Sen Başkasın 11.Bölüm

 11.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~

 

- 5 yıl önce, 16 Mart

 

“Yavaş ol, yavaş!” diyerek bağırır gibi fısıldadı Esila. Hedefinde Sinan vardı.

Sinan homurdanarak az önce pat diye kapattığı çekmeceyi açıp tekrar -daha yavaş- kapattı. “Oldu mu?”

Esila ona oflayarak baktıktan sonra elinde duran makası aldı. “Niye ayılık yapıyorsun?”

“Küsüz, benimle muhatap olma kadın.”

Esila kıkırdadı sessizce. “Seni ben ispiyonlamadım, Sinan.”

“Ama korumadın da,” dedi Sinan acıklı bir sesle. “Ne kadar korktum biliyor musun?”

Esila makasla şeffaf poşetin ucunu kesip, bir türlü açamadığı pakette duran mumları masaya döktü. Bir yandan da Sinan’a bakmaya çalışıyordu.

“Kızmadı ki,” dedi gözlerini kısarak. “Tam olarak neyden korktun mesela? Sesini bile yükseltmedi.”

“Korkunç olan kısım burası,” dedi Sinan yakarır gibi. “Aniden kızarsa ne olacağını düşünürken altıma sıçtım. İlk defa o kadar korkunç baktı.”

Esila gülmeye devam etti. Bu sırada mumları da küçük bir tabağa düzgünce yerleştirilmiş olan pastanın farklı noktalarına saplamıştı.

“Pışpışlamamı istiyor gibisin,” dedi Esila iç çekerek. “Korkudan uyuyamıyorsan eve gitmeden önce gelip başında ninni söyleyebilirim.”

Sinan sırıttı. “Aynen,” dedi ifadesini hiç bozmadan. “Eve gidersin bu gece kesin.”

“Sinan,” dedi Esila kısık bir sesle. Sinan kadının kızarmaya başlayan yanaklarına bakarken gülmeden edememişti.

“İyi ki varım ya,” dedi Sinan ellerini eşofmanının cebine sokuştururken. “Senin utangaçlığın ve yukarıdaki adamın nemrutluğuyla sizin bir araya gelmeniz en az on yıl alırdı çünkü bensiz.”

Esila dudaklarını birbirine bastırdı. Aksini iddia edemeyeceği için sessiz kalmıştı.

Sinan onu daha fazla köşeye sıkıştırma işini başka bir güne ertelemeye karar verip kapıya doğru yöneldi. Kendisinden iki yaş büyük olsa da Esila’yı küçük bir kız çocuğuymuş gibi görmemek mümkün değildi.

İşini yaparken devleşiyor olsa da, kalan zamanlarda davranışları tam aksiydi. Artık buna alışmaya başlamış olsalar da zaman zaman ikizler bu duruma şok olmaya devam ediyorlardı.

Sinan mutfaktan çıktığında Esila masada duran telefonunun ekranına dokunarak saati kontrol etti hemen. Gece yarısına altı dakika kalmıştı.

Dakikalar sonra takvim 16 Mart’ı gösteriyor olacaktı. Ateş’in doğum günüydü. Onunla tanıştıktan sonraya denk gelen ilk doğum günü…

Esila bugün tüm gün boyunca bu evdeydi. Kahvaltıdan akşam yemeğine dek kalmış, her zamanki gibi bir gün geçirdiklerinden emin olmuştu. Yemekten sonra ise evde halletmesi gereken işleri olduğunu söyleyerek, Ateş’in kalması için ettiği ısrarları geri çevirmiş ve evine dönmüştü.

Yarım saat kadar önce, mesajla haberdar ettiği Sinan sayesinde sessizce geri gelmişti ama tabii.

Ateş’in kalması için ısrarlarının doğum günü olması ile bir ilgisi olduğunu düşünmüyordu Esila. Bu zaten rutindi. Eve gitmemesi için türlü yollara başvuran Ateş’in bu akşamki ısrarı da o ısrarlardan biriydi muhtemelen.

Esila kendi kendine kıkırdayarak pastanın bulunduğu tabağı kavrayıp kapıya yöneldi. Sinan’a buldurduğu çakmağı da yanına almayı unutmamıştı.

Merdivenleri bir bir çıkarken sessizdi ancak yavaş değildi. Biraz daha oyalanırsa saati tutturamayabilirdi çünkü.

Önünde durduğu kapıda soluklandıktan sonra sevgilisini biraz yargılamıştı içten içe. Çalışma odasında olduğunu Sinan’dan öğrenmişti. Doğum gününe zorunda olmadığı halde çalışarak başlamakta sorun görmeyen tek insan olabilirdi.

Tabağı tek eliyle dengeledikten sonra pastanın üzerindeki üç mumu dikkatlice yaktı ve göz ucuyla koridordaki duvar saatine doğru bakındı. Kapıyı açması gereken anın geldiğini gördüğünde çakmağı hızla yandaki ahşap ince masaya bıraktı ve kapı koluna uzandı.

Kapıyı çalma gereği duymamıştı. Bu bir nevi baskındı.

Kapıyı pat diye açtığında Ateş’in bakışlarının hemen kendi üzerine çevrileceğini hayal ederek kendisini buna hazırlamıştı ancak içeri dalmasına rağmen hiçbir hareketlilik yoktu.

Esila gözlerini kırpıştırarak odaya bakındı. Hareketsizliğin nedenini anlaması uzun zaman almamıştı.

“Ama…” diye sızlandı dudakları bükülürken.

Ateş, odanın çizim yapmaya ayırdığı kısmındaydı. Oturduğu sandalyede başını geriye doğru atmış, boynu biraz ters kalmış şekilde dursa da sanki yatağındaymış gibi uyuyordu.

Esila sessiz adımlarla odaya tamamen girdi, kapıyı da açtığı aniliğin aksine sessizce kapattı. İç çekerek Ateş’e doğru yaklaştı. Erimeye başlayan mumları gördüğünde fazla oyalanamayacağını da hatırlamıştı.

“Çok tatlı uyuyorsun ama kıymak zorundayım sevgilim,” dedi mırıl mırıl. Onu tatlı olarak betimlediğini her duyduklarında sırıtan ikizler aklına gelince kıkırdadı biraz. Kendisine tatlı geliyordu ama başka kimse buna katılmıyordu bir türlü.

Erdem bu sıfatı duyduğunda Esila’yı tanıdığı bir göz doktoruna götürmek için gönüllü olmuş, Duygu ise aşktan kör olduğunu ve Erdem’i mutlaka dinlemesi gerektiğini söyleyerek onu desteklemişti.

Ateş’in çevresindeki kimse kendisiyle aynı fikirde olmasa da Esila düşündüklerini hiç sorgulama gereği duymamıştı. Tatlıydı işte.

“Ateş,” diye seslendi Esila usulca. Uykusundan bir anda uyandırıp irkilmesine neden olmak istememişti. Ancak bu ses seviyesiyle onu uyandırabilecek gibi de görünmüyordu. Başını biraz daha yüzüne yaklaştırdı. Ateş’in üstüne bir nevi eğilmiş haldeydi.

Birkaç kez daha adını seslendi. Sesini gittikçe yükseltmiş olsa da Ateş’in kılı kıpırdamamıştı. Esila farklı bir yöntem deneyerek huylanması için burnunu yanağına doğru sürttü. Geri çekilmeye çalıştığı sırada kulaklarına boğuk bir ses dolduğunda irkilmesin diye paniklediği adam yerine irkilen taraf kendisi olmuştu.

“Burnun yerine dudakların-…” diyerek konuşmaya başlayan Ateş, Esila’nın ödünü patlattığı için yaşanan küçük karmaşa yüzünden cümlesinin tamamını getiremeden apar topar gözlerini açmak zorunda kalmıştı.

Esila irkildiği için geri çekildiği sırada tek eliyle dengede tuttuğu tabağı da sarsmış ve sönmeye yüz tutan mumlar eşliğinde pasta yeri boylamıştı.

Ateş yere düşen ve ezilen pastaya bakarken dudaklarını birbirine bastırdı. Esila ise oraya bakmaya bile gerek duymadan elinde kalan boş tabak ile bakışıyordu.

Göz ucuyla Ateş’e doğru baktığında onun bakışlarını çoktan pastadan ayrılmış kendi yüzüne çevrilmiş halde görünce mırıldandı. “İyi ki doğdun…”

Ateş’in dikkatinin odanın zeminindeki pasta yığınına geri döneceğini düşünüyordu. Halıyı çöpe atmayı ve yeri birden fazla kez temizlemesi için birilerini çağırmayı çoktan planladığından emindi hatta.

Ateş oturduğu sandalyenin tekerleklerinden faydalanarak hiç kalkmadan kendisini geriye doğru biraz sürüklediğinde Esila tam önünde kalmıştı.

“Teşekkür ederim,” dedi pasta hâlâ tabaktaymış gibi kadının elindeki boş tabağa bakıp.

Esila Ateş’in kendisiyle dalga geçtiğini düşünerek zaten pasta hiç olduğu için çoktan asılan yüzünü iyice astı. Ateş onun yüzünü tam olarak düşürdüğü anı bekliyormuş gibi bileğinden tutmuş ve kadını hızlıca kucağına çekmişti.

Esila bacakları Ateş’in iki yanında sıkışacak şekilde kalçasını onun dizlerine yasladığında kıymetlisi gibi tutuyor olduğu tabağın da elinden alınıp arkadaki masaya bırakılmasına pek bir şey söyleyememişti.

“Pastamı düşürdün,” dedi Ateş bol abartılı suçlayıcı bir tavırla.

Esila yanak içini ısırdı. Gece gece gizli planlarla uğraşmak ve bir de üstüne planı mahvetmek aklını yorduğundan Ateş’in ciddiyetinin arkasına sakladığı ciddiyetsizliği anlamamıştı. “Korktum çünkü.”

Ateş omuz silkti. “Beni ilgilendirmez,” dedi açıklamayı reddedip başını sallarken. “Ne güzel yiyecektim, tadı da iyiye benziyordu.”

Esila ellerini Ateş’in göğsüne yaslayıp belli belirsiz oynattı. “Tadı güzeldi, evet.” dedi pişmanlıkla. Sinan bir makası bile iki saatte çıkarttığı için dayanamayıp o sırada pastadan biraz -dışarıdan bakınca görünmeyecek şekilde- tırtıklamıştı. “Ben kenarından biraz yemiştim.”

Ateş ifadesini sarsmamak için oldukça yoğun bir güç harcıyordu. Kollarının arasında duran kadının pastadan daha iştah açıcı olması, her halinin o pastadan bin kat tatlı olması mümkün olmamalıydı aslında. Ya da en azından zaman geçtikçe Ateş bütün bunlara biraz olsun alışacağını ve dayanıklılık kazanacağını düşünmüştü.

Öyle olmamıştı.

Ateş kadının çenesini parmaklarıyla hafifçe kavrayıp dudaklarını onun dudaklarına bastırırken aceleci değildi. Usulca yüzünü yüzüne doğru çekmiş ve dudaklarına sakin bir şekilde dudaklarını dokundurmuştu. Ancak Esila dudaklarını hisseder hissetmez gözlerini kapatıp saf bir teslimiyetle kendisine yaslandığında sakin kalmaya devam edemeyeceği aşikârdı.

Birkaç dakikanın ardından Esila, geri çekilmeye pek de niyeti olmayan Ateş’i omuzlarına tutunarak hafifçe itti ve dudaklarını onun dudaklarından ayırdı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırarak yüzüne oldukça yakın durmakta olan yüzü süzerken dili bir süre çözülmemiş, sessiz kalmıştı.

“Çok mu korkuttum?” diye sordu Ateş bakışlarını Esila’nın gözlerine dikmişken. Kadının açık kahve irisleri parlıyordu. Ateş bu parıltıların kaynağının az önceki öpücük olduğunu bildiği için zor bir nefes alıp yavaşça kadının belini okşadı.

“Biraz,” dedi Esila. “Pastayı da düşürdüm.” diye ekledi üzüntüyle iç çeker gibi.

“Üzüldün mü?” diyerek yeni bir soru daha sordu Ateş bu kez.

Esila kendisini tutamayarak ince bir sesle güldü. Başını hafifçe eğer gibi olmuştu ancak Ateş yanağını kavrayarak nazikçe buna engel olmuştu hemen.

“Ateş…” dedi Esila tatlı bir sitemle. “Karşındaki kişinin hislerini sadece sorular sorarak analiz edemezsin.”

Tanışalı aylar geçmiş olmasına ve artık aralarından su sızmaz hale gelmiş olmalarına rağmen Esila’nın Ateş’e dair en büyük şaşkınlığı buydu, Ateş her zaman kendisine o an nasıl hissettiğini ve ne yapmak istediğini soruyordu. Peş peşe sorular sormayı umursamadan, cevapları kendisi bulmak için yorulmadan sorguluyordu.

“Neden?” dedi Ateş omuz silkip. “Cevap verebiliyorsun, seni dinliyorum. Böylesi daha doğru.”

Ateş’in hislerini bu denli umursadığı kimse yoktu. Esila böyle sorulara en çok maruz kalan kişiydi bu nedenle.

Esila başını salladı usulca. “Ben cevap verebiliyorum, evet. Ama olur da cevap veremeyen birine denk gelirsen…”

Ateş kaşlarını çatar gibi oldu. “Bu sorulara bile cevap vermekten aciz kime denk geleceğim? İnsan nasıl hissettiğini anlatamaz mı? Üstelik bir de onun hislerini merak edeceğim, öyle mi?”

Esila, kendisinden oldukça emin bir şekilde konuşan adamı bir süre sessizlikle cezalandırdı.

“Kuzey’i düşün mesela,” dedi aklına ilk gelen örneği verip. Duygu ve Erdem’in henüz bir yaşına dahi basmamış olan oğullarını düşünmüştü, Ateş’e verebileceği en yakın örnek buydu. “Uzunca bir süre kendi hislerini tarif edemeyecek, cevap veremeyecek. Onu hareketlerinden ve bakışlarından tanımak zorundayız.”

“Babası ve annesi düşünsün, Esila. Onlar gözlemlesin ve bana da söylesinler.”

Esila dudaklarının ucuna gelen sözcükleri apar topar yuttuktan sonra hızla Ateş’in boynuna doğru gömdü yüzünü.

“Öyle yapsınlar,” diye onayladı. “Senin o bebeği anlaman gerekmiyor sonuçta.”

“Gerekmiyor,” dedi Ateş boynuna kapanan kadının saçlarının üzerine küçük bir öpücük bırakırken.

Ateş haklı çıkan taraf olduğunu düşünerek, Esila ise onun sıcaklığında mayışarak sessizleştiğinde bu sessizlik yaklaşık beş dakika sürebilmişti.

“Yeri ne zaman temizleyebiliriz?” diyen Ateş, Esila’nın titreyerek gülmesine neden olmuş ve sessizliği de bölüp parçalamıştı.

 

 

~

 

 

- Günümüz, 12 Kasım

 

 

“Ağlamadığından eminsin değil mi?” diye sordum sıkıntıyla. Telefonun diğer ucundan Duygu’nun sabırsız sesi yükseldi hemen. “Eminim, Ateş. Oturuyor, camdan dışarıya bakıyor sessiz sessiz. Seni bekliyor muhtemelen.”

Gözlerimi bir anlığına kapattım. Beni bekliyordu tabii. Ona geri geleceğimi söyleyip yanından uzaklaştığımda hep yaptığı gibi yollarımı gözlüyordu.

“Geleceğim,” dedim Umay’a söylediğim gibi tekrar edip. “Ara ara yüzünü kontrol et, ağlarsa sesini duyamazsın. Ağlarsa beni ara, sesimi duysun.”

“Tamam,” dedi bu kez Duygu sesini az öncekinin tam aksi şekilde kısarken. Umay’ın neden ağlarken ses çıkartmadığını sormadı, bir şeyler tahmin etmesi için yeterince bilgiye sahipti çünkü. “Ben yanındayım, Erdem de burada. Sen ne kadar kalman gerekiyorsa kal ve ona annesini getir olur mu?”

Aldığım nefes sert bir yumruk yemişim gibi göğsümü ağrıtırken yutkunmaya çalıştım. “Olur,” dedim fısıldar gibi. Olmalıydı. Olmak zorundaydı.

Telefonu kapattıktan sonra cebime sıkıştırmış ve bulunduğum yerde esen rüzgar beni savurabilecek kadar kuvvetliymişçesine dengemi bulmakta zorlanmıştım.

Umay’ın telefondaki haber görüntülerine verdiği tepkinin üzerinden saatler geçmişti. Aynı günün akşamında, farklı bir şehirdeydim artık.

Doğan ve Sinan’ı yollamak, onlardan bir haber gelmesini beklemek kabullenemeyeceğim kadar ağır gelmişti. Onlara eklenip yola koyulmam, Umay’ı kısa bir süre için de olsa yalnız bırakmış olmam içimi kaynatan ihtimaller yüzündendi.

Umay yangına konu olan evi evimiz diye andığından beri benim de içimde bir yangın başlamıştı. O ana kadar kendimi bencilce avuttuğumu ve Esila’yı daha güvendeymiş gibi düşleyip hareketlerimi kontrol edebildiğimi fark etmemiştim.

Dört duvar arasında durabilmeme dayanak olan buydu. Kendimi kandırmıştım.

Bana doğru adımlayan, ben başımı kaldırana dek yanıma varmış olan ikizleri gördüğümde başımı aceleyle salladım ‘ne oldu’ der gibi.

Sinan duvar gibi bir suratla duruyordu. Doğan ise konuşmaya başlayan taraf oldu. Rolleri değiştirmiş olmalarına şaşırmamıştım çünkü Sinan’ın da benim kadar bencil hissettiğinden böyle donuk durduğunu biliyordum.

Dünyadaki en suçlu adam bile olsanız bunun anlamı yok; gelsin sizden alsın öcünü, ufacık bir bebeği ne diye alet ediyor? diyerek öfke kustuğu anı hatırlıyordum. Mektubu Esila’nın yazdığına ve her satırı kastederek kaleme aldığına dair şüphe duymayan aklıma uymuşlardı. Doğan ortada olan gerçeklere objektif bakmaya yatkındı, ben yılların özleminden ve kendi aptallığımdan kördüm. Sinan… Sinan aslında karşımda dikilip Esila’yı savunabilecek ve vereceğim tepkiyi hiç umursamayacak tek kişiydi. Ama öyle yapmamıştı.

Tüm huysuzluğuma rağmen aralarındaki, duruma göre değişen abla-küçük erkek kardeş ve abi-küçük kız kardeş ilişkisini baltalayabilmiş değildim. Zaten bir süre sonra bunun için çabalamayı da kesmiştim. Alışmıştım. Alıştıktan sonra da Esila’ya dair her şey ile birlikte bunu da kaybetmiştim.

“Ormanlık arazideki çalışma sürüyormuş,” dedi Doğan. “Bizim dahil olmamız mümkün değilmiş. Evin olduğu yere yaklaştırmayacaklar bizi belli ki. Bir gelişme olursa haber verecekler, numaramı bıraktım.”

“Bu mu?” dedim kaşlarım çatılırken. “Dakikalarca beklettiler ve sonuç bu mu?”

Doğan rahatsızca kıpırdandı. “Konuyla herhangi bir ilgimiz olmadığı için bilgi vermiyorlar. Evin olduğu yer jandarmanın kontrolündeymiş, olay başka suçlularla ilgili olabileceği için polis de dahil. Yani rastgele sivilleri o bölgeye sokmaları mümkün değil, Ateş Bey.”

“Evi görmem lazım,” dedim başımı iki yana sallarken. “Evi görmem lazım, Doğan. Tamamen yanmamış, o evde ona dair bir iz olup olmadığını görmem lazım.”

Kısa bir sessizlik oldu. Telefonumu çıkartıp parmaklarımı ekranda gezdirmeye başladığımda ikisinin de bakışları üstümdeydi. “Umay’la mı konuşacaksınız?” diye sordu Doğan.

Rehberimde kayıtlı olduğu halde bugüne dek en az arama yaptığım ismin üzerine geldiğimde parmağım kasılır gibi oldu.

“Esila için,” diye mırıldandım kendi kendime. İkizler beni duymuş olamazlardı ama duymasalar da birazdan duymuş kadar olacaklardı. Zira bu aramayı yapmamı sağlayabilecek başka hiçbir kuvvet olamazdı.

Telefonu kulağıma yasladıktan sonra yalnızca birkaç saniye beklemem yetmişti.

“Ateş?” diyen ses tereddütle dolup taşıyordu. Telefonunda adımı gördüğü halde duyacağı sesin bana ait olmaması ihtimalini düşünüp emin olamamıştı sanki.

“Benim.” dedim düz bir sesle.

Onu her duyduğumda olduğu gibi aklımın içinde yıllar öncesinden kalma sesler yükselmeye başlamıştı.

İstediğin zaman beni görebileceksin, bu sonsuz bir ayrılık değil Ateş. Annene beni görmek istediğini söylemen yetecek oğlum.

Yetmemişti.

Annem onu andığım anda krize sürüklenen, o gittikten sonra karanlığın tamamen esiri olacak kadar hastalıklı bir zihne sahipti ve babam bunu bilmiyor olamazdı. Küçükken bunlardan habersiz olduğunu sandığım adamı bir şekilde aklamıştım kendimce fakat büyüdükçe ona olan öfkem de büyümüştü.

Sağlıksız takıntıları ve dengesiz tavırları yüzünden boşandığı kadının yanında kalmak sanki benim için doğru olanmış gibi davranmıştı. Ona ulaşabileceğimi söyleyerek beni avutmuş ama ulaşamamamdan hiç şüphe duymadan hayatına devam etmişti.

“Nasılsın-…” diyecek olduğunda devam etmesine izin vermeden sesini bastıracak şekilde konuştum.

Ondan yıllar sonra ilk kez bir şey istedim. İçimdeki sesler kırılan gururumun sesini duymama engel olacak kadar yüksekti. Duysaydım da bir şey değişmezdi, Esila için kırılıp dökülmesine izin vermeyeceğim hiçbir parçam yoktu.

Dakikalar sonra önümüzde bize yol gösteren resmi araç eşliğinde gittikçe taşlı bir hale gelen ve arabayı sarsmaya başlamış yol üzerindeydik.

Ankara’dan gelen, buradaki bir ilçe birimine kolay kolay düşmeyecek aramanın ardından Doğan’ın numarasını bırakmasına dahi zar zor izin veren kişiler tarafından o eve onlarla gidebilmemize olanak sağlanmıştı.

Yol uzadıkça etraftaki insana dair her şey azalmıştı. Vardığımız yerde sadece dağ tepe görecekmiş gibi hissettiren yol bir noktada birkaç yapının serpiştirildiği bir yerleşim yerine bağlandığında önümüzdeki araba durmuş, sürücü koltuğundaki Sinan da aynı şekilde arabayı durdurmuştu.

Durumdan pek memnun görünmeyen ancak bir şey söylemek yerine bunu sadece bakışlarıyla belli eden genç bir jandarma eri eşliğinde toprak bir yolda yürümeye başladık.

Pantolonumun paçalarına bulaştığını bildiğim tozların varlığını göz ardı ederek önüme odaklanırken yürüdüğüm yolu doğru düzgün görebiliyor değildim.

Telefonda gördüğüm o ev şimdi önümdeydi. Tamamen yanmış değildi ancak yer yer kararan duvarları olanı biteni saklayamıyordu.

“Uzun sürmezse iyi olur.” Açık olan kapıya yanaştığımız sırada er konuşmuştu. Doğan’ın ona bir şey söylediğini duydum ancak dinlemedim, daha doğrusu algılayamadım.

Tek katlı, görece geniş bir alan kaplayan evin içine attığım ilk adımda içeriye sinmiş olan isli koku burnuma dolmuştu.

Evin girişi geniş ve boş bir alana açılıyordu. Adımladığımda buraya açılan birden fazla kapıyı görmüştüm. Yangının daha fazla hasar verdiği kısım iki oda kapısının olduğu taraftı. Sanki yangın orada başlamış ve çok geçmeden de söndürülmüştü. Evin kalanına taşamamıştı.

“Yanan odalara biz bakalım,” dedi Doğan kendisini ve kardeşini kastederek.

Başımı alelade salladım. Bir önemi var mıydı? Şu an hissettiğimden daha fazla rahatsız hissetmem mümkün değildi.

Onların nereye doğru gittiklerini görmeden önce gözüme takılan, diğer odaların kapılarından daha farklı duran kapıya yöneldim. Diğer kapılar bir vuruşta açılacak şekilde ince ahşaptan kesilmiş, anahtar yuvası dahi olmayan kapılardı görebildiğim kadarıyla. Adımladığım kapı ise hepsinden farklıydı.

Anahtar yuvası vardı, anahtarı dışarıda takılıydı. Kapı diğer kapılara oranla daha kalın ve sağlam görünüyordu. Sırtımdan aşağıya doğru inen ürpertici hissi yok sayarak kapıya ulaştım.

Kapalıydı ancak kilitli değildi. Kolu indirdiğim anda kapı açılmış ve geriye doğru savrulmuştu.

Küçük bir oda… Kırık dökük görünen ama ayakta kalabilmiş bir dolap… Tek kişilik bir yatak…

İçeride başka hiçbir şey yoktu.

Dolabın kapakları açık, kapaklarından biri üstten gevşemiş menteşesi yüzünden çapraz bir şekilde yere sürünür şekildeydi. İçindeki eşyalar karmakarışık haldeydi. Kıyafet parçaları vardı.

Bu karmaşanın nedeni evin altını üstüne getiren ekiplerdi, belliydi.

Dolaba doğru yaklaştım. Raflardan sarkan kumaş parçalarına dokunmama, onları uzun uzun incelememe gerek yoktu.

Yıllar önce, gitmemiş olduğuna dair ufacık bir ipucu için kıvranırken ilk koştuğum yer onun eviydi. Sürekli yanımda kalması için elimden geleni yaptığımdan çok az uğramaya başladığı ama tamamen boşaltmadığı evi… Yedek anahtarı bende olan evi…

O eve girmiş, tüm dolapların boşaltılmış haliyle karşı karşıya kaldığımda içeride tek bir eşya kalmayana dek her şeyi parçalamıştım. Terk edildiğime dair farkındalığın ilk tokadıydı bu. Temizlemek yerine kirlettiğim, toplamak yerine dağıttığım nadir bir andı.

O gün dolabında bulamadığım, üstünde görmeye alışkın olduğum kıyafetler buradaydı. Kırık dökük bir dolabın içinde buruş buruş hale gelmiş, dağılmıştı.

Tanıdık kumaşların arasına karışan, onlardan çok daha az yer kaplayan parçaları gördüğümde ise nereye düşeceğime hiç bakmadan dizlerimi sertçe yere vurarak çöktüm.

Bebek kıyafetleriydi. Esila’nın kıyafetlerine karışan küçük giysiler, bir bebeğe aitti.

Oda o kadar küçüktü ki dolabın önünde olsam da yatak hâlâ görüş açımdaydı. Umay’ın odama ilk girişinde yatağımı gördüğünde mırıldandığı tepkisini hatırladığımda yumruklarım sertçe kapandı.

‘Büyük’ demişti şaşkınca açtığı gözleriyle. Oysa yatağım normal boyutta, çift kişilik bir yataktı sadece.

Birlikte bu odada mı kalıyorlardı? Değil iki, bir kişinin zor nefes alacağı basık bir dört duvar arasıydı.

Dizlerimi yasladığım yerden ayırabilmem, buradan çıkmam ve bu odadaki eşyaların kime ait olduğunu bildiğimi dışarıdaki adama söylemem gerekiyordu. Yerden kalkmak için güç arayarak rastgele bir rafa tutunup doğruldum.

Ayaklandığımda elimi o raftan çekmek istemiştim. Parmaklarımın hemen yanından sarkan tanıdık kumaş ise buna engel olmuştu.

Kırmızı elbisenin altında… Fotoğrafın nerede olduğunu bana anlatan Umay’ı duyar gibi oldum. Kırmızı saten kumaşı sıkıca kavrayarak diğer her şeyden ayırıp kendime çektim.

Günlerce, haftalarca üstünde çalıştığım, bir türlü yeterli hissettirmeyen elbiseyi elbette tanıyordum. Ne çizersem çizeyim Esila için yetersiz kalacak gibi geldiği için belki elli kez baştan başladığım tasarımımı tanıyordum.

Elbiseyi bir elimde sıkıca tutmayı bırakmadan dolaptaki her şeyi yeterince dağınık değilmiş gibi bir kez de ben dağıttım. Fotoğrafı bulmak için her şeyi yerinden oynattım.

Dolabın en uç köşesinde, görülemeyecek şekilde bükülü duran fotoğrafı gördüğümde hızla atıldım. Sağ alt köşesi çekiştirilmiş gibi yırtılmış görünen fotoğrafla yüzleştiğimde bir elimde ince bir elbise diğerinde de bir fotoğraf parçası tutuyordum ama iki ağır demir parçası taşıyormuşçasına kollarım kopacak gibiydi.

Odaya birilerinin girdiğini duyduğumda aradan ne kadar zaman geçtiğine dair bir fikrim yoktu.

Tuttuğum iki şeyi de bırakmamış, tek kelime de etmemiştim. Sinan ve Doğan da konuşmamışlardı. Elimdekiler ve girdiklerinde gördükleri oda yeterince şey anlatmış olmalıydı onlara.

Evden çıktığımızda kapıda aynı adamı görmeyi bekleyerek etrafa bakındım fakat yerinde yoktu.

Evden daha uzakta, bizimle gelen araçlarının yanındaydı.

Hararetle bir şeyler konuşuluyordu. Birinin elinde telsiz vardı, onunla iletişim kuruyor gibi görünüyorlardı.

“Bir şey olmuş,” dedim rahatsızca. Adımlarım birden hızlandı. Arkamdan bana yetişen iki çift adım sesi daha vardı.

Onlara doğru yaklaştığımızı gördüklerinde hepsinin bakışları üzerimize çevrildi. Benim sıkıca tuttuğum elbiseye doğru bakan bir tanesi konuştu hızla. “Nedir o?”

“Size anlatmaya çalıştığım konu,” dedi Doğan. Bu adam belli ki Doğan’ın laf anlatmayı denediği kişilerden biriydi. “Ona ait, Esila Yıldırım.”

Bizimle eve kadar yürüyen, diğerlerine kıyasla daha genç olan adam konuşacak gibi oldu ancak diğeri onu durdurmuştu.

“Kendisini tarif edebilir misiniz?” dediği anda sağ elim havalandı. Fotoğrafı adama doğru uzattım.

Adamın direkt fotoğrafa bakacağını düşünmüştüm ancak önce kendi telefonunda bir iki yere dokundu. Ekrana baktıktan sonra bakışlarını elimdeki fotoğrafa çevirdi. Telefonda ne olduğunu görememiştim.

Ben görememiştim ama gören biri vardı.

“Neydi o?” diye birden bağıran Sinan’ı duyduğumda yerime çakılmıştım. “Esila mıydı?”

Adam aceleyle telefonunu kapatıp cebine kaldırdı. “Sakin olun-…” diyecek oldu ancak çok geçti artık. Sinan’ı böyle delice bağırtan görüntüyü görmeden buradan adımlamayacaktım.

Normal şartlar altında asla yapmayacağım, kimseyi böyle bir baskı altında bırakmayacağım halde dudaklarımı aralarken bir an bile tereddüt etmedim.

“Ankara’dan bir telefon daha almak istemiyorsanız o görüntüyü göreyim,” dedim adamın gözünün içine bakarken. Vücudumu titretenin hangi his olduğunu şaşırmış haldeydim.

Adam rahatsızca kıpırdandı.

Telefonuna uzanması uzun sürmedi. Ekranı açıp bana doğru çevirirken aynı anda da konuşmaya başlamıştı.

“Ormandaki ekipler bulmuşlar, evden batıya doğru uzanan onuncu kilometre civarında.”

Söylediklerini henüz aklımda oturtamadan, bulmuşlar kısmına odaklanamadan önce zihnim uğuldamaya başlamıştı. Nedeni… Nedeni beni başımı bir yere vura vura ezip hafızamı yok etmeye çalışmama sürükleyecek kadar korkunçtu.

Saatler önce Kuzey’in elindeki telefona bakarken Umay’ın sesiyle birlikte sarsılan bedenim şimdi bu adamın gösterdikleri ve sesiyle çok daha ağır bir darbe almıştı.

 

 

~

 

 

“Birkaç yudum al en azından,” diyerek gözümün önüne suyla dolu bir şişe yaklaştırmış olan Doğan’a boş bakışlar atmakla yetindim.

Israr etmedi. Oturduğum sandalyenin bir eşi de karşı duvardaydı, geçip oraya oturdu.

“Ne zaman gelecekler, konuştun mu?”

Şarjı çoktan biten telefonum nedeniyle iletişim ağından çekilmem gerekmişti. Bu yüzden Erdem’i kendim arayamamış ve bir şey soramamıştım.

Onunla son görüşmem, Umay’ı alıp buraya getirmesini söylememden ibaretti.

Umay’ı getirmeliydi çünkü görünen o ki ben bu gece eve dönmeyecektim. Ona geleceğim diye söz vermişken yalnız bırakamazdım.

“On beş dakikadan az kalmış, Sinan aşağıda. Karşılamak için.”

Karşılamak için olup olmadığı tartışılırdı. Bana kalırsa Sinan bu koridordan kaçmaya çalışıyordu. Elimde olsaydı ben de öyle yapardım fakat bencil olma kotam çoktan dolmuştu. Ona yakın olabileceğim kadar yakın kalmam, burada olduğumdan haberi olmamasına rağmen ondan uzağa gitmemem gerekirdi.

Gözümün önündeki görüntü kaybolmuyordu.

Ekranda sadece boynundan yukarısını görmüş olmama rağmen onu son gördüğüm halinden çok daha zayıf oluşunu anlamamam mümkün değildi. Gözlerinin altındaki koyulukları, morarmaya yüz tutan dudaklarını görmüştüm. Görmüştüm ve gözümün önünden silemiyordum.

“O kadar geç kaldım ki ikisini de aynı halde, bir hastane köşesinde beklemekle cezalandırılıyorum değil mi?”

Doğan’ın gözlerinin içine bakarak konuşmuştum ama onun bana bakmaya devam edip bir şeyler söyleyecek hali yokmuş gibiydi. Daha doğrusu söyleyeceklerini yutmaya çalışıyormuş gibi…

O evin önünden bir hışımla bu hastaneye gelmiştik. Aklım o kadar bulanıktı ki hem sadece buraya gelene kadar birkaç saniye geçmiş hem de o yol yıllar sürmüş gibiydi.

Esila’yı görememiştim.

Müdahale edildiğini söyleyerek beni engelleyip durmuşlardı. O müdahale bir türlü bitmemişti. Saatler geçmiş ama onun yanına yaklaşmaya iznim olmamıştı.

İstanbul’a, daha kapsamlı kontrol edilebileceği bir hastaneye nakledilmesini istediğimi söylediğimde de reddedilmiştim. Onun adına karar verecek resmi hiçbir bağa sahip değildim ve doktoru da şu an için yerinden oynatılmamasının daha doğru olduğunu söyleyince diretme hakkım elimden alınmıştı.

Doğan’da duran bakışlarımı rastgele bir duvara çevirirken sırtımı yaslı tuttuğum yer dikenliymiş gibi sürekli kıpırdayıp duruyordum. Dakikalar geçmiş ama ben bir türlü olduğum yerde rahat edememiştim. Nereye oturursam oturayım rahat edemeyeceğim gerçeği açıktı, sandalyeyi suçlayarak kendimi avutuyordum.

Birkaç hemşire dışında kimsenin gelip geçmediği koridora adım sesleri dolmaya başladığında başımı çevirmek için acele etmedim. Yine hemşirelerden birinin ses yarattığını düşünmüştüm.

Doğan’ın hareketlenmesiyle birlikte bu kararım hızla değişmiş, başım koridorun sağına doğru çevrilmişti.

Yan yana yürümekte olan Sinan ve Erdem’i gördüğümde dengesiz şekilde de olsa ayaklandım. Çabam elbette onlar için değildi. Sinan’ın kucağında yan bir biçimde duran, yaklaştıkça yüzü daha seçilebilir hale gelen kızım içindi.

Umay’ın eşsiz gözlerinin beni bulmasını, beni görmesini bekledim. Etrafa bakınıyor ama nerede olduğunu anlayamıyor gibiydi.

Sinan aramızda iki adım kala durduğunda artık karşı karşıyaydık. Umay duvarlarda, asılı afişlerde ve kapılarda gezinen bakışlarını üstüme çevirdiğinde onun kollarıma gelmek için hareketleneceğini ya da belki küskün bir şekilde bana bakacağını tahmin ediyordum.

Geleceğim demiştim. Uzun sürmüştü ve gidememiştim. Üstelik evimizden ayrılması ve uzunca bir yol gelmesi gerekmişti.

Sinan, Umay’ın donukluğunu çözmek ister gibi bana doğru biraz daha yaklaştı. Umay aramızdaki mesafe onun bir kolundan kısa hale geldiğinde usulca elini kaldırıp bana dokundu. Kolumun rastgele bir noktasına uzanan parmakları bana temas ettiğinde bakışları yüzümdeydi.

Gerçekliğime inanmaya çalıştığını anladığım için sadece bekledim. Yanında olduğumu kabullenip kucağıma gelmek için küçük avuçlarını kaldırmasını bekledim.

Öyle yapmadı.

Hastanenin boğuk sessizliğini birden bire dağıttı, koridor onun sesiyle dolduğunda anın gerçekliğini sorgulayan kişi ben oluverdim.

Yanakları saniyeler içinde ıpıslak hale gelirken sessiz hıçkırıklarının bedenini sarsacağından emindim. Böyle alıştırmıştı çünkü beni. Sanki normali buymuş gibi hissetmeye başlamıştım.

Sinan’ın kucağında kıvranır gibi oldu. Sesli bir şekilde ağlamaya başladı.

Çığlıklar attı, bağırdı.

Annesi yetmemiş gibi bir de ben sözümü tutmadım diye, ona geri dönmedim diye isyan ediyordu. Hissedebiliyordum.

Kıpırdamadım. Yüzümde kontrol edemediğim bir gülüşle izledim onu. Ağlamasını durdurmak için hiçbir şey yapmadım.

Yanaklarından yuvarlanan yaşların sessizce değil, çığlıklarla düşüyor olmasına o an bin kez şükürler ettim.

Bu oldukça garipti. Dışarıdan bakan biri beni kalpsizin teki zannedebilirdi. Bir baba, kızı bağır çağır ağlıyor diye şükreder miydi? Bugüne kadar kimse etmediyse de, ilki bendim.

“Umay,” dedim titremesine engel olamadığım sesimle.

Beni duydu mu bilmiyorum ama ağlayışları hiç kesilmeden sürüyorken uzanıp onu sıkıca kendime çektim.

Omuzuma kapanıp hıçkırıklarla ağlamaya devam ettiğinde ikimizi birden düşürecekmişim gibi hissettiğim için arkamdaki sandalyeye güç bela geri oturdum.

Yüzümü saçlarına gömdüm, kollarımın arasında kaybolan bedenini sıkı sıkıya sardım.

“Geymedin,” diye sızlana sızlana konuşurken bir yandan da hiç durmadan ağlıyordu. “Sen geldin ama,” dedim beni duyabilmesi için dudaklarımı kulağına doğru yaklaştırıp. “Bak yanındayım şimdi.”

Avucumu sırtında dolaştırırken titreyen bedeninin sakinleşebilmesi için aceleciydim. Az önce ağlarken ses çıkartabildi diye bir anlığına rahatlayan halim kısa süre sonra kaybolmuştu.

Bir şeyler mırıldandı. Ağlamayı bırakmadığı için nefes nefeseydi, kısık çıkan sesini düzgünce algılayamıyordum. “Buradayım bebeğim,” dedim yumuşak saç tutamlarını öptükten hemen sonra. “Ben artık hep buradayım, yanındayım.”

Onu omuzumdan ayırabilmek için başının arkasından hafifçe destekleyerek doğrulttuğumda direnmedi. Islak yüzü, kızarık burnu ve dudakları ile yorgun bir şekilde bana baktı. İri yaşlar dökülen gözlerini uzun uzun izledim. Duygu’nun saçlarını topladığı iki ayrı tutam hâlâ başının üstündeydi. Dağılmış ancak tamamen bozulmamıştı.

“Buya neyesi?” diye sorduğunda bir eliyle yanağımla çenem arasında bir yerden bana tutunmuş haldeydi.

“Burası hastane,” dedim sırtını okşamayı bırakmadan. Başımı hafifçe eğip yüzümdeki parmaklarının üstünü yumuşak bir şekilde öptüm. “Hasta olunca buraya geliyoruz, iyi olmak için.”

Gözlerini kırpıştırdı. Kirpiklerinde asılı kalan birkaç damla peş peşe yanaklarına dökülmüştü. Başını öne doğru yaklaştırıp yanağımı öptü. “Hastalanmışsın mı?”

Onu yalnız bıraktığım için panikleyen hali durulmuştu. Evet desem tamamen affedilecektim sanırım. Ama onun küçük kalbine yalanlar doldurmaya niyetim yoktu.

Başımı iki yana salladım. “Ben hastalanmadım.”

Kucağımda dönmeye çalıştı. Arkasında dizili duran üçlüye bakmak istediği belliydi. Onu yormadan yan bir şekilde oturabileceği hale gelmesine yardım ettim. Kolu bana yaslı kalmış, bir bacağımda oturuyor konuma gelmişti.

“Kim hasta oymuş?”

Bakışlarım sırası ile üç adamda dolandı. Hepsi sessiz kalmıştı. Umay’a cevap vermesi gereken kişi bendim, biliyordum.

Cevap verdiğimde Umay buraya gelirken yaşadığı paniği, benim eve dönmememi ve onu bugün boyunca üzen her şeyi unutacaktı, emindim. Yine de kolaya kaçarak ona apar topar cevap vermek gözümde büyümüştü. Kim için burada olduğumuzu anladığında onun yanına gitmek isteyecekti çünkü.

Onu oyalayacak bir şeyler söyleyebilirdim ama dilim varmadı. Ne kadar erken öğrenirse, kalbindeki özlemin o kadar erken son bulacağını düşünerek dudaklarımı araladım. “Annen burada, Umay. Onun yanına geldik.”

Kucağımdaki bedeni kaskatı kesildi. Bakışlarını yüzüme çevirdikten sonra kollarımın arasında kuş gibi titredi. “Annem buyda..?” dedi sorar gibi. Sesi şüpheyle doluydu. Onun daha önce böyle kandırılmış olabileceğini düşündüğümde dişlerimi birbirine bastırıp kendimi sıktım.

“Evet kızım,” dedim sakin kalmayı deneyerek. Başımı hafifçe salladım. “Annen burada, biraz hasta olduğu için uyuması gerekiyor ama.”

Az önceki sesli ağlayışını bir şey zannederek kendimce rahata ermiştim. Bana artık güveniyor olduğunu, yanımda sesini çıkartabildiğini ve kucağıma gelene kadar beklediğini düşünerek avutmuştum kendimi.

Büyük bir yanılgıydı.

Umay annesinin burada olduğunu söylediğim anda iç çeke çeke, hıçkıra hıçkıra kucağımda parçalanmaya başladığında onun güvenli limanının Esila olduğunu haykırıyor gibiydi. Daha görmeden, sesini bile duymadan sırf burada dedim diye tüm duvarlarını indirmişti.

“Anne,” diye sesleniyor ancak ağlarken bir türlü konuşmaya devam edemiyordu.

Bedeni bana doğru devrildi. Dakikalarca omuzumda gözyaşı döktü.

Ara ara kollarımda kıpırdandı. Esila’ya gitmek istediğini biliyordum. Ona biraz beklemesi gerektiğini fısıldayarak kollarımı daha sıkı sarmaktan başka bir şey yapamamıştım.

Karşı duvara dizili duran üçlünün de gıkı çıkmamıştı bu süre boyunca. Sinan’ın başını eğmiş halini, Doğan’ın sıkıntıyla iç çekip durduğunu ve Erdem’in Umay ile birlikte ağlayacak gibi baktığını görmüştüm. Umay’ın acı çekiyormuş gibi kıvranan haline bakmaktan kaçtığım için bakışlarımı karşıya dikmiştim çünkü.

Umay göğsümde iki büklüm uyuyakaldığında bunun bir çeşit bayılma olduğundan şüphelenmiştim. Çok ağlamıştı. Çok fazla sarsılmıştı. Bedeni bunları kaldıramayıp kendisini kapatmış gibiydi.

“Ben…” diye mırıldanabildim sadece. Devamını sesli olarak dile getiremedim. Ben ne yapacağım? Hanginize kendimi nasıl affettireceğim?

 

 

~

 

 

“Çok zorladı kendini, biraz daha uyur muhtemelen.” diyerek Umay ile ilgili konuşan Erdem’e başımı hafifçe salladım.

Umay’ın hastanenin içinde kalmaması için kucağımda uyuyakaldıktan sonra onunla birlikte dışarıya çıkmış, daha yakında olan Erdem’in arabasının arka koltuğuna rahatça uzanması için olabildiğince uğraşmıştım. Arabadaki küçük yastık başının altında, bagajda bulduğumuz Duygu’ya ait hırka üzerine örtülü şekilde uykusuna devam ediyordu.

Doğan ve Sinan onun yanında kalmışlardı. Arabanın içinde, uyandığı anda fark edecekleri şekilde yakınındalardı. Hastanenin bahçesinde bir süre oyalandıktan sonra Erdem ile birlikte tekrar içeri girerken omuzlarım gergindi. Onun konuyu Umay üzerinde tutup beni rahatlatmaya çalışması da bundandı.

“Esila uyanana kadar uyursa daha iyi olur,” dedim sessizce. Umay’ın uyandıktan sonra sabırla bekleyeceğini düşünmüyordum. Mızmız bir çocuk değildi ama konu annesi olduğunda bir şeylerin değiştiğini kollarımda ağladığı sırada anlayabilmiştim.

Esila’yı beklediğimiz kata geri çıktığımızda onun kaldığı kısma yakın bir alan olmadığı için oturduğumuz diğer uca adımladık. Rastgele bir sandalyeye çökeceğim sırada bize doğru hızlı hızlı yürüyen bir hemşire görünce duraksamıştım.

“İzinsizce hastayı odasından çıkartamazsınız, beyefendi. Henüz doktoru görmemişti.”

Anlamsızca kadının yüzüne baktım. Erdem konuştu. “Biriyle mi karıştırıyorsunuz? Kimseyi dışarı ç-…” derken birden gözleri büyüdü. Bana döndü. “Esila çıkmış olabilir mi?”

Durmadım. Esila’ya ait odaya koşar adım vardığımda kapıyı hızla açıp odaya girdim.

Boştu. Oda bomboştu.

Yatağın örtüsü dağınıktı ama içeride kimse yoktu.

Vücudum kaldıramayacağım kadar ağır bir panikle sarsılmaya başlarken odanın içindeki banyoyu kaba hareketlerle kontrol etmiş ve orada da kimseyi görmeyince dışarı fırlamıştım.

“Yok!” dedim önüme çıkan Erdem’e delirmiş gibi. “Nereye gitti?”

Erdem omuzumu tutup beni sabit durmaya zorlamaya çalıştı ama aklımı yitirmiş gibiydim. Odadan çıkıp gitmiş miydi? Nereye gidecekti?

“Ateş, dur bi’ gözünü seveyim. Dur oğlum. Biz aşağı ineli on dakika oldu en fazla. Bu kadar sürede nereye gidecek? Buluruz şimdi.”

Aklıma üşüşenlerin bir kısmı Esila’nın odadan çıkıp gitmesi ihtimaliyle bağlantılıydı fakat diğer bir kısmı da birinin onu alıp gitmesi ihtimalini başıma vura vura bana hatırlatıyordu.

Birkaç saat önce gördüğüm ev ve odayı düşündüğümde ikinci kısım daha ağır basmaya başlamıştı. İçimde aynı anda hem öfke hem de telaş kaynıyordu.

Az önce bize ters ters bakan hemşire bir şeylerin yolunda olmadığını kolayca anlamış olacak ki daha temkinli bir ifadeyle yaklaştı. “Sizin de haberiniz yok anladığım kadarıyla,” dedi sakince. “Ben güvenliklere bildireyim. Koridorun kamera kayıtlarına baksınlar. İfade için bekleyen polis memuruna da haber vereceğim.”

Hemşire gözden kaybolduğunda ben koridorun ortasında nereye gideceğimi şaşırmış bir halde kalakalmıştım.

Erdem, o tutmasa düşecekmişim gibi omuzumu tutmayı bırakmadan bekliyordu.

“Arayalım,” dedim daha fazla oyalanmadan. “Etrafa bakalım. Niye duruyoruz?”

Başını olumlu anlamda salladı. Hızlı adımlarla yürümeye başladık.

İki dakika bile sürmeden, biz henüz hiçbir yere varamadan telefon zil sesi duyulmaya başlandı. Benim şarjım bitikti. Sesi umursamamıştım bu nedenle ama Erdem telefonunu çıkartıp kulağına yaslamadan önce, “Sinan arıyor,” deyince adımlarım sekteye uğramıştı.

Telefonu kulağına koymak yerine hoparlörü açıp benim de duyacağım şekilde tuttu telefonunu.

Sinan’ın sesi öyle yüksekti ki hoparlör açık olmasa da onu duyabileceğimi düşünmüştüm.

“Esila burada!” diye bağırmıştı birden. Nefes nefese, uzun bir süre koşmuş gibi kesikti sesi. Ama bir yandan da netti.

Kalbim bir hızlanıp bir yavaşlamaktan yorulmuşken nefes almaya çalıştım.

Esila aşağıdaydı. Bulunmuştu. Rahatlamam gerekirdi. Peki ama Sinan’ın sesi neden aksini yapmam gerekiyormuş gibi yükselmişti?

 

 

~~~

 

 

Esila’yı bulduk sanki…

Bulduk ve her şey rahata erdi mi bilemiyorum tabiiii

Umay’ın ağlayışlarını bastırmasının nedenini açıkça bilmiyorduk ama bugün önce babasına sonra annesine dayanarak biraz bu duvarı aştı gibi görünüyor :)

Umarım sevdiğiniz bir bölüm olmuştur. Son köprü bölümümüzdü. Buradan sonra artık hızla yol alıyor olacağız.

Öptümmm


Yorumlar

  1. Ateş'le aynı gün doğmuşuz 😱

    YanıtlaSil
  2. Yaa tam yerinde bitti meraktan çatlayacağım

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm