Aykırı Çiçek 51.Bölüm
51.BÖLÜM
Karşımdaki koltukta yan yana dizilen, hatta oraya
sığmadıkları için bir kısmı yere kalanı da koltuğun arkasına taşmış olan
Göktürk erkeklerini kısılmış gözlerimle izliyordum.
Koltuğun ortasında babam ve amcam varken, sağ ve sol
taraflarına Yaman abim ve Selim geçmişti. Ön tarafta üçüzlerim ve Yekta abim
varken, arkaya kalan iki isim -kesinlikle konudan bağımsız olan- Ufuk ve Pamir
ikilisiydi.
Pamir, Ufuk’un kucağında; uykusundan yeni uyandığını
belli eden sersem bakışlarla etrafı incelerken derin bir nefes verdim.
“Sakinleştiniz mi?”
“Hayır,” cevabı aynı anda birden fazla ağızdan çıktığında
bağırmışlar gibi irkildim. Toparlandığım anda sıkıntıyla annem ve yengemin
oturduğu tarafa döndüm. “Bir şey söylemeyecek misiniz?”
“Bunlar laftan anlıyor gibi bakmıyor yengecim ama deneriz
senin için tabii ki.” Aylin yengeme dudaklarımı büktüm. “Anlamazlar değil mi?”
“Anladıkları dilden konuşurum ben annem, sen düşürme
yüzünü.” Annemin bana verdiği güven babamın sesiyle bölündü. “Pınar!”
“Savaş.” diyerek annem ondan aşağı kalır yanı olmadan
tepki verdiğinde babamın duraksadığını gözlerimle görmüştüm. Bu, başka bir anda
olsak kıkır kıkır gülebileceğim bir durumdu.
“Ne Savaş’ı anne ya, kardeşimi alıp götürüyorlar diyorum,
hayat memat meselesi diyorum; sen babama kızıyorsun şurada.” Yaman abim
hayretle söylenirken annemin koltuktan aldığı yastığı onun kafasına fırlatması
beklenmedikti.
Pamir kahkaha atarak bu sahneyi izlerken babam, abimi
silahla vurulmuş gibi göğsüne çekip yatırdı. Babamı ve abimi bu denli ortak
paydada buluşturup birbirlerine yapıştıran konunun Acar ile ilgili olmasına
şaşırmıyordum.
Yaman abimin bizi arabada Acar ile gördüğü -bastığı-
sahne, Acar’ın yüzük hamlesiyle faciaya dönerken abimi bir şekilde durdurup
ikimizi de eve sokmuştum. Acar’ın abimi gıcık etmek uğruna nasıl bir kıyamete
imza attığını bilip bilmediğinden emin değildim. Çünkü Yaman abimi birkaç saat
daha onunla uyuyarak ve konuşarak ikna ettiğimi sansam da sabah kahvaltısında,
ki bu kahvaltıda amcamlar da vardı, ilk ağzından çıkan cümle ‘Deniz evleniyor.’ olmuştu.
Bu cümlenin Göktürk soyadlı tüm erkeklerin zihnine yarın
düğünüm varmış gibi yansıması sonucu, hep bir ağızdan konuşmaya başlayarak
delirmiş gibi itiraz etmeye ve sinir küpüne dönüşmeye başlamışlardı. Kontrolden
çıkan hallerini annemin ve yengemin yardımıyla en fazla salondaki koltuğa
oturup benim konuşmamı bekler hale gelmelerini sağlayacak kadar
düzeltebilmiştik.
“Abi!” dedim sitemle. “Babam iyice sinirlensin diye
damarına basıyorsun, her şeyi anlatmadım mı sana uyumadan önce?”
Yorgun ve biraz duygu sömürüsüne kaçmasını umduğum
sesimle sorarken abimin oltama takılacağından çok emindim.
“Denizkızım…” diye mırıldandığında yanılmadığımı anlamış
oldum. Fakat ikinci darbeyi beklemediğim yerden alacağımı hesaba katamamıştım.
“Bilsem seni sakinleştireceğime dolduruşa getirirdim,
evlenme teklifi nereden çıkmış şimdi?” Yekta abim homurdanarak konuştuğunda
şaşkınca ona baktım.
“Nereden çıkmış ne demek Yekta? Asker arkadaşı değiller
ya, evlenmeyi düşünmelerinden doğal ne var yengecim?” Yengeme teşekkür eder
gibi baktım.
“Toplanmışsınız 8 tane hödük, kız ne diyeceğini şaşırdı
karşınızda. Annecim bırak kendi kendilerine delirsinler.”
“Bekle sen, daha tam toplanmadık.”
“Ne demek daha toplanmadık, adam mı çağırdın eve Acar’ı
dövdürmeye Savaş?”
Annemin sorusuyla gözlerim kocaman kocaman açılırken
yerimde sallandım. “Baba!” dedim çığlık atar gibi.
“Dövmek için adama ihtiyacım mı var yavrum? Sedat’tan
bahsediyorum, yanında Koray ve Soner de gelecek. 3 kişi daha yaz sen bizim
tarafa.”
Avuçlarımla yüzümü örttüm. Hangi ara onlara haber
vermişlerdi?
Ben daha şaşkınlığımın sonuna gelemeden kapı çaldığında
boynumu geriye doğru attım. Işınlanarak mı gelmişlerdi?
Rüzgar, adını aratmayan bir hızla yanımdan geçip kapıya
gittiğinde birkaç dakika içinde Yeliz teyze, Sedat amca ve Soner abi içeri
girdiler. Tek umudum olan ismi göremediğimde kaşlarım çatılarak onlara baktım.
“Koray nerede?”
Aniden salona girip yanıma ulaşan Koray’ı gördüğümde tüm
gerginliğime rağmen kıkırdamıştım. “Beni sor diye assolistlik yapıp en son
girdim, nasılım?”
Belimden tutup beni kendine çektiğinde yorgunca ona
yaslandım. “Sen çok iyisin de asıl ben nasılım Koraycım?”
“Sen de bomba gibisin İzgi’m, görüyorum.”
“Evet, bombayım. Birazdan patlayıp üçüncü dünya savaşının
fitilini ateşleyeceğim.”
Salonda herkes birbiriyle konuşuyor halde olduğundan
uğultular artmıştı, neredeyse herkes ayaktaydı. Kimin kimle ne konuştuğunu
takip edebiliyor halde değildim. Koray’a sığınmış dudaklarım büzülmüş halde bu
işin içinden nasıl çıkacağımı düşünüyordum.
Birkaç dakika geçmeden sese rağmen kapı zili bir kez daha
duyulduğunda aklımdan geçenin başıma gelmemesi için dua ediyordum. Kapıdaki
kişi Acar’sa sanırım bayılma taklidi yapmam gerekecekti, hatta belki de taklide
gerek kalmadan zaten bayılacaktım.
“Ay bi’ susun, kapıyı zor duyduk.” Annem söylenerek
kapıya ilerlerken gözlerimi kısmış halde girişe bakıyordum.
“İnşallah Acar’dır ya, bayağıdır kaos ihtiyacımı
karşılayamıyorum iyi giderdi şu a-…” Koray’ın koluna vurarak susmasını
sağlarken ağrımaya başlayan başım bana hiç yardımcı olmuyordu.
Annemin kapıyı açmak üzere çıkışının ardından salondaki
sesler aniden tamamıyla kesildiğinde bu durum biraz kafamı karıştırırken
anlamlandırmaya çalışarak etraftakilere baktım. Özellikle az önceki sinirli
halleri yerine bıyık altından gülerken yakaladığım amcam ve babam beni
afallatmışlardı.
Salonun girişinde gördüğüm kişi, Koray’ın şom ağızlı
oluşundan mı yoksa benim duaları kabul olmayan bir kul oluşumdan mı kaynaklıydı
bilmiyordum ama; oydu. Acar salına salına salonun ortasında belirivermişti.
Gözleri kimsenin üzerinde durmadan, salondaki kalabalığa
rağmen tam nerede olduğumu biliyormuş gibi beni buldu. Sırtımın yarısı Koray’a
yaslı olmasa bu anın verdiği gerginlikle dizlerimin tutmayıp pat diye yere
yapışmama sebep olacağına emin sayılırdım.
Tek gözümü istemsizce kapatıp korkuyla ortalık birbirine
girecek mi diye beklerken kimse hareket etmediğinde garipseyerek sessizliğe
boğulmuş olan salonda gözlerimi gezdirdim. Herkes bana bakıyordu, herkes sırıtıyordu.
Balık gibi açılan ağzımla kelimeleri birleştirmeye
çalışıp durumu sorgulamak üzereyken bakışlarım en son Acar’ın üzerinde kalmıştı.
“Ben-…” gibi bir şeyler mırıldanıp konuşacakken, Acar’ın dudakları kıvrılarak
küçük bir gülümseme ile beni durdurmak için araya girmesi ile susmuştum.
“Sen, haftalar önce bana bir şey söyledin. Hatta bana
söylediğinin bile farkına varmadın belki, ama söyledin.” dediğinde merakla
dolmuştum. Neyden bahsettiğine dair en ufak bir fikrim dahi yoktu.
“Artık yürüdüğüm
yolda takıldığım taşı, gördüğüm bir kediyi bile ailem bilsin, onlar hayatımdaki
her şeye şahit olsun istiyorum dedin Feris.”
Salondakiler -ben de dahil olmak üzere- çıt bile
çıkartmadan Acar’ı dinlerken, bana en yakın duran kişi olan Koray’ın bir adım
sola kayarak benden uzaklaştığını zar zor anlayabilmiştim.
Bütün dikkatim Acar’daydı.
Bana doğru attığı iki adımda, aramızda tek bir adımlık
mesafe bırakması anbean gözlerimi kırpmadan takip etmiştim. “Ben de ailem
diyebileceğin herkesi, biraz sonra yaşanacak olan âna şahit kılmaya karar
verdim. Eksik var mı?” diye sorarken bunun farazi bir soru olduğunun herkes
farkındaydı.
Biraz sonra
yaşanacak olan an’dan kastının ne olduğunu tahmin etmeme, şaşkınlığım
büyük ölçüde engel oluyorken bakışlarımı acele etmeden salondaki herkesin
üzerinde en az birkaç saniye tuttum.
Aile sandığım insanlar bana yedi kat yabancıyken aile ne
demek öğrenebilmemi sağlamış olan Sedat amcama ve Yeliz teyzeme baktım.
Onlardan ayrılan bakışlarım hemen yanlarında duran Soner abiye de uğramıştı.
Sonraki durağım amcam ve yengem oldu, Selim ve Ufuk’un
bulunduğu köşeye de sakince göz atmıştım.
Hepi topu hayatımın üç yılını yanlarında geçirebildiğim,
o yılları hatırlamayı bile başaramadığım ama yine de onlara kavuştuğumdan beri
tüm sıcaklıklarını hissettiğim aileme çevirdim ardından bakışlarımı.
Abilerimde, üçüzlerimde, annemde gezdirdiğim gözlerim babama çarptığında
gözlerinin dolu olduğunu görmek benim de gözlerimin hiç duraksamadan dolmasına
yol açmıştı.
Geriye kalan son kişiye, ailemin en büyük parçasına
bakabilmek için soluma döndüm. Elleri pantolonunun cebinde, yüzünde görmeye
alışık olduğum gülüşüyle beni izleyen Koray’a baktım. Bakışlarım en çok onda
oyalandı, sebebini anlasın istedim. Anlayacağından
emindim, çünkü Koray bu odada bulunan kimseyle karşılaştıramayacağım kadar
çok ezberlemişti beni.
Koray’dan çektiğim bakışlarım yeniden önüme, Acar’a
döndüğünde onu karşımda bulamadığım için duraksadım. Onu görmek için
bakışlarımı biraz aşağıya kaydırmam yetmiş, hatta artmıştı.
Bir dizinin üzerinde, önümde yere çökmüş olduğunu
gördüğümde belki dışarıdan gören birinin çoktan anlamış olacağı ama bana zihnim
tarafından yeni fısıldanan gerçekle ikinci
kez yüz yüzeydim.
Kırgınlığım göğsümde koca bir yükken gelen ilk
teklifinin, aslında doğru zamanda yaşanmadığını o da ben de biliyorduk. Ona
cevap veremeyişimin, verdiğim cevabın kırgınlığımın arkasına gizlenmiş bir
kukla olduğunun farkındaydık.
“Bugün Deniz
Göktürk’ün, yani senin doğum günün.” diyerek bir kez daha konuşmaya
başladığında yutkundum. “Ama ben sana Feris’ten başka bir şey söylemeye
alışamıyorum, solundaki adam da sana İzgi demeyi hiç bırakmayacak; biliyorum.”
Göz ucuyla Koray’a baktı. Salondaki kalabalıktan gülüş
sesleri yükselmişti. İsim karmaşam hem geçmişimden kalma bir yaraydı hem de
bizi zaman zaman güldüren bir konuydu.
“Üç ismin var, ama soy ad sayın halen iki…” dediğinde
konuya giriş şekli kendimi tutamayıp gülmeme yol açarken aynı anda da
gözlerimden yaşlar boşalmaya başlamıştı. “Eşitliğin sağlanması için… Benimle evlenir misin Feris?”
Üçüncü kez görüyor olduğum yüzük kutusu avucunda açık
şekilde duruyorken cevap vermeden ona bakmaya devam ediyordum. Gözlerindeki
beklenti bulutları yoğunlaşmış, belli etmemeyi denese bile -belki benden başka
herkese inandırsa da- gerginliğinden kasılmış yüz hatlarıyla tam karşımdaydı.
Sabahtan beri beni delirten, hatta korkutan olayların bu
teklifin bir parçası olduğunu; herkesin plana dahil olduğunu anlamam zor
olmamıştı. Resmen örgütlenmişlerdi. Abimin sabah bizi arabada basmasının da
planlı olup olmadığını sormayı aklımın bir köşesine yazarken biraz daha
beklersem Acar’ın delireceğinden emin olarak dudaklarımı araladım.
“Evet,” dedim titreyen sesimle. “Evlenirim seninle Merihcim.”
~
“Tamamdır o zaman, yeterince öğle tatilinizden çaldım
bence. Bitirebiliriz burada, öğleden sonra görüşürüz.” Önümdeki bilgisayarın
ekranını indirip kapatırken bir yandan da masadakilere çıkabileceklerini belirtmiştim.
Yağmur ve Polat ayaklanıp, hemen ardından odadan da çıktıklarında geride sadece
Ömer kalmıştı.
“Çıkmıyor musun?” diye sorduğumda sandalyemden çoktan
kalkmıştım.
“Çıkıyorum birazdan,” dedi ama devamında bir şeyler daha
söyleyeceğini sesinden anlayabilmiştim. Beni yanıltmayarak devam etti. “İlk
projenin sonuna geliyoruz diye gerginsin sanırım, ama emin ol hiçbir pürüz
çıkmayacak. Kendini boşuna sıkıyorsun.”
Departmanın başına geçtiğimden beri üzerinde çalışıyor
olduğumuz projenin müşteriye sunulmasına sayılı günler vardı. Üzerimde alışık
olduğum sorumluluk oranından çok daha büyük bir yük varken gerim gerim
gerilmediğimi söylemem yalan olurdu.
“O kadar belli ediyor muyum ya?” Kendimi tutamayıp
sorduğumda Ömer yarım ağız güldü. “Eh işte…”
“Sunum hallolsun, o zaman rahatlarım. Sorun yok.”
Anlayışlı bir ifadeyle başını hareket ettirdikten sonra
masadaki birkaç parça kâğıdı alıp ayağa kalktı. “Kaçtım ben de, görüşürüz.”
Dudaklarımı büküp kendi kendime düşüncelerimle boğuşurken
üzerimdeki etek-ceket takımının kenarını köşesini düzeltip odadan dışarıya
yöneldim.
Öğle arası başlayalı neredeyse 20 dakika dolmuşken katlar
tamamıyla boşalmıştı. Odasında olduğuna emin olduğum tek isim, yanına gideceğim
isim olduğundan bu boşluğa kafa yormadan asansöre yöneldim.
Bindiğim asansörün kapıları aralandığında yönetim katının
da aşağıdan pek farkı olmadığı gerçeğiyle karşılaşmıştım. Melih’in Çağla’yı
çoktan yemeğe kaçırdığını, hatta geri gelmeyeceklerini biliyordum. Çağla’nın
bayıla bayıla anlattığı restoranı Melih’e sızdıran bizzat bendim zaten. Caner
de geçtiğimiz haftayı İtalya’da bir eğitime katılarak geçirmiş, eğitim bitmiş
olsa da ‘kendime patronum olarak bir hafta daha izin veriyorum’ diyerek henüz
dönmemişti.
Asistanların da saat 12 olur olmaz kaçıştığını varsayarsak,
katta benim işkolik bir deli olan sevgilim dışında kimse bulunmuyordu.
Odasının önüne ulaştığımda kapının yarı aralı durması
işime gelirken olabildiğince sessiz bir biçimde kendimi o boşluktan içeriye,
odaya attım.
Önündeki ekrana o kadar odaklanmıştı ki kapıdan
girdiğimin farkında bile değildi. Kollarımı göğsümde çaprazlayarak bir süre
sessizce onu izledim. Bu sıralar, yani geçtiğimiz 10 günün tamamında, sıkça
olduğu gibi gözlerim sağ elimin yüzük parmağında duran halkaya kaydı.
Yeni alınan oyuncağına hevesle bakan küçük bir çocuk gibi
kendimi sürekli bu hareketi yaparken buluyordum. Üzerinden 10 gün geçmiş olsa
da daha dün yaşanmış gibi geliyordu.
Dudaklarım iki yana kıvrılmış halde yüzüğümü izlerken
dalmış olduğumu Acar’ın sesini son anda duyup irkildiğimde fark etmiştim.
“Feris?”
“Hım?” diyerek ona döndüğümde şaşkındı. “Ne zaman geldin odaya
güzelim? Fark etmemişim.”
“Az önce,” diye cevapladım. “Dalmıştın ekrana, neye
bakıyorsun öyle dikkatli dikkatli?” diye tamamlarken bir yandan da topuklularımla
yere vura vura yanına adımlamaktaydım.
“Ivır zıvır bir şeyler, önemli değil.”
Yanına ulaştığımda çoktan sandalyesini geriye doğru
iterek masadan uzaklaşmıştı. Benim amacım ekrana bakmak olsa da onun amacının
biraz daha farklı olduğunu kalçam sağ dizine yerleştiğinde anlamıştım.
Kucağında olmamı umursamamaya çalışarak gözlerimi kısıp bilgisayara baktım.
Haftalık raporları inceliyordu.
Yüzümü buruşturup bakışlarımı ekrandan çektim. Hemen
ardından, kucağında olduğum için biraz yüksekten bakma fırsatı bulduğum yüzüne
döndüm. “Beğenmediniz mi Feris Hanım?” diye alayla sorduğunda başımı iki yana
salladım. “Yok, hiç beğenmedim Acar Bey.”
Alt dudağım ve çenem arasında kalan çukura dudaklarını
bastırıp birkaç saniye bekledi. Burnu dudaklarıma sürtündüğü için huylanarak
güldüm. Avucumu yanağına yaslayıp sakallarının tenimi çizmesine izin verirken,
içime hızla dolan huzur ve güvenle vücudum gevşiyordu.
Dudaklarını çenemden çekip aramızdaki mesafeyi biraz
büyüttü. Yanağında duran sağ elimi kavrayıp bu kez dudaklarını parmaklarımın
üzerine bastırdı. Öpücüğünün yüzüğün hemen üzerine konmasına gülümsedim.
“Ne zaman sol eline geçireceğiz yüzüğü?” Cevabını bildiği
halde sorduğu soruya burnumdan keskin bir nefes verip gülmekle yetindim.
“Babamla yaptığınız anlaşmadan haberim var Acar.”
Yüzünü buruşturdu. Tuttuğu bileğimi bırakmadan ikimizin
arasında kalacak şekilde aşağıya indirdi.
Evlenme teklifi planına nasıl dahil olduğunu fazlasıyla
merak ettiğim babamın Acar’ı, teklif edebilirsin ama evlenemezsin diyerek bir
anlaşmaya sürüklediğini sonradan öğrenmiştim. Acar, babamı bir şekilde ikna
edeceğini düşünerek direkt bu fikre atlamış olsa da babam tabii ki kolay kolay
pes etmeyecekti.
Müdahale etme gereği duymuyordum. Çünkü henüz erkendi.
Aksini düşünmeye başladığımda devreye ben girebilirdim.
Yüzüğümü sanki daha önce hiç görmemiş gibi, elimi havaya
kaldırıp Acar’a gösterdim. “Bence bu elime de çok yakışıyor.” Şımarık bir çocuk
gibi mırıldandığımda Acar’ın aniden dudaklarını dudaklarıma kapatmasını
beklediğim söylenemezdi.
Belimi kavrayan eli beni dizinin üzerinde sabit tutarken,
başımı eğerek beni öpüşünü kolaylaştırdım.
Alt dudağımı, dudaklarının arasında bir parça şeker
varmışçasına emmeye başladığında gözlerim ben müdahale bile edemeden
kapandılar. Avucumu boynuna bastırıp yavaşça ensesine doğru kaydırırken başımı
yana doğru eğerek dudaklarımı hareketlendirdim.
Beni ne ilk ne de son kez öptüğü anda değildik. Buna
rağmen kalbimin ağzımda atıyor olmasını, ondan aldığım ilk öpücükten farksız
bir biçimde kasılan karnımı nasıl açıklayabilirdim?
Vermeye başladığım karşılık, Acar’ın büyük avuçlarının
belimdeki varlığını daha belirgin hale getirirken dudaklarımdan sızan küçük
inleme onun dudakları arasında kayboldu. “Ajanstayız,” diye mırıldanmayı
deneyerek ondan çok kendimi ikna etmeyi amaçlıyordum.
Beni biraz daha öperse, nerede olduğumu kavrayamayacak
kadar sarhoş hale gelecektim. “Nerede
olduğumuz umurumda değil zümrüt göz.” diyerek dudakları benimkilere çarparken
konuştuğunda yutkundum.
Dudağımın köşesinden başlayarak yanağım boyunca tenime
sürttüğü burnu, geçtiği yerleri ateşe veriyormuş gibi beni yakarken; odada
başka biri varmışçasına sessizce kulağımda son bulan fısıltısı yerimde put gibi
kalmama sebep oldu. “Seni özledim Feris.”
Fısıldamış olmasına rağmen ses tonundan açıkça sızan
vaatler yüksekti. Az önce kasıldığını hissettiğim karnım, bu işi başka bir yere
devrettiğinde tırnaklarım, elimi dinlendirdiğim ensesine derince
saplanmışlardı.
“Acar,” derken sesimin susması için yalvarır gibi
çıkmasına engel olabildiğim söylenemezdi. Benimle oynadığını belli eden
tavrıyla, “Söyle bebeğim.” deyip kulağımın hemen altına dudaklarını bastırıp
ıslak bir öpücük kondurdu.
Belimdeki ellerinden birinin, oturduğum için olduğundan
da kısa hale gelmiş olan eteğimin sınırlarına indiğini hissettiğimde
etrafımızdaki her şey zihnimde birer sis bulutuna dönmüş ve bu sayede ajansta,
onun odasında, kilitli olmayan bir kapıyla bulunuyor olduğumuz gerçeğini de o
sis bulutlarının ardına itmiştim.
Dudaklarımızı birleştiren bu kez ben oldum.
Ağzım ağzına yaslandığında bedenimi tamamen ona çevirme
isteğiyle dolarak yerimde kıpırdandım. Bunu yaparken kalçalarımı üst bacağına
sertçe sürtmüştüm. Çıplak bacağımdaki eli tenimi avuçlayarak koparacakmış gibi
kendisine çektiğinde alt dudağını hissettiğim acının bir benzerini ona yaşatmak
için ısırdım. Dudakları dudaklarımla örtülü olsa da yaptığım hareketin ondan
döktüğü sert küfrü duymuştum.
Bu, sinirlendiğinin değil, delirdiğinin işareti olan bir
tepkiydi. Acar’ın beni odanın ucundaki koltuğa yatırıp üzerime kapanması ve
beni tamamen kuşatması fikri kanımı kaynatsa da kulağıma çarpan ses elektrik
çarpmış gibi hızla dudaklarından ayrılmama yol açtı.
Odanın kapısı iki kez tıklanmıştı.
Acar’ın kapıyı duyup duymadığını tam olarak
anlayamamıştım ama önce dudaklarından ayrılmam ve hemen sonrasında da
kucağından kalkmam hakkında çok iyi düşüncelere sahipmiş gibi durmuyordu.
Bacaklarının önünden çekilip kenara geçerken eteğimi
aşağı doğru çekiştirdim. “Gel!” diyerek sert bir sesle kapıdaki kişiye onay
verirken keskin bakışları üzerimden bir an bile çekilmemişti. Kapı açılmadan
kendimi aceleyle masanın önündeki tekli koltuğa attım. Oturduğum anda kapı da
açılmıştı.
Gelen kişiye doğru dönük oturduğum için oraya bakmakta
sorun yaşamazken gördüğüm kişiyi tanımıyordum.
Üzerindeki siyah kalem elbise ve saçlarının aynı renk
oluşunun verdiği koyu bir aurayla içeri giren en fazla otuzlarının ortalarında
olabileceğini tahmin ettiğim bir kadındı. Yüzüne baktığımda, bahsettiğim
auranın asıl kaynağının elbisesi ya da saçı olmadığını kolayca fark
edebilmiştim.
Bakışları tam karşısındaki koltukta bulunduğum için önce
benim üzerime çevrilmişti. Beni tanıdığından emindim. Birkaç hafta önce ajansta
beni tanımayan kalmamıştı. Giriş katta Acar’ın benimle konuşmak için beni ikna
etmeye çalıştığı sahneye şahit olan çalışanlar işini gücünü bırakıp bunu
birbirlerini yaydıktan sonra ipin ucu kaçmıştı.
Herkes kim olduğumu zaten öğrenmişken, üstüne bir de
tasarım departmanının başına geçtiğimde bolca bakışa maruz kalmaya başlamıştım.
Pozisyonumun tamamen Acar’la sevgili olarak elde ettiğim bir şey olduğunu
düşünmeyen kişiler kendi departmanım ve yönetim dörtlüsü ile sınırlıydı.
Ömer’in bahsettiği gerginliğimin bir sebebi de buydu.
Kendimi kanıtlamak zorunda değildim, ama bunu istiyordum. Bunun tek yolu da
şimdiye kadar asla gün yüzü görmeyen projelerin benimle birlikte rayına
oturmasıydı.
“Odamı incelemek için mi buradasınız Selin Hanım?”
Acar’ın sesini duyduğumda kadından aldığım o tatsız hisler beni sırf adını
söyledi diye Acar’ı boğazlamaya itse de sessiz kaldım. Çalışanların büyük bir
kısmının ismini bildiğini kendime hatırlatarak sakinleşmiştim.
Adının Selin olduğunu öğrendiğim kadın Acar’ı duyduğunda
boğazını temizler gibi küçük bir ses çıkartarak ona döndü. “Kusura bakmayın,
Nisan’ı göremeyince direkt geldim odaya.” Nisan, Acar’ın asistanıydı.
Selin’in tavrından, sanki Nisan’ın yerinde olmayışının
altını çizer gibi yaptığını anlamıştım.
“Öğle arasındayız Selin Hanım, Nisan’ın yerinde olmaması
gayet doğal değil mi?” derken onu taklit ederek alttan alttan ‘öğle tatilinde
bu odada ne bok yiyorsun’ mesajı vermek, cümleye başlarken aklımda olmasa da
sonuçtan memnundum.
Acar, bana araya girdiğim için göz ucuyla baktığında onun
aksine ben yeşillerimi üzerine dikmiştim. Yırtıcı gibi görünen kara kedinin
Nisan’ı ezmesine ve anlamsız bir şekilde buraya dalmasına göz yumacağımı mı
düşünmüştü?
Acar’ın konuşmak için araladığı ağzı çalan telefonuyla
kapanırken ekrana bakıp derin bir nefes aldı. Telefon masada durduğu için
arayan kişiyi görmüştüm. Soner abi arıyordu.
Ajansın serbest çalışan avukatlarından biri olduğunu
zaten aylar öncesinden beri biliyordum. Bu sıralar bir konuyu halletmeye
çalıştıkları için sürekli iletişim halindeydiler. “Geliyorum şimdi,” Gözlerime
bakarak konuştuğunda gözlerimi yavaşça açıp kapatarak onayladım. Telefonunu
alıp odadan hızlı adımlarla çıktığında kapının birkaç adım ilerisinde dikilmeye
devam eden Selin’e baktım.
“Otur istersen,” dedim sakin bir sesle. Sinirimi bozmuş
olsa da ortada bir şey yokken kabalaşacak kadar kendimden geçmemiştim. Benden
doğal olarak beklemediği bu teklife şaşırdığını, kaşlarının saniyelik de olsa
havalanmasından anlamıştım.
Bir şey söylemeden karşımda duran diğer tekli koltuğa
oturduğunda bacaklarımı çaprazlayıp birbirinin üzerine attım. Bir şey
söylememeye karar vererek sessizliğimi koruyacakken sanki bunu yapmamı
istemiyormuş gibi bakışlarını üzerime dikmişti.
İçimden kendime bir dolu sabır isteği mırıldanırken
derdinin ne olduğunu düşünüyordum. Laf yemek ya da aşağılanmak mı istiyordu?
Biraz daha devam ederse istediğini elde edecekti.
“Öğle tatilinde seni yemeğinden alıkoyan, buraya
sürükleyen konu ne? Çok önemli sanırım, merak ettim.” dedim dümdüz bir sesle.
Parlak pembe bir rujla belirginleştirdiği dudakları iki
yana kıvrıldığında ifadesi içimi daraltmıştı. Daha önce kimsenin gülüşünden
böylesine rahatsız olduğumu hatırlamıyordum.
“Özel bir konu,” derken sesi heyecanlıydı. Ama bu
heyecanın oyuncu bir tavırla, sırf beni sinirlendirmek için sesine sinmiş
olduğunu anlayabilmiştim.
Selin, bana bir süredir aklıma gelmiyor olan Şeyda’yı
anımsattığı için oldukça rahatsız hissediyordum. Şeyda’nın yaptıkları, ardından
onunla yüzleşemeden intihar edip tamamen aramızdan ayrılışını henüz hazmetmiş
sayılmazdım. Sadece araya başka olaylar girdiğinde bu konu zihnimde biraz
gerilere taşınmıştı.
“Öyle mi?” dedim onun heyecanını taklit ederek. “O zaman
sen birazdan Acar’a anlatırsın, ben akşam ondan dinlerim özel konunu, olur değil mi Selin?”
Yüzündeki bilmiş ve beni gıcık ettiğini sanarak hızla
keyif dolmuş olan ifade düşerken bu kez dudakları kıvrılan bendim.
Boş boş suratıma bakarken abartı olmamasına dikkat ederek
gözlerimi devirir gibi geriye attım. Bunlar sırayla mı veriliyordu bana?
Acaba babamdan ya da abimden Acar’ı içine kapatmak için
bir kule tasarlamalarını mı isteseydim? Böylece etkisine kapılan isimlerle
uğraşmak zorunda kalmaz ve mutlu mesut hayatıma devam edebilirdim.
İçimde sevgilisini insan içine çıkartmayan kıskanç keko
bir Feris yatıyor olduğunu az önce fark ettiğim için kendimi yuhlayarak
düşüncelerimi defettim.
‘Ha istesen
hemen yaparlardı sevgilinin kulesini zaten Savaş ve Yaman Göktürk’ diyerek
içimdeki tartışmaya katılan mantıklı ve gergin tarafımı da susturup halen bana
bakıyor olan Selin’e odaklandım.
“Sen bekle, Acar gelir şimdi. Benim odama uğramam lazım.”
dedikten sonra ayaklandım. Topuklularımı yavaşça yere çarparak kapıya
yönelirken Acar ile kendisini yalnız bıraktığımı düşünen Selin hem şaşkın hem
de keyifli duruyordu.
Kapıdan çıkarken görüş açısından da çıkmış olduğum için
sırıttım. Odadan çıktığımda kapıyı da ardımdan kapatmıştım.
Acar’ın telefonla nerede konuştuğunu anlamak için
koridorda yürümeye başladığımda çok geçmeden sesini duymaya başlamıştım.
Melih’in odasındaydı.
Odaya damdan düşer gibi girdiğimde aniden bana döndü.
Gelenin ben olduğumu gördüğünde tekrar telefona odaklanmıştı. “Yarın uğra o
zaman Soner, ben ne diyeyim şimdi telefonda sana.” Sesinden ve konuşma
şeklinden konunun çok iç açıcı olmadığını ve gerginliğinin sınırları
zorladığını anlamak zor değildi.
“Kapat tamam, sikeceğim şimdi süreci de sonucu da.” Bir
süre Soner abiyi dinleyip en son bunu söyledikten sonra telefonu kapatıp sertçe
üzerindeki ceketin iç cebine sokuşturdu.
“Uzun sürdü, geliyordum şimdi ben de.” Bana yönelik
konuşurken sesini az önceki sinirli ve emredici tondan sıyırmak için
çabaladığının farkındaydım. Daha ılımlı bir sesle konuşmuştu ama altında yatan
siniri hissedebiliyordum yine de.
“Acar,” dedim kedi gibi mırıl mırıl bir şekilde. Ayakta
durduğu için yanına yürüyüp dibine kadar girmiştim. “Feris?” dedi karşılık
vererek.
Topuklularım beni en fazla çenesinin biraz üzerine
ulaştırıyorken bedenimi ileri iterek yapmaya çalıştığım şeyi anlasın istedim.
Öyle de oldu.
Belimden tutarak beni yükselttiğinde burnum dudaklarına
çarpıyordu. “Eve gidelim.” dedim nefesim yüzüne çarparken. Acar’ın üst üste
yaşadığı duygu değişimlerinden sonra şimdi yüzünde hâkimiyet kuran ifade
sorgulayıcıydı. “Bir sorun mu var güzelim? İyi misin?”
“İyiyim.” dedim boşu boşuna endişelenmesini yarıda
keserek.
“Neden eve gitmek istiyorsun o zaman? Nereden çıktı
aniden?” Bu kadar sorgulayıcı olmasına oflayarak kolumu omuzuna attım. “İlla
açık ol diyorsun yani sevgilim.”
Tek kaşını havalandırarak bana baktığında dudaklarımı
dilimle ıslatıp nefeslendim. “Eve gidelim de sevişelim diyorum Acarcım, öyle
bi’ içimden g-…”
Son birkaç kelimemi tamamlayamadan elimi elinin içine
sıkıca hapsedip önce odadan, ardından kattan ve en sonunda arabasının içinde
ajanstan ayrılırken bunların hızına ağzım açık halde şahitlik ediyordum. Tek
kelime etmeden beni oyuncak bebekmişim gibi oradan oraya götürmüş ve yolcu
koltuğuna kadar ulaştırmıştı.
Tamam, bir süredir aramızdaki garip gerilimlerden dolayı
asla bir arada değildik ve son haftalarda da tek yaptığımız öpüşmek olmuştu. Ama bu da biraz abartıydı canım!
“Abartıyı evin kapısından girdiğimizde bizzat
göstereceğim zümrüt göz, çok yakından tanık olacaksın.” Son cümlemi içimde
tutamayıp sesli söylediğimi Acar’ın tepkisiyle fark ettiğimde dudaklarımı
ısırarak sesimi kestim.
Acar’a bu teklifi yaparken amacım, onun aklını dağıtıp
oyalamak ve belki kısa bir süre oynaşmaktı. Böylece Selin odadan defolup
gidecek ve benim içim rahat edecekti. Cümlem bile bitmeden beni eve atacağını
hesaba katmamıştım.
Süratle sürdüğü araba sitenin otoparkına girdiğinde, yol
boyunca ikimizde de araba durduğunda neler yaşanacağının yoğunluğu hâkim
olduğundan araba resmen boğucu bir hal almıştı. Sıcakladığımı hissederek camı
açıp durmuştum, Acar her seferinde üşüyeceğimi söyleyerek bu çabamı sonuçsuz
bırakmıştı. Onun ise tüm dikkati yoldaydı, bizi olabilecek en kısa sürede
buraya ulaştırmak dışında bir amacı var gibi durmuyordu.
Araba park yerinde durduğunda kendimi dışarı atarken
çantamı odamda unuttuğumu yeni fark etmiştim. En azından telefonum elimdeydi
diyerek kendimi avuturken kapıyı kapattım.
Asansöre doğru yürümeye başladığımızda küçük kutu 12.kata
ulaşana dek yayılan ateşin bizi patlatmamasını umuyordum. İlk kez
yakınlaşacakmışız gibi bu kadar kafamın yoğun olmasının sebebi, sanırım
beklentiydi. Daha öncekilerde dakikalarca böyle bir beklentiyle oturup
beklememiş, kendimi akışa bırakmakla yetinmiştim.
Asansöre bindik. Acar 12 yazan tuşa dokunduğunda kapılar
yavaşça kapandı. O arakadayken ben sırtım göğsüne denk gelecek şekilde
önündeydim. Başımın tepesinde, saçlarımın arasına karışan yumuşak bir öpücük
hissettiğimde bedenim gevşedi.
Pelte haline geldiğimi anladığı için olacak ki sesli bir
şekilde güldü, ardından sırtımı tamamen göğsüne yaslayıp ayakta durmam için
olması gereken tüm desteği ve gücü ondan sağlamama yol açtı.
Asansör sonunda durduğunda Acar kapıya benimle birlikte
yöneldi. Beni önünden çekmeden çıkarttığı anahtarla kilidi açıp kapıyı geriye
doğru itti. İlerlememi ister gibi başımı bir kez daha öptüğünde içeri girdim.
Telefonumu portmantoya bırakmamın bana yalnızca birkaç saniyeye mâl olacağını
biliyordum ama o, bunu bile zar zor yapmama zaman tanıyacak bir süre sonunda
iki avucunu bel boşluğuma yaslayarak beni havalandırmıştı.
Telefonumu biraz sert olsa da oraya bırakmış olduğum için
boş olan ellerimle, düşme telaşıyla sıkıca omuzlarına tutunurken henüz
topuklularımı çıkartamadığım ayaklarımı kalçasının hemen üzerinde çaprazladım.
Dudaklarımızı birleştireceğini düşünürken beni yanıltarak
yüzünü boynuma gömdüğünde anlamsız bir şeyler mırıldandım. Boynumdaki ince
deriyi dudaklarıyla çepeçevre sarıp sertçe emdiğinde parmaklarım ceketinin
üzerinden omuzlarına saplanır gibi kasılmıştı.
Yürümeye başlamasını umursamadım. Odaya gittiğimizi
biliyordum.
Boynumu açlığını yatıştırır gibi iştahla emip diliyle
aynı yeri mühürlerken ona daha yakından dokunma isteğiyle dolarak ceketini
omuzlarından itmeye çabaladım. Belimdeki kollarını tek tek geri çekip ceketi
çıkartmama olanak sağladığında bir yandan boynumla uğraştığı için hissettiğim
haz ceketi çıkartmama dahi engel oluyordu.
Odaya girdiğimizde ceketi çıkartmayı başarmış, ardından
yere atıp yeniden omuzlarına sarılmıştım. Beni bırakmadan sırtım yatağa değecek
şekilde eğildiğinde onun kalkmasına izin vermeden bacaklarımla ve kollarımla
üzerimde kalmasını sağladım.
Boynumdaki başını kaldırıp yüz yüze gelmemize sebep
olduğunda gözlerinde harlanan alevler bedenimi yatakta iğneler varmış gibi
kıpırdattı. Eteğimin kalçalarıma doğru sıyrıldığının farkındaydım. Çıplak
bacaklarım onun bedenine dolanmışken bir an önce ikimizin de tamamen soyunmuş
hale gelmesi için ayaklanan hislerimi bastırmaya gerek duymadım.
“Sanat eseri,” diye konuştu dudaklarımızın arasında
santimler varken. “Benim, bana özel, tapılası sanat eserim.”
Ceketimin içine giydiğim siyah straplez kumaş parçası
göğsümün büyük bir bölümünü açıkta bırakıyordu. Normalde de çok uzun değildi
fakat şimdi tamamen açılacak gibi karnıma kaymaya meyletmişti.
Acar’ın dudakları dudaklarıma dokunduktan sonra ona
karşılık verip öpücüğü derinleştirmeme izin vermeden bir yol çizer gibi çeneme
kaydı. Çenemdeki öpücüğün ardından yeni durağı boğazım ve sonrasında da göğsüm
oldu. Dümdüz bir yolu aşağıya doğru öpe öpe inerken belimi kıvırarak bedenimi
ona çarpma dürtüsüyle doldum.
“Üstündeki fazlalıklardan kurtulmamız gerekiyor değil
mi?” Ben dünden razı değilmişim gibi, bir çocuğu ikna edercesine sakin bir
sesle sorduğunda yutkundum. İstemsizce kafamı sallayarak onaylamıştım.
Kısa ceketimi omuzlarımdan geriye itip çıkartmaya
başladığımda Acar ben bununla meşgulken bile durmayıp yarısı ortada olan
göğüslerimin üst kısımlarına yüzünü sürtüyordu. Kalbim hızlanırken soluma çok
yakın olduğundan bunu duyabildiğine emindim.
Aniden üzerimden doğrulduğunda afallamış bir halde ona
baktım. Ellerinin gömleğinin düğmelerine gittiğini gördüğümde neden üzerimden
çekildiğini anladığım için oyalanmadan üzerimdeki ceketten ve straplez parçadan
kurtuldum. Göğüslerimi zar zor kapatan düşük kuplu sütyeni de duraksamadan
çıkarttığımda üst bedenimde hiçbir şey kalmamıştı.
Tüm bunları gözlerimi Acar’ın bedenine dikmiş halde
yapmıştım. Gömlek düğmeleriyle uğraşırken onun bakışları da benim bedenimdeydi.
Elinin kemerine gittiğini gördüğümde başımı sertçe yatağa yasladım. Eteğimle
uğraşmak yerine önümdeki manzarayı seyretme işine oldukça gönüllüydüm.
Kemerini ustalıkla söktüğünde saniyeler içinde üzerinde
bir kumaş parçası bile kalmayacak kadar soyunmuştu. Gözlerim kasıklarındaki
belirginleşmeye başlamış olan sertliğe takıldığında yattığım yerde kıvrandım.
“Manzara güzel mi oradan?” İçimden yaptığım manzara
benzetmesinin aynısını yapmasına kıkırdayarak tepki verdim. Onaylama gereği
duymamıştım, gözlerimi üzerinden çekemediğimi zaten görüyordu.
“Ayağa kalk.” demesini beklemediğim için birkaç saniye
duraksadığımda sabırsız bir ifadeyle bana bakıyordu. Sorgulamadan önce sırtımı
ardından tüm bedenimi yataktan ayırdım. Halen ayağımda duran ince siyah
topukluların üzerinde dengede durduğumda Acar boyunun avantajıyla bana tepeden
bakıyordu.
Aramızdaki kısa mesafeyi bana bir adım atarak tamamen yok
ettiğinde karnımı sıyıran erkekliğini hissettim, gözlerimi sıkıca kapatıp
birkaç saniye sonra açtım. “Haftalardır kendini benden sakınıyorsun.” derken
sesine yansıyan gergin parçacıklar ona beklentiyle bakmama yol açtı. “Beni
nasıl cezalandırman gerektiğini çok iyi biliyordun değil mi? Seni bana
vermeyerek, verebileceğin en ağır cezayı verdin bana.”
Konunun nasıl ilerleyeceğini anlamakta güçlük çektiğim
için irice açtığım gözlerim ve onu görebilmek için geriye attığım boynum ile
kalakalmıştım. Karnımda belli aralıklarla seğirip duran erkekliğini kavrayıp
dokunmamak için avuçlarımı sıkı sıkı kapatmıştım.
“Cezamı da çektim, çektim ve bitti.” dedikten sonra
dudaklarını beni çıldırtmak ister gibi dudaklarıma sürttü ama beni öpmedi.
“Öyle değil mi sevgilim?”
“Acar,” dedim beklentiyle. Neden böyle bir konuşma
yaptığımızı anlamıyordum, biraz daha uzatırsa sızlamaya başlamış olan
kasıklarımı karnımı dürtüp duran aletine ben bastıracaktım.
“Cevapla Feris, cevaplamazsan o yanmaya başlayan kuytunu
söndürmeden beklemeye devam edeceğim.”
Tırnaklarımı avucuma bastırırken iç çektim. “Evet, çektin
cezanı.” dedim pes ederek. Bu cevabı aldığında arşa mı erecekti? Ersindi, benim
şu an önceliğim kesinlikle bu değildi.
Dudakları daha önce görmediğim kadar keyifli bir kıvrımla
hareketlendi. “O halde sıra sende güzel bebeğim, şimdi senin cezalarını kesmeye başlayacağız.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder