Aykırı Çiçek 57.Bölüm
57.BÖLÜM
“Ben daha fazla bu tehlikeyi kaldıramayacağım,
yakalanmadan önce gidip kendim teslim olmaya karar verdim.”
Koray’ın söyledikleri heyecanın dorukta olduğu bir
aksiyon sahnesindeymiş gibi dursa da yaptığı tek şey durumu abartmaktı.
“Bir ara Acar’a dayılanmıyor muydun sen? Ben abisi
sayılırım bu kızın diye… Birkaç ayda nevrin döndü Koray.”
Kaşları havalandı. “Başlatma abisinden şimdi, Yaman-
Yekta ikilisi abilik görevine atandıktan sonra ben emekli oldum. Canımı
sevdiğim için artık Acar’ın huyuna gidiyorum.”
Hafifçe kıkırdadım. Sol tarafımda duran Caner
ayıplarcasına sesler çıkarttıktan sonra Koray’a baktı. “Ben sana böyle mi
öğrettim? Acar’dan korkmayacaksın, bırak o senden korksun.”
Daha önce Caner ve Acar’ı aynı ortamda görmemiş biri
kolaylıkla buna ikna olabilir ve Caner’in cesaret bombardımanından
etkilenebilirdi. İyi bir oyuncuydu. Odamın kapısı aniden açıldığında,
oturdukları ikili koltukta Caner’in panikle Koray’ı önüne siper ettiği kısma
kadar iyi gidiyordu en azından.
“Koray İzgi’yi alıp kaçıracakmış, bir daha
dönmeyeceklermiş!” diye bağırdığında elimi utançla yüzüme örttüm. Kendisini
kurtarmak için baştan senaryo üreten aklını bir ara karışlayacaktım.
“Kapıdaki Acar bile değil lan satıcı pezevenk, Melih
geldi.” Koray sinirle onu ittirirken içeriye giren Melih de onların halini
anlamlandırmaya çalışıyor gibi duruyordu.
“Hayırdır İzgicim? Bu iki akıl hastasını aynı anda odana
almana hangi olağanüstü hal sebep oldu?”
“İzgicim dediğini üst mercilere bildireceğim, dalga
geçmeyi göreceksin o zaman.”
“Üst merci Acar mı?” diye sordum sakince. Caner hevesle
başını salladı. “Sinir krizi geçiriyor ‘cim’ ekine, bu herifi boğazlar belki.”
“Âmin,” diye ekleyen Koray’a sabır dilercesine baktım.
“Otursana Melih,” dediğimde masamın önündeki koltuklardan
birine yerleşti. “Evet nedir gündemimiz?”
Umutsuzca iç çektim. “Biraz karanlık.”
“Aydınlık olsa güneş tersten doğar zaten, bünyemize
ters.” Melih’e büyük ölçüde hak vererek başımı salladım. Konuşmaya
başlayacakken devam etti. “Çağla nerede? Onu da çağırmışsındır diye
düşünmüştüm.”
“O konuyu zaten biliyor, Acar’ı oyalama görevinde şu an.”
“Ha öyleli gündem… Gönder gelsin, hazır hissediyorum.”
Derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladım. “Geçen
haftaki proje teslimini hatırlıyorsun değil mi?” diyerek konuya girdiğimde
kafasını salladı. “Gevşek müşterilerden mi bahsediyoruz?”
Göz devirdim. Ben de onların bana karşı olan tavrını
öğrendikten sonra memnun olmamıştım ama böyle anmasına gerek yoktu.
“Melih.” dedim uyarırcasına.
“Ne Melih’i kızım? Acar’ın sinirini körüklemeyeyim diye
sustum o gün ama yavşak yavşak konuşuyorlardı. Bir daha iş miş vermesinler bize
sakın, konumuz o mu yoksa?”
“Yok,” dedim. Melih rahat bir nefes aldı, fakat maalesef
o nefese pişman olacağı cümleleri kurmak zorundaydım.
“Bunların bize yeniden şans vermesi bir tesadüf değilmiş,
gözden kaçırdığımız bir oyundan ibaretmiş.” Melih’in karmakarışık düşüncelerle
bana baktığını görüyordum.
“Burak piçi var işin içinde deme İzgi. Lütfen deme yoksa
siz Acar’ı oyalamakla meşgulken gidip ben ağzına sıçacağım o herifin artık.”
Sessiz kaldığımda cevabı aldığı için sinirle elini
masamın üstüne vurup sessizce küfretti. “Köprü kurmaya çalışıyorlar değil mi?
Böylece sık iş yapmaya başlayıp yine içeri sızacaklar.”
Aslında konuyu biraz daha uzatma amacıyla yola çıkmış
olsam da Melih’e kıyamamıştım.
“Sızacaklar-dı.” dedim son heceyi bastırarak. “Fark
etmemiş olsaydık öyle olurdu tabii ki ama köstebekçilik oynamayı bilen tek kişi
Burak değil.” derken hafifçe gülümsedim.
Melih birkaç saniye duraksadı. Caner ve Koray’ın da
şaşkınca bana döndüklerini hissetmiştim.
“Sen…” dedi Caner işaret parmağını bana doğrultarak.
“Sabahtan beri bizi parmağında mı oynatıyorsun İzgi’m?” diye tamamlayan da
Koray’dı.
Dudaklarımı büzdüm. “Acar’a sözüm vardı,” dedikten sonra
Koray’a ve Caner’e baktım. “Özellikle ikinizin biraz sürünmesini rica etti.”
dedim.
“Lan ben bu ajansın çalışanı bile değilim!” Koray itiraz
ederek ayaklanırken kıkırdadım. “Ama benim canımsın, bana dokunan her olay
senin de canını sıkıyor.” Yarı şımarık yarı hayran bir sesle konuştuğumda
birkaç saniye ifadesini sabit tutmaya çalıştı. Ancak başaramadı.
Dudakları kıvrılırken Caner de dizini tekmeledi. “Gülme
lan gülme, gerim gerim gerdiler bizi. Başlarım oyununuza.” dedikten sonra
gözlerini kısarak bana baktı. “Hesaplaşacağız seninle hain gelin, demek taraf
değiştirdin.”
Şirin şirin sırıttım. Yaptıklarımdan pişman değildim.
Burak’ın rahat durmayacağını tabii ki tahmin etmiştik.
Özellikle Acar her konuda diken üstündeydi ve iyi ki de öyle olmuştu. Bizi
kılpayı kıyametten kurtaran, sunum sonrası benimle ilgili bir şeyler zırvalayan
ekibi Acar’ın didik didik araştırmasıydı.
Zafer kazandığını sanan Burak, kanıtlı bir biçimde bolca
tazminatla boğuşacağı davalarla karşı karşıya kaldığında da eminim çok
eğlenecekti.
“Yazıklar olsun ya, biz burada beyin fırtınası yapalım
sabahtan beri… Siz anca kandırın.” Caner yine mahalle teyzesi modunda dilini
damağına vurarak ses çıkartmaya başlamışken Melih sırıttı. “Beyin fırtınasını
siz mi yapıyordunuz? Olsa olsa beyin rüzgârıdır o.”
Bu sahneden sonra odam kargaşa içinde kalırken, en
azından öğlen arasına on dakika kalmış olmasından memnundum. Odamı boşaltması
için destek kuvvet çağırabilecektim.
Telefonuma uzanıp kısa bir mesaj yazdıktan sonra arkama
yaslandım. Birkaç dakika sonra Melih’i, Çağla; Caner ve Koray’ı da Acar
sustururken keyifle sandalyemde sağa sola dönüp duruyordum.
Uzun bir zaman sonra, ilk kez bir sorun ortaya dahi
çıkamadan kökünden yok olmuştu. Aksi gerçekleşseydi ne halde olacağımı bile
kestiremiyordum.
~
“Buna nasıl sığabilir ki bir canlının bedeni?” Acar’ın
havaya kaldırıp nükleer atık inceler gibi evirip çevirdiği zıbını gördüğümde
gülüşümü bastıramamıştım.
“Yenidoğanlar için sanırım o, o yüzden o kadar küçük.”
“Elim kadar,” dedi hayretle. Gerçekten avucundan biraz
büyük bir kumaş parçasıydı tuttuğu. “Hiç yeni doğmuş bir bebek görmemiş gibi
davranıyorsun Acarcım.”
“Görmedim zaten.” dedi duraksamadan. “Bebekler garip
hissettiriyor bana, yakın temasta bulunduğum ilk bebek Pamir olabilir.”
Pamir’in de Acar’la tanıştığında 1,5 yaşında olduğunu
varsayarsak Acar gerçekten küçük bir bebekle hiç tanışmamıştı.
“İlginç bir adamsın.” dedim hayretle. Bir insan
bebeklerden özel olarak kaçmaya çabalar mıydı?
Söylediğimi çok takmadan elindeki zıbını askıya geri
bıraktı. Üstelemedim.
“Neyse, kıyafet almaktan vazgeçtim zaten. Diğer kısma
geçelim, kıyafet Pamir’i pek mutlu etmez galiba.” dedim mağazanın oyuncaklara
ayrılmış olan ikinci kısmını kastederek.
Yarın 8 Aralık, yani Pamir’in doğum günüydü. Pamir’in
doğum gününe bu denli yakın olduğumuz aklımdan çıkmıştı, Toprak’la konuşurken
aniden hatırladığımda bunun annesiyle geçireceği bir doğum gününe dönüşmüş
olmasına heyecan duymaya başlamıştım.
Sinem’in gün geçtikçe eski hayatına adapte olmaya
başladığını da biliyordum. O geldikten sonra geçirdiğimiz 5. gündü bu, ama
herkesin beklediğinden çok daha hızlı bir şekilde iyileşiyordu ruhu. Bunun tam
anlamıyla bir iyileşme olmadığını en iyi bilen kişi bendim, ben de çok kez
iyileştiğimi sanmış ve dışarıya öyle yansıtmış fakat en sonunda ilk darbede
yere yapışmıştım. Sinem’in de böyle bir darbeye karşı güçlü kalamayacağını
tahmin ediyordum.
Tüm bunlar da beni tıpkı Acar’ın bebeklerden kaçışı gibi
Sinem’den kaçmaya itmişti. Kendi evlerinde oldukları için ben yanına gitmediğim
sürece karşılaşmamız imkânsızdı. Gitmemiştim de. Ama yarın Pamir’in doğum günü
kutlanırken köşeye sıkışacaktım. Buradan kaçışım yoktu.
Yekta abimin bana kızgın ya da kırgın olup olmadığını da
bilmiyordum ve bu beni diğer ihtimallerden kesinlikle daha çok korkutuyordu.
“Daldın yine güzelim,” Acar’ın yanağımı kavrayan elini
hissettiğimde bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Hı?” diye mırıldandım refleksle.
Uzun bir nefes aldı. Şakağıma hafifçe dudaklarını
bastırdı. “İyi misin diyorum zümrüt göz?”
Cevaplamak için dudaklarımı araladığım sırada aniden
araya giren ses yüzünden konuşmaya başlayamamıştım.
“İlk alışverişlerde anne adaylarımız biraz
duygulanabiliyor genellikle.”
Sesin geldiği yöne, sağıma döndüğümde Acar’ın yanağımdaki
eli de benimle birlikte hareket etmişti. Benim yaşlarımda görünen, küt siyah
saçlı sevimli bir kadın gülümseyerek bize bakıyordu. Üzerindeki beyaz gömlek ve
yaka kartından açıkça göründüğü üzere mağaza görevlilerinden biriydi.
“Hı?” diye mırıldanan bu kez Acar olduğunda şaşkın haline
gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Hamile değilim…” dedim sakince. Kadının gözleri
irileşti, telaşla konuşmaya başladı. “Kusura bakmayın, ben yeni doğan reyonunun
önünde görünce…”
Gülümsemeye çalıştım. Pot kırmak kadını fazlasıyla
panikletmişti. “Sorun yok,” dedim. “Yanlış anlaşılmaya müsait duruyorduk
galiba.”
Kadın bir bana bir Acar’a baktı, ardından tekrar özür
diledi. Acar’ın sessizliği sürerken ben yine gülümseyip kadının uzaklaşmasını
bekledim.
“Kadın beni torunun zannetse bu kadar şaşırmazdın
herhalde Acar, geçti sevgilim tamam.” dedim alayla. Yanağımda duran elinin
bitimine, bileğine parmaklarımı doladım.
“Ben,” dedikten sonra duraksadı. Kaşlarımı havalandırdım.
“Sen ne?”
Kendine yeni geliyormuş gibi başını hafifçe oynattı.
Yanağımdaki elini indirse de bileğini tutuyor olduğum için halen temas
ediyorduk.
“Yok bir şey.” dedi ama tavrı aksini gösteriyordu.
“Hamile değilim Acar, bunu biliyoruz sonuçta. Bu kadar
şaşırıp kalmana anlam veremedim.”
“Değilsin,” derken çatlayan sesinden nasıl anlamlar
çıkartmam gerektiği konusunda kararsızdım.
Çenesine minik bir öpücük bıraktım. “Pamir’in hediyesini
alıp çıkalım buradan artık, olur mu?”
Pamir’in seveceğini düşündüğüm bir şeyler bulabildiğimde poşetlerle
birlikte sonunda mağazadan ayrılabilmiştik. Acar sessizce peşimde dolanırken
sol elim sağ eliyle bir bütün halindeydi. İçinde bulunduğumuz alışveriş merkezi
gereksiz büyüklükte olduğundan bir yerden bir yere ulaşmak için günlük yürüyüş
kotamı dolduruyordum şu anda.
“Kahve içesin geldi değil mi senin? Hadi kahve iç
Acarcım.”
Mağazadan çıkıp yürümeye başladığımızda midem ve zihnim
birleşerek bana sinyaller vermeye başladığı için Acar’a dönmüştüm hemen.
“Tatlı saatin mi geldi?” diyerek planımı hemen ortaya
döktüğünde burnumu kırıştırdım. “Yok, kafein ihtiyacını geciktirme diye söyledim
ben…”
Bazen Acar’ın hayatına yeni dahil olduğum günlere dönmek
ve onun beni tanımadığı için oyunlarıma kanmasını izlemek istiyordum. Şu an da
o ‘bazen’lerden birindeydik.
Yarım ağız gülerek beni bir yere doğru ilerletmeye
başladı. Ulaştığımız yerin, tatlıları için varımı yoğumu satabileceğim
kafelerden biri olduğunu görünce ağzım sulanmıştı.
An itibarıyla, az önce bahsettiğim isteğimi bir rafa
kaldırmıştım. Acar’ın beni, benim kadar tanıyor olmasına gerçekten
bayılıyordum.
Çilekli bir şey bulamadığım için şansımı elmalı ve
tarçınlı garip görünümlü bir tatlıda denemiştim, pişman da değildim. Dibini
sıyırıyor olduğum tatlım gerçekten güzeldi.
“Bitti o sanki bebeğim, tabağın üst kaplamasını yemeye
çalışmıyorsan eğer…”
Halimle dalga geçen Acar’a kaşlarım çatılı halde birkaç
saniye baktıktan sonra kısacık bir an dil çıkarttım. Güleceğini düşünmüştüm ama
aksine kahverengi irislerine aniden pırıltılar çökmüştü. “O dilin… İçeride
dursun yavrum.”
Dişlerimi göstere göstere sırıttım. Olur olmadık yerlerde
bana delirmesine bayılıyordum. Çünkü bu tek taraflı değildi, yalnız olmadığımı
hissetmek hırçın olan Feris’in egosunu okşuyordu.
Asfalttan farksız kahvesini bitirmesini beklerken aklıma
gelenleri dur durak bilmeden anlatmaya başladım. Çenem, ne kadar güvende ve
huzurluysam o kadar açılıyordu.
Hayatımın büyük bir kısmını içime kapanarak, birkaç kişi
dışında doğru düzgün konuşmayarak geçirmiştim bu nedenle. Şimdi ise özellikle
Acar ve babam maalesef başlarının etini yememe izin vermek zorunda
kalıyorlardı.
İpin ucunu kaçırdığımda Acar kolaya kaçarak beni öpüp
sustururken babam o an anlayamayacağım kadar sinsileşiyor ve ilgimi
çekeceğinden emin olduğu alakasız bir konuyu aniden anlatmaya başlıyordu. Bunu
ilk kez yapmıyor olduğunu, küçükken de beni böyle susturduğunu annemden
öğrenince biraz küsmüştüm. Yani birkaç
saat falan…
Hesabı isteyip ayaklandığımızda aklıma gelen şeyle Acar’a
döndüm. “Resmi unuttuk.” dedim üzgünce. Bir daha Acar’a on kere evden eve git
gel yaptırtmak istemiyordum ama atölyeden almayı unutmuştum resmi.
Yüzünde kızgın ya da bıkkın bir ifade belirmedi. Trafikte
kalacağımız kesindi ama umurunda gibi durmuyordu. “Alırız güzelim, önce siteye
uğrayalım oradan bırakırım seni babanlara.”
“Özür dilerim ya, aklıma gelmedi hiç.”
Hediyeyi aldıktan sonra eve döneceğim için oraya yakın
bir alışveriş merkezine gelmiştik ajanstan çıkınca. Aksi takdirde İstanbul’da
bu saatlerde ulaşım sağlamak ölüm oluyordu çünkü.
“Saçmalama istersen ne özrü diliyorsun, yürü hadi.”
“Tamam, öpeyim o zaman bi’ tane.” derken uzanıp yanağını
sıkıca öptüm. Bel oyuntumu bulan eli orayı okşayıp geri çekildi. “Bu olur, yol
boyunca bu şekilde özür dilemeye devam edebilirsin. Hani için rahat etmediyse
falan…”
Kıkırdayarak omuzuna vurdum. “Fırsatçılık yapma istersen
sevgilim.”
Arabaya ulaşıp ilk durağımız olan, atölyenin ve onun
evinin bulunduğu siteye ulaştığımızda ben bir daha yukarı çıkmasına izin
vermeden hızlı hızlı tabloyu alıp inmiştim. Arka koltuğa düzgünce bıraktıktan
sonra yerime geçtim.
Araba yeniden hareket etmeye başladığında, tahminlerimde
yanılmamıştım ve iğrenç bir trafiğin ortasında kalmıştık. “Biraz evde oyalanıp
mı çıksaydık acaba? Böyle yolda kaldık saf gibi.” dedim üzgünce.
“Bir şey olmaz, şurayı atlatırsak yan yola geçeceğim
zaten. Geç kaldığında Göktürk korosunun dilinden kurtulamıyorum.”
Göktürk korosu demesine ufak bir kahkaha atarken o da
alttan alttan gülüyordu.
Dediği gibi yolun ilk kısmı bittiğinde trafikten de büyük
ölçüde kurtulmuştuk. Daha insani yoğunluktaydı artık önümüzdeki yol.
“Acar…” dedim uzata azata.
“Söyle güzelim?”
“Yarın doğum günü için geleceksin zaten, bu gece
dönmesene. Kal sen de.” Alışveriş merkezinden çıktığımızdan beri aklımda olan
planı sunarken hevesliydim.
On kere git gel yapacağına bizde kalabilirdi. Yarın öğlen
geri gelmesinden daha mantıklıydı bu.
“Güzel şakaymış.” dediğinde ofladım. “Ya şaka yapmıyorum
ki!”
“Feris sen resetliyor musun arada hafızanı acaba? Sence
aynı çatı altında kaldığın o ekip beni orada barındırır mı?”
Dudaklarımı büktüm. “Ekibin bağlı olduğu yöneticiyi
atlıyorsun ama…” dedim. “Sen o evde kimin sözü geçiyor sanıyorsun sevgilim?”
Güldü tekrar. “Pınar abladan mı bahsediyorsun?”
“Evet!” dedim yüksekçe. “Anneme seni oradan oraya
sürüklediğimi söylersem zaten gitmene izin vermez, sen sadece gece boyunca
diğerleri seni köşeye sıkıştırmasın diye güzel güzel kaç tamam mı?” diye
ekledim abartarak.
Onlar kendi aralarında durumu bu raddeye getirerek
şakalaştığından ben de dahil olmak zorunda kalıyordum hep.
“Gerek yok güzelim, dönerim ben eve. Yarın da erkenden
gelirim yine tamam mı?” İkna olmadığı için memnuniyetsizce kollarımı göğsümde
kavuşturarak önüme döndüm. Boş bakışlarla yolu izlemeye başlarken Acar’ın iç
çektiğini duyuyordum.
“Açıldı küskün kız çocuğu modun yine değil mi?”
“Yok!” dedim ters ters.
“Belli oluyor evet, kesinlikle öyle bir şey yok.”
Evin sınırlarına ulaşana dek ağzımı bıçak açmamasına
dikkat etmiştim. Bu benim biçim zorlu bir deneyimdi, ama başarmıştım.
Arabadan indiğimde üzerime akın eden soğuk havaya
dişlerim birbirine çarparak tepki verdim. Çok soğuktu, tüylerim diken diken
olmuştu.
“Montunu giy.” diye seslenen Acar’ı umursamadan montu
koluma asıp, arka koltuktan tabloyu da aldım. Ayaklarımı sürüye sürüye evin
kapısına ilerlerken Acar arkamda bir şeyler homurdanıyordu.
Kapıya varıp zile bastığımda, Rüzgar kapıyı açana dek
Acar da çoktan bana yetişmişti. “Hoş geldin üçüzüm, ben de tam Toprak’a senin
beni ondan daha çok sevdiğini anlatmaya çalışıyordum.” dediğinde kaşlarımı
çattım.
“Ne?” diye sorduğumda parmağını şıklattı. “O da böyle
tepki verdi evet, demek ki doğru anlatamıyorum üzerinde biraz daha
çalışacağım.”
Ciddi bir şekilde açıklama yapmasına dayanamayıp
güldüğümde o da güldü. Yanağımı öpüp, ardından küçücük ısırdığında yüzümü
buruşturdum. Acımıştı biraz.
“Bu ne?” diyerek elimdeki tabloya uzanınca tablomu kendime
bastırdım. “Sürpriz, yarına kadar kimse görmeyecek. Odana koysana. Benim odam
yolgeçen hanı gibi, merak ederler girip görünce.”
“Ya ben açıp bakarsam,” dedi üzerindeki kâğıt örtüyü
kastederek.
“Açmazsın,” dedim emin bir tavırla. “Biliyorum.”
Bilmiş bilmiş güldü. “Doğru.”
Acar onun pohpohlanmasına güldüğünde bakışları ona
çevrildi. “Sen de hoş geldin ex enişte.”
“Ex?” diye anlamadığını belli eder biçimde soran Acar’ın
ne olur ne olmaz diye önüne doğru kaydım.
“Allah söyletti herhalde ya, ya da bana gülmeye devam
edersen ne olacağına dair bir fragman izleteyim dedim.”
“Rüzgar götürür müsün şu tabloyu canım benim, hadi!”
Rüzgar pis pis sırıtarak tabloyu kucaklayıp koridorun
sonundan merdivenlere yönelirken ayakkabılarımı ayağımdan attım. Acar da sinirle
aynı hareketi yapıyordu arkamda. “Exmiş!” diye homurdandığında gülmemek için
yanak içlerimi ısırdım.
Montumu da portmantoya astıktan sonra içeri geçmeye hazır
haldeydim. Acar da girip kapıyı kapatınca salona doğru adımladım.
Kucağındaki laptopla bir şeylerle uğraşan Yaman abim,
çaprazındaki koltukta yarı sızmış halde gözleri kapalı duran Toprak ve diğer
tarafta birbirleriyle konuşan annem ve babam salonu doldurmuşlardı.
“İyi akşamlar,” diyerek içeri daldığımda uyuyan Toprak da
dahil herkesin dikkatini çekmiştim.
“Hoş geldiniz,” diyen kocaman gülümseyen annemdi.
“Nasılsın Acar?”
Acar onu cevaplarken ben kendimi abimin yanındaki boşluğa
attım. Ekranda değişik çizimler olduğunu gördüğümde ilgimi çektiği için hemen
kafamı ekrana doğru uzatmıştım. “Bunlar ne?”
“İki çizgi görünce eli ayağına dolaşıyor, inanılmaz
gerçekten.” Toprak bana uyku sersemi laf atarken onu hiç takmadım. Annem ve
Acar da sohbet ediyor gibi duruyorlardı. Babamın bana baktığını gördüğümde
öpücük attım.
Gülümseyip öpücüğü yakalamış gibi yapıp avucunu kapattı.
Ardından avucunu göğsünün soluna, kalbine bastırdı. Ekrandaki çizimde olan
odağım direkt kaydığında saf saf sırıtmaya başlamışken abim kafamı bilgisayarına
çevirdi. “Bak denizkızım burada ne var? Aa!”
“Kıskanç herif,” diye söylenen babamı duymak zor
olmamıştı.
Oyuncak bebekmişim gibi beni evirip çeviren abim ve ona
kızan babam eşliğinde bir süre daha oyalandıktan sonra saat neredeyse on
olmuştu.
“Ben kalkayım artık,” diye hareketlenen Acar’a omuzlarımı
düşürerek baktım. Gitmesini istemiyordum, normalde bu kadar uzatmazdım ama bu
sıralar herkesin her an yanımda olmasına büyük bir ihtiyaç duyuyordum.
Dolayısıyla elimden geldiği kadar bunu sağlamaya çalışıyordum. Ayrıca bugün
fazlasıyla yorulmuştu zaten.
“Nereye?” diye soran annemle yerimde kıpırdandım.
Acar duraksayarak anneme döndü. “Evime Pınar abla?”
“Yarın Pamir’in doğum günü için gelmeyecek misin zaten?”
diye sorduğunda ayağa kalkıp annemin üstüne atlamamak için zor duruyordum.
Herkes ‘sen babacı bir bebektin’ deyip dursa da hatta görünüşüm de çoğunlukla
babamdan kopya olsa bile; aklım kesinlikle Pınar Göktürk’ün ikiziydi.
“Geleceğim tabii.”
“E kal o zaman canım, bir daha o kadar yolu oradan oraya
niye gidesin ki? Yarın zaten hafta sonu, işe de gitmeyeceksin değil mi?”
“Gitmeyecek!” diye hevesle araya girdiğimde abim kolumu
dürttü. “Ne oldu abim, sen bi’ heyecanlandın sanki?”
Ona sevimlice sırıttım. “Misafir seviyorum ben, genel
yani…”
Abim otuz iki diş gülen halime bakıp sabır dilercesine
başını yana çevirdi. “Kız evi naz evi diye bir şey duymadın mı sen hiç üçüzüm?”
Toprak’ın sorusuna omuz silktim. “Fazla naz âşık
usandırır da var ama?”
“Aynen bak usandı şu an… Aynı adamdan mı bahsediyoruz
ulan?” Rüzgar, Acar’a bakıp tekrar bize dönerken herkesin gülmeye bir adım
uzaklıkta olduğunun farkındaydım.
“Kal burada Acar. Deniz, taksici yapmış seni bugün belli
ki. Yorgun argın eve dönmenin bir anlamı yok sabah gelecekken.” Beklemediğim
atak babamdan geldiğinde ona parlayan gözlerle baktığımdan emindim. Benim
hayran halimi gördüğünde göz kırptı.
Savaş Göktürk büyüleyiciliği diye bir şey yoktuysa da, az
önce bu hareketle var olmuştu.
“Baba…” dedim mırıl mırıl.
“Kızım Acar’a naz yap dedik, babama değil. Tipe bak ya.”
Toprak bana söylenmekle meşgulken yalancı heyecanımla konuştum.
“Benim yatağım çift kişilik zaten, oraya s-…”
“Deniz!” diyerek sıfır gecikmeyle dördü aynı anda bağıran
babam, abim ve üçüzlerim ödümü patlattığında şakamdan saniyesinde caymıştım.
“Şaka!” diyerek ellerimi iki yana açtım. “Zaten abim
varken Acar benimle uyumak istemez, aynı çatı altına girmişken yasak aşklarını
taz-…”
y/n: ay burayı yazarken aklıma Demir-Uras düştü buram buram öyle bir enerji
aktı şu an sahneden bana hvewşeqidwklkefjörbn
Bir kez daha senkronize ses yükselmesi yaşandı. Bu kez
babam ve üçüzlerim kahkaha atmakla meşgulken abimle Acar bağırmıştı.
“Deniz!”
“Feris!”
Tehlike dolu anların ardından herkes sakinleştiğinde konu
tekrar havadan sudan şeylere dönmüştü. Havadan sudan demek de biraz yanlıştı
aslında çünkü babam, abim ve Acar bir kenarda Burak meselesini konuşuyorlardı.
Konuyu duymak bile beni gerdiğinden yanlarından uzamıştım.
Annem de telefonla yarınki küçük organizasyon için son
ayarlamalarıyla uğraşmaktaydı. Üçüzlerimin arasına girip ellerini kucağıma
koyarak oyalanırken ben de etrafı inceliyordum.
“Dayım da gelecek kesin değil mi?” diye sordum daha önce
elli kez sormamışım gibi anneme seslenerek.
“Gelecek annem, gelecek. Bu kadar sorduğunu gelince
anlatacağım ona da.”
Rüzgar ve Toprak gülünce ellerini tırnakladım. “Özledim
sadece, ne gülüyorsunuz ya!”
Dayımı en son onlarla ilk tanıştığım dönemde, biraz daha
İstanbul’da kaldığı için görebilmiştim. Yoğun bir çalışma hayatı olduğundan ara
sıra kaçamak yapıp buraya gelemiyordu. Teyzemleri ve dedemi bir kez daha
görmüştüm ama onu bir daha görmemiştim hiç.
“Amcam duymasın da, onun pek güleceğini sanmıyorum bu
duruma.” Rüzgar’ın hatırlattığı detayla dudaklarımı ısırdım. “Söylemeyin tamam
mı? Çok üzülüyor, geçen konusu açılınca ben de şehir dışına mı çıkayım özlemen
için diye küstü bana.”
Bu kez hepsi güldüler. Amcam ve dayım bir aradayken,
babamın ve Acar’ın kıskançlığını arar hale geliyordum. Biraz… Biraz abartılı bir ikililerdi sadece.
Saat gece yarısına doğru gelirken uykum beni ele
geçirmeye başlamıştı. Biraz daha burada beklersem olduğum yerde sızacaktım
muhtemelen.
“Yarın erken kalkacağız, uyusak mı acaba?” diye sordum.
Kimse uykudan haberdar gibi değildi çünkü.
“On iki olmuş saat zaten, doğru söylüyorsun can suyum.
Sabah kalkamıyorsunuz sonra, özellikle sen Rüzgar git zıbar babam hadi.”
“Zıbar mı?” diye alıngan alıngan başını salladı Rüzgar.
“Deniz’e can suyum derken bana ‘zıbar’ öyle mi Savaş Bey?”
Ailedeki en ağır uyku kesinlikle Rüzgar’ındı. Ben de
uyumayı seviyordum ama onunki ayrı bir boyuttu.
“Kucağımda da sallayayım mı 3 numara?”
“Kırıldım, gücendim. Kırgın kırgın uyuyacağım şimdi,
belki de gözüme uyku girmez…” Kendini acındırarak sırayla beni ve annemi
alnımızdan öpüp salondan ağır çekimde ayrılan Rüzgar’ın, on dakika sonra kış
uykusuna geçiş yapacağını hepimiz bildiğimiz için herhangi bir hareketlilik yaşanmadı.
Rüzgar’dan sonra Toprak da iyi geceler dileyip odasına
çıkmıştı. Geriye kalanlar olarak ayaklandığımızda abime baktım. “Tıpkı
parfümleriniz gibi bedenleriniz de aynı abi, ne tesadüf değil mi?” dedim Acar’a
eşofman bulmak için onun odasına seke seke giderken.
Arkamdan böğürmesini duymuştum ama olurdu öyle şeyler.
“Bizim odanın çaprazındaki misafir odası müsait annem,
çarşaflar falan yeni oradaki.” Annem de arkamdan seslenince onu onaylar şekilde
cevapladım. Abimin odasından bulduğum kıyafetlerle birlikte bahsettiği odaya
ilerledim. Yatağın üzerine kıyafetleri bırakıp kapıyı açık bırakarak geri
çıktığımda aniden önümde Acar’ı bulunca irkilmiştim.
“Korktunuz mu Feris Hanım?”
“Bi’ irkildim maşallah dağa benzediğin için Acarcım.”
Benzetmeme güldükten sonra saçlarımın üzerine çenesini
yaslayıp beni kendisine çekti. “Ne yapıp edip tuttun burada beni, aynı çabayı
odana atmak için de mi kullansan acaba?”
“Evet bence de bu gece intihar edelim Acar, çok iyi
geliyor kulağa planın.”
Söylediklerini çiğ bir şekilde çevirdiğimde kulağıma
kahkahası doldu. “Aynı evin içindeyken kokundan uzak uyumaya alışkın değilim,
anasını satayım ben sen evde yokken zar zor uyuyorum zaten. Bir de iki oda
ilerideyken tek mi zıbaracağım?”
“E dedim sana abimle u-…”
“O cümleyi tamamla, ikimizi bu odaya kilitleyeyim. Hadi
yavrum.”
‘Ehehehe’ tarzında değişik bir gülüşle ‘yok canım ne
gereği var’ tepkisi verip sırtını patpatladım.
“İyi geceler hayatım, odanın karşısı banyo. Bir şey
olursa benim odam da koridorun sonu. Mümkünse sağ taraftaki kapıya gel ama,
diğeri abimin de çünkü.” diyerek son kez sinirlerini hoplattıktan sonra koşa
koşa kaçtım.
Odama daldığımda içeride abimi bulmayı beklemiyordum.
“Buyurun kime bakmıştınız?” diye sordum resmiyetle.
“O herif gece kalkar yanına gelir melir, birlikte
yatıyoruz bu gece denizkızım.”
Herkes birbirinin aklını okuyordu. İtiraz etmeye
niyetlenmeden başımı salladım. “Abi…” dedim anlayışla. “Biliyorum kıskanıyorsun
ama bu kadarına gerek yok.”
Abim bana doğru yaklaştı. “Ben isterseniz aranızdan
çekilirim gerçekten.” diye tamamladım gülüşümü tutamayıp son kısımda deli gibi
sırıtırken.
Tövbe çekerek beni ittirdiğinde kıkırdadım.
Üzerimi giyinip abimin yanına kıvrıldıktan sonra da uyku
beni kollarına çekene dek sinirlerini hoplatmaya devam etmiştim.
~
“Bence bitti gibi ya, anne!” diyerek ilk kısmı kendi
kendime son kelimeyi ise bağırarak seslendirdim.
“Efendim?” diye cevap geldi mutfaktan.
“Oldu mu sence burası, bi’ baksana.” Hazırlamakla
uğraştığım masayı göstererek konuştuğumda annem de salona girmişti zaten.
“Olmuş bebeğim, eline sağlık.”
Gidip yanağını öptüm. “Senin de eline sağlık annecim.”
Sabahtan beri yengemle mutfakta didiniyorlardı. Bu kadar
uğraşmalarına gerek olmadığını, dışarıdan halledilebileceğini söylesek de
kimseyi takmamışlardı.
Masada yalnızca benim emeğim yoktu ama sıkıldıkça işten
kaçan evin üyelerini tek tek salona uğurlamak zorunda kalmıştım. Son dokunuşlar
da bana kalmıştı böylelikle.
Kapı çaldığında heyecanla anneme baktım. “Abimler geldi.”
“Koş aç kapıyı, Pamir üşür şimdi.”
Üstümdeki kalın kumaşlı elbiseyle pek alakalı olmayan ev
ayakkabılarımı yere süre süre kapıya koşturduğumda salondan kimsenin
ayaklanmamış olmasına kaşlarım çatılmıştı. Abimleri hep birlikte karşılasak
daha tatlı olmaz mıydı?
Hepsini kapıya dikmek için geç kaldığımı kapıya
ulaştığımda fark ederek ofladım. Kapıya uzanıp açtığımda karşımda görmeyi
beklediğim çekirdek aileden hiçbir eser yoktu.
Aksine kıvrılan dudaklarıyla bana bakıyor olan Gökhan
Ulusoy önümde belirmişti.
“Dayı!” diyerek heyecanla seslenip üzerine atladığımda
gülerek beni sabit tuttu. “Yavaş balım, yavaş. Ben de çok özledim seni ama
canın yanacak.”
Kollarımı sıkı sıkı boynuna sardım. “Ameliyat…” dedim
kesik kesik. “Ameliyatın çıkmıştı hani, uçağa yetişememiştin gelemiyordun
akşama kadar…”
“Biraz kandırmışlar sanki seni güzelliğim, öyle bir şey
yok çünkü.”
Toprak ve Rüzgar’ın başının altından çıktığına emin
olduğum bu durumu sonra masaya yatıracaktım.
İçeridekiler de gelenin dayım olduğunu bildiklerinden
hareket etmemişlerdi. Ve belli ki annem de üçüzlerime ortak çıkmıştı ki abinler
geldi diye beni kapıya ittirmişti.
“Çok özledim seni.” dedim biraz geri çekilirken.
Yanağımı öptü. “Ölürüm canına senin, ben de çok özledim
balım.”
Ben ahtapotluğu bırakıp dayımı biraz rahat bırakınca
birlikte salona ilerledik. İçeri girdiğimizde halen kolunu sarıyor haldeydim.
Çoğunluk ayaklanınca herkes selamlaşma faslına geçmiş
oldu. Dayımdan biraz uzaklaşmıştım hu nedenle.
Dengemi sağlamakta zorlandığım bir hızda bir bedene doğru
yapıştırıldığımda ağzım şaşkınlıkla balık gibi açıldı. Kafamı kaldırıp nereye
geldiğimi gördüğümde ise aydınlanarak gülmeye başlamıştım.
Barış Göktürk asıl ahtapotun kim olduğunu göstererek beni
çepeçevre sarıp göğsüne bastırmıştı. “Kaçmıyorum amcacım, vallahi buradayım.”
dedim hareket alanım kısıtlanmışken.
“Sus yalancı, bıraksam gideceksin o doktor bozuntusuna
biliyorum.”
Biz bunu konuşurken dayım anneme sarılıyordu. İçeriye zar
zor ulaşan zil sesiyle yerimde kıpırdandım. “Abimler geldi.”
Sesimi duyduklarında herkes biraz toparlandı. “Kapıya hep
birlikte mi gitsek?” diye öneri sundum.
“Elli kişiyiz, korkup kaçabilirler diye düşünüyorum.”
Ufuk hepimizi inceleyerek konuşunca mantıklı bulup bu kez amcamın da izniyle
kollarından ayrıldım.
“Annemle Deniz gitsinler, bence makul.”
Toprak’ın fikri hızla kabul gördüğünde annemle birlikte
kapıya yöneldik. Derince nefeslenirken annemin elimi okşadığını hissettim.
“Gelen kişi abin, annecim. Biliyorsun değil mi? Yapma n’olur, gerginliğinin hiç
gereği olmadığını anlayacaksın birazdan. Sinem’i biraz da olsa tanıyorsam, o
sana senden daha anlayışlı olacaktır.”
Annemin telkiniyle birlikte kapıya ulaşmıştık. Onu
onaylamaya gerek duymadım. Söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum ama yine
de gergindim işte. Son bir hafta o kadar karmaşıktı ki kendime gelmekte hâlâ
güçlük çekiyordum.
Annem kapı koluna uzanıp açtığında önce kucağında Pamir’i
tutan Sinem’i görmüştüm. Onu en son gördüğüm hali, bu halinin yakınından bile
geçmiyordu. O gün gördüğüm kadının ruhunun ölü olduğuna dair yeminler
edebilecekken, şimdi yeniden doğmuş birine bakıyor gibiydim.
Pamir bir kolunu ona dolamış halde gülümsüyordu. Hemen
arkalarında da abim vardı. Arkalarında kocaman bir dağmışçasına duruyor,
güvende kalmalarını sağlıyor gibiydi.
Aylar sonra bu halde olabilmelerine içimden binlerce kez şükrederek
gözlerimin dolmamasına çabaladım. “Hala!” diye çığlıktan farksız şekilde bana
seslenen Pamir de yardımcım olmuştu bu konuda.
“Aşkım!” dedim onu taklit ederek yüksek sesle. Kollarını
bana uzatınca Sinem bana doğru yaklaştı. Pamir kendisini benim kucağımda rahat
hale getirdiğinde bebek kokusu günler sonra dolduğu ciğerlerimi bayram
ettirmişti. Saçlarından öpüp burnumu oraya yasladım.
“Hala Pamiy’in doyum günüsüne geldik bij.” dediğinde
kıkırdadım. “Hoş geldiniz aşkım, doğru gelmişsiniz.”
Ben gülünce Pamir de sırıttı. Boynuma yaslandı yavaşça.
“Gelsenize yavrum içeri, kapıda kaldınız.” Annem geriye
doğru çekilip abimlere girmeleri için alan yaratırken ben de Pamir’le birlikte
sola kaydım.
Ayakkabı mont faslı sonlandığında Pamir ile birlikte
salona geçmeyi düşünürken bakışlarımı Sinem’den ve abimden kaçırmaya
çalışıyordum.
“Babaannesinin canı, beni özlemedin mi hiç? Halana
yapıştın kaldın, içeride herkes seni bekliyor birtanem. Çok özlemişler.”
Annemin konuşmasıyla Pamir heyecanlı heyecanlı kıpırdandı.
“Hani neyde inşanlay?”
İnsanlar olarak tanımlamasına gülümsedim. “Gel ben
götüreyim seni insanların yanına.”
“Pamiy’in annesi de gelsin, anne sen de!” diyerek avucunu
aç kapa yaparak Sinem’e uzattığında köşeye sinip hıçkıra hıçkıra ağlamak
istedim. Burnum sızlıyordu.
Annem de duraksadı ama ardından hemen toparlandı.
“Gelecek o da tabii, biz önden gidelim bakalım kimler var içeride. Dede seni
bekliyor.”
Pamir bir kez daha annesine baktı. “Hemeyn gel, ditme
şakın.”
Annesinin bir anda ortadan kaybolacağına dair bir
korkusunun olmasını garipsemedim, garipseyemedim. Ben de halen bir anda
ailemden koparılacakmış gibi hissediyordum. Minik bir bebeğin, aylarca
annesinden ayrı kaldıktan sonra ona kavuşmuşken böyle bir şüphesinin olmasına
şaşıramazdım.
“Geleceğim oğluşum, sen babaanneyle git içeri. Biz de
geleceğiz.”
Pamir, annemin kucağında gözden kaybolurken titreyen
parmaklarımı avuçlarımı sıkıca kapatarak gizlemeyi denedim. Titreyen tek
uzvumun parmaklarım olmaması işimi fazlasıyla zorlaştırıyordu.
“Gel buraya, gel.” Abim beni tek hamleyle göğsüne
çektiğinde gözümden birkaç damla yaş firar etmesine engel olamamıştım. “Kimden,
neyden kaçıyorsun sen ayka? Nereye kaçıyorsun abim?”
Yanağım kalbinin üzerine yaslıyken derin bir nefes almaya
çalıştım. Omuz silktim bilmiyorum dercesine.
“Ben biraz abartıyorlar sandım, Deniz senden de kötü
dediklerinde… Ama hüngür hüngür ağlıyor bu kız Yekta, gözlere bakar mısın
yemyeşil?”
Sinem’in hayretle konuşması burnumu çekerek göz ucuyla
ona bakmama sebep oldu. O da dikkatle bana bakıyor olduğundan göz göze
gelmiştik.
“Memnun oldum Yekta’nın ayka’sı.” dedi gözlerindeki sıcak ifadeyle.
Avucumu abime yaslayıp biraz doğruldum. Bir kez daha
burnumu çekerek sesimi düzeltmiş olmayı ummuştum.
“Ben de memnun oldum Yekta’nın karısı.” dediğimde abimin gülüşü kulağıma doldu.
Kollarını yavaşça iki yana açtığında bir an bile
duraksamadan ona sarıldım. O kadar sıkı sarıldım ki… Hem özrümü hem de
sevincimi hissetsin istedim.
“3 yaşında masum bir bebekken dahil olduğun bu korkunç
oyunun sonu aban dokundu diye kendini suçluyorsan… Suçlama Deniz, suçlama
ablacığım. Asıl ben suçluyorum kendimi, hem seni hem kendimi aynı anda
kurtarabilecekken elimden bir şey gelmedi diye. Sakın yapma bunu olur mu?”
Sırtımı sıvazladığında ona sardığım kollarımı sıkılaştırdım.
“Çok zor,” dedim mırıldanarak.
“Biliyorum, biliyorum güzelim zor. Ama yıllarca Yekta’nın
sana döktüğü gözyaşlarını göğsümde biriktirdim ben Deniz, şimdi hem sen hem ben
buradayız, bir nefes ötemizde Yekta var. Devamını düşünmeyelim artık, n’olur.”
Abim onu duyduğunda bizi ayırmadan, aynı anda kendisine
çekti. Böylece sarılıyor halde onun göğsüne yaslanmış olduk. Saçlarımızı
sırayla öptü.
“Bana bu sahnenin yaşanacağının müjdesi verilse, değil 2,
değil 20… Bir ömür de olsa tüm acımla beklerdim sizi.”
Bir süre daha kapının girişinde üçümüz kaldık. Ortak
acılar, ortak sızılar vardı ve bir anda geçip gidecek gibi de değillerdi. Fakat
tüm bunlara rağmen ikisinin de inanılmaz bir kuvvetle hayata sarıldığını görmüş
olmak ruhuma iyi gelmişti.
Biraz daha durursak Pamir’in bizi kesin basacağını
biliyordum. Geriye ilk çekilen ben oldum. “Pamircim gelmeden dağılalım, sonra
bensiz sarıldınız diye pataklar bizi.”
Elimin tersiyle sulanan gözlerimi silerken bir yandan da
konuşuyordum. İkisi de güldüler.
“Geçelim içeri, doğru söylüyor.” diyen abimdi.
“Ben yüzümü yıkayıp geliyorum, siz geçin.” Ağladığım
açıkça belliyken böyle gidip tüm ilgiyi bu duruma çekmek istemiyordum.
“Geleyim istersen ben de,” diyen Sinem’e başımı olumsuz
anlamda salladım. “Hiç gerek yok, sen içeride bekleyen kalabalıkla selamlaşmaya
başla. Ben yetişirim zaten.”
Onlar ikna olup salona geçerken ben de kendimi bu kattaki
banyoya attım. Yüzüme biraz su çarpıp gözlerimi olabildiğince kendisine
getirdiğimde çok da bir şey belli olmuyordu artık. Yani beni çok iyi tanımayan
kimse ağladığımı anlamazdı.
İçerideki herkesin beni iyi tanıyor olması sadece biraz
tatsız bir tesadüf sayılabilirdi.
Kendi kendime bu duruma gülerek salona döndüm. Ortam
uğultuluydu, herkes bir şeyler konuşuyordu. Acar’ı gözüme kestirip yanına
ilerledim. Onun da bakışları bendeydi.
Kaşları tam çatılacakken elimi iki kaşının arasına
yasladım. “Evet, ağladım. Hayır, hiçbir sorun yok.” Soracağı soruları peş peşe
cevaplamış oldum böylelikle.
Gergin alnına parmağımla kısa bir masaj yaptıktan sonra
elimi geri çektim. Onun oturduğu tekli koltuğun kol koyma kısmında oturuyordum.
Çoğunluk bir şekilde salondaki koltuklara sığmıştı. Kalanlar da sandalye ve
yere dağılmış haldelerdi.
Pamir herkese tek tek bugün doğum günü olduğunu
hatırlatmakla meşgulken salonun enerjisi fazlasıyla yerindeydi. Yarım saat
kadar sonra Ufuk ağzından kaçırınca Pamir pasta olduğunu duyduğu için kıyameti
koparttığı için apar topar kutlama kısmına geçmiştik.
Salondaki uzun masanın ortasına gelen pastanın ardına
annesi ve babasıyla geçtiğinde tamamlanmamış dişleriyle sırıtan Pamir’i tutup
yeme isteğiyle doluydum.
Mumları zar zor da olsa üfletmeyi başardıklarında biz
alkışladığımız için Pamir gaza gelerek ısrarla üç kez daha mum söndürmüştü.
Dördüncü de onu durduran neydi hiçbirimiz tahmin edemiyorduk.
Hediyeler arasında boğulmaya başladığında da ondan
keyiflisi yoktu. Bolca oyuncak ve pek yüzüne bakmadığı kıyafetlerle etrafı
çevrelendiğinde ilgisini en çok çeken Selim’in aldığı uçaktı. Diğerlerinden
buna homurdanmalar yükselse de Selim mutlu mesut Pamir’i ve uçağı alıp bahçeye
çıkmaya karar vermişti.
Hava soğuk olsa da sıkı sıkı giyindirip Pamir’i ve
peşlerinden Ufuk ve üçüzlerimi de gönderdiğimizde geriye kalanlar olarak
koltuklara yönelmişlerdi ki ellerimi havalandırdım. “Daha bitmedi hediye
töreni, bi’ durur musunuz canım aile üyelerim?”
“Meleğim Pamir’i yolladık ama,” diyen babama gülümsedim.
“Son hediye Pamir’e değil zaten, yani ileride o da sever belki ama şimdilik
anne ve babasına benim ikinci hediyem.” dedim hızlı hızlı konuşarak.
Pamir’in doğum gününü geç hatırlamam ve her şeyin
sıkışmış olması sebebiyle yetişmeyecek diye korksam da, patronumdan(!) aldığım
bir günlük izin sonucu halledebilmiştim hediyemi.
“Bekleyin burada, getiriyorum.” dedikten sonra koştur
koştur merdivenlere yöneldim. Hepsi, en azından Acar dışında hepsi, şaşkınca
beni izliyorlardı.
Rüzgar’ın odasına girip camın önüne bırakmış olduğu
tabloyu kucaklayıp yeniden aşağıya indim.
Elimdekini gördüklerinde ne olduğunu zaten anlamışlardı
ama içinde çizili olanı kimse henüz bilmiyordu.
“Pamir’i iyi ki dünyaya getirmişsiniz hediyesi olarak
düşünebiliriz.” dedim tabloyu Yekta abime uzatırken. Ardından Sinem’e döndüm.
“Ben birazcık resimle ilgileniyorum da… Böyle bir şey düşündüm sizin için o
yüzden.”
“Birazcık mı?” diye birkaç ağızdan aynı anda çıkan
sorgulayıcı sözcükleri umursamadım. Oturup kendimi mi övseydim şu an?
Abim üstü örtülü olan resmi tutarken Sinem de merakla
kâğıt örtüyü yavaş yavaş yırtmaya başladı. Resim bir dakika bile geçmeden açığa
neredeyse çıkmıştı.
“Pamir’in 2 yaş doğum gününde olan aile fotoğrafınız az
önce telefonuma kaydoldu, bolca çektim. Bundan sonraki doğum günü
fotoğraflarınızı da istisnasız bir şekilde ben çekeceğim.” dedim gülümserken.
“Ama ilk doğum günü için bunu gerçekleştirme şansımız olmamıştı…”
Bu şansın bir canavar tarafından elimizden alındığını da,
benim de Sinem’in de o gün buradaki insanlar tarafından ölü olarak bilindiğimizi de dile getirmeye gerek duymadım. Yine de
herkes bunu biliyordu tabii.
Abimin sıkıca tuttuğu, ikisinin de gözleri dolu dolu
baktıkları resim; geçen yıl abimin Pamir’i kucağında tutarak bir pastanın
önünde poz verdiği fotoğrafın benim kalemimden çıkmış haliydi.
Küçük bir farkla…
Abimin omuzuna yaslanmış, Pamir’e kollarını dolamış olan
Sinem’le birlikte yeniden hapsetmiştim onları bu kareye.
Abim, o gün olduğu gibi buruk bir gülümsemeyle bakmıyordu
kadraja, kollarında oğlu ve omuzunda karısı varken gözleri bile gülüyordu.
Annemin hıçkırık sesini duyduğumda kaşlarım çatılı halde
oraya döndüm. “Ağlayın diye yapmadım, öyle olacaksa geri alacağım resmimi.”
Annem babamın omuzuna saklandığında iç çektim.
“Beğenmediniz mi?” diye sordum sanki bir şey anlamamışım gibi abimlere.
Abimin tuvali sıkıca tutan parmakları yavaşça gevşedi. Ardından
tuvali en yakında duran dayıma uzattı. Dayım tuvali aldığında ise yeni hedefi
bendim.
“Hiç beğenmedik,” dedi sesi çatlarken. Aksini haykırıyor
olduğunun farkındaydım. Tıpkı ne yapmaya çalıştığının farkında olduğum gibi.
Sinem’i ve beni aynı anda bir kez daha göğsüne yasladı. “Bundan sonra bir daha
bizi çizmek zorunda kalma, hep fotoğrafımızı çekebil. Anlaştık mı ayka?”
Yanağım onun göğsüne yaslıyken benim gibi duran Sinem’le
göz göze geldim. Yüzümüzü aynı anda, aynı buruklukta bir tebessüm kapladı.
Dudaklarımı araladım. “Anlaştık abicim, anlaştık.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder