Gözyaşı Kadehleri 11.Bölüm
11.BÖLÜM
“Uçları biraz
ıslanmış ama kalıcı bir şey değil,” Elbisesi ve topukluları ile birlikte nasıl
rahatça yere çöktüğünü bilmediğim Beril gelinliğin eteğini az önce soktuğum
yağmur birikintisinden hasarsız çıkartmaya çalışırken ben sessizdim.
“Kuru temizlemede
çıkar bence de, sorun etmeyin hiç.”
Başrolünü
paylaşıyor olduğum düğün töreni içeride devam ediyorken, daha doğrusu nikâhtan
sonra artık bu tören koca bir yemek organizasyonuna dönüşmüşken içeride
boğulduğumu hissetmeye başlamıştım. Bakışlarımla ve ifademle de bunu açıkça
göstermeye başladığımda halimi ilk fark eden Ceylin’di.
Düğünün
stresinden gerildiğimi düşünmüştü ama sonuç olarak beni dışarıya çıkartmış
olmasından memnundum. Biz çıkarken peşimize Beril de takılmıştı ve böylece
üçümüz yapının arkasında kalan geniş açıklığa varmıştık.
Düğünün bu
kısımda gerçekleşebilmesine engel olan yağmur uyarıları da biz içerideyken
gerçekliğini kanıtlamış ve yerleri ıslatacak kadar yağmur yağmıştı. Dolayısıyla
ben uzun eteklerimle ilerlerken eteğimi biraz haşat etmiştim.
Beril ve Ceylin
çok dert edeceğimi düşünerek beni rahatlatmak için çabalıyorken ben karşıdan
görünen deniz manzarasına bakarak kendimi zihnen kapatmıştım.
“Yiyecek bir
şeyler ayarlamamı istemediğinizden emin misiniz Seray Hanım?”
“Hastanede
değilken bana adımla hitap etsen yeterli olur Ceylin.”
Nikâh şahidim
olmuşken bana ‘hanım’ deyip durması Beril’e garip geliyor mu diye onun yüzüne
baktığımda herhangi bir karmaşa görememiştim yüzünde.
Ceylin tatlı bir
ifadeyle başını salladı. “Yemek?” diye tekrarladı sorusunu.
“Midem bir şeyler
alacak gibi değil, siz geçin isterseniz içeri. Ben de geliyorum şimdi.”
“Ben de aynıydım,
Seray. İnsan heyecandan midesini bile hissedemiyor tüm gün. Ama en stresli
kısım bitti bak.”
Beril’in
cümlelerine gülümsedim. En stresli kısım daha yeni başlıyordu aslında.
“Doğru
söylüyorsun, ben de gittikçe sakinleşeceğim işte. Biraz yoruldum sabahtan
beri.”
Kolumu dostça
sıvazladı. “Tatlı yorgunluklar bunlar, boş ver.”
“Aa,” diyen
Ceylin’le aynı anda ona döndük. “Cevahir Bey geliyor, biz geçelim içeri.”
Ceylin’in baktığı
yöne gözlerimi diktiğimde üzerindeki ceketin düğmesini açmış ve papyonunun
düğümünü çözmüş olan bir Cevahir’le karşılaşmıştım. Boynundan sarkan papyon her
an düşecek gibiydi.
Beril kıkırdadı.
“En az senin kadar gergin görünen kocanla baş başa bırakalım seni, birbirinizi
sakinleştirin biraz. İçerisi bizde.”
Ceylin ve Beril
kol kola girerek uzaklaşmaya başlarken bu ikilinin hangi ara birbirileriyle
aynı düşünmeye başladığını sorgulayacak vaktim kalmamıştı. Yanından geçtikleri
Cevahir’e duyamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra içeri doğru ilerlediler.
Cevahir yanıma
ulaştığında gözlerimi yüzüne çevirmek yerine boynundaki sarkık kumaş parçasına
doğru baktım. Başımı geriye eğerek kendimi uğraştırmaktansa göz hizamdaki yere
bakmak daha kolay gelmişti.
Neden burada
olduğumu sorup içeri girmem için ısrar edeceğini tahmin ediyordum. Beni
yanıltarak kalçasını gerimizde bulunan alçak yükseltiye yasladı. Sarayın
bahçesini arkadaki koruluktan ayıran bir sınırdı o yükselti.
“Ne zaman
bitecek?” diye mırıldandım dayanamayıp.
Sessiz kaldı.
Az önce ilerleyip
karşımdan ayrılarak yan yana durmamızı sağladığı için artık ona dönük değildim.
Göz ucuyla sessizliğinin yüzüne nasıl yansıdığını görebilmek için ona baktım.
Gözlerini
kapatarak başını geriye attığından boynundaki sert çıkıntı belirginleşerek
ortaya çıkmıştı.
“Cevahir,” dedim
sorumu duymamış olması imkânsız olsa da. “Ne zaman gideceğiz?”
“İçeriye girelim
artık,” diyerek başını kıpırdattı ve doğrulttu. “En azından bir iki saat daha
burada olacağız.”
Cevabımı
alabilmiştim ama aldığım cevaptan kesinlikle memnun değildim. Burnumdan kısa
bir nefes verdim. Sıkkınlığımı yeterince belli ediyordu.
“Dışarıda dursam
olmuyor mu? Nefes alamıyorum orada.”
“Sence doktor?”
Yağmurun geride
bıraktığı serinlik çıplak kollarımın üşümesine yol açtığında ürperdim. Onu
yanıtsız bırakarak ileriye doğru adımladım. Vereceğim cevabın ne de olsa bir
etkisi olmayacaktı.
Arkamdan gelen
tok adım seslerini duyuyordum. Kapıya doğru yaklaştığımız sırada dirseğimin altından
hafifçe kavradığı için adımlarım duraksadı. Omuzumun üstünden ona baktım.
“Şunu geri
takabilecek misin? Teo’yu annemle yolladım, onu bekleyemem.”
Koluma temas
etmeyen diğer eli boynundaki papyona dokunuyordu. Üstelemedim. Bedenimi tamamen
ona çevirip karşısında durduktan sonra iki elimle birlikte yakasına uzandım.
Ensesindeki küçük bağlantı yerine ulaşan parmaklarım boy farkımız yüzünden
yeterince rahat değillerdi.
Rahatsızlığım ona
da yansımış olacak ki bir kolu belimin biraz üstünden sırtıma dolanıp beni
kendisine doğru çekerek yakınlaştırdı. Aynı anda da başını biraz eğerek bana
kolaylık sağlamıştı.
Yüzünün yüzüme
olan yakınlığını görmezden gelerek parmaklarımla aceleci bir tavır eşliğinde
papyonu düzgünce boynuna dolayıp iliştirdim. Gömleğinin yakasını da
düzelttikten sonra işim bitmişti.
Bedenimi geri
çekmek için kıpırdadığımda o henüz kolunu çekme zahmetine girmediği için
sırtımı koluna bastırmaktan öteye gidememiştim. “Bitti,” dedim kısık bir sesle.
“Girelim içeri.”
Zaman zaman açık
bir kahveye bürünen irisleri şu an olağandan biraz daha koyu ve yoğundu. Benim
her zaman kopkoyu olan gözlerime diktiği bakışlarını birkaç saniye boyunca
oradan çekmedi.
Kolunu sonunda
gevşettiğinde arkamı dönerek kapıya yöneldim. İkinci adımımı atamadan elime
elini dolamış, parmaklarımızın gevşekçe birbirlerine karışmasına sebep olmuştu.
Birazdan adımlayacağımız bir salon dolusu insanın gözünde yeni evli bir
çifttik. El ele tutuşmamız, tutuşmamamızdan çok daha az ilginçti.
Bir şey
söylemedim. Elimi tuttuğu için adımlarımız birbirine uyumlu ortalama bir hız
kazanmıştı. İçeri girince bedenim ısıyla çözülürken omuzlarım tam olarak
gevşeyememişti.
“Şal bulabilirler
mi bana?” diye sordum ilerledikçe üstümüze yavaş yavaş çevrilen farklı farklı
bakışların hapsindeyken. “Üşüdün mü?”
“Biraz,” dedim
dürüst olarak.
“Masaya geç,
birine söyleyip geliyorum.”
Başımı hafifçe
salladım. Salonun ortasında birbirimizden farklı yönlere ayrılacakken elimi
bırakmadan önce havaya kaldırıp parmaklarımın üstünü nazikçe öptü. Bakışlarını
bizden çekemeyenler için tatlı bir gösteriydi.
Cevahir yanımdan
ayrıldığında bize ayrılan masaya doğru ilerlemeye başladım. Masaya varmak
üzereyken duyduğum sesle az önce şal istememiş olmayı diledim. Cevahir’in
gitmemiş olmasını ilk kez diliyordum.
“Seray.” diyerek
bana doğru yaklaşan beden anneme aitti.
Üstündeki siyah,
şık elbiseye öylece göz attıktan sonra bakışlarımı yüzüne çevirdim. Sağ
tarafında eşi ve kızı da ayakta bekliyorlardı.
“Merhaba,” diye
kısa bir selam verdim önce Ahmet Bey’e ve Tuğçe’ye. Ardından sakince anneme
döndüm yeniden. Ona yeniden dudaklarımı aralamak yerine başımı sadece hafifçe
sallamakla yetinmiştim.
“Nikâhtan önce
uğrayamadım yanına,” dedi hızla konuşarak. “Eşinle tanıştım, odaya gelecektim
ama…”
Ama ben istemedim anne.
“Cevahir bahsetti.
Yoğundu yukarısı zaten, önemi yok.”
Odamda -son anda
misafir olan Nilgün Avcıoğlu dışında- görevlilerden başka kimse yoktu ancak
bunu açıkça dile getirmedim.
“Anladım,”
dedikten sonra konuşmanın tıkandığını hissettim. Bir anne ve kızı arasında bu
kadar hızlı konu biter miydi? Bitiyordu. Belki de anne ve kız olamayışımızın en
büyük göstergelerinden biriydi.
Ahmet Bey durumun
garipliğine müdahale etme ihtiyacı duymuş olacak ki hafifçe boğazını
temizledikten sonra konuştu. “Tebrik ederiz Seray.”
“Teşekkür
ederim,” dedim başımı ona çevirip hafifçe salladıktan sonra.
“Mutluluklar
Seray abla, çok güzel olmuşsun.” Tuğçe’nin hevesli sesi sanırım bu üçlüden en
tahammül edilebilir olandı. Ona kısa bir an gülümsedim. “Sen daha güzelsin.”
Utanarak kıkırdadı.
Yüz hatları annemi fazlasıyla andırıyordu. Babasına hayal meyal benziyorken
tamamen annesinin kopyası olmuştu. Benim aksime…
Bende Gülden
Öcal’dan kalan doğru düzgün bir gen sanıyorum ki yoktu. Açık kumral saçları ve
ela gözleriyle benim tak aksim gibiydi. Siyah saçlarım, koyuluğundan
kahverengine değil de siyaha çalan gözlerimle ondan tamamen bağımsızdım.
Kısa süren
sessizlik omuzlarımda hissettiğim ince kumaş ve sırtıma hücum eden sıcaklık
eşliğinde sona erdi. “Bunu bulabildiler, inceyse ceketimi sen alırsın.”
Kollarımın çoğunu
örten ve üst bedenimi kapatan şalın dokusuna alışmaya çalışarak boynumu
çevirdim. Cevahir tam arkamdaydı.
“Yeterli bu,”
diye mırıldandım. “Teşekkür ederim.”
Kulağım ve
yanağım arasındaki sınıra dudaklarını bastırdı. Sanırım rica ediyordu(!).
“Hoş geldiniz
tekrar,” diyerek annemlere doğru konuştuğunda üçünün de dikkatle Cevahir’e
baktığını fark ettim.
Tuğçe hayran
hayran bakarak beni gülmek üzereymiş gibi bir hale sokmuştu. Annemin ve Ahmet
Bey’in bakışları daha farklıydı. Üzerinde durmadım. Bugünden sonra onları bir
daha göreceğimizi bile sanmıyordum.
“Hoş bulduk,”
diye yanıtlayan Ahmet Bey’di.
“Hazır bir
aradayken ailenle ayaküstü de olsa tanışmak isteriz Cevahir oğlum.”
Annemin
cümlesiyle eşzamanlı olarak kulaklarım uğuldamıştı. Ne hakla böyle bir şey
söylüyordu?
Dudaklarımı buna
gerek olmadığını söylemek üzere araladığımda ben konuşamadan sırtıma belli
belirsiz göğsü değiyor olan bedenden ses yükseldi. “Tabii, masalarına
uğrayalım. Dedem de sizinle tanışmayı istiyordu.”
“Cevahir,” dedim
fısıldayarak. Başımı ona doğru çevirmiş, boynumu ağrıtarak da olsa gözlerimi
gözlerine dikmiştim.
Beni duymazlıktan
geldi. Yaklaşık bir dakika sonra kendimi Avcıoğlu ailesine ayrılmış olan geniş
yuvarlak masanın önünde, yanımda kocam,
annem, annemin kocası ve kızı varken ayakta bulmuştum.
Harika bir andı.
Her gün bu anı yaşasam, ömrüm yarı yarıya kısalır ve belki daha fazla saçmalığa
maruz kalmadan ölür giderdim.
“Biraz daha
uğramasaydınız kalkıp gidecektim, nasıl düğün bu? Gelinle damat kaçak gibi
ortadan kaybolup duruyor.”
Fahri Avcıoğlu sitemlerini
dile getirirken ona doğru baktım. “Ben biraz stresliyim, Cevahir hava almam
için dış kısma çıkarttı beni Fahri Bey. Baş başa kalabilmek için.”
Yanımda duruyor
olan Cevahir’in koluna girip ona doğru yaslandım. Saçımın tepesine yumuşak bir
öpücük bıraktı. “Gelinin kalabalıktan pek hoşlanmıyor dede, ona uysam nikâhtan
başka bir şey yapamazdık.”
Fahri Bey bize
doğru bakarken az önce hafif çattığı kaşları gevşedi. Birbirimize yapışmış
halimizden memnun görünüyordu.
“Gülden Hanım,
Seray’ın annesi dede.” Yanımızda üç kişi daha olduğunu hatırlayan Cevahir
annemi tanıttığında Fahri Bey oturduğu yerden doğruldu. “Öyle mi? Memnun olduk,
düğünden önce tanışmak kısmet olmadı.”
Annem gülümsedi.
Sanki bu tanışamama bir talihsizlikmiş gibi başını salladı. “Maalesef öyle
oldu, başka bir sorun olmasın yeter ki.”
Annem sırayla
masadakilerle tokalaşıp tanıştı. Beril ve Doğan burada değillerdi. Levent de
başlarda ortalıkta görünse de sonra yok olmuştu. Düğünde bulunmanın meraklısı
olmadığını tahmin ediyordum zaten.
Yani masada
Fahri, Cavit ve Ecevit Beyler vardı. Onlara eşlik eden de Zerrin Hanım’dı.
Annem en son
Zerrin Hanım’dan elini ayırdıktan sonra eliyle eşini gösterdi. “Eşim Ahmet,”
dediğinde gözlerimi kıstım. Bir sonraki adımının koca bir saçmalık olmamasını
diliyordum. Annem devam edemeden önce Zerrin Hanım konuştu.
“Seray ikinize de
hiç benzemiyor, maşallah bambaşka bir kız doğurmuşsunuz.”
Saçmalamaya
çalışırken aslında işime gelen bir cümle kurmuştu. “Ahmet Bey annemin ikinci
eşi,” dedim sakince. “Babam değil.”
Bakışlar üzerime
çevrildi. Hepsinin gözlerinde ‘baban nerede o zaman’ sorusu gördüğüme yemin
edebilirdim.
Direkt olarak
soramıyor olmalarını fırsata çevirerek sessiz kaldım. Ardından bu saçma tanışma
merasimini yanımıza doğru gelen Volkan bölmüştü.
“Seray…”
dediğinde direkt ona döndüm. “Efendim?”
“Bölüyorum sizi
ama bizim masanın bir kısmı dağılıyor yavaş yavaş, hastaneye geçecek olan nöbet
grubu var. Çıkmadan önce siz bir uğrarsınız belki diye düşündüm.”
Harika
düşünmüşsün diyerek üstüne atlamak istiyordum. Tutacağı nöbetlerden birkaçını
ben devralabilirdim şu an beni neyin içinden çekip kurtardığını bir bilseydi…
Mahcup olmuş gibi
bir ifadeyle masadakilere döndüm. Fahri Bey’e bakmıştım bilerek. Kendisine
bakıyor olmamı memnuniyetle karşıladı. “Gidin gidin, hastanedeki tüm doktorları
buraya getirmediniz inşallah. Kim var orada?”
Hafif esprili
konuşmasına gülerek yanlarından Cevahir ile birlikte ayrıldık.
Bir şekilde
diyaloğumun olduğu doktorların ve hastanedeki çalışanların birlikte oturuyor
olduğu masaya doğru ilerlerken içimden koca bir nefes vermiştim.
Önümüzdeki
günlerin az önceki ana benzer çok fazla an doğuracağını bilerek adımladığım bu
evren beni karanlığına hapsedip yutacakmış gibi hissediyordum.
~
“Seray!”
Bu bir bağırış
değildi ancak daldığım yerden beni aniden çıkartarak bağırıştan farksız bir
etki yaratmıştı.
Soluma doğru
döndüm. “Ne oldu?”
“Geldik.”
Arabanın
durduğunu az önce fark edebilmiştim. Etrafa kısaca baktığımda fazlaca modern
duran bir villanın önünde bulunduğumuzu görebildim.
Eşyalarım benden
önce bu evin yolunu tutmuş olsa da ben ilk kez görüyordum. Yaklaşık bir saat
önce düğün alanından ayrılıyor olmak güzel bir fikir olarak beni mutlu etmişken
yolculuğun sonunun buraya çıkacağını hesaba katmamıştım.
Cevahir birden
fazla kez benim evime gelmişti ancak ben onun evine hiç uğramamıştım. Şimdi ise
uğramanın da ötesini yapıyor, bu eve yerleşiyordum. Hatta yerleşmiştim bile…
Benim biraz daha
kendime geldiğimi düşünerek arabadan indiğinde kapısını kapattığı anı uzun bir
nefes almak için kullandım. Uzanıp kendi kapımı açarken ben yarıya kadar
itemeden dışarıdan o müdahale etmiş ve kapıyı kendisi açmıştı.
Ara sıra yağıp
duran ancak şu an yağmayı kesmiş yağmura şükrederek ayaklarımı yere bastım.
Uzattığı eline tutunmadan, ondan destek almak yerine kapıya tutunarak yapmıştım
bunu.
Evin en göze
çarpan rengi ahşaplardan sızan kahverengiydi. Ona eşlik eden gri ve siyah da
ölçülüydü. Etrafı yeterince yeşil, kendisi de bir o kadar ferah duruyordu.
Ve büyüktü. Tek
başına bu evde ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu denli büyük bir
yerde tek başıma kalmaktansa küçük bir odada olmayı yeğleyebilirdim.
Evin kapısından
çok uzakta değildik. Küçük bir yeşil alan aştığımızda artık kapıya varılacak
son birkaç adımın başlangıcındaydık.
Kapıya
yaklaşmadan onun öne geçmesini ve kapıyı açmasını bekledim. Cebinden çıkan
anahtarı kapıya taktıktan sonra kapıyı araladı ve geriye doğru itti. İçeri
girmesini bekliyorken bunu yapmak yerine geri çekilerek eliyle bana geçmemi
işaret etti.
“Evine hoş geldin
Seray Avcıoğlu.”
Her kelimesini
bastıra bastıra kurduğu cümlesini zihnimde birkaç kez daha duyduktan sonra
fazla afallamadan içeri adımladım.
Geniş bir antreye
geçiş yaptığımda evin tavanının normalden fazlasıyla yüksek olduğunu fark etmiş
oldum.
“Evi keşfetmeden
önce üstünü değiştirmek isteyeceğini varsayıyorum.”
Aksini
savunmadım. Haklıydı. Gelinlik her geçen saniye bana daha büyük bir yük haline
geliyordu.
“Odaya çıkalım,
bu taraftan.”
Bahsettiği tarafa
yürüdüğümde evin dışındaki siyah kaplamaya benzer bir merdivenle karşılaştım.
Yukarıya doğru kıvrılan uzunca bir merdivendi.
Onu beklemeden
yukarı çıkmaya başladım. Merdivenin son basamağında eteğimi düzeltmek için
sendelediğimde sırtıma büyük avucuyla sıkıca bastırarak bir adım arkamda
olduğunu kanıtlamıştı. “Yavaş, doktor. Bu merdivenleri böyle dikkatsiz
kullanacaksan ilk işimiz asansör yaptırmak olsun.”
Dudaklarımı
büktüm alayla. “Karısını ilk gün merdivenden düşüren bir iş adamı olarak forsun
mu sarsılırdı?”
Gözlerimin içine
dikkatle baktığı sırada artık ikimiz de merdivende değildik. Onun bu bakışmayı
sonlandırmayacağını anladığımda buna girişen ben oldum.
“Nerede odam?”
“Odamız.”
“Hım?” dedim
afallamış bir halde. Öylesine ilerlediğim sağ tarafa doğru attığım adımı geri
alarak yanına yanaştım. “Ne dedin?”
“Odamız dedim.”
Sırıttım.
“Komikti, iğrenç geçen bir günün sonunda bu şakaya ihtiyacım vardı kesinlikle.”
Yüzündeki ifade
taştanmış gibi asla farklılaşmıyordu.
“Cevahir,” dedim
vurgulayarak. “Odam nerede?”
“Ayrı bir odan
yok.”
Gelinliğin omuz
askısı düşemeyecek kadar sıkı olsa da parmaklarıma oyalanacak bir şey bulmak
için askımı düzelttim. “Bu koca evde boş bir oda olmadığına inanmamı mı
bekliyorsun? Çocuk mu var karşında?”
“Evde yeterince
boş oda var, Seray. Yatak odası yapmak dışında ne halt istersen yapabilir,
odaları kullanabilirsin.”
“Sebep?”
Kollarını
göğsünde birleştirdi. Tavrının sarsılmayacağını, kendinden emin olduğunu
göstere göstere geriniyordu.
“Sabah
kahvaltıdan önce gelip, akşam ayrılan yardımcılar var. Temizlik sırasında evde
iki ayrı yatak odası olmasını nasıl açıklamayı planlıyorsun?”
“O odaya
girmemelerini söylersin olur biter, aptal saptal konuşma istersen.”
“Risk alamam.”
dedi omuzlarını kaldırıp indirerek.
“İyi,” dedim
kabullenmiş gibi bir an duraksayıp. “Salonda uyurken tutulacak belin için bir
fizyoterapist aramaya başla o halde.”
Ağzını aralayacak
gibi olduğunda hızla parmağımı dudağına bastırdım. Bakışları parmağıma doğru
çevrildi. Kendim de bu tuzağa düşmeden dudaklarımı araladım. “Alarmını
kurarsın, yardımcıların gelmeden odaya çıkar ya da ne halin varsa görürsün.”
Uyuma
tartışmasını bir kenara bırakmak zorundaydım çünkü bir an önce üstümü
değiştirmeye ihtiyacım vardı. “Şimdi odayı göster artık.”
Arkamda kalan
kapıyı başıyla işaret ettiğinde elimi dudağından çektim. “Kıyafetlerim?” diye
sordum arkamı dönüp odaya girmek üzere hareketlenmişken.
“Giyinme
odasında, odadaki kapılardan cama yakın olanı.”
“Harika,” dedim
omuzumun üstünden ona bakıp. “Teşekkür ederim kocacım(!)”
Büyük bir alayla
konuştuktan sonra kendimi odaya attım. Kapıyı kapatıp sırtımı oraya
yasladığımda gözlerimi de aynı anda yummuş, odanın içine bile bakmadan kendimi
gözlerimin önünde oluşturduğum karanlığa hapsetmiştim.
Birkaç dakika
böyle kalarak kendime gelmeye çalıştıktan sonra gözlerimi araladım. Odanın
ışığını açmak için yanımdaki duvarda elimi gezdirmiş ve içeriyi aydınlatmıştım.
Geniş, aşağıdaki
tavan yüksekliğine kıyasla daha normal bir yükseltiye sahip odanın içinde dolu
dolu eşya yoktu. Bu da içeriyi daha iç açıcı gösteriyordu.
Koyu ahşap ve
bolca cam içeren oda dizaynında en merkezde neredeyse üç kişilik görünen bir
yatak vardı. Yatak başlığı duvarda bayağı yer kaplıyor, aynı duvara yaslı iki
yüksek komodinde yatağın iki yanında duruyordu.
İçeride dolap
olmasını garipsemedim, giyinme odasına buradan geçiliyorsa bunun bir anlamı
yoktu. Yere kadar inen pencerenin önünde büyük bir berjer vardı. Karşı duvarda
ise geniş bir masa görmüştüm. Bu bir makyaj masasıydı. Aynaları ve çekmeceleri
kullanım amacını fazlasıyla açık ediyordu.
Üzerinde dizili
duran malzemelerin bana ait olduğunu fark ettiğimde masanın da benim gelişimle
birlikte odaya dahil olduğunu tahmin ettim. Bildiğim kadarıyla Avcıoğlu makyaja
ilgi duymuyordu.
Yatağın
karşısındaki kısımda biri cama yakın diğeri giriş kapısı tarafında kalan iki
kapı vardı. Cam tarafındakinin giyinme odasına ait olduğunu öğrendiğim için
önce diğer kapıya uzandım.
Beklediğim gibi
burada küçük sayılamayacak bir banyo bulmuştum.
Bir köşesinde
duş, diğer tarafında ise beyaz oval bir küvet vardı. Soluk bir gri ve yine
kahvelerle süslüydü.
Girmişken
ellerimi yıkamaya ve az önce masadakiler gibi burada da benim kişisel bakım
eşyalarım bulunduğundan makyajımı çıkartmaya karar vermiştim.
Cevahir’in
bahsettiği yardımcıların bu yerleşimi hallettiği belliydi. Gayet özenli ve
doğru gruplar halindeydi her şey.
Makyajımı
çıkarttıktan sonra giyinme odasına yöneldim. Üç duvarı dolaplarla, kalan duvar
ise geniş bir aynayla kaplı bir odaydı. Yatak odası kadar büyük değildi ancak
azımsanamayacak şekilde genişti.
Dolapları açıp
kapatarak kıyafetlerimin ne halde olduğuna baktım. Bazı kısımlarda Cevahir’in
giysileri ve benimkiler neredeyse birbirlerine değecek kadar iç içeydi.
Görüntüye bakmak
iç çekerek duraksamama sebep oldu. Ne yaşıyordum ben?
Sorgu saatimin
başladığını ve eğer müdahale etmezsem saatler süreceğini kendime hatırlatarak ince
kumaşlı bir şortu ve kısa kollu bol tişörtlerimden birini alıp kenara bıraktım.
Sırada üzerimdeki ağırlıktan kurtulmak vardı.
Gelinliğimi
giyerken odamda kuaförler ve makyözler bulunduğundan onlardan yardım almış ve
bir şekilde içine girebilmiştim. Şimdi ise çıkartırken tek başıma olacaktım.
Derin bir nefes
alıp kendime cesaret vermeye çalıştım. Ardından yavaşça kollarımı sırtıma doğru
uzatıp aynaya yan dönerek ellerimi fermuarı açabilmek için hareketlendirdim.
Fermuarın en üst
kısmını biraz açabilmiş ancak devamında bileğimi döndürme pahasına da olsa
fermuarı oynatamamıştım.
Sinirlerim
bozularak çocuk gibi tepinme isteğime engel olmaya çabaladım. Banyodan makas
bulup gelinliği kesmek ve Cevahir’i çağırıp yardım almak arasında zor bir
ikilemdeydim.
Hangi seçenek
beni daha az üzecekti?
En azından daha
rahat hareket edebilmek için ayakkabılarımdan kurtulup giyinme odasında bir
köşeye attıktan sonra dışarı çıktım. Odaya geçtiğimde banyo kapısı gözüme cazip
görünse de oflayıp odadan çıktım.
“Cevahir.” diye
seslendim düz bir sesle. Nerede olduğunu bilmiyordum, aşağıdaysa sesimi biraz
daha yükseltecektim.
Kapısında
durduğum yatak odasının karşı çaprazında bulunan bir kapı açıldı. Kapının
aralığından Cevahir çıkmadan önce oranın bir başka banyo olduğunu fark
etmiştim.
Pantolonu yerli
yerinde olsa da üstünde tek bir kumaş parçası olmadan kapıdan çıkarttığı
bedenine fazla bakmadan bakışlarımı yüzüne diktim. “Fermuarım,” dedim sadece.
“Geldim,” derken
bana doğru adımlamıştı. Odaya geri girip kendime duracak boş bir nokta
seçtikten sonra arkamı geldiği yöne dönerek bekledim.
Adım seslerinin
ardından yaklaştığını hissettiğim ısıdan da anlamam mümkün oldu. “Elim
yetişmedi,” dedim açıklama yapma gereği duyarak.
“Sorun yok,”
derken parmak uçları sırtımı sıyırıp fermuarın başlangıç noktasına dokunmuştu.
“Böyle anlarda kocandan yardım isteyebilirsin, doktor.”
Sırtımı gerdim.
Omuzlarımı geriye atmam bir an duraksamasına neden oldu. “Zevk mi alıyorsun
kocam olduğunu dile getirip durmaktan?”
Sinirle sorduğum
soruya cevap vermek yerine fermuarımı yavaşça açmaya başladı. Kalçama doğru
ulaşan fermuarın sonu kalçamın tam altında bitiyordu. Oraya kadar indirmesine
engel olmak için aceleyle eline doğru uzandım. Arkam dönük olduğu için bizi
saçma sapan bir pozisyona sokmuştum.
Bileğini
yakaladığımda kalçamın başlangıcında fermuar da parmakları da kalakaldı.
“Ne oldu?”
“Gerisini ben
hallederim.”
Bekledi biraz.
“Pekâlâ, sen hallet gerisini.”
Sırtım tamamen
açık haldeyken adımlarımı giyinme odasına yönelttim. Ben ilerlerken onun da
odadan çıkmak ya da yerinde durmak yerine beni takip ettiğini fark eder etmez
afallayarak ona dönmüştüm. “Nereye?”
“Seni
izleyeceğim.”
Dudaklarım
şaşkınlıkla aralı kalırken bir süre yüzüme baktı. Sonra birden sesli bir
biçimde güldü. “İnanılmaz bir kadınsın, Seray. Sen bu banyoyu meşgul ederken
ben de diğer tarafta duş alacağım, kıyafet almak için geliyorum.”
Açıklaması devam
ederken çoktan içeri girmiş ve bir iki parça giysi alıp odadan çıkmıştı.
Çıkarken kocaman bir alanda olmamıza rağmen omuzuma sürtünmesine onu boğarak
tepki vermek istesem de tek yaptığım ağzımın içinde homurdanıp durmaktı.
Gelinlikten
kurtulduktan sonra duş almam, giyinmem ve saçlarımla meşgul olup biraz odayı
keşfetmem fazlasıyla zamanımı almıştı.
Odadan çıktığımda
midemde ziller çalıyor, sabah kahvaltısından -iki üç zeytin ve biraz domates
içeren zengin bir tabaktı- sonra hiçbir şey yememiş olmamın acısı yeni
çıkıyordu.
Üst katta başka
hangi odalar var ya da yok bakmak yerine merdivenlere yönelip yavaş yavaş
aşağıya inmeye başladım.
İnerken çıplak
ayaklarımla çıkarttığım sesler evde yayılıyor, kulaklarıma geri dönüyordu.
“Cevahir?” diye
seslendim yine. Ben bu evde bu adamı sürekli arayıp bulmaya mı çalışacaktım?
Koca evdi, nerede olduğunu nasıl anlayabilirdim?
Herhangi bir
tepki gelmediğinde dudaklarımı ıslatarak aklıma esen yöne adımladım. Sola
yürüdüğümde beni açık iki kanatlı bir kapıya sahip mutfak karşıladı. Evin geri
kalanının aksine burası kahverengiden yoksundu. Siyah ve griyle bezeliydi.
Açlığım beni
yıkmak üzere olsa da Cevahir’i bulmadan burada kafama göre bir şeyler yapmak
istemiyordum.
“Evi lavanta
kokutmuşsun.”
Aniden arkamdan
gelen sesle yerimde hafifçe sallandım. Panikle arkamı döndüğümde siyah bir
tişört ve eşofmanla mutfak girişine omuzunu yaslamış bana bakan Cevahir’le
karşı karşıya gelmiştim.
“Hoşlanmıyorsan
senin adına üzgünüm, bolca burnuna çarpacak bu koku.”
Bir şeyler
söylemek yerine gözlerimin içine yoğun bakışlarıyla bakıp durdu. Hiç
konuşmayacağını sanarak yemek konusunu açacağım sırada dudakları aralandı.
“Kokunu değiştirecek kadar delirdiğin bir gün karşı karşıya gelmeyelim zaten.”
Ne demeye
çalıştığını çözmekle beynimi meşgul ederken o ileri doğru adımladı. “Aç mısın?”
“Evet,” dedim hiç
beklemeden. “Çok.”
Dudakları
kıvrıldı. “Mutfağı keşfet o halde, ben de açım.”
Kaşlarımı
kaldırdım. “Sen önceden keşfetmişsindir, vakit kaybetmeyelim. Buyurun lütfen
sayın Avcıoğlu.”
Elimle tezgâhı
gösterdim. Cevahir göz ucuyla gösterdiğim yere baktıktan sonra yeniden
bakışlarını yüzüme dikti. “Ha Cevahir Avcıoğlu ha Seray Avcıoğlu diyorsun, ne
farkı var değil mi?”
Kesinlikle böyle
bir şey söylemiyordum ama yaklaşıp buzdolabına ilerlediği için motivasyonunu
bozmamak adına sustum. Karnım doyacaksa dilime bir süreliğine kilit
vurabilirdim.
Cevahir’i
mutfakta bırakıp evi gezeceğimi söyledikten sonra kendimi dışarı atmıştım.
Bulunduğum katta
yani girişte mutfak dışında bir de salon vardı. Bir işlevi olmayan odalara gir
çık yapmadan, görmem gereken yerleri görerek üst kata da çıkmış ve ev turumu
uzunca tamamlamıştım.
Eve girdiğimizde
söylediği gibi bolca boş oda vardı. Üst kattaki yatak odası, çalışma odası ve
aşağıdaki geniş spor odası dışında hiçbir yeri kullanışlı hale getirmemişti.
Yeterince
oyalandığımı ve bu sürenin yemek yapabilmek için Cevahir’e yeteceğini düşünerek
son durağımı mutfak yaptım.
Henüz mutfağa giremeden
burnuma inanılmaz hoş bir baharat kokusu gelmeye başlamıştı. Hangi baharatın ya
da baharatların bu kokuyu yaydığı hakkında bir fikrim yoktu ama öncekinden on
kat daha aç hissediyordum şu an.
Mutfağa
daldığımda Cevahir’i ocağın tepesinde, sırtı gerin bir biçimde derin bir
tavayla uğraşırken buldum.
Ben genelde onun
gelişlerini fark edemesem de o ben henüz kapıdan geçmeden bakışlarını bana
çevirmişti.
“Geleyim mi?”
diye sordum. Aslında ‘yemek hazır mı’ sorusuydu bu.
“Gel, soldaki
dolapta tabaklar var. Sen onları çıkartana kadar hazır olur.”
Bahsettiği dolabı
bulup ada tezgâhın bir ucunu bizim için masa haline getirdim. Çapraz olacak
şekilde koyduğum tabaklara çekmeceleri karıştırıp servis bulduğumda bir yandan
da tavanın içini görmeye çalışıyordum. Bu kadar güzel kokan neydi?
Ben yapacakları
hallettikten sonra Cevahir de tavanın altını kapatmış ve yanına aldığı geniş
tahtaya tavadakileri çıkartmaya başlamıştı. Ne yaptığı bu sayede görebildiğinde
omuzlarımı yenilgiyle düşürdüm.
“Kırmızı et mi
yaptın?”
Tavadaki etleri
ayırırken bakışlarını bir anlığına bana çevirdi. “Evet,” dedikten sonra ben
huysuzlanamadan devam etti. “Sıradan bir kırmızı et değil, tadına baktıktan
sonra yemek istememe ihtimalin yok.”
İddialı oluşuna
kaşlarımı havaya kaldırıp tepki verirken yerime geçmek için hareketlendim. Ada
tezgâhın başında kalan kısmı ona bırakıp uzun kenarın ona yakın kısmına
yerleştim.
Elindeki tahta
servisi getirip ortaya bıraktığında ben ıslak görünen, hafif bir sosla kaplı
etleri incelemekteydim.
“Evi gezerken
aşağıya indin mi?” diye sordu yerine oturmadan. Başımı iki yana salladım. “Kalk
o zaman.” dediğinde ağlayacak gibi yüzümü buruşturmuştum. “Çok açım, sonra
bakarım aşağıya.”
“Yürü, Seray.”
İnadıyla uğraşmak
yerine yemeğe iyice geç başlamamak için ayaklandım. Bir yandan söyleniyor, bir
yandan da önden ilerleyip beni yönlendirdiği tarafa doğru adım atıyordum.
“Yürü Seray, soru
sorma Seray, evlen Ser-…”
“Kızım bi’ sus!”
diye aniden bana döndüğünde irkilerek yerimde sıçradım. “Ay!”
“Sana ay asıl, aç
insan bu kadar konuşamaz nasıl bir şeysin sen?”
Çok konuşan biri
değildim aslında. Hiç olmamıştım. Hatta hayatıma anlık da olsa girip çıkan
insanlar bu huyumdan yakınırlardı, denk geldiğim olmuştu. Az konuşurdum,
susmayı saatlerce anlatmaya tercih ederdim.
Cevahir benim
yerime de susunca sanırım onun yanında huy değiştirmem ve biraz çenemi açmam
gerekmişti. Kendisine özel bu değişimden bahsetmedim. Beni çenesi düşük biri
sanabilirdi, umurumda olmazdı.
Yukarı çıkan
merdivenin altında, çıkarken gördüğüm ancak evi gezerken inmeye gerek
duymadığım alt kata inen bir merdiven daha vardı.
İndikçe karanlık
bir yere vardığımız için buranın bodrum kat olduğu kesinleşmişti. Işık
almıyordu.
İner inmez
Cevahir bir yere dokunup ışığı açtı. Böylece buradaki koridor aydınlanmış oldu.
Birkaç kapı vardı. Hepsini tek tek gezeceğimizi düşünmüştüm ve aslında neden
inatla yemekten önce geziyor olduğumuzu da merak ediyordum. Oysa Cevahir direkt
olarak en uzaktaki kapıya doğru ilerledi.
“Gel böyle,”
dediğinde küçük adımlarla yanına ulaştım.
Kapıyı açtığında
içeride ne göreceğimi düşünmekteydim. Bu sırada odanın ışığı kapıyla birlikte
açılmış ve beni aşina olduğum bir manzarayla baş başa bırakmıştı.
Odayı dikkatle
incelemeden önce omuzumun üstünden arkamda kalan Cevahir’e doğru baktım.
“Şaraplarımı satmamışsın…”
Yüzü buruştu.
“Ne?”
“Evden eşyalarımı
toplatırken ben şarapları da aldırdığında satacaksın sanmıştım, evinde bir
mahzen olduğunu düşünmedim.”
“Yoktu zaten,”
dedi sakince.
Bu kez yüzü allak
bullak olan bendim. “Yoktu?” dedim sorar gibi. “Ne zaman var oldu?”
“Geçen hafta.”
Göğsümü öne doğru
şişirecek derin bir nefes aldım. Bir şey söyleyemedim. Daha doğrusu ne söylemem
gerektiğini seçemedim.
“Kırmızı etle
beyaz, tatlı bir meyve şarabı iyi gidebilir…” diye konuşmaya başladığında panikle
uzandığı yere giden elini durdurdum. “Ne?” dedim hayretle. “Olmaz ki.”
Güldü. Gülüşünü
gördüğümde benimle uğraşıyor olduğunu anlayarak ters ters baktım.
Kırmızı
şarapların dizili olduğu taraftan buruk, baharatlı bir şişeyi çekip çıkarttı.
“Bu olur o zaman.”
Zaten neyi
alacağını biliyordu. Komik miydi yani?
Ters bakışlarımı
biraz daha üstünde tuttuktan sonra kapıya yöneldim. Onun bana yapıp durduğu
gibi ben de yer olduğu halde bedenine bedenimi sürterek kapıya geçmiştim.
Arkamdan gelen
kısık boğaz temizleme sesi eşliğinde merdivenlere yürürken dudaklarımda tatlı
bir zafer gülümsemesi vardı.
Zorlanarak evet
dediği evliliğin ilk gününde ne kadar zafer kazanabilirse bir insan, o kadar
zafer dolmuştum işte…
Mutfağa
döndüğümde sandalyeme yerleştim. Cevahir geldiğinde önce iki kadeh çıkartıp
önüme doğru bıraktı. Ardından tirbuşon almak için açtığı çekmeceyi kapatıp
yanıma geldi ve oturdu. Kırmızı şarabın saydam camı lekelemesini kısa bir an
izledikten sonra daha fazla sabredemeyerek çatalımla et parçalarından birini
kendi tabağıma çektim.
Kırmızı etten
nefret ediyor değildim ama onlarca yemek varken aklıma gelecek bir seçenek
değildi. Mutsuz mutsuz bıçağımla eti parçalarken Cevahir işini bitirmiş ancak
kendine et almak yerine beni izlemeye başlamıştı.
Böldüğüm parçayı
çatalıma alıp dudağıma yaklaştırmadan önce ona baktım. “Sen yemeyecek misin?
Zehirli bir şey mi bu Avcıoğlu?”
“Evet, seni ilk
gece öldürüp mirasına konayım diyorum Seray.”
İstemsizce
güldüm. Mirasına konulacak biri varsa eğer, o kesinlikle ben değildim. “Fikir
için teşekkürler,” diye mırıldanmam onu da güldürdü.
Daha fazla
soğutmadan eti ağzımın içine aldım. Dilime direkt olarak yayılan tat yavan bir
et tadı değil, tek tek çözümlemekte zorlandığım bir lezzet karmaşasıydı.
Gözlerim
kısılarak ağzımdakini çiğnemeye devam ederken bakışlarını üstümden çekmeyen
Cevahir’e döndüm. “Çok kötü,” dedim vurguyla. “O kadar kötü ki, bence sen
yememelisin hiç.”
Başta dağılır
gibi olan kendinden emin ifadesi devam etmemle birlikte daha güçlü bir hale
geldi. “Afiyet olsun,” dedi sadece.
Başımı salladım
teşekkür eder gibi. Kalan sürede ise ona bakmak yerine etin ve kadehimdeki
şarabın tadını çıkartmakla meşgul olmuştum.
Yemek bitene
kadar bir şey konuşmadık. Yani ben sessiz kalıp yemek yemekle uğraştım ve o da
bana eşlik ederek ses çıkartmadı. Yemeğin sonunda tabakları bulaşık makinesine
attığım sırada ikincisini doldurduğu kadehiyle mutfaktan ayrılmıştı.
En son birlikte
şarap içtiğimizde kendimi unutacak hale geldiğimi anımsayarak ikinci kadehten
bile kaçındım. Kendi boş kadehimi de makineye yollayıp mutfaktan ayrıldım.
Ben duş almak ve
hazırlanmakla uğraşırken Cevahir arabada kalan ve bugün lazım olabilecek
eşyalarımla doldurduğum sırt çantamı eve getirmişti. Bunu evi gezerken çantayı
salonda görünce fark etmiştim.
Şimdi de o
çantaya ve içindeki telefonuma ulaşabilmek için salona yöneldim.
Cevahir’i de
burada bulmuştum.
Salonun bir kısmı
tamamen koltuklara ayrılmıştı. O da koltuklardan en geniş olanında oturuyor,
kucağında bir tablet tutuyordu. Öndeki sehpaya bıraktığı kadeh henüz doluydu.
Sehpanın yanında,
yerde duran çantaya doğru eğildim. Cevahir arkamda kalmıştı.
Çantanın içinde
telefonumu nereye attığımı bulmaya çalışırken Cevahir’den anlamsız bir ses
yükseldi. Neye homurdandığını anlamak için eğik halde başımı ona çevirdim. “Ne
oluyor?”
“Yok bir şey,”
dediğinde doğruldum. “O zaman ne homurdanıyorsun arkamda?”
“Önüme geçip
belini kıvırmazsan arkanda homurdanmamış olurum, doktor.”
Kaşlarımı çattım.
Ben konuşamadan o konuştu. “Yanakların, belin… Gamzelerden ibaret misin sen?
Her yerin neden o çukurlarla dolu?”
Sağ yanağımda
gülümsemediğim zamanlarda dahi belirgin, sol yanağımda ise gülünce
belirginleşen birer çukura sahiptim. Bunu fark etmesi normaldi. Ancak belimdeki
iki gamzenin varlığını kendim dahi unutmuştum, gözü ne ara oraya takılmıştı?
“Sana ne benim
gamzelerimden? İyi değil misin şu an acaba sen biraz?”
Gamzelerimin
olmasına sinirlenmesi normal miydi? Akıl hastası bir adamla evlenmek tam bana
yakışır bir hareketti zaten.
“Bana ne, evet!”
dedi bir anda.
Günün
gerginliğini yaşadığını varsayarak daha fazla bir şey söylememeye karar verdim.
Bugünkü kotamı ben de çoktan doldurmuştum.
Telefonumu bulup
aldıktan sonra çantayı da sırtıma geçirdim. Aslında telefona biraz burada
bakabilirdim, zaten bu nedenle iki saat çantada arayıp durmuştum ancak şu an
vazgeçmiştim. “Ben uyuyacağım, sen de kendi kendine konuş burada. Duyan olur
belki.”
“Deli iması yapma
bana.”
“Tanı koyamam
zaten,” dedim uzaklaşmadan önce. “Yarın sabah psikiyatri polikliniğine uğra ama
mutlaka.”
Keyifli bir
biçimde sırıttı. “Yarın izinliyiz, karıcım.”
“Ne alaka şimdi?”
“Yeni evliyiz,”
dedi ellerini iki yana açarak. “Yorgun yorgun senin işe gitmeni istemeyen
patronun izin ayarladı sana.”
“O patronun-…”
diye başladığımda susmamın sebebi kendi iradem dışındaydı. Ayaklanıp ağzımı
sıkıca kapatmıştı aniden. “Kocaya sövülmez, ne edep adap bilmeyen bir
kadınmışsın sen.”
Gözlerimi irice
açtım. Hem ağzımı kapatıyor hem de daha da sinirimi bozuyordu. Patlayacaktım
şimdi.
“Ben de
gitmeyeceğim, çiçeği burnunda çift olarak evimizde kalacağız.”
Başımı iki yana
salladım elini çeksin diye. Sonunda ağzımı serbest bıraktığında direkt
konuştum. “Birkaç saatlik düğünde mi yorulduk diyeceğiz insanlara? Düğünün
yarısında bahçedeydik.”
Dudakları
sanıyorum ki daha önce görmediğim kadar büyük ve keyifli bir kıvrım kazandı.
“Yorucu olan kısım düğün değil, gamzeli.”
Duraksadım.
Üçüncü saniye imasının yerine ulaşması için yeterliydi.
Elimin tersiyle
göğsüne sertçe patlatıp kendi elimi de acıttıktan sonra dudaklarımı araladım.
“Ne bu tavır?”
“Düğün
gecelerinin uyuyup horuldamakla geçmediğini senin dışında herkes ilk seferde anlayabiliyor.”
Elimi bir kere
daha göğsüne vurdum. “Ayısın sen, anca horuldarsın zaten.”
Omuzuma
yüklediğim çanta ağırlık yapıp boynumu ağrıtınca yerimde kıpırdandım. Derdimi
anlayarak çantayı tek hamlede omuzumdan alıp koltuğa doğru bıraktı.
“Bu evlilik bizim
dışımızdaki herkese gerçek, Seray. İnan bana normal şartlarda bir günden çok
daha fazlasını dinlenerek geçirmen gerekirdi.”
“Hım,” dedim uzatarak.
Çenemi havaya dikmiş, gözlerimi gözlerine odaklamıştım. “Üzerinden atman
gereken, uzun zamandır seninle olan bir doluluk mu var?”
Az önceki gibi
göğsüne vurmama ya da belki en kötü ihtimalle kafa atmama falan ihtimal vermiş
olacak ki yalnızca dudaklarımdan bunları dökmem bir an duraksamasına sebep
oldu.
“Ne?”
İşaret parmağımı
büküp oldukça yavaş bir biçimde altındaki eşofmanın lastiğini takip ederek
tişörtünün üstünden tenine sürtündüm. Parmağımın ortasındaki sert çıkıntıyı
yeteri kadar hissedebildiğinden emindim.
“Evlilik gerçek
ya da değil, herhangi bir varlık benim aldatıldığımı ve buna sebep olanın
kendisi olduğunu düşünmeyecek bu bir yıl boyunca Avcıoğlu. Bu sınırı kapalı
tutamayacak kadar iradesiz bir adam olmadığını varsayıyorum.”
Kiminle ne yaptığı
umurumda değildi ancak bizden başka kime giderse gitsin onun evli olduğu
bilinecekti ve bu aldatıldığıma dair haberlerin yayılabileceği gibi bir risk
içeriyordu. Bunu göze almazdım.
“Sınırlar bir tek
karıma açık Avcıoğlu,” derken yüzünde pis bir sırıtış vardı.
Karnındaki elimi
onu aynı noktadan yumruklamak için kullandığımda beklemediği güçte ve anda
gelen darbeyle hafifçe inledi. Belki bunda karnına değil, kasıklarına doğru
kayıp orayı hedef haline getiren elimin küçük bir katkısı da olabilirdi…
Karnındaki kas
yığınına vursam kendi elimi acıtmaktan başka bir şey yapamazdım. Stratejik
olmam lazımdı.
“Yavaş,” diye
soludu.
“Yalvar istersen,”
diye yanıtladım. “Sen bir hamle yaparsan ben sana üç hamleyle geleceğim,
ayağını denk al. Karını da hafife almayı kes, Cevo.”
Arkamı dönüp o ne
olduğunu anlayamadan merdivenlere yöneldiğimde dudaklarımda tatlı bir sırıtış
vardı.
“Cevo ne be?”
diye bağırdı arkamdan.
“Yeni lakabın,”
diye bağırarak cevap verdim. “Çok yakıştı, Avcıoğlu.”
Kıkırdayarak
odaya çıkarken günün başlangıcı ve sonunun birbirinden bayağı farklı oluşunu
düşünerek kendimi kutladım.
Eldeki şartlarla
ne kadar olabilirse, o kadar idare edecektim.
Bir yıl dediğiniz
neydi ki? Şunun şurasında 364 gün kalmıştı işte…
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder