp toplarken elime öyle fazla saç
gelmezdi.”
Yüzünü başımın arkasına yasladığını hissettim.
“Annemden bahsedince seni çok mu üzüyorum?”
diye sordum kısıkça iç çekerken. “Özür dilerim.”
İster istemez zihnim annemle dolup taşıyordu.
Her şeyimi onunla karşılaştırıyor, kendimi o sürecin içinde buluyordum. Genelde
kendi içimde sakladığım detaylar bazen dilimden dökülüyor ve etrafımdakilerle
de buluşuyordu istemeden.
“Üzmüyorsun,” dedi ama bariz bir yalandı bu.
Yine de üstelemedim.
Babamın sırtımı ısıtan sıcaklığında sessizce
kaldım. Birazdan saçlarımı kurutmam için beni doğrultacaktı, o zamana kadar
anın tadını çıkartıyordum.
Odanın kapısından bir vuruş duyulduğunda
başımı yavaşça oraya çevirdim. İçeriye giren Özgür’dü.
Bedenimi babamın göğsünde mayışmış halde
gördüğünde gülümsedi. Bana göz kırptıktan sonra babama doğru baktı.
“Despina’nın ilaç içmesi lazım yarım saate,
alarm çaldı. Yemek yiyelim artık.”
Her birinin telefonunda benim ilaç saatlerim
için kurulu alarmlar olması, ben unutsam da unutmayacak kişilerin bol olması
ilaç içiyor olmamın tek sevdiğim yanıydı.
“Saçlarını kurutalım, geliyoruz.”
“Kurutmayalım,” dedim itiraz ederek. “Soğuk
değil ki artık, bahar geldi.”
“Bir kere de tamam babacım desen olmaz değil
mi?”
Olduğum yerde kıpırdanıp babama doğru döndüm.
Yanaklarını tuttum sıkı sıkı. “Canım babacım,” dedim istediğini biraz
değiştirip uygularken. İfadesini olduğu gibi tutmakta zorlanıyordu, görüyordum.
“Babasının güzeli,” diyerek yanağında duran
ellerimden birine doğru başını bastırdı. Yüzünü biraz çevirip avuç içimden
öpmüştü hemen sonra.
“Saçımı kurutmak istemiyorum,” dedim tatlı bir
sesle. “İçeriye gitmek istiyorum.”
Derin bir nefes aldı. İç çeker gibiydi daha
çok. “Tamam güzelim, kurutma.”
Özgür araya girdi. “Abi on saniye irade
gösterseydin bari, tamam dedirtecektin ama yine tamam diyen sen oldun.”
“Seni hiç ilgilendirmiyor,” dedim ona gıcık bakışlar
atarken. “Karışmasana.”
“Yok ya,” dedi kaşlarını yalandan çatarak.
Bize doğru geldiğinde babama yapıştım aceleyle. “Ya baba!”
“Baba yok, abi var.” diyerek beni babamın
kollarından küçük bir poşetmişim gibi kaldırıp aldığında havadaydım.
Babamın beni tutmamasına acıklı bir şekilde
baktım. “Neden kurtarmadın?” diye mırıldandım. “Ben artık koşarak kaçamıyorum,
yoruluyor bacaklarım.”
Özgür üstüme doğru gelirken refleksim hep
kaçmaktı, koşturmaktı. Uzun zamandır bunu yapamıyor, koşunca günün tamamında
kullanacağım enerjiyi bir anda harcadığımdan hiç buna girişmiyordum.
Beni bacaklarımdan ve belimden kavrayarak
kucaklamış olan Özgür eğilip yanağımdan öptü. “Yerim kızım seni,
yoruluyormuşmuş. Sanki koşarken kaçabiliyordun da benden…”
Bu önemsiz bir detaydı.
Babama yaptığım duygu sömürüsünü yarıda
kestiği için göğsüne vurdum elimin tersiyle. “Sussana bi’ sen ya.”
“Ben sustukça adamı kukla gibi oynatıyorsun,
yazık günah. Koskoca Timur Akdoğan’ı düşürdüğün hallere bak.”
Babama baktım. Yataktan kalkmıştı o da. Ben
Özgür’ün kucağındaydım, o da bir adım ilerimizdeydi.
Yanağımı parmaklarının tersiyle okşadı
hafifçe. “Timur Akdoğan değilim sana, babanım sadece. İstediğini yap bebeğim.”
Gözlerimin içinin parladığından emindim. Bu
parlamayı babama da göstermekten hiç kaçınmadım.
Özgür beni sıkı sıkı tutarak kapıya doğru
yöneldi birden. “Yeter lan,” diye söylendi. “Bir babana bir Pars’a… Kilitlenip
kalıyorsun, aşık aşık bakmasana.”
Odadan çıktığımızda bacaklarımı salladım
keyifle. “Kıskandın mı?”
“Yok!” dedi ters ters. “Bana bağır çağır,
onlara aşık aşık bak. Niye kıskanayım ki?”
Kolumu boynuna doğru sarıp kendimi yükselttim
kucağında. Yanağından öptükten sonra konuşmaya başladım. “Ama bizim sevgi
dilimiz bağırmak hırsız, böyle tanıştık böyle anlaştık.”
“Özelim yani…” dedi yarı alıngan yarı havalı
bir tavırla. Kendimi tutamayıp kıkırdadım. “Çok özelsin hem de,” dedim başımı
sallarken.
“İyi,” dedi zar zor ikna olmuş gibi ama
gözlerindeki yaramaz pırıltıları görüyordum ben. Birazdan tek tek herkese ona
özelsin dediğimi duyuracak, hepsini bıktıracaktı muhtemelen.
Özgür beni kucağından indirmeden mutfağa
getirdiğinde sandalyeme yerleşmiştim. “Teşekkür ederim taşıdığın için,” dedim
benden uzaklaştığı sırada.
“Taşıdığımı bile fark etmiyorum, teşekküre
gerek yok.”
Bir an duraksadım. Kendi gücünü övmek için
abartmıştı aslında fakat ben yine aklımı başka bir şeye takılı bırakmıştım.
“Çok zayıfladım değil mi?”
Dokunduğumda elime batacak kadar belirginleşen
göğüs kafesime gitti elim.
Tezgâha doğru yaklaşmış olan Özgür’ü yerinde
bir iki saniye bekledikten sonra bana döneceği bir afallamaya itmiştim.
“Despina,” diyerek önümde diz çöktü. Gözlerini
gözlerime dikti. “Bu bir süreç, güzelliğim. Geçecek, hatırlamayacağımız kadar
eskide kalacak, hiçbir iz bizimle birlikte geleceğe taşınmayacak.
Zayıflamışsın, yorgunsun ya da başka bir şey… Hepsi bitecek.”
Elimi gözlerime doğru bastırıp sertçe
ovuşturdum. “Ama çok çirkin oldum,” diye sızlandım. “Kemiklerimi sayabiliriz
elimizle, bak.”
Elini tutup kaburgalarıma doğru götürmek
istedim ama direndi. Elimi bırakmadı, sadece onu çıkık hale gelen kemiklerime
doğru çekiştirmeme engel oldu.
“Hâlâ çok güzelsin, şu an hiç doğru olmayan
bir şeyler saçmalıyorsun. Ben sana bakınca tatlı bir çift mavi göz ve bolca
güzellik görüyorum. Benim gibi düşünen en az on kişi bulurum sana, sen kendin
gibi düşünen birini bulabilir misin?”
Omuz silktim. Nereden bulacaktım?
“Arkam sağlam kızım benim,” dedi havalanarak.
“Böyle düşündüğünden başka kimsenin haberi var mı? Bulmuşsun beni, yüklen tabii
hemen. İspiyonlarım seni bak.”
Ağzımı açacakken duraksadım. “O ne?” diye
mırıldanabildim son söylediğine takıldığım için.
Gözleri kısılana kadar güldü. “Sarılırsan
açıklarım,” dedi rahatça.
Hiç istemediğim bir şeymiş gibi bıkmış bir
halde başımı salladım yalandan. Kollarını açtığında ona doğru sırnaşmıştım
hemen. “Bensiz yapamıyorsun hiç.”
“Yapamıyorum,” dediğinde çenemi omuzuna
dayadım. Laf atmasını ya da inkâr etmesini bekliyorken sessizce onaylaması
içime oturmuştu. “Sensiz yapamam, gitme tamam mı?”
Sırtını onu uyutmaya çalışıyormuş gibi usulca
sıvazladım. Geçtiğimiz dört ay boyunca hepsinin bana olan yaklaşımı farklıydı.
Beni en çok şaşırtanlardan biri de Özgür’dü.
“Gitmem,” dedim onu üzmemek için. Elimde olsa
gitmezdim ki zaten. Hiç gitmek istemiyordum onlardan.
Babam mutfağa girip bizi sarmaş dolaş
bulduğunda hiç garipsememişti. Boş kaldığım anlar kısıtlıydı, sürekli birinin
kollarının arasında oluyordum. Bana doymaya çalışıyor gibilerdi.
Yemeğimi yedikten sonra ilaçlarımı da almış,
ağzımdaki ilaç tadı yok olsun diye yudum yudum su içiyordum. Salondaki en geniş
koltukta yarı uzanır haldeydim. Bacaklarımı sinir olsun diye koltuğun ucundaki
Özgür’e doğru uzatmıştım, sinir olmak yerine hiç umursamadan telefonuyla
uğraşmaya başlamıştı bacaklarımın üstünde.
Babam da çaprazımızdaki koltuktaydı. Başını
geriye doğru atmıştı, uykusu var gibi duruyordu. Belki uyur diye sessizce
beklemeye başlamıştım suyumu içerken. Yorgundu hep. Fiziksel bir yorgunluktan
ibaret olsa, uyuyunca geçip gidecekti ama olmuyordu.
Babam uyuyabilsin diye kendimi susturmam
işlevsizdi aslında. Çünkü kapı çalmış ve zil sesi duyulunca sessizlik
bölünmüştü.
“Bakıyorum ben,” diyerek ayaklanan Özgür
kalkmadan önce bacaklarımı yavaşça koltuğa uzatmıştı kendi üstünden alıp.
Özgür salondan çıkınca babama baktım. “Kim
geldi ki?”
Abim kapıyı anahtarla açıp girerdi. Pars bana
haber vermeden gelmezdi, uyuduğum anlarda gelip ben yerine Özgür’le takılınca
tadı kaçıyordu; gelmeden önce uyanık olduğumdan emin oluyordu bu yüzden.
Mayıs’ın da tüm gün dersi vardı, yorgunluktan bayılıyordu gelmezdi. Dedemler de
daha dün akşam uğramışlardı. Bugün yine geleceklerini sanmıyordum.
Bir süre kapıdan kimse geri girmeyince merakım
artmıştı. Babam da benimle aynı düşüncelerde olacak ki koltuktan kalktı. “Komşu
falandır, bakayım ben.”
Babam da salondan çıktı.
Ben durur muydum peki? Asla.
Ayaklanıp kapıya doğru ilerledim.
“Kimmiş?” diye mırıldanarak hole çıktığımda
kapıda duran Özgür ve babamın arasından görüş açıma sızan kişiyle bakışlarım
kesişince ağırca nefeslendim.
Görmeyeli ne kadar zaman olduğunu artık
unuttuğum, göreceğimi de düşünmediğim biriydi kapıdaki.
Canan
Akdoğan gelmişti.
“Anne sırası değil,” diyerek beni fark ettiği
anda Canan’ı görmemi engelleyerek bedenini sola kaydıran babamı duydum. “O
kendi isteğiyle bana gelene dek, sırası değil. Yapma.”
Canan’la yüz yüze gelme konusunda hep çok
netti sınırlarım. İstemiyordum. Konu açılıyor gibi olduğunda istemediğimi belli
etmekten hiç kaçmamıştım.
“Kötü bir şey söylemeyeceğim, yemin ederim
kötü bir şey söylemeyeceğim Timur.”
Onu yalvarır bir sesle duymak garip gelmişti.
Hep ne dediğini bilen, dediğini yaptıracak ve istisna kabul etmeyecek bir tonu
vardı tanıdığımdan beri. Şimdi yalvarıyor olması garipti.
“Biz içeri geçelim, Despina. Gel abim.”
Özgür benim yanıma gelip sırtıma kolunu
sardığında onunla ilerlemeye başlamamak için direndim. “Dur,” diye mırıldandım.
Kapıya dayanmasına, habersizce buraya
gelmesine ve bugüne kadar direniş göstermediği ‘konuşmama’ kararıma karşı
çıkmasına ne sebep olmuştu; merak ediyordum.
“Anne,” dedi babam uyarır gibi. “Ne söylersen
söyle, seni görmek kızıma iyi gelmeyecek. Ben buna izin vermeyeceğim. Zorla
çıkartmak istemiyorum seni, lütfen.”
Kapıya doğru adımladım. Özgür beni tutmamıştı
ama sıkıntıyla iç çektiğini duyumsamıştım. “Oğlunuzu görmeye mi geldiniz?” diye
sordum babamın yanında dikilmeye başladığımda. Gözlerinin içine çekinmeden
bakabiliyordum, beni korkutmuyordu. Beni sadece yoruyordu onunla yüz yüze
bakıyor olmak.
Benim aksime o, gözlerime bakarken
tereddütlüydü. Babamın irislerine tıpatıp benzeyen elaları yüzümde gezinirken
dudakları titremişti.
Beni en son gördüğünde yüzümü bu şekilde
değil, sağlıklı bir haldeyken bulmuştu karşısında. Çökmüş yanaklarım, normale
göre daha sarı duran yüzüm… Hastayım diye bağırıyordu yüzüm, bağırmasa da
anlardı gerçi. Hemşireydi.
Annemin hamile olduğunu kendisinden önce
anlayacak, hamile bir kadının alıngan halinden nasıl faydalanacağı bilecek
kadar iyi(!) bir hemşireydi hem de.
Başını iki yana salladı soruma karşılık.
Öylesine bir soruydu zaten. Babam daha birkaç gün önce, ben hastaneden çıkınca
uğramıştı onun yanına. Bu kadar sık görüşmüyorlardı, kalkıp babamı görmek için
buraya gelmezdi.
“Ne kadar daha oğlunuzun başına bela olacağıma
bakmaya geldiniz o zaman,” dedim sakince.
Onun nasıl biri olduğunu anlamama ilk kez
sebep olan, baygınım sanarak konuştuğu ve halama söylediği cümleleri
ezberimdeydi. Unutmamıştım, unutmazdım da kolay kolay.
Varmış
işte babası, üvey ya da değil ne yapalım? Bu kadar yıl sonra oğlumun başına ne
olduğu belirsiz bir adamı bela etmesine ses çıkartmayayım mı sizin gibi?
Gelişimin oğlu için bir bela olduğunu
düşünüyordu. Ona açık açık Nikolos’un nasıl biri olduğunu söylediğimde belki
vicdanında bir hareketlenme olmuştu ama ondan öncesinde tek düşündüğü buydu.
Annesi ölmüş, babasını tanıyabilmek için ülke
değiştirmiş birine karşı böyle acımasız olunur muydu? Kim, neden bu kadar
saldırganlaşırdı?
Gözleri hızla doldu. Elalarına tırmanan
yaşları durgunlukla takip ettim.
“Çok uzun sürmeyecek sanırım, az kaldı benden
kurtulmanıza.”
“Ahu!” diye bağırdı babam. Bana sesi
yükselmezdi. Yükselirse de, sebep hep aynıydı son zamanlarda.
“Ne?” diyerek hafifçe çevirdim başımı babama
doğru. “Keşke…” dedim sesim birden kısılırken. “Keşke bekleseydim, cesaretimi
toplayamasaydım ve gelmeseydim.”
Ne sen
beni tanırdın ne de ben seni. Kalbi hiç acımazdı ben
gelmeseydim, varlığıma geç kalışına yeterince üzülmemiş gibi bir de yok olup
gitme ihtimalimle savaşıyordu.
“Sen kafayı mı yedin?” diye sordu hayretle.
Yüzümü avuçları arasına aldı. Titreyen elleriyle yüzümü tuttu. “Sen delirdin
mi? Keşke miyim ben senin için Ahu’m, bana gelişin senin kalbine ‘keşke’ mi
babam?”
“Benim için değil,” dedim zar zor. “Ama senin
için-…”
“Sakın,” dedi beni baskın bir sesle
susturarak. “Sakın tamamlama.”
Omuzlarımı düşürdüm. Uyumak istiyordum. Hiçbir
şey düşünmeden uyumak istiyordum.
“Bir yıl bile olmadı,” dedim onunla
tanışıklığımızı kastederek. “Bu kadar kısa bir kavuşma için değecek mi? Geçmiş
için öfkelisin kendine, bir de gelecek için öfkelenmeyi kaldırabilecek misin?
Değecek mi her şeye baba?”
Yanaklarımdaki elleri kasıldı. Elleri soğuktu,
üşüdüğünden olmadığını biliyordum. Söylediklerimle buz kesmesine neden
oluyordum.
“Değecek,” diye cevapladı duraksamadan. “Bir
gün için bile değerdi. Sen benim gerçekleştirmeye çalışmaya bile kıyamadığım
düşümsün, en eski düşümsün.”
Timur Akdoğan’ın düşlediği kız çocuğu… Ahu’su…
“Bir gün için bile,” diye tekrarladım kesik
kesik. Başını salladı. “Seni sıkıca sarabileceğim bir dakika için bile, bir
ömür yanardım. Geçmişe de yanarım, geleceğe de yanarım.”
“Baba,” diye sayıkladığımda söyleyecek başka
bir şeyim yoktu aslında. Ben önümüzdeki tüm zamanlarda susmadan ‘baba’ desem
de, diyemediğim zamanları telafi edemeyecektim. On dokuz yıl boyunca ona
seslenememiştim, sesimi duysa dünyayı yıkacak bir adama sahiptim ama bu gerçek
benden gizlenmişti.
Beni kendisine doğru çektiğinde göğsüne
sindim. Alışkın olduğum kokusu genzimi yakarak ciğerlerime ulaşırken düzensizce
nefesleniyordum.
Kolunun kenarından bakışlarımı biraz uzağa
diktim. Arkasında kalan bedene, kapının eşiğinden içeri girmemiş olan kadına
baktım.
Yanakları sırılsıklam, gözleri kıpkırmızıydı.
Ona bağırıp çağırmamı, suçlamamı tercih ederdi
sanırım. Öfkemi kusmam biraz olsun vicdanını bastırırdı belki. Gözlerinin
önünde yaşananlar ise tam tersine sebep olmuş, vicdanını daha da harlamıştı.
Üzülmedim. Onun bu haline üzülmek için aptal
olmam gerekiyordu.
Üzülürsem kendimden önce, anneme ayıptı.
Annemin yaşayamadıklarına, tutunmaya çalışıp
düştüğü dallara, ölürken ağrılarından değil benden başka kimsesi olmadığına
ağladığı anlara çok ayıptı. Ben Canan Akdoğan’a hiç üzülemiyordum bu yüzden.
“Baba,” dedim yüzümü göğsünde saklarken.
Ensemden saçlarımı da avuç içinde tutacak
şekilde kavramıştı beni. Göğsünden kaçmayacağımı bilmesine rağmen sıkıca
tutuyordu.
“Babasının bebeği,” dedi başımın tepesinden
koklaya koklaya öpüp.
“Ben annemin sonunu istemiyorum,” diye
mırıldandım. “Onunkine bu kadar benzeyen bir son istemiyorum.”
Yalnız değildim. Sevilmeyi tatmamış değildim.
Annemin sonunu istemiyorum diye sızlanmam haksızlık mıydı? Ortak noktam artık
sadece bu hastalıktı. Hastalığın sonumu getirmesini istemiyordum.
“Olmayacak,” dedi saçlarımın üzerinde
fısıltıyla. “Öyle bir son yok önünde, izin vermeyeceğim.”
Ona sıkıca tutunmak ve sözüne güvenmek
istiyordum. Gecenin bir yarısı kâbuslarından uyanıp göğsüme kapanarak ağladığı,
hıçkıra hıçkıra iç döktüğü anları bilmeseydim belki çok daha kolay güvenirdim.
En az benim korktuğum kadar çok korkuyorlardı.
Her biri korkudan içi titreyerek bana bakıyorlardı ama sesli olarak dile
getirme cesareti bir tek bendeydi. Cesaretime de bağırıp çağırarak kızıyorlardı
işte.
“Uykum geldi,” diye konuştum sessiz sessiz.
“Gelmese şaşırırdım bebeğim,” dedi saçımı bir
kez daha öpüp. Üzülünce uyuyordum, yorulunca uyuyordum, hastayım diye zaten sık
uyuyordum. Sonuç olarak hep uyuyordum.
Pars gelmeden önce beni arayıp uyanık olduğumu
kontrol etmekte haklı gibiydi.
“Gel bakalım,” derken beni yavaşça
kucaklamıştı. “Uyuyan güzel.”
Kucağında odama doğru giderken omuzuna doğru
yaslanmıştım. “Güzel miyim?” diye sordum merakla. “Çirkin olmadım mı? Uyuyan
çirkin değil miyim?”
“Ahu…” dedi uyarır gibi.
“Tamam,” dedim kızmasın diye. “Güzelim, evet.
Kimin güzeliyim?”
“Babasının güzelisin,” dedi yarı gülüyorken.
Alnıma, yanaklarıma öpücükler bıraktı beni yatağa götürene kadar.
Başım yastığa değdiğinde gözlerimi ona diktim.
Yatağa tek dizini yaslayarak çıkmıştı.
“Abimlerin de güzeliyim,” dedim bana sık sık
‘güzelim’ diyen Özgür ve Özgün ikilisini anıp.
Pek memnun olmasa da başını salladı. “Evet,”
dedi. “Onların da güzelisin, tamam.”
Yastığa dağılan saçlarımı kırılacaklarmış gibi
özenerek düzeltti. “Baba!” dedim aklıma gelenle birlikte.
“Ahu’m?”
“Birinin daha güzeliyim,” dedim iç çekerek.
“Yok,” dedi ben daha devam edemeden. “Başka
yer kalmadı. Doldu.”
İtiraz etmek için dudaklarımı araladım.
“Baba-…”
“Ya sabır, ya sabır! İlla anacaksın değil mi?
Tamam, söyle de kurtul.”
“Amcam,” dedim sessizce. “Amcamın da
güzeliyim.”
Bana ters ters bakmaya çalıştı ama uzun süre
devam ettiremedi her zamanki gibi.
“Amcandan bahsetmeyecektin,” dedi kaşlarını
havalandırarak. “Boşuna sinirlendim sanayım diye oynuyorsun şu an.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Uslu uslu
başımı salladım onaylar gibi.
Pars diyecektim. İkimiz de biliyorduk bunu.
“Kapıyı açmayacağım akşam,” dedi rahatça.
“Almayacağım eve.”
“Girer,” dedim hiç söyledikleri üzerinde
düşünmeden.
Babam bir durdu, düşündü benim aksime. “Nasıl
girecek?”
“Bilmiyorum,” dedim yanağımı yastığıma
yaslayıp dudaklarımın öne doğru çıkmasına neden olurken. “Ama girer yani. Dün
gelemedi, bugün gelmeme ihtimali yok.”
Başını sağa sola oynattı. Duyamadığım bir
şeyler söylenip durdu. En son kıyamayıp alnımdan öpmek için eğildi.
Gözlerim kısık bakıyorken ona kesin olarak
uyuyacağımı belli eden sinyaller veriyordum. Yanımdan kalksa da birkaç dakika
içinde sızardım ama ben uykuya dalana kadar başımdan ayrılmadı.
Gidip gitmediğini bilmediğim, delice ağlayan
annesine koşmadı. Yanımda bekledi.
Annesine koşmamayı yaklaşık yirmi yıl önce de
başarabilse, nasıl bir hayat yaşayamayacağımı hiçbir zaman bilemeyecektim.
çenesi düşük yazarınızdan bir not daha: Despoş o
‘alternatif hayatı’ hiç bilemeyecek ancak siz gayet ayrıntılı şekilde
bilebileceksiniz.
Özel bölümlerde bu evreni değil, DF için paralel bir
evreni okuyacağız. O evrende yıllarca ayrı kalmış olan kimse yok :)
~
- Pars’tan
“Yumuşacık bir şey bu,” diye mırıldanırken
korkusu geçmiş değildi, titreyen parmaklarından anlıyordum fakat bu adım bile
onun için kocamandı.
Şeker’in sırtına ince parmaklarıyla usulca
dokunuyordu. Kedilerden delice kaçan, gördüğü anda kriz ilan eden Ahu’yu şu an
bu halde gördüğüm için şaşkındım.
“Acıtmıyorum değil mi?” diye sorduğunda
kucağımda duran Şeker’i inceledim. Muhtemelen uzun, kabarık tüyleri yüzünden
Ahu’nun parmaklarının farkında bile değildi. Acıtma ihtimali yoktu.
“Hayır, acıtmıyorsun. Ben çok daha kaba
seviyorum, onlara bile dayanıyor. Acıtmaktan korkma.”
Ahu’nun kedi fobisiyle savaşımız birkaç ay
önce başlamıştı. Adım adım ilerlemiştim. Önce kediyi bir odaya kapatmadan aynı
evde bulunmayı öğrenmesi gerekmişti. Sık sık beni ağaç olarak kullanıp
tırmanmasıyla sonuçlanan anların sonunda, biraz ısınmıştı duruma.
Dokunma aşaması ise yeniydi. Ben kucağımda
sıkıca tutup birkaç kez ona sevdirmeyi denemiştim ancak kendini geri çekmişti,
bugün ise Şeker gelip kucağımda sızınca aniden Ahu kendisi atılmıştı dokunayım
diye.
“Uyuyor,” dedi biraz eğilip yüzüne doğru
bakarken. “Kucağına gelince hemen uyudu.”
“Evet,” dedim başımı sallarken. “Akrabasınız
herhalde.”
Kaşlarını çatıp yüzüme baktı. “Ne?”
“Kucağıma gelince uyuyan tek isim Şeker değil,
diyorum Afrodit.”
Ne demek istediğimi anladığında ve alınacağı
bir şey bulamadığında gülümsedi. Sırnaşıp göğsüme yattığında güldüm.
Kucağımda kedi, göğsümde ise kediden farksız
şekilde Ahu uzanıyordu. Yoğun bir huzurla çevrelendiğimde gözlerimi birkaç saniyeliğine
kapadım.
“Ne zaman gidecek?”
Ahu’nun beklenmedik sorusuyla gözlerimi açıp
ona doğru baktım. Hafif yüzümü eğmem yetmişti.
“Kim?”
“Şeker,” diye cevapladı sessizce. “Yatağına
gitmeyecek mi? Kucağına ben ne zaman gelebileceğim?”
Kendimi hiç tutmadan gülmeye başladığımda
yarattığım sarsıntı Ahu’nun dileğinin hızla gerçekleşmesine neden olmuştu. Kedi
benim huzurunu bozmama terslenerek hırıldayıp kucağımdan fırladı. Salondan pati
sesleri eşliğinde çıkıp giderken bizi yalnız bırakmıştı.
“Gitti,” dedim şakağından öpüp. “Geçebilirsin
yerine.”
Bir bacağını diğer tarafıma atıp kalçasını
bacaklarımın üstüne bıraktığında yanağını da göğsüme yaslayacak şekilde iki
büklümdü kucağımda. İki yanımda duran bacaklarına ellerimi koyup usulca
okşadım.
Az önce ‘yumuşacıkmış’ diye anlattığı kediden
farksız, parmaklarımı huylandıracak kadar yumuşak olan saçlarına çıkarttım bir
elimi.
Gürlüğü azalmıştı, dokusu ise hep aynıydı.
Dokundukça daha fazla dokunmak için yalvaracak hale geldiğim, bağımlılık yapıcı
bir şey vardı onda. Her zerresinde…
Bana tatlı tatlı bakıyorken, göğsüme yaslanmış
yüzümü süzüyorken onu bir anda öylece durmaktan vazgeçiren neydi bilmiyordum
ama birden başını yukarı itmişti.
Dudaklarıma dudaklarını bastırdığında birkaç
saniye için bile afallamadım. Dudaklarımızı birleştiren oydu ancak onu öpmeye
başlayan bendim.
Emdiğim dudaklarını acıtmaktan korka korka
kendime katarken boynuna kayan elimle başını sabit tutuyordum.
Canının yanmasına hiçbir koşulda tahammülüm
yoktu ancak koşullar son zamanlarda da daha ağırdı. Teni hassastı, ufacık bir
iz kalıcı bir şekilde cildine damgalanıyordu. Ona benim sebep olduğum bir acı
izi bırakmak istemiyordum. Bacağında duran elimi kullanmaya direnişim, sıkıp
kendime doğru çekiştireceğim bacağını sadece usulca tutuşum bundandı.
Dudaklarını benden ayırıp başını hafifçe geri
çekti. “Azıcık öpme, çok öp.”
Burnumdan nefeslenerek güldüm. Bu arsızlığını
ben yaratmıştım, kendi açlığımı ona bulaştırmıştım.
“Sonra dur diye sızlanmak yok ama,” dedim
kaşlarımı kaldırarak. Başını iki yana salladı. “Yok.”
İç çektim. Dur demezdi, demezdi ama ben durmak
zorundaydım. Bedenini delice yoracak bir şeye onu itip, keyfime bakacak kadar
gözüm kararmamıştı; kararmazdı.
Bakışlarımdan aklımdan geçenleri okuyabilecek
kadar tanıyordu beni. En çok o tanıyordu, hep de o tanımalıydı. Giderek daha
fazla, belki benim kendimi tanıdığımdan da çok tanımalıydı. Kendini benden
ayırt edemeyene kadar bana karışmalıydı. Şikâyetim yoktu, olmazdı.
“İki ay daha,” dedim usulca. Dudaklarına
bilerek nefesimi üflemiştim. “İki ay daha kaçıyor gibi görüneceğim senden.”
Dudağının kenarını ısırdı. Sıkıntıyla yapmıştı
bunu. Ardından benden de sıkılmış gibi omuzuma gömüldü.
Planlanan tedavilerinin, kullanıyor olduğu
ilaçların ve kemoterapisinin sonuydu bahsettiğim iki ay sonrası. Yeniden
taramaya girecek, bedeninde nasıl bir savaşın yaşandığını ve zaferin kimde
olduğunu gösterecekti bize.
“Sus,” dedi küskün bir sesle. Kırmadım, sustum
ben de. Ancak içi soğumamıştı. “Niye hiçbir şey söylemiyorsun?” diyerek
yakarışı sadece otuz saniye kadar sonraydı.
“Sevgilim,” diye mırıldandım onun sevdiği
gibi. “Minik tanrıçam, bana sus dedin ya az önce.”
“Demedim,” diye inat ettiğinde zorlamadım.
“Ben yanlış duymuşumdur o zaman.”
Hızlı hızlı nefesler alıp verdi. Sırtını
sıvazladım. Parmaklarımla bolca ‘p,a,r,s’ harfleri çizdim kıyafetinin üstüne.
Beni taklit ederek, başını yaslamadığı boşta
kalan omuzuma kendi adını kazıdı hemen.
“Ahu,” dedim bir süredir aklımda olanı dile
getirerek. “Parmaklarının adını kazıdığı yere, ben gerçekten adını kazıyacağım.”
Duraksadı. Şaşkın şaşkın omuzumdan kalkıp
yüzüme baktı. “Dövme mi?”
Başımı salladım.
“Ben de istiyorum,” dedi hiç beklemeden. Bunu
söyleyeceğini biliyordum, hazırlıklıydım. “Hayır,” dedim net bir şekilde.
“Belki sonra, ama asla bu süreçte değil.”
“O zaman sen de yapma!” diye sızlandı.
“İstemiyorum.”
Omuzuma kapandı yeniden. Bana küsüyordu ama
bana saklanıyordu. Öldürecekti beni artık.
“Tamam,” dedim sakince. “Birlikte yaparız,
beklerim biraz daha. Sen iyi hissettiğinde, ilk işimiz bu olacak.”
Bir süre konuşmadı. Acele ettirmedim. Sırtını
sıvazladım yine.
“Ben ismini yazdırmayacağım,” dedi birden.
Kaşlarım çatıldı. “Niye vazgeçtin?” dedim
sorguyla. O kadar küsmemiş olması gerekiyordu aslında.
“Dövmeden vazgeçmedim, isminden vazgeçtim.”
dediğinde ensesinden kavrayarak yüzünü yüzüme yaklaştırdım. “Yok ya,” dedim
başımı yana eğerek. “Ne yazdıracaksın?”
Kıkırdadı. Ben delirince keyifleniyordu.
Normal değildi, kanındandı herhalde. Ya da soyadındandı, evet. Özgür’de kan
yoktu, soyadı vardı ve o da normalin dışındaydı. Olay Akdoğan olmaktaydı.
“Pars çizdireceğim,” dedi hevesle. “Sen değil
yani! Hayvan olan pars.”
Derin bir nefes verdim. Devam etti hemen. “Sen
de ceylan çizdirirsin, tamam mı?”
Güldüm şaşkınca. Aklı gerçekten farklı
çalışıyordu.
“Tamam,” dedim burnunun ucundan öpüp.
“Anlaştık, güzelim.”
“Ne kadar kolay anlaşan bir çiftiz,” dedi bizi
tebrik eder gibi. Tebrikini taçlandırmak için de dudağıma küçük bir öpücük
bırakmıştı.
“Ben kölen gibi sana itaat ediyorum diye
değil, değil mi?”
“Yok,” dedi üzülmemi istemezmiş gibi.
Yanaklarımı sevdi. “Uyumlu insanlarız diye.”
Kendisi dışında uyumlu olabildiğim kimse
olmaması, herkesin sinirlerimi bir noktada bozması gibi detayları unuttum. Öyle
olsun istiyordu, öyle olurdu o zaman.
Ahu bir şeyler daha anlattı. Omuzuma yattı,
kalktı. Beni susturdu, konuşmam için mızmızlandı.
Bu döngünün içinde saatler boyunca kalabilir,
günler geçirebilirdim. Dışarıdan bir müdahale gelmedikçe durdurmazdım.
O müdahale, çalan telefonumla gelmişti.
Sehpada duran telefonuma uzanmak için Ahu’yu
kucağımdan çekmedim. Onu sırtından tutarak sabitleyip telefonumu aldıktan sonra
yeniden arkama yaslandım.
Ekranda Özgün’ün ismi vardı.
İşi erken bitmiş ve eve dönmüş, kardeşini
benden almak için yol yapmaya aradığını tahmin ediyordum. Şaşırmazdım.
“Efendim,” diyerek telefonu kulağıma yasladım
açınca.
“Hoparlörde miyim?” diye sordu direkt.
Sesindeki ciddiyeti hissettiğimde benim ifademe de yansımasın diye kendimi
zorlamıştım. Ahu merakla yüzüme bakıyordu çünkü. “Hayır,” dedim önce sorusuna
cevap verip. Ona hemen ‘ne oldu’ diyemiyordum, Ahu buradaydı. Özgün’ü
duymuyordu ama beni dinliyordu.
Tişörtümün yakasıyla oynamaya başladığında
sırtındaki elimi beline kaydırdım. “Pars, Despina’yı eve yollama. Seninle
kalması için Timur abiyi ikna ettiğini söyle. Bir şey belli etme, sakın.”
Göğsüm sıkışır gibi oldu. Bu, aklımda uçuşan
ihtimallerin baskısıydı. Özgün’ün sesi hiç normal gelmiyordu.
“Tamam,” dedim sakin olmaya çalışarak.
“Neden?” diye sorduğumda Ahu’nun bir şey sezmemesi iyiye işaretti.
Arkadan birkaç uğultulu ses geldi. O sesleri
ayırt etmeye vakit bulamadan Özgün’ü duydum tekrar. “Dediğimi yap,” dedikten
sonra telefon kapandı.
Telefonun kapandığını bile bile dudaklarımı
araladım. “Eyvallah, haberleşiriz.” dedim Özgün beni duyuyormuş gibi. Ahu
garipsemesin diyeydi.
Telefonu kulağımdan çektiğimde telefonu
açmadan önceki halimden farklı olmamayı denedim.
“Ne diyor?” diye merakla konuşan Ahu’yu sıkıca
tuttum belinden. “Hiç,” dedim omuz silkip. “Birinin telefonunu istedi,
numarasını atacağım ona şimdi.” diyerek aklıma ilk gelen yalanı söyleyip.
“Neden diye o yüzden mi sordun?”
“Evet, güzelim.”
İrdelemedi daha fazla. Özgün’e numara
atıyormuş gibi bir iki yere dokundum telefonumdan. Ardından telefonu koltuğun
diğer ucuna doğru attım.
Kucağımdaki bedenini sıkıca sarıp yüzünü
boynuma düşürdüğümde gözlerimi de sıkıca kapatmıştım.
İçimdeki his iyiye dönük değildi, Özgün’ün
sesi kötüydü ve apar topar Ahu’ya yalan söylememi istemesi çelişkiliydi.
Kandırdım ben kardeşini desem tutup alnımdan
vuracak adam, yalan söyletiyordu bana. Normal olamazdı bu durum.
Her şey yolunda diyebileceğim bir dönemde
değildik uzun süredir.
Her şey yolundayken gelen bir kötü haber mi
daha kötüydü yoksa her şey zaten kötüyken kötülere eklenen yeni bir haber mi?
Ahu’ya sarıldım. Ondan neyi saklıyor olduğumu
ben de bilmiyordum ama saklanacak bir şey varsa, acıtacak bir şey de vardı
ortada.
Saçlarından öperken kokusunu soludum. “Canım,”
dedim gerçekten canıma seslenir gibi. Canımdı.
Canımın daha fazla acımasından çok korkuyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder