Düşten Farksız 56.Bölüm

 56.BÖLÜM



- 4 ay sonra

 

 

“Seni eve götüreyim, Özgür ya da Pars geçecek eve zaten. Ben öyle dönerim.”

Başımı sağa sola sallayarak olumsuz yanıt vermenin bana iyi gelmeyeceğini bildiğim için kuruduklarını hissettiğim dudaklarımı araladım. “Arabada durabilirim, yolunu neden uzatasın ki?”

“Ahu,” dedi babam bedenini arabanın içinde bana doğru çevirmişken. Yanağımı koltuğa doğru yaslamış halde ona bakıyordum. “Bulantın başlar birazdan, gözlerini zar zor açık tutuyorsun babacım.”

Direnmek ve aksini söylemek istiyordum ancak bunun hiçbir anlamı yoktu. Kemoterapi seanslarından çıktığımda kendimi olduğumdan on kat yaşlı ve güçsüz hissediyordum.

“Ama,” diyebildim sadece. Bu amanın devamında ne demek istediğimi biliyordu.

“O zaman arabada beklemezsin, biraz orada uyursun.”

“Gerek yok,” dedim ısrarım direkt son bulurken.

Babamın elaları yüzümde gezindi. O eve girip huzurla uyumayacağımı bilmeliydi.

Görmek istiyor seni, sen kabul edene kadar önüne çıkmayacak ama görmeyi çok istiyor; konuşmak istiyor.

Halamdan duyduklarımı anımsadığımda iç çekerek başımı babamın olduğu taraftan çevirdim. Ön camdan dışarıya bakmaya başladığımda aklımın birden Canan Akdoğan’la dolup taşmasından hoşlanmamıştım hiç.

“Ben onun vicdan rahatlatacağı bir oyuncak değilim baba,” dedim saklanmadan. “Öleceğimden korkup vicdanının sesini daha net duyuyordur.”

“Ahu!” dediğini duydum babamın sertçe. Bu annesiyle görüşmeyeceğimden değil, ölümü andığımdan gelen bir tepkiydi; aylardır alışmıştım artık.

“Başım dönüyor, gözlerimi kapalı tutacağım eve gidene kadar. Beni eve bırak baba, haklısın arabada beklemem bile çok saçma çünkü.”

Söylediğim şekilde gözlerimi kapattım. Seanstan her çıktığımda bedenime yüklenen, devam eden birkaç gün boyunca yoğun bir şekilde benimle olan bulantılar, baş dönmeleri, halsizlik artık benim için bir döngüye dönüşmüştü. Üç haftada bir, iki üç günüm bu halde geçiyordu.

Gözlerimi yeniden açtığımda kendimi evde bulmama hiç şaşırmamıştım. Yorgunluktan uyumuştum ve eve taşındığımı ruhum duymamıştı her zamanki gibi.

Eve girerken uyanmadığım için bugünkü eşlikçimin kim olduğunu da henüz bilmiyordum.

Yataktan doğrulmadan önce bir süre tavanı izleyip baş dönmemin azaldığına emin oldum. Yere yapışmayacak kadar sağlam durabileceğimi kesinleştirdikten sonra kaplumbağa hızıyla doğrulmuş ve ayağa kalkmıştım.

Odamın kapısını açtığımda ben henüz koridoru yarılayamadan içeriden hızlı adım sesleri gelmeye başladı.

“Despina?” diye seslenen abime baktım. Hemen yanımda belirmişti. “Ne oldu güzelim? Niye uyandın?”

Normalden az uyumuştum belli ki.

“İyiyim abi,” dedim sakinleşebilmesi için sözlerime yüzüne bakarak da destek verip.

“Ağrıdan mı uyandın?”

Derin bir nefes aldım. Onları iyi olduğuma ikna etmek, bu süreçte yaşadığım zorluklar arasında ilk beşe kesinlikle girerdi.

“Hayır,” dedim göğsüne doğru yaslanırken. Sırtımı sarmıştı beklemeden. Birlikte salona doğru ilerlediğimizde ara ara saçlarımdan öpüyordu beni.

“Balkonda oturalım mı?” dedim koltuklara doğru ilerleyecekken. “Hikâye anlatmaya devam edecektin bana, söz verdin.”

Babam arabadayken Özgür ya da Pars eve geçecek demişti ama sanırım kura abime çıkmıştı son anda. Evde ondan başka kimse olmadığı belliydi.

“Söz mü verdim?” dedi başını eğip bana bakarken. Ofladım. “Tamam, söz vermedin ama anlatırım dedin işte. Söz gibi bir şey.”

Hafifçe güldü. Ardından beni daha fazla zorlamadan koltuklardan birinin kenarında duran ince örtüyü de alıp balkona yöneldi benimle birlikte.

Nisan ayındaydık. On günü geride kalmıştı artık ama hava tam olarak ılımış değildi. Bir gün sıcak bir gün serin oluyor, dengesiz davranıyordu. Balkona çıkıp oradaki sandalyelere yerleştiğimizde abimin beni örtüye sarmasına bu nedenle ses çıkartmamıştım.

“Biraz konuşacağız sonra içeri gireceksin itiraz etmeden, yemek de yemen lazım zaten.”

Yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi. Yemek yemekten nefret ediyorum denmezdi ama bu birkaç gün bana öyle zehir oluyordu ki ağzıma attığım bir lokma büyüyüp beni boğuyordu. İştahım olmuyordu.

Şimdiden hayır dersem abimin beni konuşmamakla tehdit edeceğini bildiğim için stratejik davranarak sessiz kaldım.

“Nerede kalmıştık dün?” diye sorduğunda hafızamı hiç zorlamama gerek yoktu. Anlatmaya başladıklarını o kadar dikkatle dinlemiştim ki hiçbir detayı unutmamıştım dünden bugüne.

Abim bana kendi hikâyesini anlatıyordu.

Ben zorlamamıştım, hatta ağzımı bile açmamıştım bu konuda ama dün ağrılarımın arttığı bir anda dikkatimi dağıtmak için bulduğu bir yöntemdi bu.

“Sen babamla kalmaya ikna olmamıştın,” dedim kaldığımız yeri hatırlatarak. Çocukluklarından bahsetmişti dün bana; Özgür’den, anne ve babalarından… Babasının bulaşmış olduğu işlere rağmen küçük ailelerinde her şey yolundaydı anlattıklarına göre. Sevgi dolu bir anne, onlar için her şeyi yapabilecek bir baba…

Özgün ve Özgür’ün sınavı çocukluklarında değildi bu nedenle. Anne ve babalarını kaybettikleri günün ertesinde başlamıştı o sınav.

Babam, en yakın dostunun emaneti varsayarak ikisine de kollarını açmıştı ancak o kollara koşan tek kişi Özgür’dü. On beş yaşlarında, ergenliğinin başındaymış o zamanlar. Babam da bir ara onun bu muzip hale gelebilmesi için zamanında çok uğraştığını, özüne dönebilmesi için çok çabaladığını anlatmıştı.

“Olmamıştım,” dedi abim onaylayarak. Özgür’ün aksine abim anne ve babasını kaybettiği zaman reşitmiş, on dokuz yaşındaymış. Babamın onu zorla yanında tutabileceği bir yaşta değilmiş. “Timur abi beni de alacaktı çatısının altına, bir boksör de ben olurdum herhalde. Az varmış gibi etrafta.”

Gülümsedim. “Bence en iyisi olurdun,” derken bunu daha önce kaç kez ‘en iyisi sensin’ şeklinde babam, Pars ve Özgür’ü tek bulup söylediğimi hatırlayamıyordum.

Elimi kaldırıp üstüne bir öpücük bıraktı. Yan yana oturuyorduk ayrı sandalyelerde ama ben ona doğru dönüktüm biraz.

“Bence de, güzelim. Zaten böyle de en iyileri benim.”

Başımı salladım. Halsizdim, bedenimin bir şeylerle savaştığını hissediyordum ama abimden bu hikâyenin devamını duymak da istiyordum.

“Babamla gelmeyi kabul etmedin, sonra birden bire babanın yerine mi geçtin yani?” diye sordum. “On dokuz yaşında birinin herkese söz geçirmesine kimse karşı çıkmadı mı?”

Gülüyormuş gibi bir nefes verdi. Gülmemişti aslında. Verdiği nefesin başka bir şeyden kaynaklandığı belliydi.

“Karşı çıkmayanları saysam daha kısa sürer gibi, abim.”

Dudağımı sarkıttım üzgünce. Aklımda onun yaşadıklarına dair güzel şeyler canlanmıyordu. Ne yaptığını öğrendiğimden beri bu böyleydi, şimdi daha da yoğundu.

“Nasıl bu hale geldin peki? Herkesle nasıl savaştın?”

Omuz silkti. “Savaşmadım.” dedi rahatça.

“Hım?” dedim anlayamamış şekilde.

“Kimseyle savaşmadım, o cehennemde birkaç ay geçirmek bile benim için yeterli oldu. Ben hiç oraya ait olmadım, Despina.”

Kafam karışabileceği kadar çok karışmıştı. “Sen yıllardır bu işin içindesin ama, öyle dememiş miydin?”

Derin bir nefes aldı. Benim ona doğru dönüşüm gibi bedenini bana doğru çevirdi sandalyede otururken. Yüz yüze bakıyorduk şimdi.

Elini uzatıp burnumun ucuna hafifçe dokundu. Küçük, can yakmayan bir vuruştu.

“Öyle demiştim, evet.”

“Şimdi başka bir şey diyorsun.”

Başını salladı. “Ben dünden beri neden sana hikâyemi anlatıyorum, biliyor musun?”

Bilmiyorum der gibi merakla baktım yüzüne devam etsin diye.

“Sana küçük bir sır vermek istedim çünkü,” dediğinde merakım katbekat artmıştı. “Neden bir anda o cehennemden çıkamadığımı, seni arkamda bırakıp beklettiğimi daha iyi anlamanı istiyorum. Kalbinde bana dair küçücük bir kırgınlık bile kalsın istemiyorum, bundan korkuyorum.”

Başımı omuzuma doğru eğdim. “Hastayım diye mi?” diye mırıldandım. Gözlerini kapattı birkaç saniyeliğine. Bu sanırım ‘evet’ demekten kaçışıydı, cevabımı almıştım.

“Despina…” dedi gözlerini yeniden araladığında. Az önce burnuma vurduğu elini indirip elimi tuttu sıkıca. “Ben o karanlığın koruyucusu değildim, hiç olmadım. Babamın bize yansıtmadığı her şeyle yüzleştiğimde oradan kaçmak istedim, kaçmanın çözüm olmadığını gördüğümde ise başka bir yola başvurdum.”

“Nasıl bir yol?” dedim şaşkınca. “Ne yolu?”

Dudaklarını ıslattı. Ardından bir an arkasına doğru dönüp kapalı olan balkon kapısını kontrol etti. Söyleyeceklerini benden başka birinin duymaması konusunda gerçekten dikkatliydi, söyleyeceklerini babam veya Özgür bilmiyor muydu?

“Abi!” dedim devam etsin diye.

Dudaklarını araladı.

Abim uzun uzun konuşmadı. Birkaç kelimeden ibaret bir şeyler söyledi. Ancak o birkaç kelime öyle çarpıcıydı ki zihnimde Özgün Kılıç’a ait olan bilgilerin neredeyse tamamını baştan düzenlemeye başlamam gerekecekti.

Tanıyor olduğumu sandığım adamın hayatına dair bildiklerim, hiçlikten ibaretti.

Ben bugün abimle bir kez daha tanışmış ve ilkinden çok daha fazla memnun olmuştum tanıştığıma.

 

 

yn: özgün’ün hikayesi bu kitapta sizden saklı kalacak, çünkü kendisiyle fazlasıyla içli dışlı olacağımız başka bir yer var… ‘İzsiz ve Eşsiz’de kendisiyle yolumuz kesişecek tekrar :)

 

 

 

~

 

 

“Saklamana gerek yok ki,” dedim sıkıca kapadığı avucunun içinde görünmez kıldığı tutamları kastederek.

Saçlarım, tahmin ettiğimden daha kuvvetli bir direniştelerdi. Normale oranla daha fazla dökülüyorlardı ama tamamıyla vedalaşmamın gerekmemesi benim için yeterliydi şimdilik.

“Çok değiller zaten,” dedi babam beni karnımdan tutarak göğsüne doğru yaslarken. Sırtım ona doğru dayanmıştı bu şekilde.

Yatağın ortasında oturuyor, beni de önüne oturttuğu ve saçlarımı taradığı dakikaların sonunda şimdi bedenimi sarıyordu.

“Annemin saçları benden daha da güçlüydü,” diye mırıldandım. “Son zamanlarında bile tarayıp toplarken elime öyle fazla saç gelmezdi.”

Yüzünü başımın arkasına yasladığını hissettim.

“Annemden bahsedince seni çok mu üzüyorum?” diye sordum kısıkça iç çekerken. “Özür dilerim.”

İster istemez zihnim annemle dolup taşıyordu. Her şeyimi onunla karşılaştırıyor, kendimi o sürecin içinde buluyordum. Genelde kendi içimde sakladığım detaylar bazen dilimden dökülüyor ve etrafımdakilerle de buluşuyordu istemeden.

“Üzmüyorsun,” dedi ama bariz bir yalandı bu. Yine de üstelemedim.

Babamın sırtımı ısıtan sıcaklığında sessizce kaldım. Birazdan saçlarımı kurutmam için beni doğrultacaktı, o zamana kadar anın tadını çıkartıyordum.

Odanın kapısından bir vuruş duyulduğunda başımı yavaşça oraya çevirdim. İçeriye giren Özgür’dü.

Bedenimi babamın göğsünde mayışmış halde gördüğünde gülümsedi. Bana göz kırptıktan sonra babama doğru baktı.

“Despina’nın ilaç içmesi lazım yarım saate, alarm çaldı. Yemek yiyelim artık.”

Her birinin telefonunda benim ilaç saatlerim için kurulu alarmlar olması, ben unutsam da unutmayacak kişilerin bol olması ilaç içiyor olmamın tek sevdiğim yanıydı.

“Saçlarını kurutalım, geliyoruz.”

“Kurutmayalım,” dedim itiraz ederek. “Soğuk değil ki artık, bahar geldi.”

“Bir kere de tamam babacım desen olmaz değil mi?”

Olduğum yerde kıpırdanıp babama doğru döndüm. Yanaklarını tuttum sıkı sıkı. “Canım babacım,” dedim istediğini biraz değiştirip uygularken. İfadesini olduğu gibi tutmakta zorlanıyordu, görüyordum.

“Babasının güzeli,” diyerek yanağında duran ellerimden birine doğru başını bastırdı. Yüzünü biraz çevirip avuç içimden öpmüştü hemen sonra.

“Saçımı kurutmak istemiyorum,” dedim tatlı bir sesle. “İçeriye gitmek istiyorum.”

Derin bir nefes aldı. İç çeker gibiydi daha çok. “Tamam güzelim, kurutma.”

Özgür araya girdi. “Abi on saniye irade gösterseydin bari, tamam dedirtecektin ama yine tamam diyen sen oldun.”

“Seni hiç ilgilendirmiyor,” dedim ona gıcık bakışlar atarken. “Karışmasana.”

“Yok ya,” dedi kaşlarını yalandan çatarak. Bize doğru geldiğinde babama yapıştım aceleyle. “Ya baba!”

“Baba yok, abi var.” diyerek beni babamın kollarından küçük bir poşetmişim gibi kaldırıp aldığında havadaydım.

Babamın beni tutmamasına acıklı bir şekilde baktım. “Neden kurtarmadın?” diye mırıldandım. “Ben artık koşarak kaçamıyorum, yoruluyor bacaklarım.”

Özgür üstüme doğru gelirken refleksim hep kaçmaktı, koşturmaktı. Uzun zamandır bunu yapamıyor, koşunca günün tamamında kullanacağım enerjiyi bir anda harcadığımdan hiç buna girişmiyordum.

Beni bacaklarımdan ve belimden kavrayarak kucaklamış olan Özgür eğilip yanağımdan öptü. “Yerim kızım seni, yoruluyormuşmuş. Sanki koşarken kaçabiliyordun da benden…”

Bu önemsiz bir detaydı.

Babama yaptığım duygu sömürüsünü yarıda kestiği için göğsüne vurdum elimin tersiyle. “Sussana bi’ sen ya.”

“Ben sustukça adamı kukla gibi oynatıyorsun, yazık günah. Koskoca Timur Akdoğan’ı düşürdüğün hallere bak.”

Babama baktım. Yataktan kalkmıştı o da. Ben Özgür’ün kucağındaydım, o da bir adım ilerimizdeydi.

Yanağımı parmaklarının tersiyle okşadı hafifçe. “Timur Akdoğan değilim sana, babanım sadece. İstediğini yap bebeğim.”

Gözlerimin içinin parladığından emindim. Bu parlamayı babama da göstermekten hiç kaçınmadım.

Özgür beni sıkı sıkı tutarak kapıya doğru yöneldi birden. “Yeter lan,” diye söylendi. “Bir babana bir Pars’a… Kilitlenip kalıyorsun, aşık aşık bakmasana.”

Odadan çıktığımızda bacaklarımı salladım keyifle. “Kıskandın mı?”

“Yok!” dedi ters ters. “Bana bağır çağır, onlara aşık aşık bak. Niye kıskanayım ki?”

Kolumu boynuna doğru sarıp kendimi yükselttim kucağında. Yanağından öptükten sonra konuşmaya başladım. “Ama bizim sevgi dilimiz bağırmak hırsız, böyle tanıştık böyle anlaştık.”

“Özelim yani…” dedi yarı alıngan yarı havalı bir tavırla. Kendimi tutamayıp kıkırdadım. “Çok özelsin hem de,” dedim başımı sallarken.

“İyi,” dedi zar zor ikna olmuş gibi ama gözlerindeki yaramaz pırıltıları görüyordum ben. Birazdan tek tek herkese ona özelsin dediğimi duyuracak, hepsini bıktıracaktı muhtemelen.

Özgür beni kucağından indirmeden mutfağa getirdiğinde sandalyeme yerleşmiştim. “Teşekkür ederim taşıdığın için,” dedim benden uzaklaştığı sırada.

“Taşıdığımı bile fark etmiyorum, teşekküre gerek yok.”

Bir an duraksadım. Kendi gücünü övmek için abartmıştı aslında fakat ben yine aklımı başka bir şeye takılı bırakmıştım. “Çok zayıfladım değil mi?”

Dokunduğumda elime batacak kadar belirginleşen göğüs kafesime gitti elim.

Tezgâha doğru yaklaşmış olan Özgür’ü yerinde bir iki saniye bekledikten sonra bana döneceği bir afallamaya itmiştim.

“Despina,” diyerek önümde diz çöktü. Gözlerini gözlerime dikti. “Bu bir süreç, güzelliğim. Geçecek, hatırlamayacağımız kadar eskide kalacak, hiçbir iz bizimle birlikte geleceğe taşınmayacak. Zayıflamışsın, yorgunsun ya da başka bir şey… Hepsi bitecek.”

Elimi gözlerime doğru bastırıp sertçe ovuşturdum. “Ama çok çirkin oldum,” diye sızlandım. “Kemiklerimi sayabiliriz elimizle, bak.”

Elini tutup kaburgalarıma doğru götürmek istedim ama direndi. Elimi bırakmadı, sadece onu çıkık hale gelen kemiklerime doğru çekiştirmeme engel oldu.

“Hâlâ çok güzelsin, şu an hiç doğru olmayan bir şeyler saçmalıyorsun. Ben sana bakınca tatlı bir çift mavi göz ve bolca güzellik görüyorum. Benim gibi düşünen en az on kişi bulurum sana, sen kendin gibi düşünen birini bulabilir misin?”

Omuz silktim. Nereden bulacaktım?

“Arkam sağlam kızım benim,” dedi havalanarak. “Böyle düşündüğünden başka kimsenin haberi var mı? Bulmuşsun beni, yüklen tabii hemen. İspiyonlarım seni bak.”

Ağzımı açacakken duraksadım. “O ne?” diye mırıldanabildim son söylediğine takıldığım için.

Gözleri kısılana kadar güldü. “Sarılırsan açıklarım,” dedi rahatça.

Hiç istemediğim bir şeymiş gibi bıkmış bir halde başımı salladım yalandan. Kollarını açtığında ona doğru sırnaşmıştım hemen. “Bensiz yapamıyorsun hiç.”

“Yapamıyorum,” dediğinde çenemi omuzuna dayadım. Laf atmasını ya da inkâr etmesini bekliyorken sessizce onaylaması içime oturmuştu. “Sensiz yapamam, gitme tamam mı?”

Sırtını onu uyutmaya çalışıyormuş gibi usulca sıvazladım. Geçtiğimiz dört ay boyunca hepsinin bana olan yaklaşımı farklıydı. Beni en çok şaşırtanlardan biri de Özgür’dü.

“Gitmem,” dedim onu üzmemek için. Elimde olsa gitmezdim ki zaten. Hiç gitmek istemiyordum onlardan.

Babam mutfağa girip bizi sarmaş dolaş bulduğunda hiç garipsememişti. Boş kaldığım anlar kısıtlıydı, sürekli birinin kollarının arasında oluyordum. Bana doymaya çalışıyor gibilerdi.

Yemeğimi yedikten sonra ilaçlarımı da almış, ağzımdaki ilaç tadı yok olsun diye yudum yudum su içiyordum. Salondaki en geniş koltukta yarı uzanır haldeydim. Bacaklarımı sinir olsun diye koltuğun ucundaki Özgür’e doğru uzatmıştım, sinir olmak yerine hiç umursamadan telefonuyla uğraşmaya başlamıştı bacaklarımın üstünde.

Babam da çaprazımızdaki koltuktaydı. Başını geriye doğru atmıştı, uykusu var gibi duruyordu. Belki uyur diye sessizce beklemeye başlamıştım suyumu içerken. Yorgundu hep. Fiziksel bir yorgunluktan ibaret olsa, uyuyunca geçip gidecekti ama olmuyordu.

Babam uyuyabilsin diye kendimi susturmam işlevsizdi aslında. Çünkü kapı çalmış ve zil sesi duyulunca sessizlik bölünmüştü.

“Bakıyorum ben,” diyerek ayaklanan Özgür kalkmadan önce bacaklarımı yavaşça koltuğa uzatmıştı kendi üstünden alıp.

Özgür salondan çıkınca babama baktım. “Kim geldi ki?”

Abim kapıyı anahtarla açıp girerdi. Pars bana haber vermeden gelmezdi, uyuduğum anlarda gelip ben yerine Özgür’le takılınca tadı kaçıyordu; gelmeden önce uyanık olduğumdan emin oluyordu bu yüzden. Mayıs’ın da tüm gün dersi vardı, yorgunluktan bayılıyordu gelmezdi. Dedemler de daha dün akşam uğramışlardı. Bugün yine geleceklerini sanmıyordum.

Bir süre kapıdan kimse geri girmeyince merakım artmıştı. Babam da benimle aynı düşüncelerde olacak ki koltuktan kalktı. “Komşu falandır, bakayım ben.”

Babam da salondan çıktı.

Ben durur muydum peki? Asla.

Ayaklanıp kapıya doğru ilerledim.

“Kimmiş?” diye mırıldanarak hole çıktığımda kapıda duran Özgür ve babamın arasından görüş açıma sızan kişiyle bakışlarım kesişince ağırca nefeslendim.

Görmeyeli ne kadar zaman olduğunu artık unuttuğum, göreceğimi de düşünmediğim biriydi kapıdaki.

Canan Akdoğan gelmişti.

“Anne sırası değil,” diyerek beni fark ettiği anda Canan’ı görmemi engelleyerek bedenini sola kaydıran babamı duydum. “O kendi isteğiyle bana gelene dek, sırası değil. Yapma.”

Canan’la yüz yüze gelme konusunda hep çok netti sınırlarım. İstemiyordum. Konu açılıyor gibi olduğunda istemediğimi belli etmekten hiç kaçmamıştım.

“Kötü bir şey söylemeyeceğim, yemin ederim kötü bir şey söylemeyeceğim Timur.”

Onu yalvarır bir sesle duymak garip gelmişti. Hep ne dediğini bilen, dediğini yaptıracak ve istisna kabul etmeyecek bir tonu vardı tanıdığımdan beri. Şimdi yalvarıyor olması garipti.

“Biz içeri geçelim, Despina. Gel abim.”

Özgür benim yanıma gelip sırtıma kolunu sardığında onunla ilerlemeye başlamamak için direndim. “Dur,” diye mırıldandım.

Kapıya dayanmasına, habersizce buraya gelmesine ve bugüne kadar direniş göstermediği ‘konuşmama’ kararıma karşı çıkmasına ne sebep olmuştu; merak ediyordum.

“Anne,” dedi babam uyarır gibi. “Ne söylersen söyle, seni görmek kızıma iyi gelmeyecek. Ben buna izin vermeyeceğim. Zorla çıkartmak istemiyorum seni, lütfen.”

Kapıya doğru adımladım. Özgür beni tutmamıştı ama sıkıntıyla iç çektiğini duyumsamıştım. “Oğlunuzu görmeye mi geldiniz?” diye sordum babamın yanında dikilmeye başladığımda. Gözlerinin içine çekinmeden bakabiliyordum, beni korkutmuyordu. Beni sadece yoruyordu onunla yüz yüze bakıyor olmak.

Benim aksime o, gözlerime bakarken tereddütlüydü. Babamın irislerine tıpatıp benzeyen elaları yüzümde gezinirken dudakları titremişti.

Beni en son gördüğünde yüzümü bu şekilde değil, sağlıklı bir haldeyken bulmuştu karşısında. Çökmüş yanaklarım, normale göre daha sarı duran yüzüm… Hastayım diye bağırıyordu yüzüm, bağırmasa da anlardı gerçi. Hemşireydi.

Annemin hamile olduğunu kendisinden önce anlayacak, hamile bir kadının alıngan halinden nasıl faydalanacağı bilecek kadar iyi(!) bir hemşireydi hem de.

Başını iki yana salladı soruma karşılık. Öylesine bir soruydu zaten. Babam daha birkaç gün önce, ben hastaneden çıkınca uğramıştı onun yanına. Bu kadar sık görüşmüyorlardı, kalkıp babamı görmek için buraya gelmezdi.

“Ne kadar daha oğlunuzun başına bela olacağıma bakmaya geldiniz o zaman,” dedim sakince.

Onun nasıl biri olduğunu anlamama ilk kez sebep olan, baygınım sanarak konuştuğu ve halama söylediği cümleleri ezberimdeydi. Unutmamıştım, unutmazdım da kolay kolay.

Varmış işte babası, üvey ya da değil ne yapalım? Bu kadar yıl sonra oğlumun başına ne olduğu belirsiz bir adamı bela etmesine ses çıkartmayayım mı sizin gibi?

Gelişimin oğlu için bir bela olduğunu düşünüyordu. Ona açık açık Nikolos’un nasıl biri olduğunu söylediğimde belki vicdanında bir hareketlenme olmuştu ama ondan öncesinde tek düşündüğü buydu.

Annesi ölmüş, babasını tanıyabilmek için ülke değiştirmiş birine karşı böyle acımasız olunur muydu? Kim, neden bu kadar saldırganlaşırdı?

Gözleri hızla doldu. Elalarına tırmanan yaşları durgunlukla takip ettim.

“Çok uzun sürmeyecek sanırım, az kaldı benden kurtulmanıza.”

“Ahu!” diye bağırdı babam. Bana sesi yükselmezdi. Yükselirse de, sebep hep aynıydı son zamanlarda.

“Ne?” diyerek hafifçe çevirdim başımı babama doğru. “Keşke…” dedim sesim birden kısılırken. “Keşke bekleseydim, cesaretimi toplayamasaydım ve gelmeseydim.”

Ne sen beni tanırdın ne de ben seni. Kalbi hiç acımazdı ben gelmeseydim, varlığıma geç kalışına yeterince üzülmemiş gibi bir de yok olup gitme ihtimalimle savaşıyordu.

“Sen kafayı mı yedin?” diye sordu hayretle. Yüzümü avuçları arasına aldı. Titreyen elleriyle yüzümü tuttu. “Sen delirdin mi? Keşke miyim ben senin için Ahu’m, bana gelişin senin kalbine ‘keşke’ mi babam?”

“Benim için değil,” dedim zar zor. “Ama senin için-…”

“Sakın,” dedi beni baskın bir sesle susturarak. “Sakın tamamlama.”

Omuzlarımı düşürdüm. Uyumak istiyordum. Hiçbir şey düşünmeden uyumak istiyordum.

“Bir yıl bile olmadı,” dedim onunla tanışıklığımızı kastederek. “Bu kadar kısa bir kavuşma için değecek mi? Geçmiş için öfkelisin kendine, bir de gelecek için öfkelenmeyi kaldırabilecek misin? Değecek mi her şeye baba?”

Yanaklarımdaki elleri kasıldı. Elleri soğuktu, üşüdüğünden olmadığını biliyordum. Söylediklerimle buz kesmesine neden oluyordum.

“Değecek,” diye cevapladı duraksamadan. “Bir gün için bile değerdi. Sen benim gerçekleştirmeye çalışmaya bile kıyamadığım düşümsün, en eski düşümsün.

Timur Akdoğan’ın düşlediği kız çocuğu… Ahu’su…

“Bir gün için bile,” diye tekrarladım kesik kesik. Başını salladı. “Seni sıkıca sarabileceğim bir dakika için bile, bir ömür yanardım. Geçmişe de yanarım, geleceğe de yanarım.”

“Baba,” diye sayıkladığımda söyleyecek başka bir şeyim yoktu aslında. Ben önümüzdeki tüm zamanlarda susmadan ‘baba’ desem de, diyemediğim zamanları telafi edemeyecektim. On dokuz yıl boyunca ona seslenememiştim, sesimi duysa dünyayı yıkacak bir adama sahiptim ama bu gerçek benden gizlenmişti.

Beni kendisine doğru çektiğinde göğsüne sindim. Alışkın olduğum kokusu genzimi yakarak ciğerlerime ulaşırken düzensizce nefesleniyordum.

Kolunun kenarından bakışlarımı biraz uzağa diktim. Arkasında kalan bedene, kapının eşiğinden içeri girmemiş olan kadına baktım.

Yanakları sırılsıklam, gözleri kıpkırmızıydı.

Ona bağırıp çağırmamı, suçlamamı tercih ederdi sanırım. Öfkemi kusmam biraz olsun vicdanını bastırırdı belki. Gözlerinin önünde yaşananlar ise tam tersine sebep olmuş, vicdanını daha da harlamıştı.

Üzülmedim. Onun bu haline üzülmek için aptal olmam gerekiyordu.

Üzülürsem kendimden önce, anneme ayıptı.

Annemin yaşayamadıklarına, tutunmaya çalışıp düştüğü dallara, ölürken ağrılarından değil benden başka kimsesi olmadığına ağladığı anlara çok ayıptı. Ben Canan Akdoğan’a hiç üzülemiyordum bu yüzden.

“Baba,” dedim yüzümü göğsünde saklarken.

Ensemden saçlarımı da avuç içinde tutacak şekilde kavramıştı beni. Göğsünden kaçmayacağımı bilmesine rağmen sıkıca tutuyordu.

“Babasının bebeği,” dedi başımın tepesinden koklaya koklaya öpüp.

“Ben annemin sonunu istemiyorum,” diye mırıldandım. “Onunkine bu kadar benzeyen bir son istemiyorum.”

Yalnız değildim. Sevilmeyi tatmamış değildim. Annemin sonunu istemiyorum diye sızlanmam haksızlık mıydı? Ortak noktam artık sadece bu hastalıktı. Hastalığın sonumu getirmesini istemiyordum.

“Olmayacak,” dedi saçlarımın üzerinde fısıltıyla. “Öyle bir son yok önünde, izin vermeyeceğim.”

Ona sıkıca tutunmak ve sözüne güvenmek istiyordum. Gecenin bir yarısı kâbuslarından uyanıp göğsüme kapanarak ağladığı, hıçkıra hıçkıra iç döktüğü anları bilmeseydim belki çok daha kolay güvenirdim.

En az benim korktuğum kadar çok korkuyorlardı. Her biri korkudan içi titreyerek bana bakıyorlardı ama sesli olarak dile getirme cesareti bir tek bendeydi. Cesaretime de bağırıp çağırarak kızıyorlardı işte.

“Uykum geldi,” diye konuştum sessiz sessiz.

“Gelmese şaşırırdım bebeğim,” dedi saçımı bir kez daha öpüp. Üzülünce uyuyordum, yorulunca uyuyordum, hastayım diye zaten sık uyuyordum. Sonuç olarak hep uyuyordum.

Pars gelmeden önce beni arayıp uyanık olduğumu kontrol etmekte haklı gibiydi.

“Gel bakalım,” derken beni yavaşça kucaklamıştı. “Uyuyan güzel.”

Kucağında odama doğru giderken omuzuna doğru yaslanmıştım. “Güzel miyim?” diye sordum merakla. “Çirkin olmadım mı? Uyuyan çirkin değil miyim?”

“Ahu…” dedi uyarır gibi.

“Tamam,” dedim kızmasın diye. “Güzelim, evet. Kimin güzeliyim?”

“Babasının güzelisin,” dedi yarı gülüyorken. Alnıma, yanaklarıma öpücükler bıraktı beni yatağa götürene kadar.

Başım yastığa değdiğinde gözlerimi ona diktim. Yatağa tek dizini yaslayarak çıkmıştı.

“Abimlerin de güzeliyim,” dedim bana sık sık ‘güzelim’ diyen Özgür ve Özgün ikilisini anıp.

Pek memnun olmasa da başını salladı. “Evet,” dedi. “Onların da güzelisin, tamam.”

Yastığa dağılan saçlarımı kırılacaklarmış gibi özenerek düzeltti. “Baba!” dedim aklıma gelenle birlikte.

“Ahu’m?”

“Birinin daha güzeliyim,” dedim iç çekerek.

“Yok,” dedi ben daha devam edemeden. “Başka yer kalmadı. Doldu.”

İtiraz etmek için dudaklarımı araladım. “Baba-…”

“Ya sabır, ya sabır! İlla anacaksın değil mi? Tamam, söyle de kurtul.”

“Amcam,” dedim sessizce. “Amcamın da güzeliyim.”

Bana ters ters bakmaya çalıştı ama uzun süre devam ettiremedi her zamanki gibi.

“Amcandan bahsetmeyecektin,” dedi kaşlarını havalandırarak. “Boşuna sinirlendim sanayım diye oynuyorsun şu an.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Uslu uslu başımı salladım onaylar gibi.

Pars diyecektim. İkimiz de biliyorduk bunu.

“Kapıyı açmayacağım akşam,” dedi rahatça. “Almayacağım eve.”

“Girer,” dedim hiç söyledikleri üzerinde düşünmeden.

Babam bir durdu, düşündü benim aksime. “Nasıl girecek?”

“Bilmiyorum,” dedim yanağımı yastığıma yaslayıp dudaklarımın öne doğru çıkmasına neden olurken. “Ama girer yani. Dün gelemedi, bugün gelmeme ihtimali yok.”

Başını sağa sola oynattı. Duyamadığım bir şeyler söylenip durdu. En son kıyamayıp alnımdan öpmek için eğildi.

Gözlerim kısık bakıyorken ona kesin olarak uyuyacağımı belli eden sinyaller veriyordum. Yanımdan kalksa da birkaç dakika içinde sızardım ama ben uykuya dalana kadar başımdan ayrılmadı.

Gidip gitmediğini bilmediğim, delice ağlayan annesine koşmadı. Yanımda bekledi.

Annesine koşmamayı yaklaşık yirmi yıl önce de başarabilse, nasıl bir hayat yaşayamayacağımı hiçbir zaman bilemeyecektim.

 

 

çenesi düşük yazarınızdan bir not daha: Despoş o ‘alternatif hayatı’ hiç bilemeyecek ancak siz gayet ayrıntılı şekilde bilebileceksiniz.

Özel bölümlerde bu evreni değil, DF için paralel bir evreni okuyacağız. O evrende yıllarca ayrı kalmış olan kimse yok :)

 

 

 

~

 

 

- Pars’tan

 

 

“Yumuşacık bir şey bu,” diye mırıldanırken korkusu geçmiş değildi, titreyen parmaklarından anlıyordum fakat bu adım bile onun için kocamandı.

Şeker’in sırtına ince parmaklarıyla usulca dokunuyordu. Kedilerden delice kaçan, gördüğü anda kriz ilan eden Ahu’yu şu an bu halde gördüğüm için şaşkındım.

“Acıtmıyorum değil mi?” diye sorduğunda kucağımda duran Şeker’i inceledim. Muhtemelen uzun, kabarık tüyleri yüzünden Ahu’nun parmaklarının farkında bile değildi. Acıtma ihtimali yoktu.

“Hayır, acıtmıyorsun. Ben çok daha kaba seviyorum, onlara bile dayanıyor. Acıtmaktan korkma.”

Ahu’nun kedi fobisiyle savaşımız birkaç ay önce başlamıştı. Adım adım ilerlemiştim. Önce kediyi bir odaya kapatmadan aynı evde bulunmayı öğrenmesi gerekmişti. Sık sık beni ağaç olarak kullanıp tırmanmasıyla sonuçlanan anların sonunda, biraz ısınmıştı duruma.

Dokunma aşaması ise yeniydi. Ben kucağımda sıkıca tutup birkaç kez ona sevdirmeyi denemiştim ancak kendini geri çekmişti, bugün ise Şeker gelip kucağımda sızınca aniden Ahu kendisi atılmıştı dokunayım diye.

“Uyuyor,” dedi biraz eğilip yüzüne doğru bakarken. “Kucağına gelince hemen uyudu.”

“Evet,” dedim başımı sallarken. “Akrabasınız herhalde.”

Kaşlarını çatıp yüzüme baktı. “Ne?”

“Kucağıma gelince uyuyan tek isim Şeker değil, diyorum Afrodit.”

Ne demek istediğimi anladığında ve alınacağı bir şey bulamadığında gülümsedi. Sırnaşıp göğsüme yattığında güldüm.

Kucağımda kedi, göğsümde ise kediden farksız şekilde Ahu uzanıyordu. Yoğun bir huzurla çevrelendiğimde gözlerimi birkaç saniyeliğine kapadım.

“Ne zaman gidecek?”

Ahu’nun beklenmedik sorusuyla gözlerimi açıp ona doğru baktım. Hafif yüzümü eğmem yetmişti.

“Kim?”

“Şeker,” diye cevapladı sessizce. “Yatağına gitmeyecek mi? Kucağına ben ne zaman gelebileceğim?”

Kendimi hiç tutmadan gülmeye başladığımda yarattığım sarsıntı Ahu’nun dileğinin hızla gerçekleşmesine neden olmuştu. Kedi benim huzurunu bozmama terslenerek hırıldayıp kucağımdan fırladı. Salondan pati sesleri eşliğinde çıkıp giderken bizi yalnız bırakmıştı.

“Gitti,” dedim şakağından öpüp. “Geçebilirsin yerine.”

Bir bacağını diğer tarafıma atıp kalçasını bacaklarımın üstüne bıraktığında yanağını da göğsüme yaslayacak şekilde iki büklümdü kucağımda. İki yanımda duran bacaklarına ellerimi koyup usulca okşadım.

Az önce ‘yumuşacıkmış’ diye anlattığı kediden farksız, parmaklarımı huylandıracak kadar yumuşak olan saçlarına çıkarttım bir elimi.

Gürlüğü azalmıştı, dokusu ise hep aynıydı. Dokundukça daha fazla dokunmak için yalvaracak hale geldiğim, bağımlılık yapıcı bir şey vardı onda. Her zerresinde…

Bana tatlı tatlı bakıyorken, göğsüme yaslanmış yüzümü süzüyorken onu bir anda öylece durmaktan vazgeçiren neydi bilmiyordum ama birden başını yukarı itmişti.

Dudaklarıma dudaklarını bastırdığında birkaç saniye için bile afallamadım. Dudaklarımızı birleştiren oydu ancak onu öpmeye başlayan bendim.

Emdiğim dudaklarını acıtmaktan korka korka kendime katarken boynuna kayan elimle başını sabit tutuyordum.

Canının yanmasına hiçbir koşulda tahammülüm yoktu ancak koşullar son zamanlarda da daha ağırdı. Teni hassastı, ufacık bir iz kalıcı bir şekilde cildine damgalanıyordu. Ona benim sebep olduğum bir acı izi bırakmak istemiyordum. Bacağında duran elimi kullanmaya direnişim, sıkıp kendime doğru çekiştireceğim bacağını sadece usulca tutuşum bundandı.

Dudaklarını benden ayırıp başını hafifçe geri çekti. “Azıcık öpme, çok öp.”

Burnumdan nefeslenerek güldüm. Bu arsızlığını ben yaratmıştım, kendi açlığımı ona bulaştırmıştım.

“Sonra dur diye sızlanmak yok ama,” dedim kaşlarımı kaldırarak. Başını iki yana salladı. “Yok.”

İç çektim. Dur demezdi, demezdi ama ben durmak zorundaydım. Bedenini delice yoracak bir şeye onu itip, keyfime bakacak kadar gözüm kararmamıştı; kararmazdı.

Bakışlarımdan aklımdan geçenleri okuyabilecek kadar tanıyordu beni. En çok o tanıyordu, hep de o tanımalıydı. Giderek daha fazla, belki benim kendimi tanıdığımdan da çok tanımalıydı. Kendini benden ayırt edemeyene kadar bana karışmalıydı. Şikâyetim yoktu, olmazdı.

“İki ay daha,” dedim usulca. Dudaklarına bilerek nefesimi üflemiştim. “İki ay daha kaçıyor gibi görüneceğim senden.”

Dudağının kenarını ısırdı. Sıkıntıyla yapmıştı bunu. Ardından benden de sıkılmış gibi omuzuma gömüldü.

Planlanan tedavilerinin, kullanıyor olduğu ilaçların ve kemoterapisinin sonuydu bahsettiğim iki ay sonrası. Yeniden taramaya girecek, bedeninde nasıl bir savaşın yaşandığını ve zaferin kimde olduğunu gösterecekti bize.

“Sus,” dedi küskün bir sesle. Kırmadım, sustum ben de. Ancak içi soğumamıştı. “Niye hiçbir şey söylemiyorsun?” diyerek yakarışı sadece otuz saniye kadar sonraydı.

“Sevgilim,” diye mırıldandım onun sevdiği gibi. “Minik tanrıçam, bana sus dedin ya az önce.”

“Demedim,” diye inat ettiğinde zorlamadım. “Ben yanlış duymuşumdur o zaman.”

Hızlı hızlı nefesler alıp verdi. Sırtını sıvazladım. Parmaklarımla bolca ‘p,a,r,s’ harfleri çizdim kıyafetinin üstüne.

Beni taklit ederek, başını yaslamadığı boşta kalan omuzuma kendi adını kazıdı hemen.

“Ahu,” dedim bir süredir aklımda olanı dile getirerek. “Parmaklarının adını kazıdığı yere, ben gerçekten adını kazıyacağım.”

Duraksadı. Şaşkın şaşkın omuzumdan kalkıp yüzüme baktı. “Dövme mi?”

Başımı salladım.

“Ben de istiyorum,” dedi hiç beklemeden. Bunu söyleyeceğini biliyordum, hazırlıklıydım. “Hayır,” dedim net bir şekilde. “Belki sonra, ama asla bu süreçte değil.”

“O zaman sen de yapma!” diye sızlandı. “İstemiyorum.”

Omuzuma kapandı yeniden. Bana küsüyordu ama bana saklanıyordu. Öldürecekti beni artık.

“Tamam,” dedim sakince. “Birlikte yaparız, beklerim biraz daha. Sen iyi hissettiğinde, ilk işimiz bu olacak.”

Bir süre konuşmadı. Acele ettirmedim. Sırtını sıvazladım yine.

“Ben ismini yazdırmayacağım,” dedi birden.

Kaşlarım çatıldı. “Niye vazgeçtin?” dedim sorguyla. O kadar küsmemiş olması gerekiyordu aslında.

“Dövmeden vazgeçmedim, isminden vazgeçtim.” dediğinde ensesinden kavrayarak yüzünü yüzüme yaklaştırdım. “Yok ya,” dedim başımı yana eğerek. “Ne yazdıracaksın?”

Kıkırdadı. Ben delirince keyifleniyordu. Normal değildi, kanındandı herhalde. Ya da soyadındandı, evet. Özgür’de kan yoktu, soyadı vardı ve o da normalin dışındaydı. Olay Akdoğan olmaktaydı.

“Pars çizdireceğim,” dedi hevesle. “Sen değil yani! Hayvan olan pars.”

Derin bir nefes verdim. Devam etti hemen. “Sen de ceylan çizdirirsin, tamam mı?”

Güldüm şaşkınca. Aklı gerçekten farklı çalışıyordu.

“Tamam,” dedim burnunun ucundan öpüp. “Anlaştık, güzelim.”

“Ne kadar kolay anlaşan bir çiftiz,” dedi bizi tebrik eder gibi. Tebrikini taçlandırmak için de dudağıma küçük bir öpücük bırakmıştı.

“Ben kölen gibi sana itaat ediyorum diye değil, değil mi?”

“Yok,” dedi üzülmemi istemezmiş gibi. Yanaklarımı sevdi. “Uyumlu insanlarız diye.”

Kendisi dışında uyumlu olabildiğim kimse olmaması, herkesin sinirlerimi bir noktada bozması gibi detayları unuttum. Öyle olsun istiyordu, öyle olurdu o zaman.

Ahu bir şeyler daha anlattı. Omuzuma yattı, kalktı. Beni susturdu, konuşmam için mızmızlandı.

Bu döngünün içinde saatler boyunca kalabilir, günler geçirebilirdim. Dışarıdan bir müdahale gelmedikçe durdurmazdım.

O müdahale, çalan telefonumla gelmişti.

Sehpada duran telefonuma uzanmak için Ahu’yu kucağımdan çekmedim. Onu sırtından tutarak sabitleyip telefonumu aldıktan sonra yeniden arkama yaslandım.

Ekranda Özgün’ün ismi vardı.

İşi erken bitmiş ve eve dönmüş, kardeşini benden almak için yol yapmaya aradığını tahmin ediyordum. Şaşırmazdım.

“Efendim,” diyerek telefonu kulağıma yasladım açınca.

“Hoparlörde miyim?” diye sordu direkt. Sesindeki ciddiyeti hissettiğimde benim ifademe de yansımasın diye kendimi zorlamıştım. Ahu merakla yüzüme bakıyordu çünkü. “Hayır,” dedim önce sorusuna cevap verip. Ona hemen ‘ne oldu’ diyemiyordum, Ahu buradaydı. Özgün’ü duymuyordu ama beni dinliyordu.

Tişörtümün yakasıyla oynamaya başladığında sırtındaki elimi beline kaydırdım. “Pars, Despina’yı eve yollama. Seninle kalması için Timur abiyi ikna ettiğini söyle. Bir şey belli etme, sakın.”

Göğsüm sıkışır gibi oldu. Bu, aklımda uçuşan ihtimallerin baskısıydı. Özgün’ün sesi hiç normal gelmiyordu.

“Tamam,” dedim sakin olmaya çalışarak. “Neden?” diye sorduğumda Ahu’nun bir şey sezmemesi iyiye işaretti.

Arkadan birkaç uğultulu ses geldi. O sesleri ayırt etmeye vakit bulamadan Özgün’ü duydum tekrar. “Dediğimi yap,” dedikten sonra telefon kapandı.

Telefonun kapandığını bile bile dudaklarımı araladım. “Eyvallah, haberleşiriz.” dedim Özgün beni duyuyormuş gibi. Ahu garipsemesin diyeydi.

Telefonu kulağımdan çektiğimde telefonu açmadan önceki halimden farklı olmamayı denedim.

“Ne diyor?” diye merakla konuşan Ahu’yu sıkıca tuttum belinden. “Hiç,” dedim omuz silkip. “Birinin telefonunu istedi, numarasını atacağım ona şimdi.” diyerek aklıma ilk gelen yalanı söyleyip.

“Neden diye o yüzden mi sordun?”

“Evet, güzelim.”

İrdelemedi daha fazla. Özgün’e numara atıyormuş gibi bir iki yere dokundum telefonumdan. Ardından telefonu koltuğun diğer ucuna doğru attım.

Kucağımdaki bedenini sıkıca sarıp yüzünü boynuma düşürdüğümde gözlerimi de sıkıca kapatmıştım.

İçimdeki his iyiye dönük değildi, Özgün’ün sesi kötüydü ve apar topar Ahu’ya yalan söylememi istemesi çelişkiliydi.

Kandırdım ben kardeşini desem tutup alnımdan vuracak adam, yalan söyletiyordu bana. Normal olamazdı bu durum.

Her şey yolunda diyebileceğim bir dönemde değildik uzun süredir.

Her şey yolundayken gelen bir kötü haber mi daha kötüydü yoksa her şey zaten kötüyken kötülere eklenen yeni bir haber mi?

Ahu’ya sarıldım. Ondan neyi saklıyor olduğumu ben de bilmiyordum ama saklanacak bir şey varsa, acıtacak bir şey de vardı ortada.

Saçlarından öperken kokusunu soludum. “Canım,” dedim gerçekten canıma seslenir gibi. Canımdı.

Canımın daha fazla acımasından çok korkuyordum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm