Düşten Farksız 41.Bölüm

 41.BÖLÜM



“Pars şu klimayı daha soğutan bir ayara geçir, yapıştım koltuğa.”

Arka koltukta hayatından bezmiş bir halde konuşan Özgür’ün isteği Pars’ta herhangi bir hareketlilik yaratmadığında güldüm. Gülüşüme Özgür’ün yanında cama yaslı oturan Mayıs’ın gülüş sesi karışmıştı.

Yola çıktığımızdan beri belli aralıklarla benzer şeyler yaşandığından artık ikimiz de tepkilerimizi sadece gülerek belli ediyorduk.

“Kendi arabanla çıksaydın yola, klima çarpıyor beni.”

Pars’ın narin(!) bedeninin klimadan etkilenmeyeceğinden hepimiz emindik. Tek derdi Özgür’ün konforsuz bir yolculuk yaşamasıydı.

“Arabam arızalı olmasaydı meraklındım sanki ben de.”

“Motorun da mı arızalı abicim?” diyerek başımı koltuklar arasındaki boşluktan arkaya doğru uzattım. “Onunla gelseydin.”

“Beni ikna edebilse öyle yapacaktı, bu havada kafama güneş geçirtemezdim ama.” Mayıs’ın açıklamasıyla taşlar yerine oturmuştu.

“Sen bizimle gelseydin, bu asalak da motoruyla gelseydi işte.” Pars gözlerini yoldan ayırmadan konuştuğunda Özgür elini öne uzattı. O elin Pars’ın bedenine çarpacağını fark ettiğimde hızla engel oldum. Özgür’ün koca kolunu geri itmek kolay olmamıştı ama başarılıydım.

“Deli kuvveti var sende, nasıl itiyorsun beni o kemikten kolunla sen?”

“Arabadaki tek deli sensin,” dedim ters ters. “Araba kullanan adama niye vurmaya çalışıyorsun?”

Özgür destek ister gibi sevgilisine döndü. Mayıs omuz silkmekle yetinmişti. “Despoşum haklı, kendin kaşınıp kendin söyleniyorsun aşkım. Bi’ yerinde otursan da bitse şu yol artık.”

“Sağa çek ben ineceğim.” Özgür bunu söylediği anda Pars arabayı sağ şeride doğru yönlendirince ve bunu fazlasıyla ani bir hamleyle yapınca dudaklarımdan küçük bir ses koptu. “Pars!”

“Efendim güzelim?”

“Ne yapıyorsun?”

“Yolcu indireceğim sağda.”

Derince ofladım. Sıcak yeterince boğucuyken bir de bu ikilinin bitmek bilmeyen atışmaları havayı daha da yakıcı hale getiriyordu.

“Keşke babamla geçirseydik bugünü Mayıs, spor salonunun buradan daha keyifli olduğundan eminim.”

“Biraz daha devam ederlerse sağda asıl ben ineceğim zaten.” Onun da benden farksız bir sıkkınlıkta olduğu belliydi.

Geçtiğimiz üç dört gündür genel olarak tüm odağım Pars’ın üzerindeydi. Doğum günü gecesinden itibaren geçen bu günleri içimde bolca onun adına savaşlar vererek yaşamıştım. Kimi zaman onun hislerini kimi zaman Mayıs ile arasındaki bağın her ikisini de nasıl etkiliyor olduğunu düşünüp durmuştum.

Elle tutulur hiçbir sonuca varamamış olmam beni pes ettirmemiş, aksine düşüncelerim daha da yoğunlaşmıştı. Karşımda kendisini suçladığını anı öylece unutabilmem mümkün değildi.

Günlerimi hem Pars’la hem de babam ve Özgür ile dengeleme gereğim de o günden beri hiç olmadığı kadar üzerinde uğraştığım bir iş haline gelmişti.

Günümü bölebildiğim kadar eşit bölüyor, bölemeyeceğimi fark ettiğim anda ise hepsini bir yere topluyor ve böylece üçünü aynı anda görebileceğim bir mesafede tutabiliyordum.

Bu sabahki kahvaltı planı da benim eserimdi. Babamın son anda bize katılamayacağını söylemesinden sonra yalnızca dördümüz kalmıştık tabii.

“İleride trafik vardır kesin, sağdan kaçsana. Acıkmaya başlıyorum ben.”

Şaşkınlıkla Özgür’e baktım. “Yeni mi başlıyorsun acıkmaya? Nasıl yani?”

Bana göz devirdi. Ardından küsmüş gibi kafasını yana çevirip bakışlarını yüzümden çekti. Sırıtarak önüme döndüm. “Prensesimiz küstü, hızlanabilir miyiz Pars bey?”

Pars keyifli bir ifadeyle kısa bir an bana baktıktan sonra yeniden yola döndüğünde araba gerçekten az önceye kıyasla daha hızlı yol almaya başlamıştı.

Mayıs’ın sevgilisini teselli etme çabaları, Pars’ın durumu alevlendirme denemelerine benim engel oluşum gibi rutinlerle geçen sürenin ardından araba benim arayıp tarayıp bulduğum boğazın dibindeki bir restoranın önünde durmuştu.

Arabayı ilk terk eden olmakta bir sakınca görmeden direkt kapıma yönelip indim. Asimetrik kesime sahip bir etekle hareketlendirilmiş dümdüz mavi bir elbise giyiyordum. İndiğimde eteğimi düzeltmekle harcadığım zaman Pars’ın arabanın önünden dolaşıp bana ulaşmasına yetmişti.

“Nereden buluyorsun sen bu mekânları acaba?”

Omuz silktim. Saçlarımda duran güneş gözlüğümü gözlerime indirirken başımı geriye atarak ona bakmıştım. “Siz aynı yerlere bin kez gitmekle bunca yıl hata yaptığınızı anlayın diye uğraşıyorum. Sana ve abime kalsa evin arka caddesindeki kafede otururduk.”

Yüzünü buruşturdu. “Trafik var Afrodit, trafik.”

“Varsa var, bak geldik işte.”

Başka bir şey söylemeden elime uzandı. Parmaklarımız birbirine dolanırken bir iki adım yanımızda duran ikiliye doğru baktım. “Beğendin mi hırsız? Doyurur mu sence burası seni?”

Özgür uzaktan bir şey anlayacakmış gibi uzun uzun restoranı süzdü. Ardından bakışları beni buldu. “Sanmıyorum,” diyerek havalı bir tepki eşliğinde Mayıs’ı da sürükleyerek kapıya doğru adımlamaya başladı. Arkasından güldüğüm sırada biz de peşlerine takıldık.

Boğazın dibindeki bir yerde rahatça güzel bir masa bulamayacağımızı daha önce deneyimlediğimden gelmeden önce dış kısımdan masa ayırtmıştım. Denize düşecekmişiz hissi yaratan masaya yerleştiğimizde birbirlerinden uzakta kalıp ağlamasınlar diye Pars ve Özgür’ü yan yana oturtup Mayıs’la sevgililerimizin karşısına oturmayı seçmiştik.

Gözlüklerimin ardından filtreli gördüğüm üçlüye farkında olmadan daldığımı Mayıs önümde elini salladığında fark edebildim. “Despoşum, daldın biraz. Çay mı içeceksin yoksa soğuk bir şey mi getirsinler sana?”

Masanın başında bir garsonun beklediğini, o da dahil herkesin bana bakıyor olduğunu algıladığımda başımı hafifçe salladım kendime gelmek ister gibi. “Çay olur.”

Garson cevabımla birlikte uzaklaşınca sipariş verdikleri süre boyunca dalgınlıkla beklediğim kesinleşmişti.

“Nereye daldın öyle sen?” Özgür merakla bana bakınca başımı omuzuma doğru eğdim. “Hiçbir şeye, sıcaktan afallamışım sadece.”

“Güneş çok geliyorsa içeriye geçelim, kahvaltıdan sonra kahve için çıkarız dış kısma.” Pars’ın bulduğu çözüme gerek olmadığını başımı iki yana sallayarak belli ettiğimde daha fazla ısrar etmediler.

“Ben elimi yıkayıp geleyim,” derken sandalyemi geriye iterek ayaklandım. Mayıs hiç duraksamadan benimle birlikte kalktı.

Restoranın tamamen boş olan lavabosuna girdiğimizde musluktan akıttığım soğuk suyla ellerimi ıslatırken Mayıs’la aynadan bakışlarımız kesişti. “Despina,” dediğinde ‘despoş’ demek yerine adımı direkt olarak seslenmesine bakılırsa ciddi bir şey söyleyecekti.

“Efendim?”

“Abimin doğum gününden sonra hiç konuşmadık, aranızda hiçbir problem olmamış onun farkındayım ve çok sevindim. Ama her şey o geceden önce olduğu gibi de kalmamış sanki.”

Kısık sesli ancak derin bir nefes almaya çalıştım. Ellerimi musluğun altından çektiğimde su akmayı kesmiş, içerideki gürültülü su sesi son bulmuştu.

“Sonra konuşuruz,” diyerek kaçmaya çalıştım.

“Sonra da konuşuruz, ben hep buradayım ama şimdi çok kısa bir cevaba ihtiyacım var.”

Aynadan bakışmak yerine bedenimi ona doğru çevirdim. O geceden beri herkesle tek kalmışlığım olmuştu ama Mayıs’la yanımızda Özgür veya Pars yokken hiç denk gelmemiştik.

“Anlattı,” dedim sadece. Soracağı sorunun ne olduğu çok belliydi. Onu da kendimi de zorlamadan cevapladım bu yüzden. “Neden o pastayla karşısına çıkmama engel olmaya çalıştığınızı öğrendim.”

Mayıs’ın heyecanlı oluşuna, öfkesine, yorgunluğuna bugüne dek şahit olmuştum. Hatta bunların yanında birçok duygusuna daha eşlik etmişliğim vardı. Ancak ben konuştuktan sonra ilk kez yüzünde daha önce görmediğim, farklı bir ifade belirdi.

Bu ifadeyi öyle bir iki kelimeyle anlatabilmem çok zordu. Aynı anda tüm savunma duvarları aşağıya inmiş, gözlerinin ardında geçmişinden kopup gelen birden fazla acı sessiz çığlıklar eşliğinde can bulmuştu. Anlattı dediğim anda olmuştu tüm bunlar. Direkt olarak kendisini geçmişte bir köşede bulduğunu tahmin ediyordum.

Küçücüktü Ahu, ölümün ne olduğunu zar zor anlıyordu, annesini çaldım ondan.

Pars’ın isyanla dolu sesi zihnimde yankı bulurken omuzlarım düştü. Bir yolunu bulup o zamanlarda ikisine de iyi gelebilmiş olmak istedim. Ne Pars ne de Mayıs böyle cayır cayır yanmasın, üzerlerine kapanıp onları koruyabileyim istedim ancak bu mümkün değildi.

Babamın zaman zaman bana dalıp gittiğinde nelerle savaştığını daha derinden anlamaya başlamıştım bu birkaç günde. Geçmişe müdahale edememek, bugün canını vereceğin birini o yıllara dönüp koruyamamak çok çaresiz hissettiriyordu.

Mayıs’ın küçük bir çocuk gibi bana bakakalışıyla birlikte gözlerindeki titremenin dudaklarına taşarak onu daha da kırılgan göstermesi kollarımı refleksle iki yana açmama yol açtı. Sözcüklerimin bir işe yaramayacağını tahmin edebiliyordum.

Herkes acısıyla farklı bir yol bulup yaşamaya alışırdı. O yollardan biri işe yarar, bini ise hiçbir şeye çare olmazdı. O nadir olan tek yolu bulmak da öyle herkese denk gelen şanslardan değildi. Bu konuda şanslı olan kimseyle henüz tanışamamıştım.

Kime dokunsam acısını içinde bir yere gömülü tutuyor olduğunu fark ediyordum. Acının yok olması için değil, karşıdan bakılınca görünmemesi için çabalıyorduk.

Aramızdaki on santimlik farkı kapatan benim giydiğim düz spor ayakkabılar ve onun hafif topuklu sandaletleriydi. Birbirimize eş şekilde denk geldiğimizden, kollarımın arasına girdiği anda yanağım kıvırcık saçlarının arasında kaybolmuştu.

Bulunduğumuz yeri, burada oyalanırsak içeride meraklanacak olan ikiliyi ya da başka herhangi bir şeyi umursamadan sıkıca kollarımı sırtına doladım. Kesik duyulan nefesler aldı peş peşe.

“Varlığın her şeyi o kadar güzel dengeliyor ki…” Kulağıma doğru yükselen fısıltısını duyduğumda dudaklarım istemsizce kıvrıldı. “Geldiğin gibi önce Özgür ve bana iyi geldin, sonra da abimin ruhuna dokunmaya başladın.”

Hayatlarına girişim hızlı ve bir o kadar da kaotikti. Özgür ve Mayıs’ı barıştırayım derken kendimi gerçekten Pars’ın ruhunda kaybolurken bulmuştum.

“Özgür’e abinin ruhsuz olmadığını kanıtlamaya çalışıyorum sadece,” dedim önemsiz bir işmiş gibi. Özgür’ün ilk zamanlarda sıkça tekrarlayıp durduğu sıfatı anımsayarak. Bunun Mayıs’ı güldürebileceğini düşünmüştüm. Öyle de oldu.

Kısa bir an güldü. Ardından hafifçe geri çekildi. “O iş halloldu bence Despoşum.”

Kaşlarımı havalandırdım. “Nasıl yani?”

Dudaklarını kocaman bir gülümsemeyle hareketlendirdi. Gözlerindeki kırgın kalıntılar kaybolmuş değildi ama konu biraz da olsa dağıldığından daha az yoğundu bakışları.

“Ruhu olmayan bir adamın böyle körkütük aşık olamayacağını Özgür çok iyi biliyor.”

Meraklı meraklı baktım. “Körkütük…” dedim düzgünce tekrarlamaya çalışarak. “Ne ki o?”

Sırıttı. Elimden sıkıca tutup kapıya yöneldi. “Abime sorarsın, o çok iyi açıklar.”

“Tamam,” diye mırıldandım. “Hadi soralım.”

Masaya döndüğümüzde Özgür telefonundan Pars’a bir şey göstermekteydi. Bu ikilinin biz yokken çok iyi anlaşıyor olup biz varken nazlanarak tartıştığına olan inancım gün geçtikçe artıyordu.

Gelişimizle birlikte telefonda olan bakışları bize çevrildi. “Nerede kaldınız?”

“Senin sabahları banyoda kalma sürenden daha kısaydı bence bu,” diyerek Özgür’e baktım sandalyeme otururken. Bana ayıplar bakışlar atmakla yetindi.

“Cilt bakımı uzun sürüyor onun,” diyen Mayıs’tı. Bu, Pars’tan bir kahkaha kopmasına neden olmuştu. Etrafı iri gözlerle taradım. Kahkaha atıyor olan iki metre bir adamın gereğinden fazla odak noktası haline gelebileceğini düşünüyordum. Neyse ki bulunduğumuz kısım yaş ortalaması oldukça yüksek bir alandı.

“Neden gülüyorsun?” diye sordum Pars’a. “Sana da kil maskesi yaptık, yüzüm yumuşadı dedin ya bana. Beğenmiştin hani?”

Özgür zafer dolu bir sırıtışla Pars’a döndü. “N’oldu bebek poposuna mı çevirmeye karar verdin yüzünü? Yumuş yumuş mu oldun sen?” Bebek sever gibi Pars’la uğraşmaya başladığında kıkırdadım.

Maskeyi Pars’a zorla yapmıştım. Sadece alnına sürmeme izin vermişti ve kesinlikle kurumasını bile beklemeden yüzünden silmek için bin bir yola başvurmuştu. Özgür’le bu detayları paylaşmadığım için bana şaşkınca baktığında omuz silktim. Her zaman onun tarafında olamazdım. Özgür evde yorganının altında ağlıyordu geceleri, abim koca bir bebekti.

Kahvaltının servis edilmesiyle birlikte konularımız da daha az iğneleyici olmaya başlamıştı. Özgür yemeğine, Mayıs ona ve Pars da bana dalmışken çayımdan küçük bir yudum alıp dudaklarımı araladım.

“Körkütük aşık ne demek?” diye sordum aniden. Döner dönmez Özgür ve Pars yüzünden konu karışmış ve sorumu soramamıştım.

Ağzındaki yumurta yığınıyla bana doğru bakan Özgür ve zaten bakışları bende olan Pars’ın aynı anda kaşları gerildi.

Mayıs ise muhtemelen içine içine gülüyordu. Ekmeğini hevesle kayısı reçeline batırdığını görmüştüm.

“Nereden çıktı bu bir anda?” diye soran Özgür ağzındakilerin yarıdan fazlasını yuttuğu için en azından anlaşılır konuşabilmişti.

“Hiç,” dedim omuz silkerek. “Biri bana körkütük aşıkmış da…”

Göz ucuyla Mayıs’ın yanaklarını şişirdiğini gördüm. Özgür de Pars da dikkatle bana baktığından onun bu keyifli halini gözden kaçırıyorlardı.

“Kimmiş o kör gözüne kütük sokulmasını isteyen aşık?”

Her kelimesini bastıra bastıra, karşısında boğazlamak istediği biri varmış gibi seslendiren Pars’a hayretle baktım. “Hım?” dedim anlamsızca. Ne dediğini anlamakta zorlanmıştım.

“Kim aşık kızım sana?” diye yükseldi birden. “İki adımlık yol gittiniz, biri mi çıktı önüne?”

“Ne diyorsun be?” diye başımı salladım. Özgür’ün onunla alay etmesini beklerken tıpkısının aynısı bir tiple ters ters yüzüme baktığını görünce şaşırmıştım. “Abi?” dedim ona doğru bakıp.

“Yemişim abisini, şu adamı cevaplasana çığırtkan.”

Mayıs artık içine gülmekten sıkılmış olacak ki kısa bir kahkaha attı. Üçümüz aynı anda ona döndük. “İlk bakışta vurulmuş biri Despoşuma,” dediğinde Pars’ın masaya yapışan elini gördüm. Masayı ikiye ayıracak gibi görünüyordu. Bu sırada Özgür de sanki birini görse anlayacakmış gibi etrafı süzmeye başlamıştı.

“Anasını satayım yetmişlik dayılar var burada da, bunlar yürümemiştir herhalde.”

Bu kez ben de dayanamayıp sesli bir biçimde güldüm. Başım geriye doğru gitmişti. “Siz delirmişsiniz.”

“Biraz daha konuşmazsan deliliği daha yakından göstereceğim Ahu.”

Pars’ın mavilerine mavilerimi çarptırdığımda dudaklarım aralandı. “Bana aşık, gördüğü andan beri vurulmuş birini tanımıyorsunuz yani öyle mi?”

İkisi de duraksadılar. Ardından Özgür yavaşça Pars’a doğru baktı. Ağzının içinde bir şeyler homurdanırken algısı yerine gelir gelmez yemeğine geri dönmüştü.

Pars ise onun kadar hızlı kendisine gelemedi. Bana uzun uzun baktı. Bir ara ters bakışlarıyla kardeşinin üstünü hedef aldı. Mayıs şirince gülüp reçellerine dönerek ondan kaçarken ben ortada kalmıştım. Bana ‘görüşeceğiz’ der gibi başını salladığında ise kocaman sırıttım ben de. “Çay iç, ferahlatır.”

 

~

 

“Bu da çok güzel oldu kuzum, al bence.”

Elimdeki askı yığınını düzgünce tutmaya çabalarken benden beter bir halde olmasına rağmen sesini çıkartamadığından sessizce bekleyen Mayıs’a göz ucuyla baktıktan sonra yönümü diğer tarafa çevirdim.

“Giydiğimiz her şeyi çok beğeniyorsun ve almamızı söylüyorsun hala,” diyerek isyan ettiğimde halamın ifadesinde bir değişim yaşanmadı.

“Her şey yakışıyor üstünüze, ne yapayım? Bir gün lazım olur giyersiniz, alın işte.”

Mayıs’ın elindeki kıyafetlerden birkaçını çekiştirmek üzere kendi elimdekilerini tek tarafa yığdım. “Aynı kot şortun birkaç farklı tonunu alıp ne yapacak bu kız?”

Halam asla beni umursamadan Mayıs’ı da alıp mağazanın kasasına doğru ilerlerken arkalarından birkaç saniye boş boş bakmakla yetindim.

Dünkü kahvaltının ardından Mayıs’ı alışveriş için ayartmış ve planı oldukça erkene yani hemen ertesi güne yapmıştım. Sayılı olan görüşmelerimizden her birinde mutlaka elbise konusu açılmış olan halamın bu plana dahil oluşu ise biraz anlık gelişmişti.

Saate bakma fırsatım olmamıştı ama en azından üç saatten fazla süredir bulunduğumuz alışveriş merkezini karış karış geziyor olduğumuzdan emindim. Halamı çağırırken acaba onu mecbur mu bıraktım diye düşünmüştüm ancak geçirdiğimiz ilk on dakikanın ardından düşüncelerim dağılmıştı.

Cemre Akdoğan bu alışverişe bizden çok çok daha fazla hevesliydi. Hatta kendisine bir şeyler beğenmek yerine bize Barbie bebekleriymişiz gibi davranarak kabinden kabine sürüklemeye başlamıştı.

Mayıs’la daha önce sadece birkaç kez denk geldiklerini, onlarda da pek konuşmuşlukları olmadığını öğrenmiştim. Bugün ise üçümüz yıllardır bu şekilde görüşüyor gibiydik.

Kasadaki sıraya girmiş olan ikilinin yanına vardığımda halamı omuzundan dürttüm. “Hala?” dedim uzata uzata.

“Efendim canım?”

“Poşetlerden hareket edemeyeceğiz artık, bunları da aldıktan sonra biraz dinlenelim olur mu?”

Dudaklarını büktü hafifçe. Düşünüyordu. Dur demesem bir on saat daha gezecekti sanırım.

“Sen de yoruldun mu Mayıs böceği?”

Kıkırdadım. Özgür’ün Mayıs çiçeği bir anda Mayıs böceği oluvermişti. Halam Mayıs kabindeyken onun telefonu açmak durumunda kalmış, Özgür telefonu ‘Mayıs çiçeği’ diye açınca da kendisi için malzeme olmuştu.

Mayıs benim gülüşüme ayıplar gibi baktıktan sonra halama döndü. “Yok,” dedi birazdan zemine yapışacak gibi dursa da. “Yorulmadım, bence devam edelim Cemre abla.”

Gözlerimi kısarak Mayıs’ı süzdüm. Güldüm diye taraf değiştirmişti.

“İyi,” dedim oflaya puflaya. “Siz gezin, ben bulduğum ilk kafede birkaç şişe soğuk su içip bayılacağım.”

İkisi ciddi olup olmadığımı anlamak ister gibi bana dikkatle bakınca tavrımı hiç bozmadan bekledim. Yeterince ikna olmuş olacaklar ki anlaşmış gibi dudakları aynı anda aralandı. “Yeter o zaman.”

Zafer dolu gülümsememi saklayarak elimdeki kıyafetleri Mayıs’ın bıraktığı yere doğru yığdım. İki ayrı işlemle vakit kaybetmek yerine tek ödeme yapabilirdik.

Kasadaki hayatından bıkmış görünen esmer kadın kıyafetleri tek tek katlayıp kasadan geçirdiğinde ödeyeceğimiz tutarı söylediği anda elimdeki kartı uzattım. Ancak elim sarsılmıştı. Mayıs’ın elimi iten eli ve parmaklarının ucunda sallanan kartı gördüğümde kaşlarımı kaldırdım. “Ben öderim.”

Mayıs omuzlarını oynattı. “Asıl ben öderim. Abimin kartı zaten.”

Kartı ona gösterdim. “Bu da benim abimin kartı, hava mı atıyorsun bana sen ya?”

Halamın sesli gülüşünü duydum. “Siz manyaklaştınız bakın, abim diye andıklarınız birbirinizin yabancısı sanki. Sevgilileriniz değil mi bu adamlar?”

Halama doğru baktık Mayıs’la aynı anda. Bu sırada ne olduğunu anlayamadan halam elinde ne ara belirdiğini göremediğim kartı pos cihazına okutmuş ve ödemeyi yapmıştı.

İtiraz etmek için dudaklarımı araladım. “Merak etmeyin,” dedi hem beni hem Mayıs’ı aynı anda durdurup. “Bu da benim abimin kartıydı, ben ödemedim yani.”

Kadının uzattığı poşetleri alıp kasadan uzaklaştığımız sırada şaşkınca halama baktım. “Niye atlıyorsun sen hemen?”

“Baban olacak o adam sanki ben öğretmen olup paramı kazanmıyormuşum gibi ek kartını geri almıyordu benden kaç zamandır. Ben de fırsatı değerlendirdim.”

“Bende de var babamın kartı,” diye mırıldandım. Babam boş zamanlarında ek kart çıkartıp hayır işi olsun diye dağıtıyor muydu?

Özgür’ün kartı elime sabah evden çıkmadan geçmişti. Alışverişi duyunca Mayıs’a da çaktırmadan bir şeyler almam için bana kartını vermişti. Şu ana dek bunu başaramadığımdan Mayıs Pars’a ben de Özgür’e yüklenmiştim. Gerçi aldıklarımız az çok aynı tuttuğundan ne olduğunun çok bir önemi yoktu.

“İlginç bir baban var, yalnızca kendisinin parası olduğunu düşünüyor.”

Konuşa konuşa yürürken alışveriş merkezinin içindeki kafelerden birine yönelmiş ve ilk bulduğumuz yere yığılmıştık.

Ben nefes bile almadan su içmek istediğim için onların da ne içeceğini öğrenerek kasaya doğru ilerlemiştim.

Kasadaki küçük sıranın bitmesini beklediğim sırada çantam yerine yalnızca cüzdan ve telefonu elime aldığım için birden çalan telefonum elimi titretmeye başladı.

Ekrandaki ismi gördüğümde gülümseyerek aramayı yanıtladım. “Efendim.”

“Bu ne hoş bir telefon açış minik tanrıça? Gülüşün sesine taşmış.”

Gülüşüm sesiyle birlikte daha da büyüdü ancak bunu hissedemezdi. “Öyle mi olmuş?”

“Öyle olmuş güzelim,” dedikten sonra biraz durakladı. “Ne yapıyorsunuz?”

“Halama karşı koyup alışverişi yeni bitirebildik. Kahve içeceğiz.”

Kısıkça güldü. Halamın da bizimle geleceğini biliyordu. Hatta onu şoförlüğümüzü yapmaktan kurtaran da halamdı zaten. Taksiyle uğraşmayalım diye Pars salona geçmeden bizi buraya getirecekken halam arabasıyla konuya dahil olunca o kaçabilmişti.

“Gülmesene,” dedim sızlanarak. “Oyuncak bebek gibi giydiriyor bizi saatlerdir, kollarım acıdı.”

“Tedavi etmek lazım o kolları tabii,” derken sesi oldukça sakindi ancak içimden bir ses o sakinliğin sadece lafta kaldığını haykırıyordu.

“İlaç al bana biraz,” dedim hemen. Derince nefeslendi. “Bende senin ilacın Ahu.”

“Şey desen de olurdu; senin ilacın benim Ahu…”

Küçük bir sessizlik yaşandı. Bu sırada önümdeki sıra ilerlemiş, dudaklarımdan peş peşe kahvelerin isimleri dökülmüştü. Pars beni telefonun ucunda dinliyorken siparişleri vermiş ve ödemeyi yapmıştım.

Kenara geçip kahvelerin hazır olmasını beklerken küçük bir sesle boğazımı temizler gibi öksürdüm. “Orada mısın?”

“Garsonluk mu yaptırıyorlar sana? Yorulmuşsun zaten.”

Şımarmamak için hiçbir sebebim yoktu. “Yoruldum,” dedim dudaklarım bükülürken. “Keşke seninle gelseydim.”

“Öyle kedi gibi mırlarsan, yanımdan başka her yeri yasak ederim sana. Attığın her adımı yanıma düşürürüm minik tanrıça.”

Pars tüm gücüyle beni kendi etki alanının baskısı altında sıkıştırmaktayken adım seslenildiğinde dikkatim dağıldı. Yan yana dizilen bardakları görünce ileri adımladım. “Kahveler hazır olmuş, kapatayım mı?”

“Kapatma.” Hiç duraksamadan yanıtlamıştı.

“Pars,” dedim son harfi bastırarak. “Ne oldu? Sordun işte, yanıt verdim sana. Kapatma bence.”

Kıkırdadım. Konuşacağım sırada telefonun ucundan Pars’a ait olmayan ama en az onun kadar tanıdık bir ses duydum.

“Telefonda oynaşmayı kes ve işine bak artık çocuk. Antrenmandan kaytarman her neyse de, telefondaki benim kızım ulan!”

“Aa babam,” diye mırıldandım. “Evet güzelim, baban. Vereyim mi? Biraz sakinleşir belki.”

Zaten olumlu cevap verecektim ama Pars beni beklemeden direkt telefonu babama uzatmış olmalıydı ki Timur Akdoğan’ın sesi kulağıma çok daha yakından çarptı.

“Ahu’m,” derken az önceki homurdanışından eser kalmamıştı sesinde. “Nasılsın bebeğim?”

“İyiyim babacım,” dedim gülümseyerek. Telefonu kulağımda tutarken diğer elimi tepsiye doldurduğum bardakları dengelemek için kullanıyordum. “Sen de iyi gibisin, biraz sinirlisin sanki ama.”

İnkar etmedi. Sessiz kalışına kıkırdadım. “Baba,” dedim halam ve Mayıs’ın oturduğu masaya doğru yaklaşırken. “Söyle babasının bebeği.”

“Halam beni onlara çağırıyor,” dedikten sonra bir nefeste ekledim. “İstemiyorum ama ben.”

İstememe sebebim o kadar açık ve ortadaydı ki… Uzun uzun açıklamadım. O eve girmek istememem ne dedemle ne amcamla ne de başka herhangi bir detayla ilgili olamazdı. Canan Akdoğan’dan başka önümde bir engel yoktu.

“Benimle işin olduğunu söyle,” dedi onu zorladığı belli olan bir duraksamanın ardından. “Israr ederse de beni ara, ben söylerim. Kendini bir şeylere zorlama, öncelik sensin.”

“Tamam,” dedim sessizce. “İsterse halam bize gelir belki. Dedem ve amcam da gelir hatta. Çağıralım mı?”

Hepsini çağırıp onu çağırmamak kime ne düşündürürdü?

“Ahu’m,” dedi babam biraz pürüzlenen sesiyle. “Dilediğini yap, ev senin evin. Çağıracağın insanlar da senin ailen yavrum.”

“Aslında ev de aile de senin,” dedim fısıltıdan farksız bir sesle.

“Evet,” demesini beklemiyordum. Ben şaşıramadan devam etti. “Benim olan her şey senin olduğuna göre, söylediklerim doğru işte.”

Artık masaya geldiğim için tepsiyi bırakmış, sandalyeme yerleşmiştim. “Tamam o zaman,” dedim en son. “Ben sana haber veririm babacım.”

“Ver bebeğim, dikkat et kendine. Yanındaki ikiliye de et hatta.”

Gülerek vedamızı sonlandırıp telefonumu kapattım. Mayıs bardağının pipetini ağzına dayamış kahveyi yarılamaktayken halam bana bakıyordu.

“Abim mi aradı?” diye sorduğunda anlık boş bulunmuştum. “Pars aramıştı.”

Halamın gözleri irileşirken Mayıs kahvesiyle boğuldu.

“Kuzum sen… Şey mi diyorsun sen Pars’a…”

Anlamsızca kaşlarımı çattım. Mayıs gözlerini kırpıştırarak bana baktı. “Bari daddy deseydin ya, Türkçesi olmuyor yani oturmuyor hiç Despoşum.”

Ne saçmaladığını anlamak için birkaç saniye durdum. Karmaşayı anladığım anda etraftaki birden fazla bakışı üzerime çekecek ölçüde bir kahkaha atmıştım. Elim ağzıma kapandı. “Delirdiniz,” dedim kahkahamı zar zor durdurup. “Pars aradı beni, ama buraya yürürken babamla konuşuyordum. Telefonu ona verdi.”

Dakikalarca suratlarının az önce aldığı hal ile dalga geçerek oyalandıktan sonra konu buraya evrildiğinden halam tekrar beni eve davet etmeye niyetlenemedi.

Kapalı otoparka girmeden önce yer bulduğumuz için halam arabayı alışveriş merkezinin dışına park etmişti. Kafeden çıkıp oraya vardığımızda bagaja poşetleri doldurmamız biraz sürdü.

“Mayıs’ı da götürelim mi bize Despina? İkinizi de misafir edeyim halacım? Hım?”

Omuzlarımı düşürerek halama baktım bagaj kapağı otomatik olarak iniyorken. “Hala,” dedim sesimin titrememesi için özen göstererek. “Sen bize gel istersen, ben gelmesem…”

Halam birden durdu. Şu ana kadar söylemeyi unuttuğu bir şey aniden aklına düşmüş gibi yerinde sallandı. “Annem yok, babam ve Emre akşam gelirler. Onları da görürdün.”

İlk iki kelimesi tüm durumun değişmesi için yeterliydi.

Kendimi başımı sallarken buldum birden. Babamın ‘kendini bir şeylere zorlama’ deyişi aklımda yankılandı. Bu şartlarda kendimi zorunda hissetmiyordum, sanırım sorun yoktu. Dedemi ve amcamı görme fikrini sevmiştim.

“Tamam o zaman,” dedim dudaklarımı kıvırarak. Mayıs’a doğru döndüm. “Gelmek ister misin?” Soru olarak görünse de gözlerimden gelmesi için yalvarış dolu bakışlar fışkırtıyordum.

Bir an bekledi. Ardından halam onu elinden tutup arabaya doğru ittirdi. “İster ister, ben gözünden anladım.”

Mayıs’ın arka koltuğa yapışan bedenine biraz üzülerek biraz da gülerek baktım. Halamın enerjisine yetişmek güçtü. Sanırım bizi okul öncesi öğrenci grubuyla karıştırıyordu ara sıra.

Ön yolcu kapısına uzanacağım sırada birden kolumda bir el hissederek irkildim.

Panikle arkama döndüğümde hiçbir şekilde tanıdık olmayan bir yüzle karşı karşıyaydım. “Pardon,” dedi karşımdaki benden en az beş yaş büyük görünen adam. Esmer, kirli sakallı biriydi. Bakışları dikkatle yüzümde bekliyordu.

Mayıs oturduğu yerden hızla çıktı, halam da arabanın önünden dolanıp yanıma doğru gelmişti. “Ne oluyor?” diye konuşan halamdı.

“Rahatsız etmeyeceğim,” diye konuşan adam koluma gereksizce temas ederek yeterince rahatsız ettiğinin farkında değildi. Kolumu sallayıp tutuşundan kurtarmaya çalıştım. “Bırak kolumu, sen kimsin?”

“Tanışmak istiyorum sadece,” derken sanki çok normal bir durumun içindeymişiz gibi yüzünde rahat bir ifade vardı adamın. Bakışlarındaki parıldamaları hiç sevmemiştim. “Kafede gördüm sizi, çıktığını görünce de kaçırmak istemedim.”

Sapık gibi peşimize takılıp açık açık da söylüyordu.

“Başlarım şimdi senin isteğine,” derken halam adamın kolunu sertçe itti. “Manyak mısın sen, toplamayayım buraya insanları. Uza hemen.”

Adam geri çekilmek yerine olduğu yerde durdu. Bakışları halamda ve Mayıs’ta gezindi biraz. Sanıyorum ki onları tehlike olarak görmesi gerekmediğine karar verdi ve eli yeniden koluma doğru uzandı. Telaşla geri adımladım. İstemediğim, yabancıladığım dokunuşlar benim için ölümden beterdi. Kimse bunu istemezdi tabii, ancak bunu en büyük kâbusu haline getiren biri olarak ortalama bir insandan daha gergindim şu anda.

Mayıs beni kendi arkasına doğru çektiğinde önümde o vardı artık. “Polis mi çağıralım? Yoksa siktirip gidiyor musun?”

Arabaya binip gitmeye çalışırsak buna fiziksel olarak engel olmaya çalışmayacağının bir garantisi yoktu. En azından biraz uzaklaşması gerekiyordu.

Adam sırıttı. Sakalları ve bıyıkları arasında sıkışan dudaklarındaki kıvrım midemi altüst etmişken yüzüm buruştu.

Birkaç saniye sonrası ise asla beklemediğim bir kaosu doğurmuştu.

Adam bir kedi gibi ensesinden güçlü bir el tarafından yakalandığında yüzünde panik dolu bir ifade belirdi. Ne olduğunu anlayamadığı için çırpınıyorken o el adamı geriye doğru çekip bizden hafifçe uzaklaştırdı.

“Hayırdır güzel kardeşim? Adres mi soruyorsun sen bu kadar zamandır bu hanımefendilere?”

Adamın az önce bize gevşek gevşek açılan ağzı bir açılıp bir kapanırken kimin onu kuvvetle tuttuğunu görmek ister gibi çırpındı. Elin sahibini daha önce görmediğimden emindim. Adamı tutmayı bırakmadan bakışları bize doğru çevrildiğinde kısaca hepimizi gözden geçirdi ancak en son bakışları bende kaldı. Bir şeyden emin olmak ister gibi özellikle kolumu süzdü.

“N’oluyor lan?” diye sızlandı adam sonunda. “Sen kimsin amına koyayım?”

“Küfretme ulan, küfretme.” Dişlerinin arasından bastıra bastıra konuşurken aslında kendisi de küfredecekmiş ancak bir şeylerin baskısıyla susuyormuş gibiydi.

“Bırak!” diye bağırdı adam ensesini tutan elin sahibine. Gücü çekilmeye yetmiyordu.

Mayıs elimi tutmuş bana yanımda olduğunu hatırlatıyorken ben dikkatle karşımdaki iki adama bakıyordum.

“Bırakacağım canım benim, bırakacağım tabii. Senin ayı postuna değmek hoşuma gitmiyor korkma.” Adam aynı anda o kadar alaycı ve o kadar baskındı ki asıl kimliğinin ne olduğunu bulmakta zorlanıyordum.

“Şükrü al şunu elimden, biraz da sen tut. Elim yapış yapış oldu, korkudan ter döküyor it.” Adamı arkaya doğru fırlattığında onu yakalayan bir başkası olduğunu son anda görebildim.

Fırlattığı bedenin ardından elleri serbest kalınca adam yavaşça ellerini üstündeki tişörte sürttü. Tişörtün yakası olmamasına rağmen elleri yukarı çıkıp yakasını düzeltmekle uğraştı. “Buyurun siz aracınıza, sorun kalmadı.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Yoldan geçerken şahit olup bize yardım etmiş olması bir ihtimaldi ancak beni o ihtimal dışında bir yere iten küçük detay gözüme çarptığında adımlarım yere çakıldı.

“Araba sizin mi?” diye mırıldandım. Şükrü denilen adamın sapığı sürüklediği arabaya doğru baktıktan hemen sonra.

Karşımdaki adam sorumu beklemediği için afallamıştı. Halamın ve Mayıs’ın da bana garipseyerek baktığını fark ettim.

“Öyle,” dedi kısaca. “İyi günler.”

Konuyu kapatıp gideceği sırada dudaklarımı araladım. “Tanıdık plaka ve bu ücretsiz ani koruma hizmeti tesadüf herhalde,” dedim bakışlarım kısılırken.

Aracın plakasının üzerindeki duran kılıç simgesini görmüştüm. Ayrıca o simgeyle birlikte az önce adamı yakalayan Şükrü’yü de ilk defa görmüyor olduğumu anımsayabilmiştim.

“Aynen,” dedi adam aceleyle. “Tesadüftür, evet.”

Arkasını döndü. Arabaya doğru gittiği sırada arkasından seslendim. “Burada olmanızı isteyen kişiye önemli bir mesaj iletmen lazım,” dedim o giderken. Sanki beni duymuyormuş gibi yürümeye devam etti arabaya doğru ama susmadım. “Son hakkıymış bugün, gün sonlanmadan yanıma gelmezse peşimde hayaletlerini dolaştırmasın bir daha.”

 

~

 

“Boncuk bundan yedin mi sen?”

Elindeki yağ damlayan kaşığı bana doğru uzatan dedeme acı dolu gözlerle baktım. Az önce ağzıma tıkıştırdığı yemek ciğerlerime kadar yanmama sebep olmuştu. Neredeyse ağlayacak hale gelmiş ve küskünce ona bakmıştım. Pes etmek yerine başka bir şeylere kaşığı daldırıp bana uzatmayı seçmişti.

“Baba kızın tat alma yeteneğini az önceki acıyla yok ettin. Bunu yese ne olur yemese ne olur?”

Dedem ters ters amcama baktıktan sonra yeniden bana döndü. “Ama bak bu kızcağız nasıl yiyor hepsinden. Biraz örnek alsana.”

Teni bana oranla koyu olduğundan kızarıklığı daha az görünür olan arkadaşıma doğru baktığımda gözlerinin içindeki yardım çığlıklarını görmek bir an için gülecek gibi olmama sebep olmuştu.

Dedem sofraya oturduğumuzdan beri bize bir şeyler tattırıyor, her seferinde de merakla tepkimizi inceliyordu. Ben mızmızlanıp geri çekiliyordum arada ama sabah halamla olduğu gibi Mayıs yine ses çıkartamadan öylece bekliyordu.

Özgün Kılıç imzalı olayın ardından halam ve Mayıs’la birlikte eve gelmiştik. Ben durumu onlara açıkladığımda ikisi de şaşkın görünmüşlerdi. Özgün’ün peşimden birilerini gezdiriyor olduğu gerçeğiyle yeni yüzleşmiştik çünkü.

Eve geldikten sonra çok zaman geçmeden önce dedem gelmiş, ardından evde olduğumu duyan amcam da erkenden gelmeyi başarmıştı. Sonuç olarak dedemin favori restoranından söylediği bir dolu yemekle birlikte sofradaydık bir süredir.

“Dede,” diye seslendim bir anlık dikkati dağılsın da Mayıs o kaşığı yutmak zorunda kalmasın diye. Resmen bize ‘sen yemezsen kardeş yer’ kandırmacasıyla oyun oynuyordu. Genel olarak olan da Mayıs’a olmuştu gerçi.

“Söyle boncuk.”

“Ben şundan yiyeceğim,” diyerek masanın diğer ucundaki et yoğunluklu tabaklardan birini gösterdim.

“Ciğer mi istiyorsun? Uzat Emre tabağı.”

Yüzüm buruşmasın diye kendimi sıktım. Ciğer mi istiyordum? Ben onu normal bir et yığını sanmıştım sadece.

Dedem tabağı bana doğru yaklaştırdığında o ciğerin hangi hayvana ait olduğunu düşünmekle meşguldüm. Harcadığım zamanı boşa çıkartmayan ise bu aralıkta çalan kapı oldu. “Kapı!” diyerek heyecanla ayaklandım.

“Ben bak-…” Halamı durdurup kolundan çektim. “Ben bakarım ki, misafir değilsin dediniz ya bana.”

“Değilsin tabii,” dedi dedem hemen. “Git bak kapıya, koş.”

Mirza Akdoğan zeki bir adamdı ancak ben de onun yumuşak yanlarını çözmeye başlamış olan bir değişik modeliydim.

Kapıya doğru giderken Mayıs’ı unutmadım tabii. “Sakın ben yokken ciğeri Mayıs yemesin dede.”

Söylerken bile içim garipti ancak sanki paylaşamayacağım bir yiyecekmiş gibi hevesle seslenmiştim.

Salondan çıkıp kapıya vardığımda parmaklarımın ucunda yükselip küçük delikten dışarıya baktım. Tanıdık yüzleri gördüğüm anda kapı koluna yapışıp hemen açmıştım kapıyı.

Ortalarında babam kalacak şekilde iki yanda duran Pars ve Özgür’e bakmadan babama yapıştım. “Baba,” dedim acıyla. “Ne oluyor Ahu?”

“Dedem bana alev gibi bir şey yedirdi, ağzım acıyor.” dedikten sonra daha kötü olan kısma geçtim. “Şimdi de belirsiz bir hayvanın ciğerini yemem gerekiyor.”

Özgür’ün kahkahası içeriye de dışarıya da taşarken ben dertliydim. Babamın göğsüne yapışmış halde Pars’a baktım. Koyu mavileri yüzümde geziniyordu.

“Belirsiz değildir, ya kuzu ya danadır o.”

Yüzümde nasıl bir ifade belirdi bilmiyorum ama babam ve Pars aynı anda Özgür’e doğru ellerini kaldırdılar. Özgür geriye çekileyim derken merdivenden dışarı uçmanın kıyısından dönmüştü. “Vurun kahpeye tabii, çekilin be. Çiçeğim nerede benim?”

“Ona da yediriyor dedem yemeklerden.” Cümlem daha bitmeden Özgür ilk yardıma koşan bir uzman edasıyla eve daldı. “Yetiştim aşkım,” dediği sırada muhtemelen onu sadece biz duymuştuk. Aşkı da Pars olabilirdi.

“Çok mu acıydı yediğin? Yoğurt yeseydin biraz.”

Babama omuz silkerek nazlandım. “Çok acıydı, yoğurt da yemedim. Masada sadece alevli acılar ve hayvanın iç organları var.”

Özgür gitmişti ancak kulağıma bir gülüş sesi çarptı. Göğsümden vurulmuş gibi acıyla sarsılıp Pars’a baktım. Babamın gövdesinden hafifçe ayrılıp geri çekilmiştim.

“Gülüyorsun bana,” dedim. “Komik mi ki?”

Dudaklarını birbirine bastırdı kendini durdurmak ister gibi. “Gülmüyorum güzelim.”

“Yiyorsa gül, çirkin ördek yavrusu seni.”

Babamın tepkisi Pars’a olan tavrımı bölerken yanaklarımı gülmemek için şişirdim. Bu sıfatı bana ‘güzelim’ dediği için kazanan Pars da şaşkın görünüyordu.

“O nereden çıktı şimdi abi?”

“Sürpriz yumurtadan çıkarttım Pars, yumurtanın sert kısmını da hediye edeceğim hatta sana koçum. Bugün fazla gözüme batıyorsun. Ben de sana batmayayım.”

“Ne yaptım ki?” diye soran Pars’ın sesindeki şaşkınlık kırıntıları bir an onu yanaklarını sıka sıka sevme isteğiyle dolmama sebep oldu. Babamın buna şahit olursa bana bir şey yapmayacağını ancak aynı tepkisizlikten Pars’ın yararlanmasının zor olacağını biliyordum. Elime koluma sahip çıkarak Pars’tan uzak durdum.

“Hadi içeri girelim, siz bütün her şeyi yiyin tamam mı? Bana kalmasın hiç.”

İkisini de salona ulaşana kadar bu konuda uyarmış olsam da salona döndüğümüzde dedemin benim için ayırdığı o ciğer parçasını ağzıma almaktan ve öğürerek banyoya koşmaktan kaçamamıştım.

Kanınız Türkiye’nin güneydoğusundan var olmaya başlamış olsa da, doğduğunuzdan beri Atina’nın göbeğinde yaşamak zorunda kalınca damak ve mide de hayata bu şekilde adapte oluyordu.

Ben kimdim ciğer kimdi. Hatta bu ciğer kimindi?

 

~

 

Pars’ın bugüne dek çekindiğine şahit olduğum tek bir kişi olmuştu. O da babamdı.

Buraya geldiğinden beri ise babamdan aslında çekinmediğini, sadece ona büyük bir saygı duyduğunu fark etmiştim. Çünkü çekinmek nasıl oluyor diye görebilmem için önümde çok açık bir örnek vardı.

Pars, salonun dedemden en uzak köşesindeydi. Mirza Akdoğan’ın henüz ben ve Pars arasındaki ilişkiden haberi olmasa da oturduğu koltuktaki varlığı bile iki metrelik sevgilimi titretiyor gibiydi.

Durumdan Pars ve ben dışında herkes keyif alıyordu. Hatta itiraf edebilirdim, bir noktaya kadar ben de Pars’ın bu gerginliğinden keyif almıştım. Sonra içimdeki aşık ayaklanmış ve isyan başlatmıştı tabii. Sevdiğimizi korumak zorundaydık, yapacak bir şey yoktu.

“Sen bugün biraz sessizsin sanki boncuk?”

Yanımda oturuyor olan dedemden yükselen sesle birlikte aniden başımı ona çevirdim. Amcamın Özgür’e anlattığı ve asla ilgimi çekmeyen konuyu gereksiz bir dikkatle dinliyorken seslenmişti dedem.

“Öyle miyim?”

“Öylesin öyle.”

Omuz silktim. İtiraz edeceğim sırada birden Özgür konuştu. “Leyla oldu o Mirza dedem, sessizlik çökmüştür ondan.”

“Leyla kim?” diye mırıldandığım sırada konunun benim anlamadığım başka bir kısmı olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Mayıs’ın gözleri irileşmiş, halam eliyle gözlerini örtmüş, babam ve amcam arkalarına doğru yaslanmışlardı.

Geriye kalan son isme doğru baktım. Pars’ın ne halde olduğunu görürsem cümleden çıkarım yapmam daha kolay olurdu.

Pars’ı yutkunurken yakaladığımda gözlerimi kırpıştırdım. Yine ne demişti benim canım(!) abim?

“Leyla mı olmuş?” diye tekrarlayan dedemi duyunca koluna dokundum. “Olmadım ki,” dedim uslu uslu. “Ahu olmuşumdur belki. Babam öyle diyor ya hani.”

Dedem benim koluna dokunduğumu hissetmiyormuş gibi salondaki diğer yüzlere baktı. En son bakışları konuyu açan Özgür’de durdu. “Mecnun’u kimmiş?”

Özgür bir an duraksadı. Sanırım dedemdeki ciddi ifadeyi görmek şakasının komik olmadığını hatırlamasına yardımcı olmuştu. Ancak her şey için yeterince geç kalmıştı.

“Benim,” sesi yükseldi birden. Yutkunur halde gördüğüm Pars’ın sesi az önce rengi solan bir başkasıymış gibi dinçti. “Biz birlikteyiz Mirza amca.”

Ne tepki vermem gerektiğini kestiremediğimden kopya çekmek ister gibi bakışlarımı etrafta gezdirdim. İlgimi en çok çeken babamdı. Yüzündeki ifadenin kızgın ya da belki keyifli olmasını beklemiştim ama gözlerinde gördüğüm tek şey saf ‘gurur’du.

Sevgili oluşumuzdan gurur duyduğunu sanmıyordum. Elinde olsa bizi ayırır, ikimizi de iki ayrı evrene yollar ve kendisi benim olduğum evrende kalırdı.

Gurur duyduğunun ne olduğunu anlamak da çok fazla gecikmedim. Cesaretle konuşan, ikilemeden ‘benim’ diyen Pars’la gurur duymuştu.

Damarlarında kanının gezindiği tek çocuğu bendim belki ancak Timur Akdoğan birden fazla çocuğa babaydı. Beni yetiştirmeye fırsatı olmamıştı ancak geçen zamanı öyle boş boş bekleyerek değil, en az benim kadar babaya ihtiyaç duyan başka çocuklara babalık yaparak geçirmişti.

Tam anlamıyla Özgür’e, izin verdiği ölçüde Özgün’e, sınırları aşmayacak şekilde Pars ve Mayıs’a…

“Özgür’le mi?” diye sordu dedem sakince. “Hayırlı olsun aslanım, Allah tamamına erdirsin.”

Halam ve amcam aynı anda ağızlarında içecek bir şey olmasa da sanki varmış gibi bir şeyler püskürtme sesiyle gülmeye başladılar. İkiz oluşlarının etkisi olabilirdi.

“Amin,” dedi Pars bir an. Sonra yüzü buruştu. Neye ne tepki verdiğini yeni anlamıştı.

Bu kez amcam ve halama Mayıs ve babam da eşlik etti. Dördü de gülüyorlardı.

“Neye amin oğlum manyadın mı lan?” Özgür panikle konuşunca dedem göz ucuyla ona baktı. “Niye tutuştun?”

“Bana göz koymuş bu, kardeşimizi aldı neyse dedik; namusuma göz dikmesin ama.”

“Lan!” dedi dedem Özgür’e bakarken. Bu sesle kaç askeri içten içe korkudan bayıltmıştı acaba? “Kardeşimizi aldı ne demek lan?”

“Lafın gelişi,” dedi Özgür kedi gibi kısık sesle. “Almak falan yok tabii.”

“Timur.” Dedem Özgür’den ümidi kestiğinde oğluna döndü. Babam gayet rahattı olduğu yerde. Yanıt vermedi ama bakışları ‘efendim’ der gibiydi.

“Bu herif karşına geçmiş, kızınla birlikte olduğunu söylüyor. Götün koltuktan bir santim kaymadı. Ne ulan bu hal?”

“Küçük bir talihsizlik oldu baba,” dedi babam beklemeden. Dedem kaşlarını çattı. “Ne talihsizliği?”

Babam göz ucuyla Pars’a baktı, ardından yeniden dedeme döndü. “Bu herif,” dedi dedemi taklit ederek. “Değil de herhangi bir başka herif aynı cümleyi kursaydı; kursağına dizerdim.”

“Ee?” dedi dedem başını omuzuna doğru oynatıp. “Ne farkı var bunun diğerlerinden?”

“Kefili benim baba,” dedi Timur Akdoğan büyük bir özgüvenle. “Bu adamın, kızımın saçının teli yerine kendi parmağını keseceğine dair en güçlü kefil benim.”

Bazı kısımları anlamlı bazıları beni dil eksikliğimden dolayı ışıksız bırakan konuşmaların sonunda tek yaptığım Pars’a doğru bakmak oldu.

Birkaç gün önce omuzumda kendine bağır çağır kızan, doğduğu güne de o günün bir yıldönümünde yaşananlara da lanet ediyor görünen adamın gözlerinde gördüğüm parlama için babama saatlerce hiç durmadan teşekkür edebilirdim.

Kendi değerinin asla farkında olmayan, köşesine sıkışmaya alışkın sevgilimi küçük bir çocuk gibi mutlu edişi için babama hiç susmadan teşekkürler edebilirdim.

Belki birkaç ay öncesine kadar dünyadaki en şanssız insanlardan biri bendim. Oysa şimdi bulunduğum odada bile öylesine güçlü şans kaynaklarına sahiptim ki…

Ömrümün ilk on dokuz yılı benden özür diliyordu. Özür hediyeleri etrafıma saçılmıştı.

Kollarıma sığamayacak kadar çok ve gözümü kör edecek kadar güzel hediyelere sahiptim artık.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm