Aykırı Çiçek 51.Bölüm

 51.BÖLÜM



Karşımdaki koltukta yan yana dizilen, hatta oraya sığmadıkları için bir kısmı yere kalanı da koltuğun arkasına taşmış olan Göktürk erkeklerini kısılmış gözlerimle izliyordum.

Koltuğun ortasında babam ve amcam varken, sağ ve sol taraflarına Yaman abim ve Selim geçmişti. Ön tarafta üçüzlerim ve Yekta abim varken, arkaya kalan iki isim -kesinlikle konudan bağımsız olan- Ufuk ve Pamir ikilisiydi.

Pamir, Ufuk’un kucağında; uykusundan yeni uyandığını belli eden sersem bakışlarla etrafı incelerken derin bir nefes verdim. “Sakinleştiniz mi?”

“Hayır,” cevabı aynı anda birden fazla ağızdan çıktığında bağırmışlar gibi irkildim. Toparlandığım anda sıkıntıyla annem ve yengemin oturduğu tarafa döndüm. “Bir şey söylemeyecek misiniz?”

“Bunlar laftan anlıyor gibi bakmıyor yengecim ama deneriz senin için tabii ki.” Aylin yengeme dudaklarımı büktüm. “Anlamazlar değil mi?”

“Anladıkları dilden konuşurum ben annem, sen düşürme yüzünü.” Annemin bana verdiği güven babamın sesiyle bölündü. “Pınar!”

“Savaş.” diyerek annem ondan aşağı kalır yanı olmadan tepki verdiğinde babamın duraksadığını gözlerimle görmüştüm. Bu, başka bir anda olsak kıkır kıkır gülebileceğim bir durumdu.

“Ne Savaş’ı anne ya, kardeşimi alıp götürüyorlar diyorum, hayat memat meselesi diyorum; sen babama kızıyorsun şurada.” Yaman abim hayretle söylenirken annemin koltuktan aldığı yastığı onun kafasına fırlatması beklenmedikti.

Pamir kahkaha atarak bu sahneyi izlerken babam, abimi silahla vurulmuş gibi göğsüne çekip yatırdı. Babamı ve abimi bu denli ortak paydada buluşturup birbirlerine yapıştıran konunun Acar ile ilgili olmasına şaşırmıyordum.

Yaman abimin bizi arabada Acar ile gördüğü -bastığı- sahne, Acar’ın yüzük hamlesiyle faciaya dönerken abimi bir şekilde durdurup ikimizi de eve sokmuştum. Acar’ın abimi gıcık etmek uğruna nasıl bir kıyamete imza attığını bilip bilmediğinden emin değildim. Çünkü Yaman abimi birkaç saat daha onunla uyuyarak ve konuşarak ikna ettiğimi sansam da sabah kahvaltısında, ki bu kahvaltıda amcamlar da vardı, ilk ağzından çıkan cümle ‘Deniz evleniyor.’ olmuştu.

Bu cümlenin Göktürk soyadlı tüm erkeklerin zihnine yarın düğünüm varmış gibi yansıması sonucu, hep bir ağızdan konuşmaya başlayarak delirmiş gibi itiraz etmeye ve sinir küpüne dönüşmeye başlamışlardı. Kontrolden çıkan hallerini annemin ve yengemin yardımıyla en fazla salondaki koltuğa oturup benim konuşmamı bekler hale gelmelerini sağlayacak kadar düzeltebilmiştik.

“Abi!” dedim sitemle. “Babam iyice sinirlensin diye damarına basıyorsun, her şeyi anlatmadım mı sana uyumadan önce?”

Yorgun ve biraz duygu sömürüsüne kaçmasını umduğum sesimle sorarken abimin oltama takılacağından çok emindim.

“Denizkızım…” diye mırıldandığında yanılmadığımı anlamış oldum. Fakat ikinci darbeyi beklemediğim yerden alacağımı hesaba katamamıştım.

“Bilsem seni sakinleştireceğime dolduruşa getirirdim, evlenme teklifi nereden çıkmış şimdi?” Yekta abim homurdanarak konuştuğunda şaşkınca ona baktım.

“Nereden çıkmış ne demek Yekta? Asker arkadaşı değiller ya, evlenmeyi düşünmelerinden doğal ne var yengecim?” Yengeme teşekkür eder gibi baktım.

“Toplanmışsınız 8 tane hödük, kız ne diyeceğini şaşırdı karşınızda. Annecim bırak kendi kendilerine delirsinler.”

“Bekle sen, daha tam toplanmadık.”

“Ne demek daha toplanmadık, adam mı çağırdın eve Acar’ı dövdürmeye Savaş?”

Annemin sorusuyla gözlerim kocaman kocaman açılırken yerimde sallandım. “Baba!” dedim çığlık atar gibi.

“Dövmek için adama ihtiyacım mı var yavrum? Sedat’tan bahsediyorum, yanında Koray ve Soner de gelecek. 3 kişi daha yaz sen bizim tarafa.”

Avuçlarımla yüzümü örttüm. Hangi ara onlara haber vermişlerdi?

Ben daha şaşkınlığımın sonuna gelemeden kapı çaldığında boynumu geriye doğru attım. Işınlanarak mı gelmişlerdi?

Rüzgar, adını aratmayan bir hızla yanımdan geçip kapıya gittiğinde birkaç dakika içinde Yeliz teyze, Sedat amca ve Soner abi içeri girdiler. Tek umudum olan ismi göremediğimde kaşlarım çatılarak onlara baktım. “Koray nerede?”

Aniden salona girip yanıma ulaşan Koray’ı gördüğümde tüm gerginliğime rağmen kıkırdamıştım. “Beni sor diye assolistlik yapıp en son girdim, nasılım?”

Belimden tutup beni kendine çektiğinde yorgunca ona yaslandım. “Sen çok iyisin de asıl ben nasılım Koraycım?”

“Sen de bomba gibisin İzgi’m, görüyorum.”

“Evet, bombayım. Birazdan patlayıp üçüncü dünya savaşının fitilini ateşleyeceğim.”

Salonda herkes birbiriyle konuşuyor halde olduğundan uğultular artmıştı, neredeyse herkes ayaktaydı. Kimin kimle ne konuştuğunu takip edebiliyor halde değildim. Koray’a sığınmış dudaklarım büzülmüş halde bu işin içinden nasıl çıkacağımı düşünüyordum.

Birkaç dakika geçmeden sese rağmen kapı zili bir kez daha duyulduğunda aklımdan geçenin başıma gelmemesi için dua ediyordum. Kapıdaki kişi Acar’sa sanırım bayılma taklidi yapmam gerekecekti, hatta belki de taklide gerek kalmadan zaten bayılacaktım.

“Ay bi’ susun, kapıyı zor duyduk.” Annem söylenerek kapıya ilerlerken gözlerimi kısmış halde girişe bakıyordum.

“İnşallah Acar’dır ya, bayağıdır kaos ihtiyacımı karşılayamıyorum iyi giderdi şu a-…” Koray’ın koluna vurarak susmasını sağlarken ağrımaya başlayan başım bana hiç yardımcı olmuyordu.

Annemin kapıyı açmak üzere çıkışının ardından salondaki sesler aniden tamamıyla kesildiğinde bu durum biraz kafamı karıştırırken anlamlandırmaya çalışarak etraftakilere baktım. Özellikle az önceki sinirli halleri yerine bıyık altından gülerken yakaladığım amcam ve babam beni afallatmışlardı.

Salonun girişinde gördüğüm kişi, Koray’ın şom ağızlı oluşundan mı yoksa benim duaları kabul olmayan bir kul oluşumdan mı kaynaklıydı bilmiyordum ama; oydu. Acar salına salına salonun ortasında belirivermişti.

Gözleri kimsenin üzerinde durmadan, salondaki kalabalığa rağmen tam nerede olduğumu biliyormuş gibi beni buldu. Sırtımın yarısı Koray’a yaslı olmasa bu anın verdiği gerginlikle dizlerimin tutmayıp pat diye yere yapışmama sebep olacağına emin sayılırdım.

Tek gözümü istemsizce kapatıp korkuyla ortalık birbirine girecek mi diye beklerken kimse hareket etmediğinde garipseyerek sessizliğe boğulmuş olan salonda gözlerimi gezdirdim. Herkes bana bakıyordu, herkes sırıtıyordu.

Balık gibi açılan ağzımla kelimeleri birleştirmeye çalışıp durumu sorgulamak üzereyken bakışlarım en son Acar’ın üzerinde kalmıştı. “Ben-…” gibi bir şeyler mırıldanıp konuşacakken, Acar’ın dudakları kıvrılarak küçük bir gülümseme ile beni durdurmak için araya girmesi ile susmuştum.

“Sen, haftalar önce bana bir şey söyledin. Hatta bana söylediğinin bile farkına varmadın belki, ama söyledin.” dediğinde merakla dolmuştum. Neyden bahsettiğine dair en ufak bir fikrim dahi yoktu.

Artık yürüdüğüm yolda takıldığım taşı, gördüğüm bir kediyi bile ailem bilsin, onlar hayatımdaki her şeye şahit olsun istiyorum dedin Feris.”

Salondakiler -ben de dahil olmak üzere- çıt bile çıkartmadan Acar’ı dinlerken, bana en yakın duran kişi olan Koray’ın bir adım sola kayarak benden uzaklaştığını zar zor anlayabilmiştim.

Bütün dikkatim Acar’daydı.

Bana doğru attığı iki adımda, aramızda tek bir adımlık mesafe bırakması anbean gözlerimi kırpmadan takip etmiştim. “Ben de ailem diyebileceğin herkesi, biraz sonra yaşanacak olan âna şahit kılmaya karar verdim. Eksik var mı?” diye sorarken bunun farazi bir soru olduğunun herkes farkındaydı.

Biraz sonra yaşanacak olan an’dan kastının ne olduğunu tahmin etmeme, şaşkınlığım büyük ölçüde engel oluyorken bakışlarımı acele etmeden salondaki herkesin üzerinde en az birkaç saniye tuttum.

Aile sandığım insanlar bana yedi kat yabancıyken aile ne demek öğrenebilmemi sağlamış olan Sedat amcama ve Yeliz teyzeme baktım. Onlardan ayrılan bakışlarım hemen yanlarında duran Soner abiye de uğramıştı.

Sonraki durağım amcam ve yengem oldu, Selim ve Ufuk’un bulunduğu köşeye de sakince göz atmıştım.

Hepi topu hayatımın üç yılını yanlarında geçirebildiğim, o yılları hatırlamayı bile başaramadığım ama yine de onlara kavuştuğumdan beri tüm sıcaklıklarını hissettiğim aileme çevirdim ardından bakışlarımı. Abilerimde, üçüzlerimde, annemde gezdirdiğim gözlerim babama çarptığında gözlerinin dolu olduğunu görmek benim de gözlerimin hiç duraksamadan dolmasına yol açmıştı.

Geriye kalan son kişiye, ailemin en büyük parçasına bakabilmek için soluma döndüm. Elleri pantolonunun cebinde, yüzünde görmeye alışık olduğum gülüşüyle beni izleyen Koray’a baktım. Bakışlarım en çok onda oyalandı, sebebini anlasın istedim. Anlayacağından emindim, çünkü Koray bu odada bulunan kimseyle karşılaştıramayacağım kadar çok ezberlemişti beni.

Koray’dan çektiğim bakışlarım yeniden önüme, Acar’a döndüğünde onu karşımda bulamadığım için duraksadım. Onu görmek için bakışlarımı biraz aşağıya kaydırmam yetmiş, hatta artmıştı.

Bir dizinin üzerinde, önümde yere çökmüş olduğunu gördüğümde belki dışarıdan gören birinin çoktan anlamış olacağı ama bana zihnim tarafından yeni fısıldanan gerçekle ikinci kez yüz yüzeydim.

Kırgınlığım göğsümde koca bir yükken gelen ilk teklifinin, aslında doğru zamanda yaşanmadığını o da ben de biliyorduk. Ona cevap veremeyişimin, verdiğim cevabın kırgınlığımın arkasına gizlenmiş bir kukla olduğunun farkındaydık.

“Bugün Deniz Göktürk’ün, yani senin doğum günün.” diyerek bir kez daha konuşmaya başladığında yutkundum. “Ama ben sana Feris’ten başka bir şey söylemeye alışamıyorum, solundaki adam da sana İzgi demeyi hiç bırakmayacak; biliyorum.”

Göz ucuyla Koray’a baktı. Salondaki kalabalıktan gülüş sesleri yükselmişti. İsim karmaşam hem geçmişimden kalma bir yaraydı hem de bizi zaman zaman güldüren bir konuydu.

“Üç ismin var, ama soy ad sayın halen iki…” dediğinde konuya giriş şekli kendimi tutamayıp gülmeme yol açarken aynı anda da gözlerimden yaşlar boşalmaya başlamıştı. “Eşitliğin sağlanması için… Benimle evlenir misin Feris?

Üçüncü kez görüyor olduğum yüzük kutusu avucunda açık şekilde duruyorken cevap vermeden ona bakmaya devam ediyordum. Gözlerindeki beklenti bulutları yoğunlaşmış, belli etmemeyi denese bile -belki benden başka herkese inandırsa da- gerginliğinden kasılmış yüz hatlarıyla tam karşımdaydı.

Sabahtan beri beni delirten, hatta korkutan olayların bu teklifin bir parçası olduğunu; herkesin plana dahil olduğunu anlamam zor olmamıştı. Resmen örgütlenmişlerdi. Abimin sabah bizi arabada basmasının da planlı olup olmadığını sormayı aklımın bir köşesine yazarken biraz daha beklersem Acar’ın delireceğinden emin olarak dudaklarımı araladım.

“Evet,” dedim titreyen sesimle. “Evlenirim seninle Merihcim.

 

~

 

“Tamamdır o zaman, yeterince öğle tatilinizden çaldım bence. Bitirebiliriz burada, öğleden sonra görüşürüz.” Önümdeki bilgisayarın ekranını indirip kapatırken bir yandan da masadakilere çıkabileceklerini belirtmiştim. Yağmur ve Polat ayaklanıp, hemen ardından odadan da çıktıklarında geride sadece Ömer kalmıştı.

“Çıkmıyor musun?” diye sorduğumda sandalyemden çoktan kalkmıştım.

“Çıkıyorum birazdan,” dedi ama devamında bir şeyler daha söyleyeceğini sesinden anlayabilmiştim. Beni yanıltmayarak devam etti. “İlk projenin sonuna geliyoruz diye gerginsin sanırım, ama emin ol hiçbir pürüz çıkmayacak. Kendini boşuna sıkıyorsun.”

Departmanın başına geçtiğimden beri üzerinde çalışıyor olduğumuz projenin müşteriye sunulmasına sayılı günler vardı. Üzerimde alışık olduğum sorumluluk oranından çok daha büyük bir yük varken gerim gerim gerilmediğimi söylemem yalan olurdu.

“O kadar belli ediyor muyum ya?” Kendimi tutamayıp sorduğumda Ömer yarım ağız güldü. “Eh işte…”

“Sunum hallolsun, o zaman rahatlarım. Sorun yok.”

Anlayışlı bir ifadeyle başını hareket ettirdikten sonra masadaki birkaç parça kâğıdı alıp ayağa kalktı. “Kaçtım ben de, görüşürüz.”

Dudaklarımı büküp kendi kendime düşüncelerimle boğuşurken üzerimdeki etek-ceket takımının kenarını köşesini düzeltip odadan dışarıya yöneldim.

Öğle arası başlayalı neredeyse 20 dakika dolmuşken katlar tamamıyla boşalmıştı. Odasında olduğuna emin olduğum tek isim, yanına gideceğim isim olduğundan bu boşluğa kafa yormadan asansöre yöneldim.

Bindiğim asansörün kapıları aralandığında yönetim katının da aşağıdan pek farkı olmadığı gerçeğiyle karşılaşmıştım. Melih’in Çağla’yı çoktan yemeğe kaçırdığını, hatta geri gelmeyeceklerini biliyordum. Çağla’nın bayıla bayıla anlattığı restoranı Melih’e sızdıran bizzat bendim zaten. Caner de geçtiğimiz haftayı İtalya’da bir eğitime katılarak geçirmiş, eğitim bitmiş olsa da ‘kendime patronum olarak bir hafta daha izin veriyorum’ diyerek henüz dönmemişti.

Asistanların da saat 12 olur olmaz kaçıştığını varsayarsak, katta benim işkolik bir deli olan sevgilim dışında kimse bulunmuyordu.

Odasının önüne ulaştığımda kapının yarı aralı durması işime gelirken olabildiğince sessiz bir biçimde kendimi o boşluktan içeriye, odaya attım.

Önündeki ekrana o kadar odaklanmıştı ki kapıdan girdiğimin farkında bile değildi. Kollarımı göğsümde çaprazlayarak bir süre sessizce onu izledim. Bu sıralar, yani geçtiğimiz 10 günün tamamında, sıkça olduğu gibi gözlerim sağ elimin yüzük parmağında duran halkaya kaydı.

Yeni alınan oyuncağına hevesle bakan küçük bir çocuk gibi kendimi sürekli bu hareketi yaparken buluyordum. Üzerinden 10 gün geçmiş olsa da daha dün yaşanmış gibi geliyordu.

Dudaklarım iki yana kıvrılmış halde yüzüğümü izlerken dalmış olduğumu Acar’ın sesini son anda duyup irkildiğimde fark etmiştim. “Feris?”

“Hım?” diyerek ona döndüğümde şaşkındı. “Ne zaman geldin odaya güzelim? Fark etmemişim.”

“Az önce,” diye cevapladım. “Dalmıştın ekrana, neye bakıyorsun öyle dikkatli dikkatli?” diye tamamlarken bir yandan da topuklularımla yere vura vura yanına adımlamaktaydım.

“Ivır zıvır bir şeyler, önemli değil.”

Yanına ulaştığımda çoktan sandalyesini geriye doğru iterek masadan uzaklaşmıştı. Benim amacım ekrana bakmak olsa da onun amacının biraz daha farklı olduğunu kalçam sağ dizine yerleştiğinde anlamıştım. Kucağında olmamı umursamamaya çalışarak gözlerimi kısıp bilgisayara baktım.

Haftalık raporları inceliyordu.

Yüzümü buruşturup bakışlarımı ekrandan çektim. Hemen ardından, kucağında olduğum için biraz yüksekten bakma fırsatı bulduğum yüzüne döndüm. “Beğenmediniz mi Feris Hanım?” diye alayla sorduğunda başımı iki yana salladım. “Yok, hiç beğenmedim Acar Bey.”

Alt dudağım ve çenem arasında kalan çukura dudaklarını bastırıp birkaç saniye bekledi. Burnu dudaklarıma sürtündüğü için huylanarak güldüm. Avucumu yanağına yaslayıp sakallarının tenimi çizmesine izin verirken, içime hızla dolan huzur ve güvenle vücudum gevşiyordu.

Dudaklarını çenemden çekip aramızdaki mesafeyi biraz büyüttü. Yanağında duran sağ elimi kavrayıp bu kez dudaklarını parmaklarımın üzerine bastırdı. Öpücüğünün yüzüğün hemen üzerine konmasına gülümsedim.

“Ne zaman sol eline geçireceğiz yüzüğü?” Cevabını bildiği halde sorduğu soruya burnumdan keskin bir nefes verip gülmekle yetindim.

“Babamla yaptığınız anlaşmadan haberim var Acar.”

Yüzünü buruşturdu. Tuttuğu bileğimi bırakmadan ikimizin arasında kalacak şekilde aşağıya indirdi.

Evlenme teklifi planına nasıl dahil olduğunu fazlasıyla merak ettiğim babamın Acar’ı, teklif edebilirsin ama evlenemezsin diyerek bir anlaşmaya sürüklediğini sonradan öğrenmiştim. Acar, babamı bir şekilde ikna edeceğini düşünerek direkt bu fikre atlamış olsa da babam tabii ki kolay kolay pes etmeyecekti.

Müdahale etme gereği duymuyordum. Çünkü henüz erkendi. Aksini düşünmeye başladığımda devreye ben girebilirdim.

Yüzüğümü sanki daha önce hiç görmemiş gibi, elimi havaya kaldırıp Acar’a gösterdim. “Bence bu elime de çok yakışıyor.” Şımarık bir çocuk gibi mırıldandığımda Acar’ın aniden dudaklarını dudaklarıma kapatmasını beklediğim söylenemezdi.

Belimi kavrayan eli beni dizinin üzerinde sabit tutarken, başımı eğerek beni öpüşünü kolaylaştırdım.

Alt dudağımı, dudaklarının arasında bir parça şeker varmışçasına emmeye başladığında gözlerim ben müdahale bile edemeden kapandılar. Avucumu boynuna bastırıp yavaşça ensesine doğru kaydırırken başımı yana doğru eğerek dudaklarımı hareketlendirdim.

Beni ne ilk ne de son kez öptüğü anda değildik. Buna rağmen kalbimin ağzımda atıyor olmasını, ondan aldığım ilk öpücükten farksız bir biçimde kasılan karnımı nasıl açıklayabilirdim?

Vermeye başladığım karşılık, Acar’ın büyük avuçlarının belimdeki varlığını daha belirgin hale getirirken dudaklarımdan sızan küçük inleme onun dudakları arasında kayboldu. “Ajanstayız,” diye mırıldanmayı deneyerek ondan çok kendimi ikna etmeyi amaçlıyordum.

Beni biraz daha öperse, nerede olduğumu kavrayamayacak kadar sarhoş hale gelecektim. “Nerede olduğumuz umurumda değil zümrüt göz.” diyerek dudakları benimkilere çarparken konuştuğunda yutkundum.

Dudağımın köşesinden başlayarak yanağım boyunca tenime sürttüğü burnu, geçtiği yerleri ateşe veriyormuş gibi beni yakarken; odada başka biri varmışçasına sessizce kulağımda son bulan fısıltısı yerimde put gibi kalmama sebep oldu. “Seni özledim Feris.”

Fısıldamış olmasına rağmen ses tonundan açıkça sızan vaatler yüksekti. Az önce kasıldığını hissettiğim karnım, bu işi başka bir yere devrettiğinde tırnaklarım, elimi dinlendirdiğim ensesine derince saplanmışlardı.

“Acar,” derken sesimin susması için yalvarır gibi çıkmasına engel olabildiğim söylenemezdi. Benimle oynadığını belli eden tavrıyla, “Söyle bebeğim.” deyip kulağımın hemen altına dudaklarını bastırıp ıslak bir öpücük kondurdu.

Belimdeki ellerinden birinin, oturduğum için olduğundan da kısa hale gelmiş olan eteğimin sınırlarına indiğini hissettiğimde etrafımızdaki her şey zihnimde birer sis bulutuna dönmüş ve bu sayede ajansta, onun odasında, kilitli olmayan bir kapıyla bulunuyor olduğumuz gerçeğini de o sis bulutlarının ardına itmiştim.

Dudaklarımızı birleştiren bu kez ben oldum.

Ağzım ağzına yaslandığında bedenimi tamamen ona çevirme isteğiyle dolarak yerimde kıpırdandım. Bunu yaparken kalçalarımı üst bacağına sertçe sürtmüştüm. Çıplak bacağımdaki eli tenimi avuçlayarak koparacakmış gibi kendisine çektiğinde alt dudağını hissettiğim acının bir benzerini ona yaşatmak için ısırdım. Dudakları dudaklarımla örtülü olsa da yaptığım hareketin ondan döktüğü sert küfrü duymuştum.

Bu, sinirlendiğinin değil, delirdiğinin işareti olan bir tepkiydi. Acar’ın beni odanın ucundaki koltuğa yatırıp üzerime kapanması ve beni tamamen kuşatması fikri kanımı kaynatsa da kulağıma çarpan ses elektrik çarpmış gibi hızla dudaklarından ayrılmama yol açtı.

Odanın kapısı iki kez tıklanmıştı.

Acar’ın kapıyı duyup duymadığını tam olarak anlayamamıştım ama önce dudaklarından ayrılmam ve hemen sonrasında da kucağından kalkmam hakkında çok iyi düşüncelere sahipmiş gibi durmuyordu.

Bacaklarının önünden çekilip kenara geçerken eteğimi aşağı doğru çekiştirdim. “Gel!” diyerek sert bir sesle kapıdaki kişiye onay verirken keskin bakışları üzerimden bir an bile çekilmemişti. Kapı açılmadan kendimi aceleyle masanın önündeki tekli koltuğa attım. Oturduğum anda kapı da açılmıştı.

Gelen kişiye doğru dönük oturduğum için oraya bakmakta sorun yaşamazken gördüğüm kişiyi tanımıyordum.

Üzerindeki siyah kalem elbise ve saçlarının aynı renk oluşunun verdiği koyu bir aurayla içeri giren en fazla otuzlarının ortalarında olabileceğini tahmin ettiğim bir kadındı. Yüzüne baktığımda, bahsettiğim auranın asıl kaynağının elbisesi ya da saçı olmadığını kolayca fark edebilmiştim.

Bakışları tam karşısındaki koltukta bulunduğum için önce benim üzerime çevrilmişti. Beni tanıdığından emindim. Birkaç hafta önce ajansta beni tanımayan kalmamıştı. Giriş katta Acar’ın benimle konuşmak için beni ikna etmeye çalıştığı sahneye şahit olan çalışanlar işini gücünü bırakıp bunu birbirlerini yaydıktan sonra ipin ucu kaçmıştı.

Herkes kim olduğumu zaten öğrenmişken, üstüne bir de tasarım departmanının başına geçtiğimde bolca bakışa maruz kalmaya başlamıştım. Pozisyonumun tamamen Acar’la sevgili olarak elde ettiğim bir şey olduğunu düşünmeyen kişiler kendi departmanım ve yönetim dörtlüsü ile sınırlıydı.

Ömer’in bahsettiği gerginliğimin bir sebebi de buydu. Kendimi kanıtlamak zorunda değildim, ama bunu istiyordum. Bunun tek yolu da şimdiye kadar asla gün yüzü görmeyen projelerin benimle birlikte rayına oturmasıydı.

“Odamı incelemek için mi buradasınız Selin Hanım?” Acar’ın sesini duyduğumda kadından aldığım o tatsız hisler beni sırf adını söyledi diye Acar’ı boğazlamaya itse de sessiz kaldım. Çalışanların büyük bir kısmının ismini bildiğini kendime hatırlatarak sakinleşmiştim.

Adının Selin olduğunu öğrendiğim kadın Acar’ı duyduğunda boğazını temizler gibi küçük bir ses çıkartarak ona döndü. “Kusura bakmayın, Nisan’ı göremeyince direkt geldim odaya.” Nisan, Acar’ın asistanıydı.

Selin’in tavrından, sanki Nisan’ın yerinde olmayışının altını çizer gibi yaptığını anlamıştım.

“Öğle arasındayız Selin Hanım, Nisan’ın yerinde olmaması gayet doğal değil mi?” derken onu taklit ederek alttan alttan ‘öğle tatilinde bu odada ne bok yiyorsun’ mesajı vermek, cümleye başlarken aklımda olmasa da sonuçtan memnundum.

Acar, bana araya girdiğim için göz ucuyla baktığında onun aksine ben yeşillerimi üzerine dikmiştim. Yırtıcı gibi görünen kara kedinin Nisan’ı ezmesine ve anlamsız bir şekilde buraya dalmasına göz yumacağımı mı düşünmüştü?

Acar’ın konuşmak için araladığı ağzı çalan telefonuyla kapanırken ekrana bakıp derin bir nefes aldı. Telefon masada durduğu için arayan kişiyi görmüştüm. Soner abi arıyordu.

Ajansın serbest çalışan avukatlarından biri olduğunu zaten aylar öncesinden beri biliyordum. Bu sıralar bir konuyu halletmeye çalıştıkları için sürekli iletişim halindeydiler. “Geliyorum şimdi,” Gözlerime bakarak konuştuğunda gözlerimi yavaşça açıp kapatarak onayladım. Telefonunu alıp odadan hızlı adımlarla çıktığında kapının birkaç adım ilerisinde dikilmeye devam eden Selin’e baktım.

“Otur istersen,” dedim sakin bir sesle. Sinirimi bozmuş olsa da ortada bir şey yokken kabalaşacak kadar kendimden geçmemiştim. Benden doğal olarak beklemediği bu teklife şaşırdığını, kaşlarının saniyelik de olsa havalanmasından anlamıştım.

Bir şey söylemeden karşımda duran diğer tekli koltuğa oturduğunda bacaklarımı çaprazlayıp birbirinin üzerine attım. Bir şey söylememeye karar vererek sessizliğimi koruyacakken sanki bunu yapmamı istemiyormuş gibi bakışlarını üzerime dikmişti.

İçimden kendime bir dolu sabır isteği mırıldanırken derdinin ne olduğunu düşünüyordum. Laf yemek ya da aşağılanmak mı istiyordu? Biraz daha devam ederse istediğini elde edecekti.

“Öğle tatilinde seni yemeğinden alıkoyan, buraya sürükleyen konu ne? Çok önemli sanırım, merak ettim.” dedim dümdüz bir sesle.

Parlak pembe bir rujla belirginleştirdiği dudakları iki yana kıvrıldığında ifadesi içimi daraltmıştı. Daha önce kimsenin gülüşünden böylesine rahatsız olduğumu hatırlamıyordum.

“Özel bir konu,” derken sesi heyecanlıydı. Ama bu heyecanın oyuncu bir tavırla, sırf beni sinirlendirmek için sesine sinmiş olduğunu anlayabilmiştim.

Selin, bana bir süredir aklıma gelmiyor olan Şeyda’yı anımsattığı için oldukça rahatsız hissediyordum. Şeyda’nın yaptıkları, ardından onunla yüzleşemeden intihar edip tamamen aramızdan ayrılışını henüz hazmetmiş sayılmazdım. Sadece araya başka olaylar girdiğinde bu konu zihnimde biraz gerilere taşınmıştı.

“Öyle mi?” dedim onun heyecanını taklit ederek. “O zaman sen birazdan Acar’a anlatırsın, ben akşam ondan dinlerim özel konunu, olur değil mi Selin?”

Yüzündeki bilmiş ve beni gıcık ettiğini sanarak hızla keyif dolmuş olan ifade düşerken bu kez dudakları kıvrılan bendim.

Boş boş suratıma bakarken abartı olmamasına dikkat ederek gözlerimi devirir gibi geriye attım. Bunlar sırayla mı veriliyordu bana?

Acaba babamdan ya da abimden Acar’ı içine kapatmak için bir kule tasarlamalarını mı isteseydim? Böylece etkisine kapılan isimlerle uğraşmak zorunda kalmaz ve mutlu mesut hayatıma devam edebilirdim.

İçimde sevgilisini insan içine çıkartmayan kıskanç keko bir Feris yatıyor olduğunu az önce fark ettiğim için kendimi yuhlayarak düşüncelerimi defettim.

‘Ha istesen hemen yaparlardı sevgilinin kulesini zaten Savaş ve Yaman Göktürk’ diyerek içimdeki tartışmaya katılan mantıklı ve gergin tarafımı da susturup halen bana bakıyor olan Selin’e odaklandım.

“Sen bekle, Acar gelir şimdi. Benim odama uğramam lazım.” dedikten sonra ayaklandım. Topuklularımı yavaşça yere çarparak kapıya yönelirken Acar ile kendisini yalnız bıraktığımı düşünen Selin hem şaşkın hem de keyifli duruyordu.

Kapıdan çıkarken görüş açısından da çıkmış olduğum için sırıttım. Odadan çıktığımda kapıyı da ardımdan kapatmıştım.

Acar’ın telefonla nerede konuştuğunu anlamak için koridorda yürümeye başladığımda çok geçmeden sesini duymaya başlamıştım. Melih’in odasındaydı.

Odaya damdan düşer gibi girdiğimde aniden bana döndü. Gelenin ben olduğumu gördüğünde tekrar telefona odaklanmıştı. “Yarın uğra o zaman Soner, ben ne diyeyim şimdi telefonda sana.” Sesinden ve konuşma şeklinden konunun çok iç açıcı olmadığını ve gerginliğinin sınırları zorladığını anlamak zor değildi.

“Kapat tamam, sikeceğim şimdi süreci de sonucu da.” Bir süre Soner abiyi dinleyip en son bunu söyledikten sonra telefonu kapatıp sertçe üzerindeki ceketin iç cebine sokuşturdu.

“Uzun sürdü, geliyordum şimdi ben de.” Bana yönelik konuşurken sesini az önceki sinirli ve emredici tondan sıyırmak için çabaladığının farkındaydım. Daha ılımlı bir sesle konuşmuştu ama altında yatan siniri hissedebiliyordum yine de.

“Acar,” dedim kedi gibi mırıl mırıl bir şekilde. Ayakta durduğu için yanına yürüyüp dibine kadar girmiştim. “Feris?” dedi karşılık vererek.

Topuklularım beni en fazla çenesinin biraz üzerine ulaştırıyorken bedenimi ileri iterek yapmaya çalıştığım şeyi anlasın istedim. Öyle de oldu.

Belimden tutarak beni yükselttiğinde burnum dudaklarına çarpıyordu. “Eve gidelim.” dedim nefesim yüzüne çarparken. Acar’ın üst üste yaşadığı duygu değişimlerinden sonra şimdi yüzünde hâkimiyet kuran ifade sorgulayıcıydı. “Bir sorun mu var güzelim? İyi misin?”

“İyiyim.” dedim boşu boşuna endişelenmesini yarıda keserek.

“Neden eve gitmek istiyorsun o zaman? Nereden çıktı aniden?” Bu kadar sorgulayıcı olmasına oflayarak kolumu omuzuna attım. “İlla açık ol diyorsun yani sevgilim.”

Tek kaşını havalandırarak bana baktığında dudaklarımı dilimle ıslatıp nefeslendim. “Eve gidelim de sevişelim diyorum Acarcım, öyle bi’ içimden g-…”

Son birkaç kelimemi tamamlayamadan elimi elinin içine sıkıca hapsedip önce odadan, ardından kattan ve en sonunda arabasının içinde ajanstan ayrılırken bunların hızına ağzım açık halde şahitlik ediyordum. Tek kelime etmeden beni oyuncak bebekmişim gibi oradan oraya götürmüş ve yolcu koltuğuna kadar ulaştırmıştı.

Tamam, bir süredir aramızdaki garip gerilimlerden dolayı asla bir arada değildik ve son haftalarda da tek yaptığımız öpüşmek olmuştu. Ama bu da biraz abartıydı canım!

“Abartıyı evin kapısından girdiğimizde bizzat göstereceğim zümrüt göz, çok yakından tanık olacaksın.” Son cümlemi içimde tutamayıp sesli söylediğimi Acar’ın tepkisiyle fark ettiğimde dudaklarımı ısırarak sesimi kestim.

Acar’a bu teklifi yaparken amacım, onun aklını dağıtıp oyalamak ve belki kısa bir süre oynaşmaktı. Böylece Selin odadan defolup gidecek ve benim içim rahat edecekti. Cümlem bile bitmeden beni eve atacağını hesaba katmamıştım.

Süratle sürdüğü araba sitenin otoparkına girdiğinde, yol boyunca ikimizde de araba durduğunda neler yaşanacağının yoğunluğu hâkim olduğundan araba resmen boğucu bir hal almıştı. Sıcakladığımı hissederek camı açıp durmuştum, Acar her seferinde üşüyeceğimi söyleyerek bu çabamı sonuçsuz bırakmıştı. Onun ise tüm dikkati yoldaydı, bizi olabilecek en kısa sürede buraya ulaştırmak dışında bir amacı var gibi durmuyordu.

Araba park yerinde durduğunda kendimi dışarı atarken çantamı odamda unuttuğumu yeni fark etmiştim. En azından telefonum elimdeydi diyerek kendimi avuturken kapıyı kapattım.

Asansöre doğru yürümeye başladığımızda küçük kutu 12.kata ulaşana dek yayılan ateşin bizi patlatmamasını umuyordum. İlk kez yakınlaşacakmışız gibi bu kadar kafamın yoğun olmasının sebebi, sanırım beklentiydi. Daha öncekilerde dakikalarca böyle bir beklentiyle oturup beklememiş, kendimi akışa bırakmakla yetinmiştim.

Asansöre bindik. Acar 12 yazan tuşa dokunduğunda kapılar yavaşça kapandı. O arakadayken ben sırtım göğsüne denk gelecek şekilde önündeydim. Başımın tepesinde, saçlarımın arasına karışan yumuşak bir öpücük hissettiğimde bedenim gevşedi.

Pelte haline geldiğimi anladığı için olacak ki sesli bir şekilde güldü, ardından sırtımı tamamen göğsüne yaslayıp ayakta durmam için olması gereken tüm desteği ve gücü ondan sağlamama yol açtı.

Asansör sonunda durduğunda Acar kapıya benimle birlikte yöneldi. Beni önünden çekmeden çıkarttığı anahtarla kilidi açıp kapıyı geriye doğru itti. İlerlememi ister gibi başımı bir kez daha öptüğünde içeri girdim. Telefonumu portmantoya bırakmamın bana yalnızca birkaç saniyeye mâl olacağını biliyordum ama o, bunu bile zar zor yapmama zaman tanıyacak bir süre sonunda iki avucunu bel boşluğuma yaslayarak beni havalandırmıştı.

Telefonumu biraz sert olsa da oraya bırakmış olduğum için boş olan ellerimle, düşme telaşıyla sıkıca omuzlarına tutunurken henüz topuklularımı çıkartamadığım ayaklarımı kalçasının hemen üzerinde çaprazladım.

Dudaklarımızı birleştireceğini düşünürken beni yanıltarak yüzünü boynuma gömdüğünde anlamsız bir şeyler mırıldandım. Boynumdaki ince deriyi dudaklarıyla çepeçevre sarıp sertçe emdiğinde parmaklarım ceketinin üzerinden omuzlarına saplanır gibi kasılmıştı.

Yürümeye başlamasını umursamadım. Odaya gittiğimizi biliyordum.

Boynumu açlığını yatıştırır gibi iştahla emip diliyle aynı yeri mühürlerken ona daha yakından dokunma isteğiyle dolarak ceketini omuzlarından itmeye çabaladım. Belimdeki kollarını tek tek geri çekip ceketi çıkartmama olanak sağladığında bir yandan boynumla uğraştığı için hissettiğim haz ceketi çıkartmama dahi engel oluyordu.

Odaya girdiğimizde ceketi çıkartmayı başarmış, ardından yere atıp yeniden omuzlarına sarılmıştım. Beni bırakmadan sırtım yatağa değecek şekilde eğildiğinde onun kalkmasına izin vermeden bacaklarımla ve kollarımla üzerimde kalmasını sağladım.

Boynumdaki başını kaldırıp yüz yüze gelmemize sebep olduğunda gözlerinde harlanan alevler bedenimi yatakta iğneler varmış gibi kıpırdattı. Eteğimin kalçalarıma doğru sıyrıldığının farkındaydım. Çıplak bacaklarım onun bedenine dolanmışken bir an önce ikimizin de tamamen soyunmuş hale gelmesi için ayaklanan hislerimi bastırmaya gerek duymadım.

“Sanat eseri,” diye konuştu dudaklarımızın arasında santimler varken. “Benim, bana özel, tapılası sanat eserim.”

Ceketimin içine giydiğim siyah straplez kumaş parçası göğsümün büyük bir bölümünü açıkta bırakıyordu. Normalde de çok uzun değildi fakat şimdi tamamen açılacak gibi karnıma kaymaya meyletmişti.

Acar’ın dudakları dudaklarıma dokunduktan sonra ona karşılık verip öpücüğü derinleştirmeme izin vermeden bir yol çizer gibi çeneme kaydı. Çenemdeki öpücüğün ardından yeni durağı boğazım ve sonrasında da göğsüm oldu. Dümdüz bir yolu aşağıya doğru öpe öpe inerken belimi kıvırarak bedenimi ona çarpma dürtüsüyle doldum.

“Üstündeki fazlalıklardan kurtulmamız gerekiyor değil mi?” Ben dünden razı değilmişim gibi, bir çocuğu ikna edercesine sakin bir sesle sorduğunda yutkundum. İstemsizce kafamı sallayarak onaylamıştım.

Kısa ceketimi omuzlarımdan geriye itip çıkartmaya başladığımda Acar ben bununla meşgulken bile durmayıp yarısı ortada olan göğüslerimin üst kısımlarına yüzünü sürtüyordu. Kalbim hızlanırken soluma çok yakın olduğundan bunu duyabildiğine emindim.

Aniden üzerimden doğrulduğunda afallamış bir halde ona baktım. Ellerinin gömleğinin düğmelerine gittiğini gördüğümde neden üzerimden çekildiğini anladığım için oyalanmadan üzerimdeki ceketten ve straplez parçadan kurtuldum. Göğüslerimi zar zor kapatan düşük kuplu sütyeni de duraksamadan çıkarttığımda üst bedenimde hiçbir şey kalmamıştı.

Tüm bunları gözlerimi Acar’ın bedenine dikmiş halde yapmıştım. Gömlek düğmeleriyle uğraşırken onun bakışları da benim bedenimdeydi. Elinin kemerine gittiğini gördüğümde başımı sertçe yatağa yasladım. Eteğimle uğraşmak yerine önümdeki manzarayı seyretme işine oldukça gönüllüydüm.

Kemerini ustalıkla söktüğünde saniyeler içinde üzerinde bir kumaş parçası bile kalmayacak kadar soyunmuştu. Gözlerim kasıklarındaki belirginleşmeye başlamış olan sertliğe takıldığında yattığım yerde kıvrandım.

“Manzara güzel mi oradan?” İçimden yaptığım manzara benzetmesinin aynısını yapmasına kıkırdayarak tepki verdim. Onaylama gereği duymamıştım, gözlerimi üzerinden çekemediğimi zaten görüyordu.

“Ayağa kalk.” demesini beklemediğim için birkaç saniye duraksadığımda sabırsız bir ifadeyle bana bakıyordu. Sorgulamadan önce sırtımı ardından tüm bedenimi yataktan ayırdım. Halen ayağımda duran ince siyah topukluların üzerinde dengede durduğumda Acar boyunun avantajıyla bana tepeden bakıyordu.

Aramızdaki kısa mesafeyi bana bir adım atarak tamamen yok ettiğinde karnımı sıyıran erkekliğini hissettim, gözlerimi sıkıca kapatıp birkaç saniye sonra açtım. “Haftalardır kendini benden sakınıyorsun.” derken sesine yansıyan gergin parçacıklar ona beklentiyle bakmama yol açtı. “Beni nasıl cezalandırman gerektiğini çok iyi biliyordun değil mi? Seni bana vermeyerek, verebileceğin en ağır cezayı verdin bana.”

Konunun nasıl ilerleyeceğini anlamakta güçlük çektiğim için irice açtığım gözlerim ve onu görebilmek için geriye attığım boynum ile kalakalmıştım. Karnımda belli aralıklarla seğirip duran erkekliğini kavrayıp dokunmamak için avuçlarımı sıkı sıkı kapatmıştım.

“Cezamı da çektim, çektim ve bitti.” dedikten sonra dudaklarını beni çıldırtmak ister gibi dudaklarıma sürttü ama beni öpmedi. “Öyle değil mi sevgilim?”

“Acar,” dedim beklentiyle. Neden böyle bir konuşma yaptığımızı anlamıyordum, biraz daha uzatırsa sızlamaya başlamış olan kasıklarımı karnımı dürtüp duran aletine ben bastıracaktım.

“Cevapla Feris, cevaplamazsan o yanmaya başlayan kuytunu söndürmeden beklemeye devam edeceğim.”

Tırnaklarımı avucuma bastırırken iç çektim. “Evet, çektin cezanı.” dedim pes ederek. Bu cevabı aldığında arşa mı erecekti? Ersindi, benim şu an önceliğim kesinlikle bu değildi.

Dudakları daha önce görmediğim kadar keyifli bir kıvrımla hareketlendi. “O halde sıra sende güzel bebeğim, şimdi senin cezalarını kesmeye başlayacağız.”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm