Aykırı Çiçek 28.Bölüm

 28.BÖLÜM



Üzerindeki yoğun ilgiden sıkılacak, bunun hiç olmamasını dileyecek son kişi ben olabilirdim. Buna hasret büyümüşken, sıkılıp kaçmam mantıksız olurdu. Tabii normal şartlar altında olsaydık…

Az önce saçlarımda dolaşan, dokunuşuna çokça yabancı ama sanki bir o kadar yakın olduğum ele gitmemesi için sıkıca tutunmuştum. Bunu yaptıktan kısa bir süre sonra da aynı kişiden sesli bir şekilde babam olduğunu duymuştum.

Gözlerimi aralarken sesinin hissettirdiği tanıdıklık yalnızca rüyamdan kaynaklanıyor sanmıştım ama belki de sesine çok önceden aşina olan zihnim ona tepki vermeyi istemişti. Bir eşi de bende olan yeşil gözlerinden akıp giden duygular o kadar yoğundu ki ayırt etmekte zorlanıyordum. Net bir şekilde diğerlerinden ayırabildiğim tek duygu şaşkınlıktı.

En az benim kadar şaşkın olduğunu bakışlarından anlayabiliyordum. Cevaplarını öğrenmem gereken, belki onun bildiği ya da hiç haberinin bile olmadığı bir dolu soru vardı önümde.

Ona bakmaktan kaçarak bakışlarımı yatağın diğer tarafında bekleyen Koray’a çevirdim. Ondakinin aksine Koray’ın hissettiklerini yüzüne bakarak açıkça okuyabiliyordum. Mutlu görünüyor olmasından nasıl bir çıkarım yapmam gerektiğini bilemesem de ona bakmaya devam ettim.

Saçlarımda duran parmaklara tutunmayı bırakmamıştım. Elimi çekmem gerekiyor gibi geliyordu, adını dahi bilmediğim bir adama sıkıca tutunuyordum çünkü. Fakat bir yandan da elimi çekersem kaybolacakmış gibiydi, kaybolacak olma ihtimali dünden beri içimde filizlenmesini engelleyemediğim umutlarımı öldürürdü.

Tuğrul amcanın söylediklerine körü körüne inanmamak için aklımı duyduklarımdan uzaklaştırmaya çalışsam da günün sonu bile gelmeden kendimi duyduğum hikâyenin diğer kahramanlarının önünde bulmuştum.

“Hemşireye haber verelim, burası iyice darlatmasın seni. Çıkalım artık.” Koray bunu söyledikten sonra arkasını dönüp ilerlediğinde bakışlarımı onun arkasından ayırmadım.

“Bir yerin ağrımıyor değil mi? Doktor uyandığında bir sorun olursa söyleyin demişti.” Sesini bir kez daha duyduğumda yutkunma ihtiyacı hissettim. Hem çok keskin hem de oldukça sakin bir konuşma tarzı vardı. Başımı yavaşça iki yana salladım. “Ağrımıyor.”

“Gizleyecek misin yeşillerini? Bende de aynıları var, kıskanmam zaten.” dediğinde gülümsemek ve hıçkırarak ağlamak arasında gidip geliyordum. Yavaşça başımı çevirip ona baktım. “Ben gerçekten Deniz miyim?”

Dudaklarına küçük bir tebessüm misafir olduğunda dikkatle onu izliyordum. Gözlerimiz dışında benzer yüz hatlarına sahip değildik. Kime benziyor olduğumu bilmemek canımı sıkarken saçlarımı okşadı. Onun eliyle birlikte benim elim de hareket etmişti. “Öylesin can suyum, Deniz’sin.”

“23 yaşımda adımı yeniden öğrenmem gerekeceğini düşünmemiştim hiç.” Bu cümle kurarken bana ağır geldiği kadar ona da yükmüş gibi tebessümü silindi. “Sen şu an benim yanımdasın, benim için bunun önüne geçebilecek hiçbir olay yok. Ben yirmi yıl sonra kızımın saçlarını okşayabiliyorum, sesini duyuyorum, daha ötesi yok Deniz.”

Canımı acıta acıta dilimden dökülen diğer cümle, gözlerinde büyük bir yıkım yarattı. “Ben de yirmi yıl sonra ilk kez saçlarımda babamın dokunuşunu hissediyorum.”

Alpay Levendoğlu’nun, yirmi yıl boyunca baba dediğim adamın, saçlarımdaki dokunuşunu hiç anımsayamıyordum. Olmayan bir dokunuşu hatırlayabilmem de mümkün değildi zaten. Şu an saçlarımda dolaşan parmaklar tanıdık geliyorsa bunun sebebi yine o parmakların sahibiydi sanırım. Silerek unutmaya çalıştığım çocukluğum, anılarını geri kazanamasa da hissettiklerini kazıp bir yerlerden bulabiliyordu.

Aramızda yaşanan sessizliği bölen bir hemşire eşliğinde gelen Koray’dı.

Hemşire bir sorun olup olmadığını sorduktan sonra serumumu çıkarttı. Çıkabileceğimizi söyleyip yanımızdan ayrılırken olduğum yerde doğrulmak için hareketlendim. Koray hamle yapamadan önce saçlarımdaki el boynumdan destekleyerek yavaşça kalkmama yardımcı oldu.

“Hızlı hareket etme, başın dönmesin.” Onu dinleyerek olabildiğince yavaş şekilde yataktan kalktım. Beni kendi olduğu tarafa doğru ayaklandırdığı için destek alabileceğim tek kişi oydu. Bir süredir uzandığımdan ve sanırım serumun verdiği sersemlikten dolayı ayaktayken yorgun hissediyordum.

Sırtıma sardığı koluyla bedenimi kendi göğsüne doğru yasladı. Koray diğer tarafıma geçse de ona yönelmeye çalışmadım. Hastaneden çıkmamız fazlasıyla yavaş ilerlediğimiz için biraz zaman almıştı. Kapıdan çıktığımızda temiz hava anında burnuma akın ederken derin bir nefes aldım. Hastanenin kokusunu solumaktan sıkılmıştım.

“Neredeler?” Yaslı olduğum bedenden yükselen soru Koray’ın etrafa bakınmasına sebep oldu. “Bilmiyorum ki, ben içeri gelirken buradalardı.”

“Arabaya geçelim, ararız gelirler.” Ben sessiz kalırken onlar kendi aralarında karar verdiler. Yeniden yürümeye başladık. Hastanenin bahçesinden çıktığımızda ileride gözüme takılan kişiler arasında seçebildiğim tanıdık beden kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Acar dahil üç kişilerdi.

“Arabaların yanındalarmış zaten.” Koray orayı işaret ettiğinde son birkaç adımı attık ve onların da bakışları bize çevrilmiş oldu.

Acar’ın beni görür görmez yanıma ilerlemesini sakince izledim. Önümde durduğunda kollarımı yavaşça ona uzattım. Hiçbir şey söylemeden bedenimi sıkıca sarmaladığında yüzümü göğsüne sakladım. Diğer kişilerin kim olduklarını bilmiyordum, ama bayılmadan önce gördüğüm diğer iki adam olmaları yüksek ihtimaldi.

“İyisin güzelim.” derken bunu kendisine anlatıyor gibiydi. İyi olduğumdan emin olma çabasına sessiz kaldım. İyi olup olmadığımdan emin değildim.

Acar’ın koca bedenini kendime kalkan yapmış halde durmaya devam edip saklanmak mantıklı bir yol gibi görünse de sonsuza kadar burada kalamayacağımdan oyalanmadan başımı göğsünden çektim. Herkesin bize bakıyor olduğunu da böylece görebilmiştim.

İleride duran, aramızda en fazla iki adımlık bir mesafe olan iki adamın bakışlarında, yanımda bekleyen adamın yeşillerinde dolaşan duygulara benzer bir şeyler sezmem zor olmadı.

Yaşça daha büyük olanın yüzünü, biraz önce inceliyor olduğum adamın yüzüne benzetmiştim. Kardeş olma ihtimalleri yüksekti, karşımdaki adam amcam olabilir miydi?

Ona dikkatle bakmayı bırakıp yanındaki adama baktım. Bakışlarımız o da bana bakıyor olduğu için çarpıştığında gözlerimi kırpıştırdım. Yanaklarına doğru inmeye başlayan yaşları gördüğümde kalbimin sıkışmasına anlam veremeyerek Acar’ın beni tutan kollarından ayrılıp ona doğru adımladım.

Gözlerinden birsürü yaş akıyor, ama sanki ağlamıyormuş gibi dümdüz bir ifadeyle duruyordu. “Ağlama.” diye mırıldandım aramızdaki iki adımlık mesafeyi katederken.

Sesimi duyduğunda bu kadar yakınına geldiğimi yeni fark etmiş gibi irkildi. Dalgın bakışları yüzümde dolaşırken bir nefeslik bir andan sonra kollarını etrafımda hissettim. Sırtıma sıkıca dolanan kollarıyla beni sararken, başını eğerek yüzünü boynuma bastırdı. “Abim… Denizkızım, bize geri geldin.”

Boynuma yasladığı yüzünden tenime işleyen gözyaşlarının sahibi abimdi. Benim bir abim vardı.

Küçükken yalnız hissettiğimde, Soner abi ve Koray’ın aynı evde yaşıyor oluşuna imrenerek bir kardeşe sahip olmak için çok fazla dilek dilemiştim. Çocukluğumdan kalma dileklerin ilki içeride saçlarım canımı acıtmaktan korkar gibi okşayan yeşil gözlü adamla gerçekleşirken ikinci bir dilek ise az önce yerini bulmuştu.

İki yanımda sallandırdığım kollarımı kaldırıp dileğime sardım. “Abim misin sen benim?” Fısıltım ondan başka kimseye ulaşamayacak kadar kısıktı. Boynumda derin bir nefes aldıktan sonra kollarını benden çekmeden yüzünü kaldırdı. Saçlarımın üzerini yumuşakça öptü. “Abinim denizkızım, abinim tabi canımın en içi.”

O kadar içli bakıyordu ki çekinerek gözlerimi kaçırdım. Gözlerimin ilk durağı bir adım yanımızda duran beden oldu. “Sıramı bekliyorum burada, ama hiç kolay bir bekleyiş olmuyor.”

“O bekleyişin sonu gelmeyebilir amca, uzun bir süre kim gelirse gelsin kollarımı ayırmam denizkızımdan.”

Bana denizkızım diye hitap ediyor olmasına henüz odaklanamamışken tahminlerimde yanılmadığımı, diğer adamın amcam olduğunu anlamıştım.

Üç adamın da kim olduğunu artık biliyordum.

“Kim gelirse gelsin, öyle mi Yaman Göktürk?” Bastıra bastıra kurduğu cümleye aldığı cevap gecikmedi. “Kesinlikle öyle Savaş Göktürk.”

İsimlerini o an öğrendiğim iki koca adamın benim üzerimden birbirlerine meydan okudukları bu saniyeleri içimden isimlerini tekrarlayarak geçirdim.

“Daha fazla oyalanmayalım, yorgun zaten Deniz de.” Benden Deniz olarak bahsedilmeye başlanalı çok kısa bir zaman olmuştu. Bunu yadırgamalıymışım ve adımın İzgi olduğunu belirtmeliymişim gibi direten mantığım, her Deniz denildiğinde atışları düzensizleşen kalbimin yenilgisine uğruyordu. Deniz olmaya bu kadar kısa sürede alışamazdım ama Deniz olduğum gerçeğini kısacık sürede sevebilmiştim.

Bazen sevdiğimiz şeylere dahi alışmak zaman alırdı. O anlardan birindeydim.

“Arabayı alıp geldim ben, ileride.” Acar’ın konuşmasıyla aniden ortamda minik bir esinti esmişçesine ürperdim. Bu ürperti, Acar’ı tutup parçalayacakmış gibi bakan üçlünün bakışlarından kaynaklanıyordu. Koray ise tepkisizdi. Benim hissettiklerimi görebilmek için beni izliyor gibiydi.

“Binebilirsin hemen, tutmayalım seni.” Halen beni kollarının arasında tutan Yaman abiydi konuşan.

“Yaman!” Adını öğrenememiş olduğum amcam uyarır bir tonda seslendiğinde beni tutan kolların kasıldığını hissettim. “Seni zorlamak gibi bir niyetim yok abim, ama gözümün önünden ayırırsam kaybolacakmışsın gibi hissediyorum. Değil yirmi yıl, yirmi dakika bile ayrı kalmaya gücüm yok benim.”

“İzgi ne yapmak isterse öyle olacak, sizin ya da bizim verebileceğimiz bir karar değil bu. Rahat hissedemeyeceği hiçbir ortama girmek zorunda değil.” Koray’ın sakince açıklaması bakışları bende topladı. Bir cevap vermem gerekiyordu sanırım. Ancak bu cevabı henüz kendime de verememiştim ki.

Acar ve Koray’la birlikte atölyeye dönmek, kendimi yıllardır ait olduğum yerde tanıdığım kişilerin arasında konfor alanımdan uzaklaştırmamak acısız gibi duruyordu. Ama aslında ait hissetmem gereken yerin bambaşka bir yer olduğunu, o yerden çok uzun zaman önce uzaklaştırıldığımı öğrenmiştim saatler önce. Sorularımın, merak ettiklerimin aydınlığa kavuşması kaçarak, saklanarak mümkün olmayacaktı.

Kaldığım ikilem yorgun bedenimi daha da ağırlaştırdığında dönüyor gibi olan başımı kollarında olduğum bedene yasladım. “Rahatsız hissettiğin anda, içim elvermese de saniyesinde seni şu iki adamın yanına götüreceğim söz veriyorum denizkızım. Ama bir şansımızı deneyelim, belki evimiz sana bir şeyler anımsatır, iyi hissedersin orada.”

Sesimi çıkartmadan başımı sallayarak onaylar bir hareket yaptım. Yüzüm gömleğine sürtündüğü için kokusu yoğun bir şekilde burnuma doldu. Kokusuna aşina değildim ama bu, kokusunun beni sakinleştirmesine engel olmadı.

“Teşekkür ederim Deniz, teşekkür ederim abim. Hem sen halen kendine gelemedin gibi, elimizin altında doktor da var evde. İçim rahat olur.”

Yorgunluğum meraka dönüşürken çenemi göğsüne yaslayıp ona baktım. Ailemle ilgili bir şeyler öğrenmekten hem korkuyorken hem de büyük bir heves besliyordum. Onları tanımak için geç kalmıştım ama bu her şeyi öğrenmek istememe engel değildi.

“Annen mi doktor?” Reyhan Levendoğlu aniden gözümün önünde belirirken bu ihtimal içimin sıkılmasına sebep oldu. Gerçek annemin de doktor olması beklediğim bir durum değildi.

“Öncelikle denizkızım, annem değil annemiz. Ve hayır doktor olan o değil.”

Düzeltmesini göz ardı ederek sordum. “Kim doktor?”

“Abin.” demesiyle kaşlarım havalandı. “Sen mi doktorsun?”

Yaman abi gülerken onunla birlikte amcamın ve yeşil gözlü adamın da güldüğünü duydum. Herkes bizi dinliyordu. Koray ve Acar benimle birlikte Fransız kaldıklarından yalnız hissetmemiştim en azından.

“Ben doktor değilim abicim, dümdüz mimarım. Doktor olan benim bir küçüğüm, Yekta.”

“Bir abim daha mı var?” derken sesimin heyecanlı çıkmasına engel olamadığım için telaşla kafamı yeniden onun göğsüne gömdüm. Bu gülüşünü arttırmaktan başka bir şeye yaramadı. “Daha nelerin var denizkızım bir görsen… Evimize gidelim anlatacağım ben hepsini.”

Bir abim olmasına sevinirken ikinci bir abim oluşuna nasıl tepki vermem gerektiğini kestirememiştim. Aklıma takılan soruyu biraz çekinerek de olsa sordum. “O… Neden gelmedi sizinle? Beni görmek istemedi mi?”

“Deniz, bak bana bi can suyum.” Yaman abinin kollarında arkamı döndüm. Sırtım ona dönükken şimdi yeşil gözlü adama ve Acar’a bakıyordum. “Senin varlığından tesadüfi bir şekilde yalnızca üçümüzün haberi oldu öğlen. Henüz ne annenin ne de bir başkasının haberi yok, o yüzden burada değiller. Hatta öğrendiklerinde bu kadar zaman geçirdikten sonra söylediğimiz için eminim bolca laf yiyeceğiz.” Küçük bir çocuk sakinleştirmek ister gibi usul usul açıkladığında anladığımı belli edercesine başımı salladım.

“Beni karşılarında gördüklerinde inanacaklar mı? Hem siz nasıl inandınız zaten? Belki de onları görmeden önce DNA testi yaptırmalıyız.” Peş peşe aklımdakileri hızlıca sıraladığımda amcam boşlukta salladığım elimi tutup gözlerime bakarak konuşmaya başladı. “Baban gördüğü ilk andan beri gayet emindi ama için rahat edecekse bizim ezbere bildiğimiz bir doğum lekesi var karnında fıstığım. Bütün bunların tesadüf olma ihtimali sence olabilir mi?”

Karnımın üst taraflarında ceviz büyüklüğünde, açık renkli bir leke taşıyordum. Zaman zaman varlığından rahatsız olduğum bu izin böyle işe yaramış olması sanırım bugüne kadarki tek olumlu işleviydi. Aklımdaki son tereddütler de yavaşça dağılırken elimin içinde duran elini sıktım. Elimi dudaklarına yaklaştırıp parmak boğumlarımı hafifçe öptü. “Hadi artık, akşam oldu zaten. Hava da serinledi.”

“Siz binin, ben de Acar’ın arabasında bıraktığım çantamı alıp geleyim.” derken derdim çantadan çok Koray ve Acar ile konuşmaktı. Bunu herkes anlamış olmalı ki kimse üstelemedi. Arabaya binmediler ancak biz üçümüz yürümeye başladık. Acar’ın arabası 8-9 araba ilerideydi. Önünde durduğumuz arabadan çantamı almadan önce ikisinin arasında duran bedenimi bir adım öne atıp yüzümü onlara çevirdim.

“Doğru bir şey mi yaptım?” Onlarla gidecek olmamı kastederek sorduğum soru Koray’dan bir gülümseme, Acar’dan ise hafif bir baş onayı aldı.

“İçinden gelen neyse, en doğru olan o. Hatta bu konuda doğrular, yanlışlar yok. Biraz zamana ihtiyacı var herkesin, bu zamanı birlikte geçiriyor olmanız görünen en dikensiz yok gibi.” Koray’ın söylediklerini düşünürken Acar’a baktım. Az önce başını sallamış olsa da sanki Koray kadar olumlu düşünmüyor gibi hissettiriyordu.

“Bakma öyle gözlerini aça aça, tutup götüreceğim şimdi.” Yaklaşıp yanağımı öptükten sonra geriye adımladı yeniden. “Koray haklı, aksini düşünmüyorum. Sadece tek bir şartım var, kötü hissettiğin ilk saniyede bize haber vereceksin Feris. Yaman denilen herif seni bize getireceğini söyledi ama yapmayacakmış gibi duruyor. Tek bir mesajına bakar yanına gelmem, tamam mı?”

Uslu uslu başımı salladım. Dudaklarımın kıvrılmasına engel olamayarak konuştum ardından. “Yaman denilen herif mi?”

“Benim gibisini zor bulursun, ağzına sıçacaklar oğlum senin. Değerimi bilemedin, belanı buldun bence. Abiyi falan salla, Savaş Göktürk başlı başına karabasanın olur senin.” Koray, Acar’ı omuzundan dürterek damarına basarken gülüşümün büyümesine engel olmak için yanaklarımı şişirdim.

Acar parmağıyla yanağımı dürtünce havayı istemsizce dışarı üfledim. Gülüşüm ortaya çıktığında gözleri dudaklarıma çevrildi. “Şunun bana attığı laflara gülmen kalbimi biraz kırdı zümrüt göz, ama gülüşünü özlediğim için gerekirse sülaleme sövülmesine de gülebilirsin. Tutma kendini.”

“Söveyim ben ist-…” Koray sınırları zorlarken Acar’ın attığı bir bakışla geriye adımladığında gülüşüm arttı. Sinirim bozulmuştu sanırım, bir süre kendimi durduramadan güldüm. Düne kadar derdine düştüğüm şeyler başka, bir ay öncesinde ise bambaşkaydı. Şimdi ise ayrı bir noktada duruyor, apayrı düşünceler arasında süzülüyordum.

Biraz sakinleştiğimde Acar ve Koray’ın arkasından uzakta olsalar da arabaya binmedikleri için görebildiğim üç beden dikkatimi çekince onları daha fazla bekletmemek adına hareketlendim. Acar’ın çoktan kilidini açmış olduğu arabanın kapısını açıp çantamı kavradıktan sonra kapıyı kapattım. Çantamı omuzuma attıktan sonra önce hangisine sarılmam gerektiğini düşünürken ikilemde kaldığımı fark ederek aynı anda beni iki yanımdan tutup kendilerine çektiklerinde dudaklarımdan kısık bir kıkırtı döküldü.

Kollarımı açabildiğim kadar açıp ikisini sarmaya çalışsam da sırtlarının yarısını bile kavrayamamıştım. Acar saçımı, Koray ise yanağımı öperken gözlerimi biraz yumdum. “İyi ki.” derken yalnızca dudaklarımı kıpırdatmıştım. Beni duyma ihtimalleri yoktu. Bu iyi ki, hem varlıklarına hem de bu anın bana hissettirdiklerineydi.

Daha uzun sürmesinden asla şikayet etmeyeceğim sarılmayı, bize doğru gelen Yaman abiyi fark ettiğimde sonlandırdım. Ben geri çekilirken o da çoktan yanımıza ulaşmıştı.

“Çantan ağır olabilir belki, taşımak için geldim ben. Bakayım çantana.” Omuzumdaki çantaya uzanırken bu bahanesine inanmış görünmeyi seçerek çantamı ona verdim. “Ağırmış bayağı, evet.”

İçinde telefonum, cüzdanım ve birkaç ıvır zıvırdan başka bir şey olmayan çantam bu yalana umarım alınmamıştır diye düşünerek şaşkınlıkla Yaman abiyi izleyen Koray ve Acar’a el salladım.

“Güle güle İzgi’m, Acar’ın söylediklerini unutma.”

“Unutmam.” dediğimde Acar sessiz kalmayı tercih etti. Hafifçe göz kırpmıştı bana son anda sadece.

Yaman abinin yanında, onun bana uydurduğu yavaş adımlarıyla yürümeye başladım. Birkaç arabalık mesafeyi bitirdiğimizde bana doğru eğildi. “Ne dedi o mahkeme duvarı suratlı herif? Arkamızdan konuşmuştur kesin.”

Acar ve Yaman abinin birbirlerine olan sesleniş biçimlerinin garipliği komiğime gitse de çaktırmadan başımı iki yana salladım. “Başka bir şey söyledi.”

“Öyle olsun bakalım abim.” Bunu söylediği sırada az önceki arabaların yanına varmıştık. Peş peşe park edilmiş iki arabanın da kapıları açıktı. Birinin önünde yeşil gözlü adam, diğerinde ise amcam vardı.

“Hiç kendini yorma amcasının güzeli, benim arabayı tercih etsen bile baban bizi yalnız bırakmaz gerekirse bagajıma sızar. Eve varınca görüşürüz.” Benim hangi arabaya bineceğimi düşündüğümü anlayarak işimi kolaylaştırmasına teşekkür eder gibi tebessüm ederek yanıt verdim.

Yaman abinin açtığı arka kapıdan geçip arabaya bindim. Kapıyı kapattıktan sonra kendisi ön yolcu koltuğuna geçti. Yeşil gözlü adam da sürücü koltuğundaydı.

Araba hareket etmeye başladığında iki koltuğun tam ortasında oturuyordum. Yaman abi çantamı bana uzatınca onu kenara bırakıp arkama yaslanarak solumdaki camdan dışarıyı izlemeye başlamıştım.

“Telefonumun şarjı bitmiş benim, arayıp ulaşamadılarsa iyice delirmişlerdir. Sen baktın mı hiç baba?” Bakışlarımı camdan ayırmadım ama istemesem bile konuşmalarına kulak misafiriydim zaten.

“Pınar aramamış, Yekta birkaç kez aramış sadece.” İsmi geçen iki kişiden birinin diğer abim olduğunu öğrenmiştim. Pınar ise annem olmalıydı bu konuşmanın içeriğine göre.

“Dönmedin mi?”

“Dönmedim, telefonda ne diyeyim şimdi Yaman?”

“Yani… O da doğru.”

Bu konuşmadan sonra birkaç dakika sessizlikle geçip gitti. Trafiğin tam ortasına düşmemize hiçbirimiz şaşırmış gibi değildik, saat akşam yedi civarı iken insan yoğunluğunun fazla olduğu ilçelerden birinden çıkmaya çalışıyorduk.

Yaman abi kafasını çevirip arkaya baktığında bunu hissederek bakışlarımı camdan ayırıp önüme döndüm. “İyisin değil mi güzelim? Trafik yoğun biraz, kötü hissedersen söyle.”

“İyiyim,” dedim gevşemiş yüz hatlarımla. Yalan değildi, iyiydim. Güvende hissediyor olmam normaldi ya da değildi belki bilmiyordum ama bu arabanın içerisinde olmaktan pişman değildim. “Trafik sorun değil, arabada olmayı seviyorum.”

“Çok uzun değil yol zaten, bir açılırsa önümüz yarım saat bile sürmez.”

“Hepiniz birlikte mi yaşıyorsunuz?” diye sordum. Artık sorularımı sorarken düşünmemeye, çekinmek için kendime zaman tanımamaya karar vermiştim. Aksi takdirde uzun bir süre çok zorlanacaktım çünkü öğrenmem gerekenler bir değil bindi, hatta belki binden bile çoktu.

“Evet, hep birlikte yaşıyoruz. Buna rağmen tam değildik, şimdi seninle tamamlanacağız.” Hafifçe gülümsedim. Dürüst davranarak konuştum. “Size sanki hem en yabancı hem de en yakınmışım gibi hissediyorum. Size de ben öyle geliyor muyum?”

“Sen bizi yeni tanıyacaksın çünkü can suyum, biz seni yıllardır tanıyoruz. Küçük bir farkla, çevrendeki diğer insanların aksine İzgi değil Deniz olarak…” Bu farkın küçük olmadığını üçümüz de biliyorduk. Yine de hiçbirimiz itiraz etmedik.

“İsmini bilmem gereken başka kimler var? Onları görmeden önce isimlerini söyleseniz olur mu?”

Yaman abi hevesle iyice bana döndü. “Ben tek tek tanıtayım mı sana sırayla herkesi?”

“Olur.” dedim hevesinin altında kalmayarak. Onun heyecanı beni de heveslendirmişti. Ailemi tanımıyor oluşuma kırgınlaşmak yerine, onları öğrenecek olduğum için heyecanlanmak güzel bir olumlamaydı.

“Babamız Savaş Göktürk, yanımdaki şoför oluyor.” dediğinde tanımlama şekline gülecekken benden önce o davrandı. “Düzgün tanıt, hayatının kalanına vites kolu olarak devam ettirmeyeyim seni 1 numara.”

Yaman abi onu duymamış gibi konuşmaya devam edecekken ben araya girdim. “En büyük çocuksun diye mi 1 numarasın yoksa en sevilen çocuksun diye mi?”

“Nesini en çok seveceğim ben bunun can suyum? Büyük olan olduğu için tabii.”

“En sevdiği çocuğunun kim olduğunu iki güne anlarsın abim, birini kayırıp diğer dördünü adil sever sağ olsun.” Cümleden ulaştığım tek bir sonuç vardı. “Dört mü?” Sesimi kontrol edemeden bağırır gibi sorduğumda Yaman abi sırıttı.

“Dört evet, toplam beş kardeşiz denizkızım.”

“Onlar da benden büyük mü?” diye sordum merakla. İkinci sorum cinsiyetleri olacaktı az sonra.

“Eh işte.” dediğinde gözlerimi kıstım. “Eh işte mi?”

“Yani birkaç dakika için birbirinizi kırmayın bence, kim büyük kim küçük falan… Gerek yok.”

Dudaklarım aralandı. Bir şeyler söyleyecek gibi oldum ama dilimden tek bir hece dahi dökülmedi. Doğru anlayıp anlamadığımdan emin olmak için konuşmam gerekiyordu ama bunu bile yapamayacak kadar şaşkındım.

“Baba! Sağa çek, şoka mı girdi ne oldu? Kaldı böyle! Deniz?”

“Kıza üçüzlere sahip olduğunu böyle söylersen, şoka da girer kalbine de iner. Asalak herif.”

Yeşil gözlü adamın söylenmelerini, Yaman abinin telaşla beni izliyor oluşunu algılayabildim. Ama verebildiğim tepki bambaşkaydı. “Üçüzler,” diyebildim önce. “Ben… Üç-…” devamında anlamlı bir cümle kuramayacak kadar aklım karışıktı.

İkizim olma ihtimali bir yerlerde duruyordu, bunu duysaydım şu anda olduğu kadar şaşkın olmayacağım kesindi ama üçüzlerimin olduğunu hiçbir senaryoda hayal bile edemezdim.

“Deniz… Abicim vallahi söylediğime pişman oldum, ama gözlerinle gördüğünde daha çok şok olurdun herhalde.” Sesli düşünerek doğru cevaba ulaşan Yaman abiye bir şey demedim.

“Toprak ve Rüzgar, üçüzlerin. Yaman ve Yekta’yı öğrendin zaten. Az önce adını andığım kadın, Pınar da annen oluyor.”

Aniden zihnime yüklenen bu bilgileri hafızamda belirli yerlere işlemeye çalışırken bacaklarımı kendime doğru çekip bağdaş kurdum. Dizlerime yasladığım avuçlarıma bakarken aklımdan peş peşe geçen isimlere, bu isimlerin hayatımın ilk yıllarında bir süre kapladığı yerlere ve belki de yeniden kaplayacağı yerlere bolca kafa yordum.

Yaman, Yekta, Toprak, Rüzgar… Ve Deniz.

Üçüzlerin isimlerinin harf uyumuna değil anlamlarına göre seçilmiş olduğunu bu sırada fark edince istemsizce gülümsedim.

Bu kalabalıktan beni alıkoyan, bambaşka bir hayatın içine sürükleyen tam olarak neydi ya da kimdi bilmiyordum. Tek bildiğim bunun büyük bir haksızlık oluşuydu. Ailemden yirmi yıl ayrı kalmayı 3 yaşımdayken hak etmiş olamazdım, kimin günahının altında ömrümün büyük bir kısmı çürümüştü merak ediyordum.

“Deniz, geldik güzelim.” Yaman abinin sesiyle sıyrıldığım boşlukta hesapladığımdan daha fazla zaman geçirmiş olmalıyım ki trafiği aşmış, hatta varmamız gereken yere ulaşmıştık.

Sola doğru kayıp kapıyı açmadan önce camdan dikkatle bulunduğumuz yeri inceledim.

Aynı sokak boyunca hepsi birbirinden farklı dursa da aynı tasarımın farklı dalları gibi duran müstakil evler diziliydi. Önünde durduğumuz ev, yanındaki benzer yapı ile ortak bir bahçe paylaşıyordu.

Arabadan indiğimde Yaman abinin cümlesi bu ortak bahçeyi anlamlandırmama yetti. “Yan ev Barış amcamlara ait, burası ise bizim. Bahçenin çoğu ortak alan.” Diğer evi incelediğimi gördüğü için ayrıntılı şekilde açıklamıştı. Böylece bir kişinin daha adını öğrenmiş oldum.

“Ben burada beklesem olmaz mı? Siz önce anlatsanız onlara… Bir anda gelirsem…” Yarım yamalak konuşsam da derdimi anlamışlardı. Arabasını hemen önümüzde az önce durdurmuş olan Barış amca da beni duymuştu. “Ben seninle beklerim bahçede, eğer öyle rahat edeceksen.”

“İstemiyorsan zorlamayacağım Deniz, ama ben nasıl gözümün önünde belirdiğin anda seni tanıdıysam annen de aynısını hissedecek. 30 yıllık karımı tanıyorum can suyum, çekinmene gerek yok.”

Bir şey diyemedim. Burada kalasım vardı ama bir yandan da bir an önce onları görmek istiyordum.

“Bahçe sohbetiniz bittiyse sorguya bekliyorlar sizi Göktürklerin artık hafiften karta kaçan üyeleri. Ben insanlık namına uyarayım şimdiden.” Evin kapısının açılması ve oradan fırlayan birinin bunları söylerken bize doğru yaklaşması aynı anda gerçekleşti.

Çıkan kişi beni önümde dikilen yeşil gözlü adamdan dolayı henüz görmemişken aniden önümden kaybolan beden, beni o kişiyle karşı karşıya bıraktı.

Gözlerimin bir başka çift eşini yine karşımda bulmuştum. Ama bu kez benim eşim olan tek detay gözler değildi. Yüz hatlarım alınmış, yetenekli bir sanatçı tarafından erkeksi hatlarla yeniden çizilmiş gibi karşımda duruyordu.

Toprak ve Rüzgar, üçüzlerin diyen ses zihnimde yankılandı. Karşımdakinin Toprak mı yoksa Rüzgar mı olduğunu ayırt edebilecek herhangi bir bilgiye sahip değildim fakat onun üçüzlerimden biri olduğundan emin olabildim.

“Ben… Hassiktir lan, şaka mı bu? Oyun mu oynuyorsunuz benimle?” Yüzlerimizin benzerliği yalnızca benim dikkatimi çekmemiş olmalı ki gözleri üzerimde delicesine gezinirken bunları söylüyordu. “Baba! Size diyorum, kimi tutup getirdiniz? Niye bu kadın beni aynaymış gibi bana geri yansıtıyor?”

“Şaka falan yok Rüzgar.” Rüzgar… Karşımdaki Rüzgar’dı. Yeşil gözlü adam net bir sesle konuşuyor gibi başlasa da devamında sesinin titremesi aynı titremenin benim bütün bedenime sıçramasına sebep oldu.

“Deniz’i getirdim size, üçüzünüzü getirdim. Canımızı geri getirdim oğlum.”

“Sarhoş musunuz siz? İçtiniz değil mi? Annem delirecek, girin hadi içeri saçmalamayın daha fazla.” Az önce benzerliğimizi fark etmemişçesine beni görmezden gelerek diğerlerine bunları söyleyip arkasını dönecekmiş gibi hareketlendi.

Boğazımda binlerce iğne yutmuşum gibi hissettiren karıncalanmalar başlarken yutkunmaya çalıştım. Daha ilk karşılaşmada tüm gücüm tükenmiş gibiydim. Evin içinde beni bekleyen üç kişi daha vardı, onlar da benim Deniz olduğuma inanmayacaklardı.

“Rüzgar, gerçeklerden bahsediyorum. Kimse saçmalamıyor, sakin ol.”

“Aynen, mantıklı şeyler söylüyorsun değil mi? Yirmi yıl önce yanıp kül olan üçüzünü buldum diye yoldan ona benzeyen birini mi çevirdin baba? Gözleri yeşil ilk kadını mı bulup geldin?” Haykırır gibi konuşurken halen tam önümdeydi. Haykırışları babasına gibi dursa da asıl isyanının bana olduğunu hissedebiliyordum.

“Az önce sen söyledin, seni ayna gibi yansıttığını. Bu olmamış gibi mi yapacaksın?” Bu kez konuşan Yaman abiydi.

Nefes alamıyormuş gibi hissederek elimi boğazıma attım. Bu karşılaşma için çok erkendi. Hem onlar hem de ben buna hazır değildik. Buraya gelmek ilk anda doğru olan gibiyken şimdi kendimi koşarak uzaklaşacak gibi hissediyordum.

Geriye doğru sarsak bir adım attım. Elim boğazımı sıkı sıkı sarıp sanki rahatlatabilecekmiş gibi ovuşturuyordu. “Deniz!” Bu halimi gören Barış amca olmalıydı ki bağırarak kolumu tutmuştu.

“Ne Deniz’i? Allah kahretsin neden Deniz diyorsunuz ona, Deniz öldü! Yok Deniz, gelmedi gelemez ki Deniz.” Kulağıma dolan haykırışları duyuyordum ama tek derdim buradan uzaklaşıp nefes alabileceğim bir yere ulaşabilmekti.

Sağa sola yalpalayarak bir iki adım atmaya çalışırken bedenimin sertçe bir bedene yaslandığını hissettim.

“Yok bir şey babam, tamam gidiyoruz. Özür dilerim, özür dilerim can suyum bu kadar acele etmemeliydik. Özür dilerim babam, bitti tamam.”

“Nefes…” diye mırıldandım. Tek bir kelimeyi bile dilimden birkaç parçada dökebilmiştim. Nefes alamadığımı hissediyordum, nefes alamamam için bir sebep yokken boğuluyordum.

“Yekta’yı çağırın. Yaman, Yekta’yı çağır!” Kulaklarımı çınlatacak kuvvetteki sesiyle bahçeyi inlettikten sonra yanaklarımı avuçlarıyla kavradı. “Deniz! Deniz korkutma beni babacım, sakin ol, birlikte nefes alalım hadi.”

Gözlerimden dökülmeye başlayan yaşlar yanaklarım yerine, yanaklarıma dolanan parmaklarına akarken hıçkırmaya çalıştığım için tamamen tıkanmış gibi hissederek acıyla inledim.

“Ne oluyor? Savaş amca!” Bir başka ses daha etraftaki uğultulara karışırken boş bir çuvaldan farkı kalmayan vücudum yeni birinin dokunuşlarını ağırladı. “Nefes alamıyor, Selim. Boğuluyor sanki, bir şey yap.”

“Susun hepiniz, uzaklaşın etraftan.” Kime ait olduğunu algılayamadığım ses konuştuğunda uğultular hızla kesildi. Telaşla etrafı görmeye çalışırken çenemi iki parmağıyla tutan kişi buna engel oldu. “Şş, gittiler tamam. Nefes alışverişlerinde hiçbir sorun yok, ben nefes alabildiğini hissediyorum. Beni duyuyor musun? Konuşamasan da duyup anlıyorsan elimi sıkıca tut.”

İçinde bulunduğum hislerin yoğunluğu üzerimde tonlarca yükmüşçesine ağırlık yaratırken can havliyle eline tutunmayı başardım. “Aferin sana, bak gücün gayet yerinde. Elimi sıkıca tuttun, aynı güç ciğerlerinde de var, nefes alabiliyorsun. Hisset aldığın nefesi, ben elini bırakmayacağım. Buradayım, korkma.”

Dediğini yapmaya çalıştım. Bir an önce bu histen kurtulmak, nefeslerimin bedenimi rahatlatışını hissedebilmek istiyordum.

“Çok güzel, devam et. Bak artık daha düzenli nefeslerin, beni taklit et şimdi. Birlikte derin nefesler alalım mı?”

Sesli bir şekilde içine çektiği nefesle aynı anda içime doldurduğum nefes, az öncekilere kıyasla farklıydı. Nefesin burnumdan dolup ciğerlerime indiğini algılayabiliyordum artık. “Bir daha yapalım.” derken elini sıkı sıkıya tutmayı sürdürüyordum.

İkinci kez ve hemen sonrasında üçüncü kez onunla aynı anda derin nefesler alarak vücudumdaki o telaştan sıyrılırken karşımdakinin kim olduğunu halen algılayabilmiş değildim. Elimi gevşetsem de o elimi bırakmadığı için ellerimiz ayrılmadı. “İyisin, bak geçti.”

“Geçti.” diye tekrarladım. “Geçti, gitmek istiyorum. Evime gitmek istiyorum.”

“Tamam, tamam gideceksin ama sakin kalmazsan seni bırakamam. Kendini serbest bırak, kasıyorsun kendini.”

Gözlerimden halen onlarca damla dökülüyordu. Ağlıyor oluşum o kadar geri plandaydı ki yüzümdeki ıslaklığı silmek için elimi kaldırmaya çalışmadım.

“Yoruldum.” diye mırıldandım kısıkça. “Çok yoruldum, evime gideceğim.”

“Evindesin, etrafına bir bak. Evin burası.”

“Değil.” derken iç çekerek duraksadım. “Deniz’in eviymiş burası, benim evim burası değil.”

“Kimmiş ki Deniz?” diye sordu sakince.

“Tanımıyorum.” Elimi elinden çekebildiğimde kaşındığını hissettiğim gözümü sertçe ovuşturdum. “Kimmiş Deniz?” Onu tekrarladığımda gözüme bastırdığım elimi nazikçe çekti.

“Boş verelim Deniz’i o zaman, biz tanışalım seninle. Selim benim adım.” Bulanık görüş açımı netleştirmeyi deneyerek gözlerimi kırpıştırdıktan sonra yüzünü ilk kez görebildim. Onu incelemeye başladığımda dinginlikle yeniden konuştu. “Sen adını söylemeyecek misin bana?”

“İzgi benim adım,” dedim pilim her an bitebilirmiş gibi yarı enerjiyle. “Feris İzgi.”

Benim bir adım vardı, yıllardır taşıdığım, insanlara kendimi tanıtırken kullandığım bir adım vardı. Feris İzgi’ydim ben.

Kimin başlattığını bilmediği bir yıkımın ortasında dımdızlak kalmış, yalnızlıkla çepeçevre kuşatıldığı halde yalnızlığa aşina olamamış bir kadındım. Olduğumdan fazlası gibi görünmek istemiyordum, böyle kalmak değişmekten daha az canımı yakacak gibi hissediyordum.

Bir başkasının hikayesini çalmış gibi tam ortasına düşmüşken Feris İzgi’yi de kaybetmek istemiyordum.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm