Sen Başkasın 11.Bölüm
11.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- 5 yıl önce, 16
Mart
“Yavaş ol, yavaş!” diyerek bağırır gibi
fısıldadı Esila. Hedefinde Sinan vardı.
Sinan homurdanarak az önce pat diye kapattığı
çekmeceyi açıp tekrar -daha yavaş- kapattı. “Oldu mu?”
Esila ona oflayarak baktıktan sonra elinde
duran makası aldı. “Niye ayılık yapıyorsun?”
“Küsüz, benimle muhatap olma kadın.”
Esila kıkırdadı sessizce. “Seni ben
ispiyonlamadım, Sinan.”
“Ama korumadın da,” dedi Sinan acıklı bir
sesle. “Ne kadar korktum biliyor musun?”
Esila makasla şeffaf poşetin ucunu kesip, bir
türlü açamadığı pakette duran mumları masaya döktü. Bir yandan da Sinan’a
bakmaya çalışıyordu.
“Kızmadı ki,” dedi gözlerini kısarak. “Tam
olarak neyden korktun mesela? Sesini bile yükseltmedi.”
“Korkunç olan kısım burası,” dedi Sinan
yakarır gibi. “Aniden kızarsa ne olacağını düşünürken altıma sıçtım. İlk defa o
kadar korkunç baktı.”
Esila gülmeye devam etti. Bu sırada mumları da
küçük bir tabağa düzgünce yerleştirilmiş olan pastanın farklı noktalarına
saplamıştı.
“Pışpışlamamı istiyor gibisin,” dedi Esila iç
çekerek. “Korkudan uyuyamıyorsan eve gitmeden önce gelip başında ninni
söyleyebilirim.”
Sinan sırıttı. “Aynen,” dedi ifadesini hiç
bozmadan. “Eve gidersin bu gece kesin.”
“Sinan,” dedi Esila kısık bir sesle. Sinan
kadının kızarmaya başlayan yanaklarına bakarken gülmeden edememişti.
“İyi ki varım ya,” dedi Sinan ellerini
eşofmanının cebine sokuştururken. “Senin utangaçlığın ve yukarıdaki adamın
nemrutluğuyla sizin bir araya gelmeniz en az on yıl alırdı çünkü bensiz.”
Esila dudaklarını birbirine bastırdı. Aksini
iddia edemeyeceği için sessiz kalmıştı.
Sinan onu daha fazla köşeye sıkıştırma işini
başka bir güne ertelemeye karar verip kapıya doğru yöneldi. Kendisinden iki yaş
büyük olsa da Esila’yı küçük bir kız çocuğuymuş gibi görmemek mümkün değildi.
İşini yaparken devleşiyor olsa da, kalan
zamanlarda davranışları tam aksiydi. Artık buna alışmaya başlamış olsalar da zaman
zaman ikizler bu duruma şok olmaya devam ediyorlardı.
Sinan mutfaktan çıktığında Esila masada duran
telefonunun ekranına dokunarak saati kontrol etti hemen. Gece yarısına altı
dakika kalmıştı.
Dakikalar sonra takvim 16 Mart’ı gösteriyor
olacaktı. Ateş’in doğum günüydü. Onunla tanıştıktan sonraya denk gelen ilk
doğum günü…
Esila bugün tüm gün boyunca bu evdeydi.
Kahvaltıdan akşam yemeğine dek kalmış, her zamanki gibi bir gün
geçirdiklerinden emin olmuştu. Yemekten sonra ise evde halletmesi gereken
işleri olduğunu söyleyerek, Ateş’in kalması için ettiği ısrarları geri çevirmiş
ve evine dönmüştü.
Yarım saat kadar önce, mesajla haberdar ettiği
Sinan sayesinde sessizce geri gelmişti ama tabii.
Ateş’in kalması için ısrarlarının doğum günü
olması ile bir ilgisi olduğunu düşünmüyordu Esila. Bu zaten rutindi. Eve
gitmemesi için türlü yollara başvuran Ateş’in bu akşamki ısrarı da o
ısrarlardan biriydi muhtemelen.
Esila kendi kendine kıkırdayarak pastanın
bulunduğu tabağı kavrayıp kapıya yöneldi. Sinan’a buldurduğu çakmağı da yanına
almayı unutmamıştı.
Merdivenleri bir bir çıkarken sessizdi ancak
yavaş değildi. Biraz daha oyalanırsa saati tutturamayabilirdi çünkü.
Önünde durduğu kapıda soluklandıktan sonra
sevgilisini biraz yargılamıştı içten içe. Çalışma odasında olduğunu Sinan’dan
öğrenmişti. Doğum gününe zorunda olmadığı halde çalışarak başlamakta sorun
görmeyen tek insan olabilirdi.
Tabağı tek eliyle dengeledikten sonra pastanın
üzerindeki üç mumu dikkatlice yaktı ve göz ucuyla koridordaki duvar saatine
doğru bakındı. Kapıyı açması gereken anın geldiğini gördüğünde çakmağı hızla
yandaki ahşap ince masaya bıraktı ve kapı koluna uzandı.
Kapıyı çalma gereği duymamıştı. Bu bir nevi
baskındı.
Kapıyı pat diye açtığında Ateş’in bakışlarının
hemen kendi üzerine çevrileceğini hayal ederek kendisini buna hazırlamıştı
ancak içeri dalmasına rağmen hiçbir hareketlilik yoktu.
Esila gözlerini kırpıştırarak odaya bakındı.
Hareketsizliğin nedenini anlaması uzun zaman almamıştı.
“Ama…” diye sızlandı dudakları bükülürken.
Ateş, odanın çizim yapmaya ayırdığı
kısmındaydı. Oturduğu sandalyede başını geriye doğru atmış, boynu biraz ters
kalmış şekilde dursa da sanki yatağındaymış gibi uyuyordu.
Esila sessiz adımlarla odaya tamamen girdi, kapıyı
da açtığı aniliğin aksine sessizce kapattı. İç çekerek Ateş’e doğru yaklaştı.
Erimeye başlayan mumları gördüğünde fazla oyalanamayacağını da hatırlamıştı.
“Çok tatlı uyuyorsun ama kıymak zorundayım
sevgilim,” dedi mırıl mırıl. Onu tatlı olarak betimlediğini her duyduklarında
sırıtan ikizler aklına gelince kıkırdadı biraz. Kendisine tatlı geliyordu ama
başka kimse buna katılmıyordu bir türlü.
Erdem bu sıfatı duyduğunda Esila’yı tanıdığı
bir göz doktoruna götürmek için gönüllü olmuş, Duygu ise aşktan kör olduğunu ve
Erdem’i mutlaka dinlemesi gerektiğini söyleyerek onu desteklemişti.
Ateş’in çevresindeki kimse kendisiyle aynı
fikirde olmasa da Esila düşündüklerini hiç sorgulama gereği duymamıştı.
Tatlıydı işte.
“Ateş,” diye seslendi Esila usulca. Uykusundan
bir anda uyandırıp irkilmesine neden olmak istememişti. Ancak bu ses
seviyesiyle onu uyandırabilecek gibi de görünmüyordu. Başını biraz daha yüzüne
yaklaştırdı. Ateş’in üstüne bir nevi eğilmiş haldeydi.
Birkaç kez daha adını seslendi. Sesini
gittikçe yükseltmiş olsa da Ateş’in kılı kıpırdamamıştı. Esila farklı bir
yöntem deneyerek huylanması için burnunu yanağına doğru sürttü. Geri çekilmeye
çalıştığı sırada kulaklarına boğuk bir ses dolduğunda irkilmesin diye
paniklediği adam yerine irkilen taraf kendisi olmuştu.
“Burnun yerine dudakların-…” diyerek konuşmaya
başlayan Ateş, Esila’nın ödünü patlattığı için yaşanan küçük karmaşa yüzünden
cümlesinin tamamını getiremeden apar topar gözlerini açmak zorunda kalmıştı.
Esila irkildiği için geri çekildiği sırada tek
eliyle dengede tuttuğu tabağı da sarsmış ve sönmeye yüz tutan mumlar eşliğinde
pasta yeri boylamıştı.
Ateş yere düşen ve ezilen pastaya bakarken
dudaklarını birbirine bastırdı. Esila ise oraya bakmaya bile gerek duymadan
elinde kalan boş tabak ile bakışıyordu.
Göz ucuyla Ateş’e doğru baktığında onun
bakışlarını çoktan pastadan ayrılmış kendi yüzüne çevrilmiş halde görünce
mırıldandı. “İyi ki doğdun…”
Ateş’in dikkatinin odanın zeminindeki pasta
yığınına geri döneceğini düşünüyordu. Halıyı çöpe atmayı ve yeri birden fazla
kez temizlemesi için birilerini çağırmayı çoktan planladığından emindi hatta.
Ateş oturduğu sandalyenin tekerleklerinden
faydalanarak hiç kalkmadan kendisini geriye doğru biraz sürüklediğinde Esila
tam önünde kalmıştı.
“Teşekkür ederim,” dedi pasta hâlâ tabaktaymış
gibi kadının elindeki boş tabağa bakıp.
Esila Ateş’in kendisiyle dalga geçtiğini
düşünerek zaten pasta hiç olduğu için çoktan asılan yüzünü iyice astı. Ateş
onun yüzünü tam olarak düşürdüğü anı bekliyormuş gibi bileğinden tutmuş ve
kadını hızlıca kucağına çekmişti.
Esila bacakları Ateş’in iki yanında sıkışacak
şekilde kalçasını onun dizlerine yasladığında kıymetlisi gibi tutuyor olduğu
tabağın da elinden alınıp arkadaki masaya bırakılmasına pek bir şey
söyleyememişti.
“Pastamı düşürdün,” dedi Ateş bol abartılı
suçlayıcı bir tavırla.
Esila yanak içini ısırdı. Gece gece gizli
planlarla uğraşmak ve bir de üstüne planı mahvetmek aklını yorduğundan Ateş’in
ciddiyetinin arkasına sakladığı ciddiyetsizliği anlamamıştı. “Korktum çünkü.”
Ateş omuz silkti. “Beni ilgilendirmez,” dedi
açıklamayı reddedip başını sallarken. “Ne güzel yiyecektim, tadı da iyiye
benziyordu.”
Esila ellerini Ateş’in göğsüne yaslayıp belli
belirsiz oynattı. “Tadı güzeldi, evet.” dedi pişmanlıkla. Sinan bir makası bile
iki saatte çıkarttığı için dayanamayıp o sırada pastadan biraz -dışarıdan
bakınca görünmeyecek şekilde- tırtıklamıştı. “Ben kenarından biraz yemiştim.”
Ateş ifadesini sarsmamak için oldukça yoğun
bir güç harcıyordu. Kollarının arasında duran kadının pastadan daha iştah açıcı
olması, her halinin o pastadan bin kat tatlı olması mümkün olmamalıydı aslında.
Ya da en azından zaman geçtikçe Ateş bütün bunlara biraz olsun alışacağını ve
dayanıklılık kazanacağını düşünmüştü.
Öyle olmamıştı.
Ateş kadının çenesini parmaklarıyla hafifçe
kavrayıp dudaklarını onun dudaklarına bastırırken aceleci değildi. Usulca
yüzünü yüzüne doğru çekmiş ve dudaklarına sakin bir şekilde dudaklarını
dokundurmuştu. Ancak Esila dudaklarını hisseder hissetmez gözlerini kapatıp saf
bir teslimiyetle kendisine yaslandığında sakin kalmaya devam edemeyeceği
aşikârdı.
Birkaç dakikanın ardından Esila, geri
çekilmeye pek de niyeti olmayan Ateş’i omuzlarına tutunarak hafifçe itti ve
dudaklarını onun dudaklarından ayırdı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırarak
yüzüne oldukça yakın durmakta olan yüzü süzerken dili bir süre çözülmemiş,
sessiz kalmıştı.
“Çok mu korkuttum?” diye sordu Ateş
bakışlarını Esila’nın gözlerine dikmişken. Kadının açık kahve irisleri
parlıyordu. Ateş bu parıltıların kaynağının az önceki öpücük olduğunu bildiği
için zor bir nefes alıp yavaşça kadının belini okşadı.
“Biraz,” dedi Esila. “Pastayı da düşürdüm.”
diye ekledi üzüntüyle iç çeker gibi.
“Üzüldün mü?” diyerek yeni bir soru daha sordu
Ateş bu kez.
Esila kendisini tutamayarak ince bir sesle
güldü. Başını hafifçe eğer gibi olmuştu ancak Ateş yanağını kavrayarak nazikçe
buna engel olmuştu hemen.
“Ateş…” dedi Esila tatlı bir sitemle.
“Karşındaki kişinin hislerini sadece sorular sorarak analiz edemezsin.”
Tanışalı aylar geçmiş olmasına ve artık
aralarından su sızmaz hale gelmiş olmalarına rağmen Esila’nın Ateş’e dair en
büyük şaşkınlığı buydu, Ateş her zaman kendisine o an nasıl hissettiğini ve ne
yapmak istediğini soruyordu. Peş peşe sorular sormayı umursamadan, cevapları
kendisi bulmak için yorulmadan sorguluyordu.
“Neden?” dedi Ateş omuz silkip. “Cevap verebiliyorsun,
seni dinliyorum. Böylesi daha doğru.”
Ateş’in hislerini bu denli umursadığı kimse
yoktu. Esila böyle sorulara en çok maruz kalan kişiydi bu nedenle.
Esila başını salladı usulca. “Ben cevap
verebiliyorum, evet. Ama olur da cevap veremeyen birine denk gelirsen…”
Ateş kaşlarını çatar gibi oldu. “Bu sorulara
bile cevap vermekten aciz kime denk geleceğim? İnsan nasıl hissettiğini
anlatamaz mı? Üstelik bir de onun hislerini merak edeceğim, öyle mi?”
Esila, kendisinden oldukça emin bir şekilde
konuşan adamı bir süre sessizlikle cezalandırdı.
“Kuzey’i düşün mesela,” dedi aklına ilk gelen
örneği verip. Duygu ve Erdem’in henüz bir yaşına dahi basmamış olan oğullarını
düşünmüştü, Ateş’e verebileceği en yakın örnek buydu. “Uzunca bir süre kendi
hislerini tarif edemeyecek, cevap veremeyecek. Onu hareketlerinden ve
bakışlarından tanımak zorundayız.”
“Babası ve annesi düşünsün, Esila. Onlar
gözlemlesin ve bana da söylesinler.”
Esila dudaklarının ucuna gelen sözcükleri apar
topar yuttuktan sonra hızla Ateş’in boynuna doğru gömdü yüzünü.
“Öyle yapsınlar,” diye onayladı. “Senin o
bebeği anlaman gerekmiyor sonuçta.”
“Gerekmiyor,” dedi Ateş boynuna kapanan
kadının saçlarının üzerine küçük bir öpücük bırakırken.
Ateş haklı çıkan taraf olduğunu düşünerek,
Esila ise onun sıcaklığında mayışarak sessizleştiğinde bu sessizlik yaklaşık
beş dakika sürebilmişti.
“Yeri ne zaman temizleyebiliriz?” diyen Ateş,
Esila’nın titreyerek gülmesine neden olmuş ve sessizliği de bölüp parçalamıştı.
~
- Günümüz, 12 Kasım
“Ağlamadığından eminsin değil mi?” diye sordum
sıkıntıyla. Telefonun diğer ucundan Duygu’nun sabırsız sesi yükseldi hemen.
“Eminim, Ateş. Oturuyor, camdan dışarıya bakıyor sessiz sessiz. Seni bekliyor
muhtemelen.”
Gözlerimi bir anlığına kapattım. Beni
bekliyordu tabii. Ona geri geleceğimi söyleyip yanından uzaklaştığımda hep
yaptığı gibi yollarımı gözlüyordu.
“Geleceğim,” dedim Umay’a söylediğim gibi
tekrar edip. “Ara ara yüzünü kontrol et, ağlarsa sesini duyamazsın. Ağlarsa
beni ara, sesimi duysun.”
“Tamam,” dedi bu kez Duygu sesini az öncekinin
tam aksi şekilde kısarken. Umay’ın neden ağlarken ses çıkartmadığını sormadı,
bir şeyler tahmin etmesi için yeterince bilgiye sahipti çünkü. “Ben yanındayım,
Erdem de burada. Sen ne kadar kalman gerekiyorsa kal ve ona annesini getir olur
mu?”
Aldığım nefes sert bir yumruk yemişim gibi
göğsümü ağrıtırken yutkunmaya çalıştım. “Olur,”
dedim fısıldar gibi. Olmalıydı. Olmak zorundaydı.
Telefonu kapattıktan sonra cebime sıkıştırmış
ve bulunduğum yerde esen rüzgar beni savurabilecek kadar kuvvetliymişçesine
dengemi bulmakta zorlanmıştım.
Umay’ın telefondaki haber görüntülerine
verdiği tepkinin üzerinden saatler geçmişti. Aynı günün akşamında, farklı bir
şehirdeydim artık.
Doğan ve Sinan’ı yollamak, onlardan bir haber
gelmesini beklemek kabullenemeyeceğim kadar ağır gelmişti. Onlara eklenip yola
koyulmam, Umay’ı kısa bir süre için de olsa yalnız bırakmış olmam içimi
kaynatan ihtimaller yüzündendi.
Umay yangına konu olan evi evimiz diye andığından beri benim de
içimde bir yangın başlamıştı. O ana kadar kendimi bencilce avuttuğumu ve
Esila’yı daha güvendeymiş gibi düşleyip hareketlerimi kontrol edebildiğimi fark
etmemiştim.
Dört duvar arasında durabilmeme dayanak olan
buydu. Kendimi kandırmıştım.
Bana doğru adımlayan, ben başımı kaldırana dek
yanıma varmış olan ikizleri gördüğümde başımı aceleyle salladım ‘ne oldu’ der
gibi.
Sinan duvar gibi bir suratla duruyordu. Doğan
ise konuşmaya başlayan taraf oldu. Rolleri değiştirmiş olmalarına şaşırmamıştım
çünkü Sinan’ın da benim kadar bencil hissettiğinden böyle donuk durduğunu
biliyordum.
Dünyadaki
en suçlu adam bile olsanız bunun anlamı yok; gelsin sizden alsın öcünü, ufacık
bir bebeği ne diye alet ediyor? diyerek öfke kustuğu
anı hatırlıyordum. Mektubu Esila’nın yazdığına ve her satırı kastederek kaleme
aldığına dair şüphe duymayan aklıma uymuşlardı. Doğan ortada olan gerçeklere
objektif bakmaya yatkındı, ben yılların özleminden ve kendi aptallığımdan
kördüm. Sinan… Sinan aslında karşımda dikilip Esila’yı savunabilecek ve
vereceğim tepkiyi hiç umursamayacak tek kişiydi. Ama öyle yapmamıştı.
Tüm huysuzluğuma rağmen aralarındaki, duruma
göre değişen abla-küçük erkek kardeş ve abi-küçük kız kardeş ilişkisini
baltalayabilmiş değildim. Zaten bir süre sonra bunun için çabalamayı da
kesmiştim. Alışmıştım. Alıştıktan sonra da Esila’ya dair her şey ile birlikte
bunu da kaybetmiştim.
“Ormanlık arazideki çalışma sürüyormuş,” dedi
Doğan. “Bizim dahil olmamız mümkün değilmiş. Evin olduğu yere yaklaştırmayacaklar
bizi belli ki. Bir gelişme olursa haber verecekler, numaramı bıraktım.”
“Bu mu?” dedim kaşlarım çatılırken.
“Dakikalarca beklettiler ve sonuç bu mu?”
Doğan rahatsızca kıpırdandı. “Konuyla herhangi
bir ilgimiz olmadığı için bilgi vermiyorlar. Evin olduğu yer jandarmanın
kontrolündeymiş, olay başka suçlularla ilgili olabileceği için polis de dahil.
Yani rastgele sivilleri o bölgeye sokmaları mümkün değil, Ateş Bey.”
“Evi görmem lazım,” dedim başımı iki yana
sallarken. “Evi görmem lazım, Doğan. Tamamen yanmamış, o evde ona dair bir iz
olup olmadığını görmem lazım.”
Kısa bir sessizlik oldu. Telefonumu çıkartıp
parmaklarımı ekranda gezdirmeye başladığımda ikisinin de bakışları üstümdeydi.
“Umay’la mı konuşacaksınız?” diye sordu Doğan.
Rehberimde kayıtlı olduğu halde bugüne dek en
az arama yaptığım ismin üzerine geldiğimde parmağım kasılır gibi oldu.
“Esila için,” diye mırıldandım kendi kendime.
İkizler beni duymuş olamazlardı ama duymasalar da birazdan duymuş kadar
olacaklardı. Zira bu aramayı yapmamı sağlayabilecek başka hiçbir kuvvet
olamazdı.
Telefonu kulağıma yasladıktan sonra yalnızca
birkaç saniye beklemem yetmişti.
“Ateş?” diyen ses tereddütle dolup taşıyordu.
Telefonunda adımı gördüğü halde duyacağı sesin bana ait olmaması ihtimalini
düşünüp emin olamamıştı sanki.
“Benim.” dedim düz bir sesle.
Onu her duyduğumda olduğu gibi aklımın içinde
yıllar öncesinden kalma sesler yükselmeye başlamıştı.
İstediğin
zaman beni görebileceksin, bu sonsuz bir ayrılık değil Ateş. Annene beni görmek
istediğini söylemen yetecek oğlum.
Yetmemişti.
Annem onu andığım anda krize sürüklenen, o
gittikten sonra karanlığın tamamen esiri olacak kadar hastalıklı bir zihne
sahipti ve babam bunu bilmiyor olamazdı. Küçükken bunlardan habersiz olduğunu
sandığım adamı bir şekilde aklamıştım kendimce fakat büyüdükçe ona olan öfkem
de büyümüştü.
Sağlıksız takıntıları ve dengesiz tavırları yüzünden
boşandığı kadının yanında kalmak sanki benim için doğru olanmış gibi
davranmıştı. Ona ulaşabileceğimi söyleyerek beni avutmuş ama ulaşamamamdan hiç
şüphe duymadan hayatına devam etmişti.
“Nasılsın-…” diyecek olduğunda devam etmesine
izin vermeden sesini bastıracak şekilde konuştum.
Ondan yıllar sonra ilk kez bir şey istedim.
İçimdeki sesler kırılan gururumun sesini duymama engel olacak kadar yüksekti.
Duysaydım da bir şey değişmezdi, Esila için kırılıp dökülmesine izin
vermeyeceğim hiçbir parçam yoktu.
Dakikalar sonra önümüzde bize yol gösteren
resmi araç eşliğinde gittikçe taşlı bir hale gelen ve arabayı sarsmaya başlamış
yol üzerindeydik.
Ankara’dan gelen, buradaki bir ilçe birimine
kolay kolay düşmeyecek aramanın ardından Doğan’ın numarasını bırakmasına dahi
zar zor izin veren kişiler tarafından o eve onlarla gidebilmemize olanak
sağlanmıştı.
Yol uzadıkça etraftaki insana dair her şey azalmıştı.
Vardığımız yerde sadece dağ tepe görecekmiş gibi hissettiren yol bir noktada
birkaç yapının serpiştirildiği bir yerleşim yerine bağlandığında önümüzdeki
araba durmuş, sürücü koltuğundaki Sinan da aynı şekilde arabayı durdurmuştu.
Durumdan pek memnun görünmeyen ancak bir şey
söylemek yerine bunu sadece bakışlarıyla belli eden genç bir jandarma eri
eşliğinde toprak bir yolda yürümeye başladık.
Pantolonumun paçalarına bulaştığını bildiğim
tozların varlığını göz ardı ederek önüme odaklanırken yürüdüğüm yolu doğru
düzgün görebiliyor değildim.
Telefonda gördüğüm o ev şimdi önümdeydi.
Tamamen yanmış değildi ancak yer yer kararan duvarları olanı biteni
saklayamıyordu.
“Uzun sürmezse iyi olur.” Açık olan kapıya
yanaştığımız sırada er konuşmuştu. Doğan’ın ona bir şey söylediğini duydum
ancak dinlemedim, daha doğrusu algılayamadım.
Tek katlı, görece geniş bir alan kaplayan evin
içine attığım ilk adımda içeriye sinmiş olan isli koku burnuma dolmuştu.
Evin girişi geniş ve boş bir alana açılıyordu.
Adımladığımda buraya açılan birden fazla kapıyı görmüştüm. Yangının daha fazla
hasar verdiği kısım iki oda kapısının olduğu taraftı. Sanki yangın orada
başlamış ve çok geçmeden de söndürülmüştü. Evin kalanına taşamamıştı.
“Yanan odalara biz bakalım,” dedi Doğan
kendisini ve kardeşini kastederek.
Başımı alelade salladım. Bir önemi var mıydı?
Şu an hissettiğimden daha fazla rahatsız hissetmem mümkün değildi.
Onların nereye doğru gittiklerini görmeden
önce gözüme takılan, diğer odaların kapılarından daha farklı duran kapıya
yöneldim. Diğer kapılar bir vuruşta açılacak şekilde ince ahşaptan kesilmiş,
anahtar yuvası dahi olmayan kapılardı görebildiğim kadarıyla. Adımladığım kapı
ise hepsinden farklıydı.
Anahtar yuvası vardı, anahtarı dışarıda
takılıydı. Kapı diğer kapılara oranla daha kalın ve sağlam görünüyordu.
Sırtımdan aşağıya doğru inen ürpertici hissi yok sayarak kapıya ulaştım.
Kapalıydı ancak kilitli değildi. Kolu indirdiğim
anda kapı açılmış ve geriye doğru savrulmuştu.
Küçük bir oda… Kırık dökük görünen ama ayakta
kalabilmiş bir dolap… Tek kişilik bir yatak…
İçeride başka hiçbir şey yoktu.
Dolabın kapakları açık, kapaklarından biri
üstten gevşemiş menteşesi yüzünden çapraz bir şekilde yere sürünür şekildeydi.
İçindeki eşyalar karmakarışık haldeydi. Kıyafet parçaları vardı.
Bu karmaşanın nedeni evin altını üstüne
getiren ekiplerdi, belliydi.
Dolaba doğru yaklaştım. Raflardan sarkan kumaş
parçalarına dokunmama, onları uzun uzun incelememe gerek yoktu.
Yıllar önce, gitmemiş olduğuna dair ufacık bir
ipucu için kıvranırken ilk koştuğum yer onun eviydi. Sürekli yanımda kalması
için elimden geleni yaptığımdan çok az uğramaya başladığı ama tamamen
boşaltmadığı evi… Yedek anahtarı bende olan evi…
O eve girmiş, tüm dolapların boşaltılmış
haliyle karşı karşıya kaldığımda içeride tek bir eşya kalmayana dek her şeyi
parçalamıştım. Terk edildiğime dair farkındalığın ilk tokadıydı bu. Temizlemek
yerine kirlettiğim, toplamak yerine dağıttığım nadir bir andı.
O gün dolabında bulamadığım, üstünde görmeye
alışkın olduğum kıyafetler buradaydı. Kırık dökük bir dolabın içinde buruş
buruş hale gelmiş, dağılmıştı.
Tanıdık kumaşların arasına karışan, onlardan
çok daha az yer kaplayan parçaları gördüğümde ise nereye düşeceğime hiç
bakmadan dizlerimi sertçe yere vurarak çöktüm.
Bebek kıyafetleriydi. Esila’nın kıyafetlerine
karışan küçük giysiler, bir bebeğe aitti.
Oda o kadar küçüktü ki dolabın önünde olsam da
yatak hâlâ görüş açımdaydı. Umay’ın odama ilk girişinde yatağımı gördüğünde
mırıldandığı tepkisini hatırladığımda yumruklarım sertçe kapandı.
‘Büyük’ demişti şaşkınca açtığı gözleriyle. Oysa yatağım normal boyutta, çift
kişilik bir yataktı sadece.
Birlikte bu odada mı kalıyorlardı? Değil iki,
bir kişinin zor nefes alacağı basık bir dört duvar arasıydı.
Dizlerimi yasladığım yerden ayırabilmem, buradan
çıkmam ve bu odadaki eşyaların kime ait olduğunu bildiğimi dışarıdaki adama
söylemem gerekiyordu. Yerden kalkmak için güç arayarak rastgele bir rafa
tutunup doğruldum.
Ayaklandığımda elimi o raftan çekmek
istemiştim. Parmaklarımın hemen yanından sarkan tanıdık kumaş ise buna engel
olmuştu.
Kırmızı
elbisenin altında… Fotoğrafın nerede olduğunu bana
anlatan Umay’ı duyar gibi oldum. Kırmızı saten kumaşı sıkıca kavrayarak diğer
her şeyden ayırıp kendime çektim.
Günlerce, haftalarca üstünde çalıştığım, bir
türlü yeterli hissettirmeyen elbiseyi elbette tanıyordum. Ne çizersem çizeyim
Esila için yetersiz kalacak gibi geldiği için belki elli kez baştan başladığım
tasarımımı tanıyordum.
Elbiseyi bir elimde sıkıca tutmayı bırakmadan
dolaptaki her şeyi yeterince dağınık değilmiş gibi bir kez de ben dağıttım.
Fotoğrafı bulmak için her şeyi yerinden oynattım.
Dolabın en uç köşesinde, görülemeyecek şekilde
bükülü duran fotoğrafı gördüğümde hızla atıldım. Sağ alt köşesi çekiştirilmiş
gibi yırtılmış görünen fotoğrafla yüzleştiğimde bir elimde ince bir elbise
diğerinde de bir fotoğraf parçası tutuyordum ama iki ağır demir parçası
taşıyormuşçasına kollarım kopacak gibiydi.
Odaya birilerinin girdiğini duyduğumda aradan
ne kadar zaman geçtiğine dair bir fikrim yoktu.
Tuttuğum iki şeyi de bırakmamış, tek kelime de
etmemiştim. Sinan ve Doğan da konuşmamışlardı. Elimdekiler ve girdiklerinde
gördükleri oda yeterince şey anlatmış olmalıydı onlara.
Evden çıktığımızda kapıda aynı adamı görmeyi
bekleyerek etrafa bakındım fakat yerinde yoktu.
Evden daha uzakta, bizimle gelen araçlarının
yanındaydı.
Hararetle bir şeyler konuşuluyordu. Birinin
elinde telsiz vardı, onunla iletişim kuruyor gibi görünüyorlardı.
“Bir şey olmuş,” dedim rahatsızca. Adımlarım
birden hızlandı. Arkamdan bana yetişen iki çift adım sesi daha vardı.
Onlara doğru yaklaştığımızı gördüklerinde
hepsinin bakışları üzerimize çevrildi. Benim sıkıca tuttuğum elbiseye doğru
bakan bir tanesi konuştu hızla. “Nedir o?”
“Size anlatmaya çalıştığım konu,” dedi Doğan.
Bu adam belli ki Doğan’ın laf anlatmayı denediği kişilerden biriydi. “Ona ait,
Esila Yıldırım.”
Bizimle eve kadar yürüyen, diğerlerine kıyasla
daha genç olan adam konuşacak gibi oldu ancak diğeri onu durdurmuştu.
“Kendisini tarif edebilir misiniz?” dediği
anda sağ elim havalandı. Fotoğrafı adama doğru uzattım.
Adamın direkt fotoğrafa bakacağını düşünmüştüm
ancak önce kendi telefonunda bir iki yere dokundu. Ekrana baktıktan sonra
bakışlarını elimdeki fotoğrafa çevirdi. Telefonda ne olduğunu görememiştim.
Ben görememiştim ama gören biri vardı.
“Neydi o?” diye birden bağıran Sinan’ı
duyduğumda yerime çakılmıştım. “Esila mıydı?”
Adam aceleyle telefonunu kapatıp cebine
kaldırdı. “Sakin olun-…” diyecek oldu ancak çok geçti artık. Sinan’ı böyle
delice bağırtan görüntüyü görmeden buradan adımlamayacaktım.
Normal şartlar altında asla yapmayacağım,
kimseyi böyle bir baskı altında bırakmayacağım halde dudaklarımı aralarken bir
an bile tereddüt etmedim.
“Ankara’dan bir telefon daha almak
istemiyorsanız o görüntüyü göreyim,” dedim adamın gözünün içine bakarken.
Vücudumu titretenin hangi his olduğunu şaşırmış haldeydim.
Adam rahatsızca kıpırdandı.
Telefonuna uzanması uzun sürmedi. Ekranı açıp
bana doğru çevirirken aynı anda da konuşmaya başlamıştı.
“Ormandaki ekipler bulmuşlar, evden batıya
doğru uzanan onuncu kilometre civarında.”
Söylediklerini henüz aklımda oturtamadan, bulmuşlar kısmına odaklanamadan önce
zihnim uğuldamaya başlamıştı. Nedeni… Nedeni beni başımı bir yere vura vura
ezip hafızamı yok etmeye çalışmama sürükleyecek kadar korkunçtu.
Saatler önce Kuzey’in elindeki telefona
bakarken Umay’ın sesiyle birlikte sarsılan bedenim şimdi bu adamın
gösterdikleri ve sesiyle çok daha ağır bir darbe almıştı.
~
“Birkaç yudum al en azından,” diyerek gözümün
önüne suyla dolu bir şişe yaklaştırmış olan Doğan’a boş bakışlar atmakla
yetindim.
Israr etmedi. Oturduğum sandalyenin bir eşi de
karşı duvardaydı, geçip oraya oturdu.
“Ne zaman gelecekler, konuştun mu?”
Şarjı çoktan biten telefonum nedeniyle
iletişim ağından çekilmem gerekmişti. Bu yüzden Erdem’i kendim arayamamış ve bir
şey soramamıştım.
Onunla son görüşmem, Umay’ı alıp buraya
getirmesini söylememden ibaretti.
Umay’ı getirmeliydi çünkü görünen o ki ben bu
gece eve dönmeyecektim. Ona geleceğim diye söz vermişken yalnız bırakamazdım.
“On beş dakikadan az kalmış, Sinan aşağıda.
Karşılamak için.”
Karşılamak için olup olmadığı tartışılırdı.
Bana kalırsa Sinan bu koridordan kaçmaya çalışıyordu. Elimde olsaydı ben de
öyle yapardım fakat bencil olma kotam çoktan dolmuştu. Ona yakın olabileceğim kadar yakın kalmam, burada olduğumdan haberi
olmamasına rağmen ondan uzağa gitmemem gerekirdi.
Gözümün önündeki görüntü kaybolmuyordu.
Ekranda sadece boynundan yukarısını görmüş
olmama rağmen onu son gördüğüm halinden çok daha zayıf oluşunu anlamamam mümkün
değildi. Gözlerinin altındaki koyulukları, morarmaya yüz tutan dudaklarını
görmüştüm. Görmüştüm ve gözümün önünden silemiyordum.
“O kadar geç kaldım ki ikisini de aynı halde,
bir hastane köşesinde beklemekle cezalandırılıyorum değil mi?”
Doğan’ın gözlerinin içine bakarak konuşmuştum
ama onun bana bakmaya devam edip bir şeyler söyleyecek hali yokmuş gibiydi.
Daha doğrusu söyleyeceklerini yutmaya çalışıyormuş gibi…
O evin önünden bir hışımla bu hastaneye
gelmiştik. Aklım o kadar bulanıktı ki hem sadece buraya gelene kadar birkaç
saniye geçmiş hem de o yol yıllar sürmüş gibiydi.
Esila’yı görememiştim.
Müdahale edildiğini söyleyerek beni engelleyip
durmuşlardı. O müdahale bir türlü bitmemişti. Saatler geçmiş ama onun yanına
yaklaşmaya iznim olmamıştı.
İstanbul’a, daha kapsamlı kontrol
edilebileceği bir hastaneye nakledilmesini istediğimi söylediğimde de
reddedilmiştim. Onun adına karar verecek resmi hiçbir bağa sahip değildim ve
doktoru da şu an için yerinden oynatılmamasının daha doğru olduğunu söyleyince
diretme hakkım elimden alınmıştı.
Doğan’da duran bakışlarımı rastgele bir duvara
çevirirken sırtımı yaslı tuttuğum yer dikenliymiş gibi sürekli kıpırdayıp
duruyordum. Dakikalar geçmiş ama ben bir türlü olduğum yerde rahat edememiştim.
Nereye oturursam oturayım rahat edemeyeceğim gerçeği açıktı, sandalyeyi
suçlayarak kendimi avutuyordum.
Birkaç hemşire dışında kimsenin gelip
geçmediği koridora adım sesleri dolmaya başladığında başımı çevirmek için acele
etmedim. Yine hemşirelerden birinin ses yarattığını düşünmüştüm.
Doğan’ın hareketlenmesiyle birlikte bu kararım
hızla değişmiş, başım koridorun sağına doğru çevrilmişti.
Yan yana yürümekte olan Sinan ve Erdem’i
gördüğümde dengesiz şekilde de olsa ayaklandım. Çabam elbette onlar için
değildi. Sinan’ın kucağında yan bir biçimde duran, yaklaştıkça yüzü daha
seçilebilir hale gelen kızım içindi.
Umay’ın eşsiz gözlerinin beni bulmasını, beni
görmesini bekledim. Etrafa bakınıyor ama nerede olduğunu anlayamıyor gibiydi.
Sinan aramızda iki adım kala durduğunda artık
karşı karşıyaydık. Umay duvarlarda, asılı afişlerde ve kapılarda gezinen
bakışlarını üstüme çevirdiğinde onun kollarıma gelmek için hareketleneceğini ya
da belki küskün bir şekilde bana bakacağını tahmin ediyordum.
Geleceğim demiştim. Uzun sürmüştü ve gidememiştim.
Üstelik evimizden ayrılması ve uzunca bir yol gelmesi gerekmişti.
Sinan, Umay’ın donukluğunu çözmek ister gibi
bana doğru biraz daha yaklaştı. Umay aramızdaki mesafe onun bir kolundan kısa
hale geldiğinde usulca elini kaldırıp bana dokundu. Kolumun rastgele bir
noktasına uzanan parmakları bana temas ettiğinde bakışları yüzümdeydi.
Gerçekliğime inanmaya çalıştığını anladığım
için sadece bekledim. Yanında olduğumu kabullenip kucağıma gelmek için küçük
avuçlarını kaldırmasını bekledim.
Öyle yapmadı.
Hastanenin boğuk sessizliğini birden bire
dağıttı, koridor onun sesiyle dolduğunda anın gerçekliğini sorgulayan kişi ben
oluverdim.
Yanakları saniyeler içinde ıpıslak hale
gelirken sessiz hıçkırıklarının bedenini sarsacağından emindim. Böyle
alıştırmıştı çünkü beni. Sanki normali buymuş gibi hissetmeye başlamıştım.
Sinan’ın kucağında kıvranır gibi oldu. Sesli bir şekilde ağlamaya başladı.
Çığlıklar attı, bağırdı.
Annesi yetmemiş gibi bir de ben sözümü
tutmadım diye, ona geri dönmedim diye isyan ediyordu. Hissedebiliyordum.
Kıpırdamadım. Yüzümde kontrol edemediğim bir
gülüşle izledim onu. Ağlamasını durdurmak için hiçbir şey yapmadım.
Yanaklarından yuvarlanan yaşların sessizce
değil, çığlıklarla düşüyor olmasına o an bin kez şükürler ettim.
Bu oldukça garipti. Dışarıdan bakan biri beni
kalpsizin teki zannedebilirdi. Bir baba, kızı bağır çağır ağlıyor diye şükreder
miydi? Bugüne kadar kimse etmediyse de, ilki bendim.
“Umay,” dedim titremesine engel olamadığım
sesimle.
Beni duydu mu bilmiyorum ama ağlayışları hiç kesilmeden
sürüyorken uzanıp onu sıkıca kendime çektim.
Omuzuma kapanıp hıçkırıklarla ağlamaya devam
ettiğinde ikimizi birden düşürecekmişim gibi hissettiğim için arkamdaki
sandalyeye güç bela geri oturdum.
Yüzümü saçlarına gömdüm, kollarımın arasında
kaybolan bedenini sıkı sıkıya sardım.
“Geymedin,” diye sızlana sızlana konuşurken
bir yandan da hiç durmadan ağlıyordu. “Sen geldin ama,” dedim beni duyabilmesi
için dudaklarımı kulağına doğru yaklaştırıp. “Bak yanındayım şimdi.”
Avucumu sırtında dolaştırırken titreyen
bedeninin sakinleşebilmesi için aceleciydim. Az önce ağlarken ses çıkartabildi
diye bir anlığına rahatlayan halim kısa süre sonra kaybolmuştu.
Bir şeyler mırıldandı. Ağlamayı bırakmadığı
için nefes nefeseydi, kısık çıkan sesini düzgünce algılayamıyordum. “Buradayım
bebeğim,” dedim yumuşak saç tutamlarını öptükten hemen sonra. “Ben artık hep
buradayım, yanındayım.”
Onu omuzumdan ayırabilmek için başının arkasından
hafifçe destekleyerek doğrulttuğumda direnmedi. Islak yüzü, kızarık burnu ve
dudakları ile yorgun bir şekilde bana baktı. İri yaşlar dökülen gözlerini uzun
uzun izledim. Duygu’nun saçlarını topladığı iki ayrı tutam hâlâ başının
üstündeydi. Dağılmış ancak tamamen bozulmamıştı.
“Buya neyesi?” diye sorduğunda bir eliyle
yanağımla çenem arasında bir yerden bana tutunmuş haldeydi.
“Burası hastane,” dedim sırtını okşamayı
bırakmadan. Başımı hafifçe eğip yüzümdeki parmaklarının üstünü yumuşak bir
şekilde öptüm. “Hasta olunca buraya geliyoruz, iyi olmak için.”
Gözlerini kırpıştırdı. Kirpiklerinde asılı
kalan birkaç damla peş peşe yanaklarına dökülmüştü. Başını öne doğru
yaklaştırıp yanağımı öptü. “Hastalanmışsın mı?”
Onu yalnız bıraktığım için panikleyen hali
durulmuştu. Evet desem tamamen affedilecektim sanırım. Ama onun küçük kalbine
yalanlar doldurmaya niyetim yoktu.
Başımı iki yana salladım. “Ben hastalanmadım.”
Kucağımda dönmeye çalıştı. Arkasında dizili
duran üçlüye bakmak istediği belliydi. Onu yormadan yan bir şekilde
oturabileceği hale gelmesine yardım ettim. Kolu bana yaslı kalmış, bir
bacağımda oturuyor konuma gelmişti.
“Kim hasta oymuş?”
Bakışlarım sırası ile üç adamda dolandı. Hepsi
sessiz kalmıştı. Umay’a cevap vermesi gereken kişi bendim, biliyordum.
Cevap verdiğimde Umay buraya gelirken yaşadığı
paniği, benim eve dönmememi ve onu bugün boyunca üzen her şeyi unutacaktı,
emindim. Yine de kolaya kaçarak ona apar topar cevap vermek gözümde büyümüştü. Kim
için burada olduğumuzu anladığında onun yanına gitmek isteyecekti çünkü.
Onu oyalayacak bir şeyler söyleyebilirdim ama
dilim varmadı. Ne kadar erken öğrenirse, kalbindeki özlemin o kadar erken son
bulacağını düşünerek dudaklarımı araladım. “Annen burada, Umay. Onun yanına
geldik.”
Kucağımdaki bedeni kaskatı kesildi. Bakışlarını
yüzüme çevirdikten sonra kollarımın arasında kuş gibi titredi. “Annem buyda..?”
dedi sorar gibi. Sesi şüpheyle doluydu. Onun daha önce böyle kandırılmış
olabileceğini düşündüğümde dişlerimi birbirine bastırıp kendimi sıktım.
“Evet kızım,” dedim sakin kalmayı deneyerek. Başımı
hafifçe salladım. “Annen burada, biraz hasta olduğu için uyuması gerekiyor ama.”
Az önceki sesli ağlayışını bir şey zannederek
kendimce rahata ermiştim. Bana artık güveniyor olduğunu, yanımda sesini
çıkartabildiğini ve kucağıma gelene kadar beklediğini düşünerek avutmuştum
kendimi.
Büyük bir yanılgıydı.
Umay annesinin burada olduğunu söylediğim anda
iç çeke çeke, hıçkıra hıçkıra kucağımda parçalanmaya başladığında onun güvenli
limanının Esila olduğunu haykırıyor gibiydi. Daha görmeden, sesini bile
duymadan sırf burada dedim diye tüm duvarlarını indirmişti.
“Anne,” diye sesleniyor ancak ağlarken bir türlü
konuşmaya devam edemiyordu.
Bedeni bana doğru devrildi. Dakikalarca omuzumda
gözyaşı döktü.
Ara ara kollarımda kıpırdandı. Esila’ya gitmek
istediğini biliyordum. Ona biraz beklemesi gerektiğini fısıldayarak kollarımı
daha sıkı sarmaktan başka bir şey yapamamıştım.
Karşı duvara dizili duran üçlünün de gıkı
çıkmamıştı bu süre boyunca. Sinan’ın başını eğmiş halini, Doğan’ın sıkıntıyla
iç çekip durduğunu ve Erdem’in Umay ile birlikte ağlayacak gibi baktığını
görmüştüm. Umay’ın acı çekiyormuş gibi kıvranan haline bakmaktan kaçtığım için
bakışlarımı karşıya dikmiştim çünkü.
Umay göğsümde iki büklüm uyuyakaldığında bunun
bir çeşit bayılma olduğundan şüphelenmiştim. Çok ağlamıştı. Çok fazla
sarsılmıştı. Bedeni bunları kaldıramayıp kendisini kapatmış gibiydi.
“Ben…” diye mırıldanabildim sadece. Devamını sesli
olarak dile getiremedim. Ben ne
yapacağım? Hanginize kendimi nasıl affettireceğim?
~
“Çok zorladı kendini, biraz daha uyur
muhtemelen.” diyerek Umay ile ilgili konuşan Erdem’e başımı hafifçe salladım.
Umay’ın hastanenin içinde kalmaması için kucağımda
uyuyakaldıktan sonra onunla birlikte dışarıya çıkmış, daha yakında olan Erdem’in
arabasının arka koltuğuna rahatça uzanması için olabildiğince uğraşmıştım. Arabadaki
küçük yastık başının altında, bagajda bulduğumuz Duygu’ya ait hırka üzerine
örtülü şekilde uykusuna devam ediyordu.
Doğan ve Sinan onun yanında kalmışlardı. Arabanın
içinde, uyandığı anda fark edecekleri şekilde yakınındalardı. Hastanenin bahçesinde
bir süre oyalandıktan sonra Erdem ile birlikte tekrar içeri girerken omuzlarım
gergindi. Onun konuyu Umay üzerinde tutup beni rahatlatmaya çalışması da
bundandı.
“Esila uyanana kadar uyursa daha iyi olur,”
dedim sessizce. Umay’ın uyandıktan sonra sabırla bekleyeceğini düşünmüyordum.
Mızmız bir çocuk değildi ama konu annesi olduğunda bir şeylerin değiştiğini
kollarımda ağladığı sırada anlayabilmiştim.
Esila’yı beklediğimiz kata geri çıktığımızda
onun kaldığı kısma yakın bir alan olmadığı için oturduğumuz diğer uca adımladık.
Rastgele bir sandalyeye çökeceğim sırada bize doğru hızlı hızlı yürüyen bir
hemşire görünce duraksamıştım.
“İzinsizce hastayı odasından çıkartamazsınız,
beyefendi. Henüz doktoru görmemişti.”
Anlamsızca kadının yüzüne baktım. Erdem
konuştu. “Biriyle mi karıştırıyorsunuz? Kimseyi dışarı ç-…” derken birden
gözleri büyüdü. Bana döndü. “Esila çıkmış olabilir mi?”
Durmadım. Esila’ya ait odaya koşar adım
vardığımda kapıyı hızla açıp odaya girdim.
Boştu. Oda bomboştu.
Yatağın örtüsü dağınıktı ama içeride kimse
yoktu.
Vücudum kaldıramayacağım kadar ağır bir
panikle sarsılmaya başlarken odanın içindeki banyoyu kaba hareketlerle kontrol
etmiş ve orada da kimseyi görmeyince dışarı fırlamıştım.
“Yok!” dedim önüme çıkan Erdem’e delirmiş
gibi. “Nereye gitti?”
Erdem omuzumu tutup beni sabit durmaya
zorlamaya çalıştı ama aklımı yitirmiş gibiydim. Odadan çıkıp gitmiş miydi?
Nereye gidecekti?
“Ateş, dur bi’ gözünü seveyim. Dur oğlum. Biz
aşağı ineli on dakika oldu en fazla. Bu kadar sürede nereye gidecek? Buluruz
şimdi.”
Aklıma üşüşenlerin bir kısmı Esila’nın odadan
çıkıp gitmesi ihtimaliyle bağlantılıydı fakat diğer bir kısmı da birinin onu
alıp gitmesi ihtimalini başıma vura vura bana hatırlatıyordu.
Birkaç saat önce gördüğüm ev ve odayı
düşündüğümde ikinci kısım daha ağır basmaya başlamıştı. İçimde aynı anda hem
öfke hem de telaş kaynıyordu.
Az önce bize ters ters bakan hemşire bir
şeylerin yolunda olmadığını kolayca anlamış olacak ki daha temkinli bir
ifadeyle yaklaştı. “Sizin de haberiniz yok anladığım kadarıyla,” dedi sakince. “Ben
güvenliklere bildireyim. Koridorun kamera kayıtlarına baksınlar. İfade için bekleyen
polis memuruna da haber vereceğim.”
Hemşire gözden kaybolduğunda ben koridorun
ortasında nereye gideceğimi şaşırmış bir halde kalakalmıştım.
Erdem, o tutmasa düşecekmişim gibi omuzumu
tutmayı bırakmadan bekliyordu.
“Arayalım,” dedim daha fazla oyalanmadan. “Etrafa
bakalım. Niye duruyoruz?”
Başını olumlu anlamda salladı. Hızlı adımlarla
yürümeye başladık.
İki dakika bile sürmeden, biz henüz hiçbir
yere varamadan telefon zil sesi duyulmaya başlandı. Benim şarjım bitikti. Sesi umursamamıştım
bu nedenle ama Erdem telefonunu çıkartıp kulağına yaslamadan önce, “Sinan
arıyor,” deyince adımlarım sekteye uğramıştı.
Telefonu kulağına koymak yerine hoparlörü açıp
benim de duyacağım şekilde tuttu telefonunu.
Sinan’ın sesi öyle yüksekti ki hoparlör açık
olmasa da onu duyabileceğimi düşünmüştüm.
“Esila burada!” diye bağırmıştı birden. Nefes
nefese, uzun bir süre koşmuş gibi kesikti sesi. Ama bir yandan da netti.
Kalbim bir hızlanıp bir yavaşlamaktan
yorulmuşken nefes almaya çalıştım.
Esila aşağıdaydı. Bulunmuştu. Rahatlamam gerekirdi.
Peki ama Sinan’ın sesi neden aksini yapmam gerekiyormuş gibi yükselmişti?
~~~
Esila’yı bulduk
sanki…
Bulduk ve her şey
rahata erdi mi bilemiyorum tabiiii
Umay’ın
ağlayışlarını bastırmasının nedenini açıkça bilmiyorduk ama bugün önce babasına
sonra annesine dayanarak biraz bu duvarı aştı gibi görünüyor :)
Umarım sevdiğiniz
bir bölüm olmuştur. Son köprü bölümümüzdü. Buradan sonra artık hızla yol alıyor
olacağız.
Öptümmm
Ateş'le aynı gün doğmuşuz 😱
YanıtlaSilYaa tam yerinde bitti meraktan çatlayacağım
YanıtlaSil