Gözyaşı Kadehleri 11.Bölüm

11.BÖLÜM




“Uçları biraz ıslanmış ama kalıcı bir şey değil,” Elbisesi ve topukluları ile birlikte nasıl rahatça yere çöktüğünü bilmediğim Beril gelinliğin eteğini az önce soktuğum yağmur birikintisinden hasarsız çıkartmaya çalışırken ben sessizdim.

“Kuru temizlemede çıkar bence de, sorun etmeyin hiç.”

Başrolünü paylaşıyor olduğum düğün töreni içeride devam ediyorken, daha doğrusu nikâhtan sonra artık bu tören koca bir yemek organizasyonuna dönüşmüşken içeride boğulduğumu hissetmeye başlamıştım. Bakışlarımla ve ifademle de bunu açıkça göstermeye başladığımda halimi ilk fark eden Ceylin’di.

Düğünün stresinden gerildiğimi düşünmüştü ama sonuç olarak beni dışarıya çıkartmış olmasından memnundum. Biz çıkarken peşimize Beril de takılmıştı ve böylece üçümüz yapının arkasında kalan geniş açıklığa varmıştık.

Düğünün bu kısımda gerçekleşebilmesine engel olan yağmur uyarıları da biz içerideyken gerçekliğini kanıtlamış ve yerleri ıslatacak kadar yağmur yağmıştı. Dolayısıyla ben uzun eteklerimle ilerlerken eteğimi biraz haşat etmiştim.

Beril ve Ceylin çok dert edeceğimi düşünerek beni rahatlatmak için çabalıyorken ben karşıdan görünen deniz manzarasına bakarak kendimi zihnen kapatmıştım.

“Yiyecek bir şeyler ayarlamamı istemediğinizden emin misiniz Seray Hanım?”

“Hastanede değilken bana adımla hitap etsen yeterli olur Ceylin.”

Nikâh şahidim olmuşken bana ‘hanım’ deyip durması Beril’e garip geliyor mu diye onun yüzüne baktığımda herhangi bir karmaşa görememiştim yüzünde.

Ceylin tatlı bir ifadeyle başını salladı. “Yemek?” diye tekrarladı sorusunu.

“Midem bir şeyler alacak gibi değil, siz geçin isterseniz içeri. Ben de geliyorum şimdi.”

“Ben de aynıydım, Seray. İnsan heyecandan midesini bile hissedemiyor tüm gün. Ama en stresli kısım bitti bak.”

Beril’in cümlelerine gülümsedim. En stresli kısım daha yeni başlıyordu aslında.

“Doğru söylüyorsun, ben de gittikçe sakinleşeceğim işte. Biraz yoruldum sabahtan beri.”

Kolumu dostça sıvazladı. “Tatlı yorgunluklar bunlar, boş ver.”

“Aa,” diyen Ceylin’le aynı anda ona döndük. “Cevahir Bey geliyor, biz geçelim içeri.”

Ceylin’in baktığı yöne gözlerimi diktiğimde üzerindeki ceketin düğmesini açmış ve papyonunun düğümünü çözmüş olan bir Cevahir’le karşılaşmıştım. Boynundan sarkan papyon her an düşecek gibiydi.

Beril kıkırdadı. “En az senin kadar gergin görünen kocanla baş başa bırakalım seni, birbirinizi sakinleştirin biraz. İçerisi bizde.”

Ceylin ve Beril kol kola girerek uzaklaşmaya başlarken bu ikilinin hangi ara birbirileriyle aynı düşünmeye başladığını sorgulayacak vaktim kalmamıştı. Yanından geçtikleri Cevahir’e duyamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra içeri doğru ilerlediler.

Cevahir yanıma ulaştığında gözlerimi yüzüne çevirmek yerine boynundaki sarkık kumaş parçasına doğru baktım. Başımı geriye eğerek kendimi uğraştırmaktansa göz hizamdaki yere bakmak daha kolay gelmişti.

Neden burada olduğumu sorup içeri girmem için ısrar edeceğini tahmin ediyordum. Beni yanıltarak kalçasını gerimizde bulunan alçak yükseltiye yasladı. Sarayın bahçesini arkadaki koruluktan ayıran bir sınırdı o yükselti.

“Ne zaman bitecek?” diye mırıldandım dayanamayıp.

Sessiz kaldı.

Az önce ilerleyip karşımdan ayrılarak yan yana durmamızı sağladığı için artık ona dönük değildim. Göz ucuyla sessizliğinin yüzüne nasıl yansıdığını görebilmek için ona baktım.

Gözlerini kapatarak başını geriye attığından boynundaki sert çıkıntı belirginleşerek ortaya çıkmıştı.

“Cevahir,” dedim sorumu duymamış olması imkânsız olsa da. “Ne zaman gideceğiz?”

“İçeriye girelim artık,” diyerek başını kıpırdattı ve doğrulttu. “En azından bir iki saat daha burada olacağız.”

Cevabımı alabilmiştim ama aldığım cevaptan kesinlikle memnun değildim. Burnumdan kısa bir nefes verdim. Sıkkınlığımı yeterince belli ediyordu.

“Dışarıda dursam olmuyor mu? Nefes alamıyorum orada.”

“Sence doktor?”

Yağmurun geride bıraktığı serinlik çıplak kollarımın üşümesine yol açtığında ürperdim. Onu yanıtsız bırakarak ileriye doğru adımladım. Vereceğim cevabın ne de olsa bir etkisi olmayacaktı.

Arkamdan gelen tok adım seslerini duyuyordum. Kapıya doğru yaklaştığımız sırada dirseğimin altından hafifçe kavradığı için adımlarım duraksadı. Omuzumun üstünden ona baktım.

“Şunu geri takabilecek misin? Teo’yu annemle yolladım, onu bekleyemem.”

Koluma temas etmeyen diğer eli boynundaki papyona dokunuyordu. Üstelemedim. Bedenimi tamamen ona çevirip karşısında durduktan sonra iki elimle birlikte yakasına uzandım. Ensesindeki küçük bağlantı yerine ulaşan parmaklarım boy farkımız yüzünden yeterince rahat değillerdi.

Rahatsızlığım ona da yansımış olacak ki bir kolu belimin biraz üstünden sırtıma dolanıp beni kendisine doğru çekerek yakınlaştırdı. Aynı anda da başını biraz eğerek bana kolaylık sağlamıştı.

Yüzünün yüzüme olan yakınlığını görmezden gelerek parmaklarımla aceleci bir tavır eşliğinde papyonu düzgünce boynuna dolayıp iliştirdim. Gömleğinin yakasını da düzelttikten sonra işim bitmişti.

Bedenimi geri çekmek için kıpırdadığımda o henüz kolunu çekme zahmetine girmediği için sırtımı koluna bastırmaktan öteye gidememiştim. “Bitti,” dedim kısık bir sesle. “Girelim içeri.”

Zaman zaman açık bir kahveye bürünen irisleri şu an olağandan biraz daha koyu ve yoğundu. Benim her zaman kopkoyu olan gözlerime diktiği bakışlarını birkaç saniye boyunca oradan çekmedi.

Kolunu sonunda gevşettiğinde arkamı dönerek kapıya yöneldim. İkinci adımımı atamadan elime elini dolamış, parmaklarımızın gevşekçe birbirlerine karışmasına sebep olmuştu. Birazdan adımlayacağımız bir salon dolusu insanın gözünde yeni evli bir çifttik. El ele tutuşmamız, tutuşmamamızdan çok daha az ilginçti.

Bir şey söylemedim. Elimi tuttuğu için adımlarımız birbirine uyumlu ortalama bir hız kazanmıştı. İçeri girince bedenim ısıyla çözülürken omuzlarım tam olarak gevşeyememişti.

“Şal bulabilirler mi bana?” diye sordum ilerledikçe üstümüze yavaş yavaş çevrilen farklı farklı bakışların hapsindeyken. “Üşüdün mü?”

“Biraz,” dedim dürüst olarak.

“Masaya geç, birine söyleyip geliyorum.”

Başımı hafifçe salladım. Salonun ortasında birbirimizden farklı yönlere ayrılacakken elimi bırakmadan önce havaya kaldırıp parmaklarımın üstünü nazikçe öptü. Bakışlarını bizden çekemeyenler için tatlı bir gösteriydi.

Cevahir yanımdan ayrıldığında bize ayrılan masaya doğru ilerlemeye başladım. Masaya varmak üzereyken duyduğum sesle az önce şal istememiş olmayı diledim. Cevahir’in gitmemiş olmasını ilk kez diliyordum.

“Seray.” diyerek bana doğru yaklaşan beden anneme aitti.

Üstündeki siyah, şık elbiseye öylece göz attıktan sonra bakışlarımı yüzüne çevirdim. Sağ tarafında eşi ve kızı da ayakta bekliyorlardı.

“Merhaba,” diye kısa bir selam verdim önce Ahmet Bey’e ve Tuğçe’ye. Ardından sakince anneme döndüm yeniden. Ona yeniden dudaklarımı aralamak yerine başımı sadece hafifçe sallamakla yetinmiştim.

“Nikâhtan önce uğrayamadım yanına,” dedi hızla konuşarak. “Eşinle tanıştım, odaya gelecektim ama…”

Ama ben istemedim anne.

“Cevahir bahsetti. Yoğundu yukarısı zaten, önemi yok.”

Odamda -son anda misafir olan Nilgün Avcıoğlu dışında- görevlilerden başka kimse yoktu ancak bunu açıkça dile getirmedim.

“Anladım,” dedikten sonra konuşmanın tıkandığını hissettim. Bir anne ve kızı arasında bu kadar hızlı konu biter miydi? Bitiyordu. Belki de anne ve kız olamayışımızın en büyük göstergelerinden biriydi.

Ahmet Bey durumun garipliğine müdahale etme ihtiyacı duymuş olacak ki hafifçe boğazını temizledikten sonra konuştu. “Tebrik ederiz Seray.”

“Teşekkür ederim,” dedim başımı ona çevirip hafifçe salladıktan sonra.

“Mutluluklar Seray abla, çok güzel olmuşsun.” Tuğçe’nin hevesli sesi sanırım bu üçlüden en tahammül edilebilir olandı. Ona kısa bir an gülümsedim. “Sen daha güzelsin.”

Utanarak kıkırdadı. Yüz hatları annemi fazlasıyla andırıyordu. Babasına hayal meyal benziyorken tamamen annesinin kopyası olmuştu. Benim aksime…

Bende Gülden Öcal’dan kalan doğru düzgün bir gen sanıyorum ki yoktu. Açık kumral saçları ve ela gözleriyle benim tak aksim gibiydi. Siyah saçlarım, koyuluğundan kahverengine değil de siyaha çalan gözlerimle ondan tamamen bağımsızdım.

Kısa süren sessizlik omuzlarımda hissettiğim ince kumaş ve sırtıma hücum eden sıcaklık eşliğinde sona erdi. “Bunu bulabildiler, inceyse ceketimi sen alırsın.”

Kollarımın çoğunu örten ve üst bedenimi kapatan şalın dokusuna alışmaya çalışarak boynumu çevirdim. Cevahir tam arkamdaydı.

“Yeterli bu,” diye mırıldandım. “Teşekkür ederim.”

Kulağım ve yanağım arasındaki sınıra dudaklarını bastırdı. Sanırım rica ediyordu(!).

“Hoş geldiniz tekrar,” diyerek annemlere doğru konuştuğunda üçünün de dikkatle Cevahir’e baktığını fark ettim.

Tuğçe hayran hayran bakarak beni gülmek üzereymiş gibi bir hale sokmuştu. Annemin ve Ahmet Bey’in bakışları daha farklıydı. Üzerinde durmadım. Bugünden sonra onları bir daha göreceğimizi bile sanmıyordum.

“Hoş bulduk,” diye yanıtlayan Ahmet Bey’di.

“Hazır bir aradayken ailenle ayaküstü de olsa tanışmak isteriz Cevahir oğlum.”

Annemin cümlesiyle eşzamanlı olarak kulaklarım uğuldamıştı. Ne hakla böyle bir şey söylüyordu?

Dudaklarımı buna gerek olmadığını söylemek üzere araladığımda ben konuşamadan sırtıma belli belirsiz göğsü değiyor olan bedenden ses yükseldi. “Tabii, masalarına uğrayalım. Dedem de sizinle tanışmayı istiyordu.”

“Cevahir,” dedim fısıldayarak. Başımı ona doğru çevirmiş, boynumu ağrıtarak da olsa gözlerimi gözlerine dikmiştim.

Beni duymazlıktan geldi. Yaklaşık bir dakika sonra kendimi Avcıoğlu ailesine ayrılmış olan geniş yuvarlak masanın önünde, yanımda kocam, annem, annemin kocası ve kızı varken ayakta bulmuştum.

Harika bir andı. Her gün bu anı yaşasam, ömrüm yarı yarıya kısalır ve belki daha fazla saçmalığa maruz kalmadan ölür giderdim.

“Biraz daha uğramasaydınız kalkıp gidecektim, nasıl düğün bu? Gelinle damat kaçak gibi ortadan kaybolup duruyor.”

Fahri Avcıoğlu sitemlerini dile getirirken ona doğru baktım. “Ben biraz stresliyim, Cevahir hava almam için dış kısma çıkarttı beni Fahri Bey. Baş başa kalabilmek için.”

Yanımda duruyor olan Cevahir’in koluna girip ona doğru yaslandım. Saçımın tepesine yumuşak bir öpücük bıraktı. “Gelinin kalabalıktan pek hoşlanmıyor dede, ona uysam nikâhtan başka bir şey yapamazdık.”

Fahri Bey bize doğru bakarken az önce hafif çattığı kaşları gevşedi. Birbirimize yapışmış halimizden memnun görünüyordu.

“Gülden Hanım, Seray’ın annesi dede.” Yanımızda üç kişi daha olduğunu hatırlayan Cevahir annemi tanıttığında Fahri Bey oturduğu yerden doğruldu. “Öyle mi? Memnun olduk, düğünden önce tanışmak kısmet olmadı.”

Annem gülümsedi. Sanki bu tanışamama bir talihsizlikmiş gibi başını salladı. “Maalesef öyle oldu, başka bir sorun olmasın yeter ki.”

Annem sırayla masadakilerle tokalaşıp tanıştı. Beril ve Doğan burada değillerdi. Levent de başlarda ortalıkta görünse de sonra yok olmuştu. Düğünde bulunmanın meraklısı olmadığını tahmin ediyordum zaten.

Yani masada Fahri, Cavit ve Ecevit Beyler vardı. Onlara eşlik eden de Zerrin Hanım’dı.

Annem en son Zerrin Hanım’dan elini ayırdıktan sonra eliyle eşini gösterdi. “Eşim Ahmet,” dediğinde gözlerimi kıstım. Bir sonraki adımının koca bir saçmalık olmamasını diliyordum. Annem devam edemeden önce Zerrin Hanım konuştu.

“Seray ikinize de hiç benzemiyor, maşallah bambaşka bir kız doğurmuşsunuz.”

Saçmalamaya çalışırken aslında işime gelen bir cümle kurmuştu. “Ahmet Bey annemin ikinci eşi,” dedim sakince. “Babam değil.”

Bakışlar üzerime çevrildi. Hepsinin gözlerinde ‘baban nerede o zaman’ sorusu gördüğüme yemin edebilirdim.

Direkt olarak soramıyor olmalarını fırsata çevirerek sessiz kaldım. Ardından bu saçma tanışma merasimini yanımıza doğru gelen Volkan bölmüştü.

“Seray…” dediğinde direkt ona döndüm. “Efendim?”

“Bölüyorum sizi ama bizim masanın bir kısmı dağılıyor yavaş yavaş, hastaneye geçecek olan nöbet grubu var. Çıkmadan önce siz bir uğrarsınız belki diye düşündüm.”

Harika düşünmüşsün diyerek üstüne atlamak istiyordum. Tutacağı nöbetlerden birkaçını ben devralabilirdim şu an beni neyin içinden çekip kurtardığını bir bilseydi…

Mahcup olmuş gibi bir ifadeyle masadakilere döndüm. Fahri Bey’e bakmıştım bilerek. Kendisine bakıyor olmamı memnuniyetle karşıladı. “Gidin gidin, hastanedeki tüm doktorları buraya getirmediniz inşallah. Kim var orada?”

Hafif esprili konuşmasına gülerek yanlarından Cevahir ile birlikte ayrıldık.

Bir şekilde diyaloğumun olduğu doktorların ve hastanedeki çalışanların birlikte oturuyor olduğu masaya doğru ilerlerken içimden koca bir nefes vermiştim.

Önümüzdeki günlerin az önceki ana benzer çok fazla an doğuracağını bilerek adımladığım bu evren beni karanlığına hapsedip yutacakmış gibi hissediyordum.

 

~

 

“Seray!”

Bu bir bağırış değildi ancak daldığım yerden beni aniden çıkartarak bağırıştan farksız bir etki yaratmıştı.

Soluma doğru döndüm. “Ne oldu?”

“Geldik.”

Arabanın durduğunu az önce fark edebilmiştim. Etrafa kısaca baktığımda fazlaca modern duran bir villanın önünde bulunduğumuzu görebildim.

Eşyalarım benden önce bu evin yolunu tutmuş olsa da ben ilk kez görüyordum. Yaklaşık bir saat önce düğün alanından ayrılıyor olmak güzel bir fikir olarak beni mutlu etmişken yolculuğun sonunun buraya çıkacağını hesaba katmamıştım.

Cevahir birden fazla kez benim evime gelmişti ancak ben onun evine hiç uğramamıştım. Şimdi ise uğramanın da ötesini yapıyor, bu eve yerleşiyordum. Hatta yerleşmiştim bile…

Benim biraz daha kendime geldiğimi düşünerek arabadan indiğinde kapısını kapattığı anı uzun bir nefes almak için kullandım. Uzanıp kendi kapımı açarken ben yarıya kadar itemeden dışarıdan o müdahale etmiş ve kapıyı kendisi açmıştı.

Ara sıra yağıp duran ancak şu an yağmayı kesmiş yağmura şükrederek ayaklarımı yere bastım. Uzattığı eline tutunmadan, ondan destek almak yerine kapıya tutunarak yapmıştım bunu.

Evin en göze çarpan rengi ahşaplardan sızan kahverengiydi. Ona eşlik eden gri ve siyah da ölçülüydü. Etrafı yeterince yeşil, kendisi de bir o kadar ferah duruyordu.

Ve büyüktü. Tek başına bu evde ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu denli büyük bir yerde tek başıma kalmaktansa küçük bir odada olmayı yeğleyebilirdim.

Evin kapısından çok uzakta değildik. Küçük bir yeşil alan aştığımızda artık kapıya varılacak son birkaç adımın başlangıcındaydık.

Kapıya yaklaşmadan onun öne geçmesini ve kapıyı açmasını bekledim. Cebinden çıkan anahtarı kapıya taktıktan sonra kapıyı araladı ve geriye doğru itti. İçeri girmesini bekliyorken bunu yapmak yerine geri çekilerek eliyle bana geçmemi işaret etti.

“Evine hoş geldin Seray Avcıoğlu.”

Her kelimesini bastıra bastıra kurduğu cümlesini zihnimde birkaç kez daha duyduktan sonra fazla afallamadan içeri adımladım.

Geniş bir antreye geçiş yaptığımda evin tavanının normalden fazlasıyla yüksek olduğunu fark etmiş oldum.

“Evi keşfetmeden önce üstünü değiştirmek isteyeceğini varsayıyorum.”

Aksini savunmadım. Haklıydı. Gelinlik her geçen saniye bana daha büyük bir yük haline geliyordu.

“Odaya çıkalım, bu taraftan.”

Bahsettiği tarafa yürüdüğümde evin dışındaki siyah kaplamaya benzer bir merdivenle karşılaştım. Yukarıya doğru kıvrılan uzunca bir merdivendi.

Onu beklemeden yukarı çıkmaya başladım. Merdivenin son basamağında eteğimi düzeltmek için sendelediğimde sırtıma büyük avucuyla sıkıca bastırarak bir adım arkamda olduğunu kanıtlamıştı. “Yavaş, doktor. Bu merdivenleri böyle dikkatsiz kullanacaksan ilk işimiz asansör yaptırmak olsun.”

Dudaklarımı büktüm alayla. “Karısını ilk gün merdivenden düşüren bir iş adamı olarak forsun mu sarsılırdı?”

Gözlerimin içine dikkatle baktığı sırada artık ikimiz de merdivende değildik. Onun bu bakışmayı sonlandırmayacağını anladığımda buna girişen ben oldum.

“Nerede odam?”

“Odamız.”

“Hım?” dedim afallamış bir halde. Öylesine ilerlediğim sağ tarafa doğru attığım adımı geri alarak yanına yanaştım. “Ne dedin?”

“Odamız dedim.”

Sırıttım. “Komikti, iğrenç geçen bir günün sonunda bu şakaya ihtiyacım vardı kesinlikle.”

Yüzündeki ifade taştanmış gibi asla farklılaşmıyordu.

“Cevahir,” dedim vurgulayarak. “Odam nerede?”

“Ayrı bir odan yok.”

Gelinliğin omuz askısı düşemeyecek kadar sıkı olsa da parmaklarıma oyalanacak bir şey bulmak için askımı düzelttim. “Bu koca evde boş bir oda olmadığına inanmamı mı bekliyorsun? Çocuk mu var karşında?”

“Evde yeterince boş oda var, Seray. Yatak odası yapmak dışında ne halt istersen yapabilir, odaları kullanabilirsin.”

“Sebep?”

Kollarını göğsünde birleştirdi. Tavrının sarsılmayacağını, kendinden emin olduğunu göstere göstere geriniyordu.

“Sabah kahvaltıdan önce gelip, akşam ayrılan yardımcılar var. Temizlik sırasında evde iki ayrı yatak odası olmasını nasıl açıklamayı planlıyorsun?”

“O odaya girmemelerini söylersin olur biter, aptal saptal konuşma istersen.”

“Risk alamam.” dedi omuzlarını kaldırıp indirerek.

“İyi,” dedim kabullenmiş gibi bir an duraksayıp. “Salonda uyurken tutulacak belin için bir fizyoterapist aramaya başla o halde.”

Ağzını aralayacak gibi olduğunda hızla parmağımı dudağına bastırdım. Bakışları parmağıma doğru çevrildi. Kendim de bu tuzağa düşmeden dudaklarımı araladım. “Alarmını kurarsın, yardımcıların gelmeden odaya çıkar ya da ne halin varsa görürsün.”

Uyuma tartışmasını bir kenara bırakmak zorundaydım çünkü bir an önce üstümü değiştirmeye ihtiyacım vardı. “Şimdi odayı göster artık.”

Arkamda kalan kapıyı başıyla işaret ettiğinde elimi dudağından çektim. “Kıyafetlerim?” diye sordum arkamı dönüp odaya girmek üzere hareketlenmişken.

“Giyinme odasında, odadaki kapılardan cama yakın olanı.”

“Harika,” dedim omuzumun üstünden ona bakıp. “Teşekkür ederim kocacım(!)”

Büyük bir alayla konuştuktan sonra kendimi odaya attım. Kapıyı kapatıp sırtımı oraya yasladığımda gözlerimi de aynı anda yummuş, odanın içine bile bakmadan kendimi gözlerimin önünde oluşturduğum karanlığa hapsetmiştim.

Birkaç dakika böyle kalarak kendime gelmeye çalıştıktan sonra gözlerimi araladım. Odanın ışığını açmak için yanımdaki duvarda elimi gezdirmiş ve içeriyi aydınlatmıştım.

Geniş, aşağıdaki tavan yüksekliğine kıyasla daha normal bir yükseltiye sahip odanın içinde dolu dolu eşya yoktu. Bu da içeriyi daha iç açıcı gösteriyordu.

Koyu ahşap ve bolca cam içeren oda dizaynında en merkezde neredeyse üç kişilik görünen bir yatak vardı. Yatak başlığı duvarda bayağı yer kaplıyor, aynı duvara yaslı iki yüksek komodinde yatağın iki yanında duruyordu.

İçeride dolap olmasını garipsemedim, giyinme odasına buradan geçiliyorsa bunun bir anlamı yoktu. Yere kadar inen pencerenin önünde büyük bir berjer vardı. Karşı duvarda ise geniş bir masa görmüştüm. Bu bir makyaj masasıydı. Aynaları ve çekmeceleri kullanım amacını fazlasıyla açık ediyordu.

Üzerinde dizili duran malzemelerin bana ait olduğunu fark ettiğimde masanın da benim gelişimle birlikte odaya dahil olduğunu tahmin ettim. Bildiğim kadarıyla Avcıoğlu makyaja ilgi duymuyordu.

Yatağın karşısındaki kısımda biri cama yakın diğeri giriş kapısı tarafında kalan iki kapı vardı. Cam tarafındakinin giyinme odasına ait olduğunu öğrendiğim için önce diğer kapıya uzandım.

Beklediğim gibi burada küçük sayılamayacak bir banyo bulmuştum.

Bir köşesinde duş, diğer tarafında ise beyaz oval bir küvet vardı. Soluk bir gri ve yine kahvelerle süslüydü.

Girmişken ellerimi yıkamaya ve az önce masadakiler gibi burada da benim kişisel bakım eşyalarım bulunduğundan makyajımı çıkartmaya karar vermiştim.

Cevahir’in bahsettiği yardımcıların bu yerleşimi hallettiği belliydi. Gayet özenli ve doğru gruplar halindeydi her şey.

Makyajımı çıkarttıktan sonra giyinme odasına yöneldim. Üç duvarı dolaplarla, kalan duvar ise geniş bir aynayla kaplı bir odaydı. Yatak odası kadar büyük değildi ancak azımsanamayacak şekilde genişti.

Dolapları açıp kapatarak kıyafetlerimin ne halde olduğuna baktım. Bazı kısımlarda Cevahir’in giysileri ve benimkiler neredeyse birbirlerine değecek kadar iç içeydi.

Görüntüye bakmak iç çekerek duraksamama sebep oldu. Ne yaşıyordum ben?

Sorgu saatimin başladığını ve eğer müdahale etmezsem saatler süreceğini kendime hatırlatarak ince kumaşlı bir şortu ve kısa kollu bol tişörtlerimden birini alıp kenara bıraktım. Sırada üzerimdeki ağırlıktan kurtulmak vardı.

Gelinliğimi giyerken odamda kuaförler ve makyözler bulunduğundan onlardan yardım almış ve bir şekilde içine girebilmiştim. Şimdi ise çıkartırken tek başıma olacaktım.

Derin bir nefes alıp kendime cesaret vermeye çalıştım. Ardından yavaşça kollarımı sırtıma doğru uzatıp aynaya yan dönerek ellerimi fermuarı açabilmek için hareketlendirdim.

Fermuarın en üst kısmını biraz açabilmiş ancak devamında bileğimi döndürme pahasına da olsa fermuarı oynatamamıştım.

Sinirlerim bozularak çocuk gibi tepinme isteğime engel olmaya çabaladım. Banyodan makas bulup gelinliği kesmek ve Cevahir’i çağırıp yardım almak arasında zor bir ikilemdeydim.

Hangi seçenek beni daha az üzecekti?

En azından daha rahat hareket edebilmek için ayakkabılarımdan kurtulup giyinme odasında bir köşeye attıktan sonra dışarı çıktım. Odaya geçtiğimde banyo kapısı gözüme cazip görünse de oflayıp odadan çıktım.

“Cevahir.” diye seslendim düz bir sesle. Nerede olduğunu bilmiyordum, aşağıdaysa sesimi biraz daha yükseltecektim.

Kapısında durduğum yatak odasının karşı çaprazında bulunan bir kapı açıldı. Kapının aralığından Cevahir çıkmadan önce oranın bir başka banyo olduğunu fark etmiştim.

Pantolonu yerli yerinde olsa da üstünde tek bir kumaş parçası olmadan kapıdan çıkarttığı bedenine fazla bakmadan bakışlarımı yüzüne diktim. “Fermuarım,” dedim sadece.

“Geldim,” derken bana doğru adımlamıştı. Odaya geri girip kendime duracak boş bir nokta seçtikten sonra arkamı geldiği yöne dönerek bekledim.

Adım seslerinin ardından yaklaştığını hissettiğim ısıdan da anlamam mümkün oldu. “Elim yetişmedi,” dedim açıklama yapma gereği duyarak.

“Sorun yok,” derken parmak uçları sırtımı sıyırıp fermuarın başlangıç noktasına dokunmuştu. “Böyle anlarda kocandan yardım isteyebilirsin, doktor.”

Sırtımı gerdim. Omuzlarımı geriye atmam bir an duraksamasına neden oldu. “Zevk mi alıyorsun kocam olduğunu dile getirip durmaktan?”

Sinirle sorduğum soruya cevap vermek yerine fermuarımı yavaşça açmaya başladı. Kalçama doğru ulaşan fermuarın sonu kalçamın tam altında bitiyordu. Oraya kadar indirmesine engel olmak için aceleyle eline doğru uzandım. Arkam dönük olduğu için bizi saçma sapan bir pozisyona sokmuştum.

Bileğini yakaladığımda kalçamın başlangıcında fermuar da parmakları da kalakaldı.

“Ne oldu?”

“Gerisini ben hallederim.”

Bekledi biraz. “Pekâlâ, sen hallet gerisini.”

Sırtım tamamen açık haldeyken adımlarımı giyinme odasına yönelttim. Ben ilerlerken onun da odadan çıkmak ya da yerinde durmak yerine beni takip ettiğini fark eder etmez afallayarak ona dönmüştüm. “Nereye?”

“Seni izleyeceğim.”

Dudaklarım şaşkınlıkla aralı kalırken bir süre yüzüme baktı. Sonra birden sesli bir biçimde güldü. “İnanılmaz bir kadınsın, Seray. Sen bu banyoyu meşgul ederken ben de diğer tarafta duş alacağım, kıyafet almak için geliyorum.”

Açıklaması devam ederken çoktan içeri girmiş ve bir iki parça giysi alıp odadan çıkmıştı. Çıkarken kocaman bir alanda olmamıza rağmen omuzuma sürtünmesine onu boğarak tepki vermek istesem de tek yaptığım ağzımın içinde homurdanıp durmaktı.

Gelinlikten kurtulduktan sonra duş almam, giyinmem ve saçlarımla meşgul olup biraz odayı keşfetmem fazlasıyla zamanımı almıştı.

Odadan çıktığımda midemde ziller çalıyor, sabah kahvaltısından -iki üç zeytin ve biraz domates içeren zengin bir tabaktı- sonra hiçbir şey yememiş olmamın acısı yeni çıkıyordu.

Üst katta başka hangi odalar var ya da yok bakmak yerine merdivenlere yönelip yavaş yavaş aşağıya inmeye başladım.

İnerken çıplak ayaklarımla çıkarttığım sesler evde yayılıyor, kulaklarıma geri dönüyordu.

“Cevahir?” diye seslendim yine. Ben bu evde bu adamı sürekli arayıp bulmaya mı çalışacaktım? Koca evdi, nerede olduğunu nasıl anlayabilirdim?

Herhangi bir tepki gelmediğinde dudaklarımı ıslatarak aklıma esen yöne adımladım. Sola yürüdüğümde beni açık iki kanatlı bir kapıya sahip mutfak karşıladı. Evin geri kalanının aksine burası kahverengiden yoksundu. Siyah ve griyle bezeliydi.

Açlığım beni yıkmak üzere olsa da Cevahir’i bulmadan burada kafama göre bir şeyler yapmak istemiyordum.

“Evi lavanta kokutmuşsun.”

Aniden arkamdan gelen sesle yerimde hafifçe sallandım. Panikle arkamı döndüğümde siyah bir tişört ve eşofmanla mutfak girişine omuzunu yaslamış bana bakan Cevahir’le karşı karşıya gelmiştim.

“Hoşlanmıyorsan senin adına üzgünüm, bolca burnuna çarpacak bu koku.”

Bir şeyler söylemek yerine gözlerimin içine yoğun bakışlarıyla bakıp durdu. Hiç konuşmayacağını sanarak yemek konusunu açacağım sırada dudakları aralandı. “Kokunu değiştirecek kadar delirdiğin bir gün karşı karşıya gelmeyelim zaten.”

Ne demeye çalıştığını çözmekle beynimi meşgul ederken o ileri doğru adımladı. “Aç mısın?”

“Evet,” dedim hiç beklemeden. “Çok.”

Dudakları kıvrıldı. “Mutfağı keşfet o halde, ben de açım.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Sen önceden keşfetmişsindir, vakit kaybetmeyelim. Buyurun lütfen sayın Avcıoğlu.”

Elimle tezgâhı gösterdim. Cevahir göz ucuyla gösterdiğim yere baktıktan sonra yeniden bakışlarını yüzüme dikti. “Ha Cevahir Avcıoğlu ha Seray Avcıoğlu diyorsun, ne farkı var değil mi?”

Kesinlikle böyle bir şey söylemiyordum ama yaklaşıp buzdolabına ilerlediği için motivasyonunu bozmamak adına sustum. Karnım doyacaksa dilime bir süreliğine kilit vurabilirdim.

Cevahir’i mutfakta bırakıp evi gezeceğimi söyledikten sonra kendimi dışarı atmıştım.

Bulunduğum katta yani girişte mutfak dışında bir de salon vardı. Bir işlevi olmayan odalara gir çık yapmadan, görmem gereken yerleri görerek üst kata da çıkmış ve ev turumu uzunca tamamlamıştım.

Eve girdiğimizde söylediği gibi bolca boş oda vardı. Üst kattaki yatak odası, çalışma odası ve aşağıdaki geniş spor odası dışında hiçbir yeri kullanışlı hale getirmemişti.

Yeterince oyalandığımı ve bu sürenin yemek yapabilmek için Cevahir’e yeteceğini düşünerek son durağımı mutfak yaptım.

Henüz mutfağa giremeden burnuma inanılmaz hoş bir baharat kokusu gelmeye başlamıştı. Hangi baharatın ya da baharatların bu kokuyu yaydığı hakkında bir fikrim yoktu ama öncekinden on kat daha aç hissediyordum şu an.

Mutfağa daldığımda Cevahir’i ocağın tepesinde, sırtı gerin bir biçimde derin bir tavayla uğraşırken buldum.

Ben genelde onun gelişlerini fark edemesem de o ben henüz kapıdan geçmeden bakışlarını bana çevirmişti.

“Geleyim mi?” diye sordum. Aslında ‘yemek hazır mı’ sorusuydu bu.

“Gel, soldaki dolapta tabaklar var. Sen onları çıkartana kadar hazır olur.”

Bahsettiği dolabı bulup ada tezgâhın bir ucunu bizim için masa haline getirdim. Çapraz olacak şekilde koyduğum tabaklara çekmeceleri karıştırıp servis bulduğumda bir yandan da tavanın içini görmeye çalışıyordum. Bu kadar güzel kokan neydi?

Ben yapacakları hallettikten sonra Cevahir de tavanın altını kapatmış ve yanına aldığı geniş tahtaya tavadakileri çıkartmaya başlamıştı. Ne yaptığı bu sayede görebildiğinde omuzlarımı yenilgiyle düşürdüm.

“Kırmızı et mi yaptın?”

Tavadaki etleri ayırırken bakışlarını bir anlığına bana çevirdi. “Evet,” dedikten sonra ben huysuzlanamadan devam etti. “Sıradan bir kırmızı et değil, tadına baktıktan sonra yemek istememe ihtimalin yok.”

İddialı oluşuna kaşlarımı havaya kaldırıp tepki verirken yerime geçmek için hareketlendim. Ada tezgâhın başında kalan kısmı ona bırakıp uzun kenarın ona yakın kısmına yerleştim.

Elindeki tahta servisi getirip ortaya bıraktığında ben ıslak görünen, hafif bir sosla kaplı etleri incelemekteydim.

“Evi gezerken aşağıya indin mi?” diye sordu yerine oturmadan. Başımı iki yana salladım. “Kalk o zaman.” dediğinde ağlayacak gibi yüzümü buruşturmuştum. “Çok açım, sonra bakarım aşağıya.”

“Yürü, Seray.”

İnadıyla uğraşmak yerine yemeğe iyice geç başlamamak için ayaklandım. Bir yandan söyleniyor, bir yandan da önden ilerleyip beni yönlendirdiği tarafa doğru adım atıyordum.

“Yürü Seray, soru sorma Seray, evlen Ser-…”

“Kızım bi’ sus!” diye aniden bana döndüğünde irkilerek yerimde sıçradım. “Ay!”

“Sana ay asıl, aç insan bu kadar konuşamaz nasıl bir şeysin sen?”

Çok konuşan biri değildim aslında. Hiç olmamıştım. Hatta hayatıma anlık da olsa girip çıkan insanlar bu huyumdan yakınırlardı, denk geldiğim olmuştu. Az konuşurdum, susmayı saatlerce anlatmaya tercih ederdim.

Cevahir benim yerime de susunca sanırım onun yanında huy değiştirmem ve biraz çenemi açmam gerekmişti. Kendisine özel bu değişimden bahsetmedim. Beni çenesi düşük biri sanabilirdi, umurumda olmazdı.

Yukarı çıkan merdivenin altında, çıkarken gördüğüm ancak evi gezerken inmeye gerek duymadığım alt kata inen bir merdiven daha vardı.

İndikçe karanlık bir yere vardığımız için buranın bodrum kat olduğu kesinleşmişti. Işık almıyordu.

İner inmez Cevahir bir yere dokunup ışığı açtı. Böylece buradaki koridor aydınlanmış oldu. Birkaç kapı vardı. Hepsini tek tek gezeceğimizi düşünmüştüm ve aslında neden inatla yemekten önce geziyor olduğumuzu da merak ediyordum. Oysa Cevahir direkt olarak en uzaktaki kapıya doğru ilerledi.

“Gel böyle,” dediğinde küçük adımlarla yanına ulaştım.

Kapıyı açtığında içeride ne göreceğimi düşünmekteydim. Bu sırada odanın ışığı kapıyla birlikte açılmış ve beni aşina olduğum bir manzarayla baş başa bırakmıştı.

Odayı dikkatle incelemeden önce omuzumun üstünden arkamda kalan Cevahir’e doğru baktım. “Şaraplarımı satmamışsın…”

Yüzü buruştu. “Ne?”

“Evden eşyalarımı toplatırken ben şarapları da aldırdığında satacaksın sanmıştım, evinde bir mahzen olduğunu düşünmedim.”

“Yoktu zaten,” dedi sakince.

Bu kez yüzü allak bullak olan bendim. “Yoktu?” dedim sorar gibi. “Ne zaman var oldu?”

“Geçen hafta.”

Göğsümü öne doğru şişirecek derin bir nefes aldım. Bir şey söyleyemedim. Daha doğrusu ne söylemem gerektiğini seçemedim.

“Kırmızı etle beyaz, tatlı bir meyve şarabı iyi gidebilir…” diye konuşmaya başladığında panikle uzandığı yere giden elini durdurdum. “Ne?” dedim hayretle. “Olmaz ki.”

Güldü. Gülüşünü gördüğümde benimle uğraşıyor olduğunu anlayarak ters ters baktım.

Kırmızı şarapların dizili olduğu taraftan buruk, baharatlı bir şişeyi çekip çıkarttı. “Bu olur o zaman.”

Zaten neyi alacağını biliyordu. Komik miydi yani?

Ters bakışlarımı biraz daha üstünde tuttuktan sonra kapıya yöneldim. Onun bana yapıp durduğu gibi ben de yer olduğu halde bedenine bedenimi sürterek kapıya geçmiştim.

Arkamdan gelen kısık boğaz temizleme sesi eşliğinde merdivenlere yürürken dudaklarımda tatlı bir zafer gülümsemesi vardı.

Zorlanarak evet dediği evliliğin ilk gününde ne kadar zafer kazanabilirse bir insan, o kadar zafer dolmuştum işte…

Mutfağa döndüğümde sandalyeme yerleştim. Cevahir geldiğinde önce iki kadeh çıkartıp önüme doğru bıraktı. Ardından tirbuşon almak için açtığı çekmeceyi kapatıp yanıma geldi ve oturdu. Kırmızı şarabın saydam camı lekelemesini kısa bir an izledikten sonra daha fazla sabredemeyerek çatalımla et parçalarından birini kendi tabağıma çektim.

Kırmızı etten nefret ediyor değildim ama onlarca yemek varken aklıma gelecek bir seçenek değildi. Mutsuz mutsuz bıçağımla eti parçalarken Cevahir işini bitirmiş ancak kendine et almak yerine beni izlemeye başlamıştı.

Böldüğüm parçayı çatalıma alıp dudağıma yaklaştırmadan önce ona baktım. “Sen yemeyecek misin? Zehirli bir şey mi bu Avcıoğlu?”

“Evet, seni ilk gece öldürüp mirasına konayım diyorum Seray.”

İstemsizce güldüm. Mirasına konulacak biri varsa eğer, o kesinlikle ben değildim. “Fikir için teşekkürler,” diye mırıldanmam onu da güldürdü.

Daha fazla soğutmadan eti ağzımın içine aldım. Dilime direkt olarak yayılan tat yavan bir et tadı değil, tek tek çözümlemekte zorlandığım bir lezzet karmaşasıydı.

Gözlerim kısılarak ağzımdakini çiğnemeye devam ederken bakışlarını üstümden çekmeyen Cevahir’e döndüm. “Çok kötü,” dedim vurguyla. “O kadar kötü ki, bence sen yememelisin hiç.”

Başta dağılır gibi olan kendinden emin ifadesi devam etmemle birlikte daha güçlü bir hale geldi. “Afiyet olsun,” dedi sadece.

Başımı salladım teşekkür eder gibi. Kalan sürede ise ona bakmak yerine etin ve kadehimdeki şarabın tadını çıkartmakla meşgul olmuştum.

Yemek bitene kadar bir şey konuşmadık. Yani ben sessiz kalıp yemek yemekle uğraştım ve o da bana eşlik ederek ses çıkartmadı. Yemeğin sonunda tabakları bulaşık makinesine attığım sırada ikincisini doldurduğu kadehiyle mutfaktan ayrılmıştı.

En son birlikte şarap içtiğimizde kendimi unutacak hale geldiğimi anımsayarak ikinci kadehten bile kaçındım. Kendi boş kadehimi de makineye yollayıp mutfaktan ayrıldım.

Ben duş almak ve hazırlanmakla uğraşırken Cevahir arabada kalan ve bugün lazım olabilecek eşyalarımla doldurduğum sırt çantamı eve getirmişti. Bunu evi gezerken çantayı salonda görünce fark etmiştim.

Şimdi de o çantaya ve içindeki telefonuma ulaşabilmek için salona yöneldim.

Cevahir’i de burada bulmuştum.

Salonun bir kısmı tamamen koltuklara ayrılmıştı. O da koltuklardan en geniş olanında oturuyor, kucağında bir tablet tutuyordu. Öndeki sehpaya bıraktığı kadeh henüz doluydu.

Sehpanın yanında, yerde duran çantaya doğru eğildim. Cevahir arkamda kalmıştı.

Çantanın içinde telefonumu nereye attığımı bulmaya çalışırken Cevahir’den anlamsız bir ses yükseldi. Neye homurdandığını anlamak için eğik halde başımı ona çevirdim. “Ne oluyor?”

“Yok bir şey,” dediğinde doğruldum. “O zaman ne homurdanıyorsun arkamda?”

“Önüme geçip belini kıvırmazsan arkanda homurdanmamış olurum, doktor.”

Kaşlarımı çattım. Ben konuşamadan o konuştu. “Yanakların, belin… Gamzelerden ibaret misin sen? Her yerin neden o çukurlarla dolu?”

Sağ yanağımda gülümsemediğim zamanlarda dahi belirgin, sol yanağımda ise gülünce belirginleşen birer çukura sahiptim. Bunu fark etmesi normaldi. Ancak belimdeki iki gamzenin varlığını kendim dahi unutmuştum, gözü ne ara oraya takılmıştı?

“Sana ne benim gamzelerimden? İyi değil misin şu an acaba sen biraz?”

Gamzelerimin olmasına sinirlenmesi normal miydi? Akıl hastası bir adamla evlenmek tam bana yakışır bir hareketti zaten.

“Bana ne, evet!” dedi bir anda.

Günün gerginliğini yaşadığını varsayarak daha fazla bir şey söylememeye karar verdim. Bugünkü kotamı ben de çoktan doldurmuştum.

Telefonumu bulup aldıktan sonra çantayı da sırtıma geçirdim. Aslında telefona biraz burada bakabilirdim, zaten bu nedenle iki saat çantada arayıp durmuştum ancak şu an vazgeçmiştim. “Ben uyuyacağım, sen de kendi kendine konuş burada. Duyan olur belki.”

“Deli iması yapma bana.”

“Tanı koyamam zaten,” dedim uzaklaşmadan önce. “Yarın sabah psikiyatri polikliniğine uğra ama mutlaka.”

Keyifli bir biçimde sırıttı. “Yarın izinliyiz, karıcım.”

“Ne alaka şimdi?”

“Yeni evliyiz,” dedi ellerini iki yana açarak. “Yorgun yorgun senin işe gitmeni istemeyen patronun izin ayarladı sana.”

“O patronun-…” diye başladığımda susmamın sebebi kendi iradem dışındaydı. Ayaklanıp ağzımı sıkıca kapatmıştı aniden. “Kocaya sövülmez, ne edep adap bilmeyen bir kadınmışsın sen.”

Gözlerimi irice açtım. Hem ağzımı kapatıyor hem de daha da sinirimi bozuyordu. Patlayacaktım şimdi.

“Ben de gitmeyeceğim, çiçeği burnunda çift olarak evimizde kalacağız.”

Başımı iki yana salladım elini çeksin diye. Sonunda ağzımı serbest bıraktığında direkt konuştum. “Birkaç saatlik düğünde mi yorulduk diyeceğiz insanlara? Düğünün yarısında bahçedeydik.”

Dudakları sanıyorum ki daha önce görmediğim kadar büyük ve keyifli bir kıvrım kazandı. “Yorucu olan kısım düğün değil, gamzeli.”

Duraksadım. Üçüncü saniye imasının yerine ulaşması için yeterliydi.

Elimin tersiyle göğsüne sertçe patlatıp kendi elimi de acıttıktan sonra dudaklarımı araladım. “Ne bu tavır?”

“Düğün gecelerinin uyuyup horuldamakla geçmediğini senin dışında herkes ilk seferde anlayabiliyor.”

Elimi bir kere daha göğsüne vurdum. “Ayısın sen, anca horuldarsın zaten.”

Omuzuma yüklediğim çanta ağırlık yapıp boynumu ağrıtınca yerimde kıpırdandım. Derdimi anlayarak çantayı tek hamlede omuzumdan alıp koltuğa doğru bıraktı.

“Bu evlilik bizim dışımızdaki herkese gerçek, Seray. İnan bana normal şartlarda bir günden çok daha fazlasını dinlenerek geçirmen gerekirdi.”

“Hım,” dedim uzatarak. Çenemi havaya dikmiş, gözlerimi gözlerine odaklamıştım. “Üzerinden atman gereken, uzun zamandır seninle olan bir doluluk mu var?”

Az önceki gibi göğsüne vurmama ya da belki en kötü ihtimalle kafa atmama falan ihtimal vermiş olacak ki yalnızca dudaklarımdan bunları dökmem bir an duraksamasına sebep oldu.

“Ne?”

İşaret parmağımı büküp oldukça yavaş bir biçimde altındaki eşofmanın lastiğini takip ederek tişörtünün üstünden tenine sürtündüm. Parmağımın ortasındaki sert çıkıntıyı yeteri kadar hissedebildiğinden emindim.

“Evlilik gerçek ya da değil, herhangi bir varlık benim aldatıldığımı ve buna sebep olanın kendisi olduğunu düşünmeyecek bu bir yıl boyunca Avcıoğlu. Bu sınırı kapalı tutamayacak kadar iradesiz bir adam olmadığını varsayıyorum.”

Kiminle ne yaptığı umurumda değildi ancak bizden başka kime giderse gitsin onun evli olduğu bilinecekti ve bu aldatıldığıma dair haberlerin yayılabileceği gibi bir risk içeriyordu. Bunu göze almazdım.

“Sınırlar bir tek karıma açık Avcıoğlu,” derken yüzünde pis bir sırıtış vardı.

Karnındaki elimi onu aynı noktadan yumruklamak için kullandığımda beklemediği güçte ve anda gelen darbeyle hafifçe inledi. Belki bunda karnına değil, kasıklarına doğru kayıp orayı hedef haline getiren elimin küçük bir katkısı da olabilirdi…

Karnındaki kas yığınına vursam kendi elimi acıtmaktan başka bir şey yapamazdım. Stratejik olmam lazımdı.

“Yavaş,” diye soludu.

“Yalvar istersen,” diye yanıtladım. “Sen bir hamle yaparsan ben sana üç hamleyle geleceğim, ayağını denk al. Karını da hafife almayı kes, Cevo.”

Arkamı dönüp o ne olduğunu anlayamadan merdivenlere yöneldiğimde dudaklarımda tatlı bir sırıtış vardı.

“Cevo ne be?” diye bağırdı arkamdan.

“Yeni lakabın,” diye bağırarak cevap verdim. “Çok yakıştı, Avcıoğlu.”

Kıkırdayarak odaya çıkarken günün başlangıcı ve sonunun birbirinden bayağı farklı oluşunu düşünerek kendimi kutladım.

Eldeki şartlarla ne kadar olabilirse, o kadar idare edecektim.

Bir yıl dediğiniz neydi ki? Şunun şurasında 364 gün kalmıştı işte…

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm