Zaman Hatası 4.Bölüm

 4.BÖLÜM



İlk text olmayan bölümümüz kurgumuza hayırlı uğurlu olsun diyelim o zaman

Bu bir geçiş ve textten çıkış bölümü, ortalamanın altında kısalıkta. Tek bir sahneden ibaret, ancak o sahne olmazsa olmazımız…

Bir sonraki bölümde kitaba aslında daha yeni başlıyor olacağız :)

İyi okumalar!

 

~~~

 

bölüm şarkısı: Gökhan Türkmen - Bitmesin

 

Havanın soğuğu, yağmuru, çamuru ve yakalansam başıma açılacak işlerin korkusu…

Odamın penceresinin önünde, dizlerimi yaslayabilmek için yıllardır bu köşede tuttuğum küçük sandalyeden uzanıp dışarıyı izlememe engel olamazdı hiçbir şey.

Telefonuma düşen bir mesajla, bazen bir aramayla hatta zaman zaman sadece hislerimle penceremin önüne tüner ve orada öylece beklerdim. Sokağın gözüme göründüğü kadarına ezberim tamdı.

Ben tam yedi yıldır bu köşeye kök salmıştım.

Sokaktan taşıp açık camımdan içeri sızan sesi duyduğumda kalbim hızlanmaya başlardı. O ses, Yağız Ali Saraç’ın bebeğine aitti.

İki bebeği vardı onun. Bir bebeği sesiyle sokakları inleten gürültülü motoruydu, diğeri ise sesini çıkartmaması için tembihlenerek büyütülmüş olan sevgilisiydi. Bendim.

Açelya’ydım.

Açelya Devrin’dim.

Babama kalsa soyadımdan ibarettim, bana bırakılsa müziğim kadardım.

Kendimi tanıtırken soyadımdan kaçar, kalan her şeye sıkıca sarılırdım. En sevdiğim mevsimi, rengi, çiçeği söyler ama soyadımı saklayabildiğim kadar saklamak isterdim.

Yılın son ayında, o ayın on sekizinci günü yarım saatten kısa bir süre önce başlamışken camımın açık kalma süresi normalden çok uzundu fakat öyle alışkındım ki yüzüme vuran soğuk beni etkilemiyordu.

Dikkat kesilmesem duyamayacağım, yalnızca benim duyduğumu bildiğim ses kulaklarıma dolduğunda dakikalardır burada bekleyen ben değilmişim gibi hızla camı kapatıp perdemi çekiştirdim.

Ya o kapıya çık ya da ben kapıyı ezip geçerek sana geleyim dediği mesajdan sonra buraya geleceğine dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Geleceğini biliyordum.

Geleceğini biliyordum ama birazdan neler olacağını bilemiyordum.

Yağız’a dair bilinmezlerim olmazdı. Yedi yıl dile kolaydı ancak başka hiçbir şeye kolay değildi. Gözünü kırpışından nefesinin hızına kadar her şey benim için başka bir anlamdı.

Bu gece ise her şey farklıydı.

Farklı olmak zorundaydı.

Kapalı perdemin arkasından görebildiğim kadarıyla sokağı izlerken kucağımda duran telefonum titremeye başladığında ondan ilk kez arama alıyormuş gibi göğsüm sıkışmıştı.

Telefonu açıp kulağıma yasladığımda konuşmadım. Onun konuşmasını bekledim.

“Montunu giyip çık, soğuk.” dedi sadece. Geleceğimi biliyordu. Ben onu tanıyorsam, o da beni tanıyordu.

Montumu giymesem, üstündeki mont omuzlarıma bırakılırdı. Uyarısını öylesine yapıyordu. Dinlemeyeceğimi, onun montunu giyip kokusuyla sarınmışken gözlerinin önünde durmayı sevdiğimi biliyordu.

Ona hiç sesimi duyurmadan telefonu kapattım.

Dolabımı aralayıp kalın, peluş bir ceket bulup üstüme giyerken dudaklarım titremişti.

Yağız’ı ikiletmeden sözünü dinliyordum. Yanına kendi montumla gidiyordum ve ben aslında bu şekilde onunla kendi dilimde vedalaşıyordum.

Evin içindeki sessizliği kesintiye uğratmadan, adımlarımın sesini kendim bile duymadan hayalet gibi mutfağa vardım. Mutfaktaki sürgülü cam kapıyı açtığımda evden dışarı atacağım adımın ağırlığı üzerime çökmüştü.

Burada durup oyalanmanın hiçbir katkısı olmayacaktı cesaretime. Bahçenin bir kısmını dolanıp aştığımda, benim için bir geçit olan arka duvara kadar gelmiştim.

“Yağız Ali,” dedim kısık bir sesle. Orada olduğunu zaten biliyordum ama tırmanmadan önce yine de sesini duymam gerekti.

Rutindi bu.

Az önceki seslenişim de rutinin son seferiydi belki de.

“Tanımıyorum,” diye bir ses yükseldi duvarın arkasından.

Burnumdan titrek bir nefes verdim. Gülmeye hem çok yakın hem çok uzaktım.

“Yağız,” dedim bu kez sadece.

Ona ‘biz bittik’ dediğimden beri inatla Yağız Ali diyor ve adını bölmemeye çalışıyordum. Ona uzunca seslenmek benim için ‘sana kızgınım, uzağım’ demekti. Bunu biliyordu.

“Onu da tanımıyorum,” dediğinde sessizce bekledim. “Tamam,” dedi sessizliğim sürdüğünde. “Şansımı zorlamayacağım.”

Bana şu an her şeyi söyletebilirdi ama ‘Ali’ dedirtemezdi.

“Zorlayabileceğin kadar şansın yok zaten,” dedim boş boş duvara bakarken. O da duvarı mı izliyordu acaba?

“Çık şu duvara, atla. Ben şanslarımı tek tek anlatacağım sana.” Sabrı tükeniyormuş gibi konuştuğunda yerimde sallandım kendi kendime.

“Beş saniye içinde harekete geçmezsen, ben duvardan atlayıp yanına geleceğim.”

“Gel,” dedim omuz silkerek. “Gel, eve de gir.” Dalga geçişimi umursamadı. Bulduğu pası havalı bir gole çevirmeyi de unutmadı. “Girmediğim yer mi? Odana kaç kez attın beni bal?”

Bal… Ali’nin balı.

Tellerinde boyaya dair hiçbir iz olmayan, doğduğumdan beri benimle olan altın sarısı saçlarım onun için bal çağrıştırıcısıydı.

Tanıştığımızda ‘sarı kafa’ olmuştum, söyleye söyleye sinirlerimi tepeme çıkartmıştı; sonra ona ait oluvermiştim ve artık balıydım.

Sesimi kesip duvardaki çıkıntıya, bizzat kendim yerleştirdiğim taşa bastım sağ ayağımı. Beni yerden yükselten, diğer bacağımı duvarın üstüne atabilmeme yarayan basamağımdı o taş.

Kalçam duvarın üst kısmına değmeden, alışkanlıkla kendimi aşağı bıraktım. Düşmeyeceğimi biliyordum.

Yağız’ın kollarında son bulan atlayışımın ardından normalde öylece beklerdim. Kucağında bir prenses gibi taşınmaktan, prens oyken prenses muamelesi görmekten hoşlanırdım.

Omuzuna tutunarak yere inmek için kıpırdandığımda önce kolları beni daha sıkı sarmaya başladı, ardından göğsüne doğru bastırdı bedenimi.

“Özlemedin mi?” diye sorduğunda gözlerimi sıkıca kapatmamak için direndim.

Çekip giden oyken, özlemek hep bana kalıyordu; bunu bile bile her seferinde ‘özlemedin mi’ sorusuyla çıkıyordu karşıma.

“İndir beni,” dedim usulca.

Ayaklarım yere bastığında tam karşısındaydım. Benden uzundu, boynumu gözlerine bakmak için ne kadar geriye bükmem gerektiğini biliyordum.

Gözlerimiz birbirinin eşiydi. Açık renk, bana kalırsa elaya çalan ama onun fikrine göre dümdüz kahverengi olan irislerimiz birbirine çok benziyorlardı.

Gece karası, dağınık saçları benim sarı düz saçlarımın tersiydi ama gözlerimiz gerçekten aynıydı.

Sokak lambasının gölgesi üstümüze düşüyor, bulunduğumuz yer loş kalıyordu.

Ben dikkatle gözlerine bakarken onun bakışları yüzümden kopmuş ve aşağıya doğru yol almıştı. Üstümdeki yumuşak dokulu ceketi süzdü, kaşları belli belirsiz çatıldıktan sonra bakışları gözlerime döndü.

“Sözümü dinlemişsin,” dedi garip bir sesle. Sorgular gibiydi.

Başımı hafifçe kıpırdattım. Öyle yapmıştım.

Birazdan onun hiçbir sözünü dinlemeyecek oluşumun telafisi olabilecekmiş gibi, sanki en büyük dert buymuş gibi üstüme bu ceketi almıştım.

“Aferin balıma,” dedi fısıltıya dönen sesiyle. Uzanıp dudaklarıma saniyelik bir öpücük bıraktığında titrek bir nefes alabildim sadece.

“Çok korkuttun beni,” dedi kasılı duran omuzlarını gevşetmeye çalışarak. Dudaklarını dudaklarımdan çoktan çekmişti ama yüzünü yüzümden çok uzağa götürmemişti. Bir elini boynumun yanına koyup başımı destekledi. “Mesajlarınla korkuttun beni, bebeğim. Bir daha böyle cezalandırma.”

Bir daha cezalandırma demiyordu, bir daha böyle cezalandırma diyebiliyordu. Yine beni yakıp yıkacağından emindi, biz öyle lanetli bir döngünün içinde sıkışmıştık ki farkına varmak çoktan işlevsizdi artık.

“Cezalandırmayacağım,” dedim dudaklarımı yavaşça kıpırdatıp. Sesim kısıktı ama söylediğimden emindim. Çünkü günlerdir yaptığım, toplayıp tekrar dağıttığım ve en sonunda karar kıldığım planlarım bu yöndeydi.

Ben Yağız’ı son kez cezalandırıyordum.

Yeniden beni öpmek için dudaklarını dudaklarıma kapatacak gibi oldu. Aramızda bir nefeslik mesafe kala başımı biraz oynattığımda durmuştu. “Yağız,” dedim sesimin yorgun çıkmasına engel olamadan.

Devam etmem için bir şey söylemedi ama devam edeyim diye gözlerimin içine içine bakıyordu. “Ben… Ben söylediklerimde ciddiydim.”

“Hangi söylediklerinde?” dedi hiç beklemeden. “Hepsinde,” dedim açıkça.

Tereddüt ederek biraz geri çekti yüzünü. “Hepsinde?” dedi sorar gibi.

“Bitsin.”

Nasıl diyebildim, bunu tek nefeste nasıl ölmeden söyledim seslice bilmiyorum ama dudaklarım kapandığında ona bakmaktan öyle korktum ki gözlerimi sıkıca örttüm farkında olmadan.

Yanıma geldiğinde, gözleri gözlerimdeyken mesajda söylediklerimi duymayacağından emin olan ve bu geceyi sakince kapatacağımızı düşünen hali sarsılmıştı.

Başını iki yana salladı yavaşça. “Yok,” dedi itiraz eder gibi. “Sen iyi değilsin, başka bir sorun var.”

“Başka bir sorun yok,” dedim ikna olması için. Oysa bin ayrı sorun bulup sayabilirdim ona.

“Başka bir sorun yok ve sen ‘bitsin’ mi diyorsun bana? Gözlerimin içine bakıyorsun ve bitelim mi diyorsun?”

Bir alev topunu yutmaya çalışıyormuşum gibi boğazımdan ciğerlerime kadar yanıyordum. “Yoruldum,” dedim görünür olanı dile getirerek. “Göremiyor musun? Ben tükendim.”

“Görmüyorum!” diye bağırdı kuvvetle. İrkilerek yerimde sallandım. Etraftan birilerini, en kötü ihtimalle de evin ön girişinde kulübesinde uyuklayan emektar güvenliğimizi buraya yığarsa bu gecenin tek kıyameti benim söylediklerim olmazdı.

Delirmiş gibi güldü. Bir eli saçlarını buldu, alnından geriye doğru çekiştirip parmaklarıyla iyice dağıttığı saçlarını serbest bıraktığında dişlerimi kıracak kadar çok sıkıyordum.

“Açelya,” dedi bana aklımı yitirmişim gibi bakarak. Kendime gelecekmişim gibi yanaklarımdan kavradı beni sıkıca. Yüzümü sarstı hafifçe. “Sen beni bırakmaktan bahsediyorsun,” dedi ben ne yaptığımı bilmiyormuşum da bana anlatıyormuş gibi.

Yüzümü sıkıca tutarken bir yandan da sağ elinin başparmağıyla göz çukurumu okşamaya başladı. Kalın parmağı tenimde gezinirken o parmağın üstünde kazılı ‘A’ harfini zihnimde belirmiş halde bulduğumda boğazımdaki sancı büyüdü.

Pes etmediğimi, ona uyup vazgeçmediğimi gördüğünde burnunu çekti sertçe. Serseri bir tavırla yapmıştı ama bunu yaparken aslında kendini sakinleştirmeye çalıştığını bilecek kadar tanıyordum onu.

“Tamam,” dedi usulca. Sonra birkaç kez daha tekrarladı bunu. “Ara verelim, öyle mi deniyordu? Ne sikimse onu yapalım, üstüne gelmeyeceğim. Birkaç gün daha, istersen bir iki hafta… Tamam mı?”

Bana verebildiği sürenin kısalığına, uzun sanıp dile getirdiği zamanın ‘bir iki hafta’ olmasına içim ince ama derin bir yaram varmış gibi kanamaya başladı.

“Bana çok mu kızdın? Bu sefer neden çok farklı kızdın?”

Tüm duvarlarım bir anda indi. Gözlerimden peş peşe birkaç damla yaş yuvarlandı. Yanaklarımda elleri vardı, gözyaşlarım onun parmaklarına çarparak tenine karıştılar.

“Çünkü bitmiyor,” dedim acıyı kusar gibi. “Gidişlerin bitmiyor, kaçışların bitmiyor. Ben yedi koca yılda senin sığınacağın liman olamadıysam bir yedi yıl daha beklesem neye yarayacak Yağız?”

Ona bu kadar keskin bir bıçakla saldırmamı beklemiyordu. Bakışlarındaki kırılmadan böyle bir beklentisinin olmadığı açığa çıkmıştı.

Ağzını açsa, açıp da bana ‘son bir kez dene, bu sefer sana geleceğim’ dese kalbimin bir köşesinin yumuşayacağını ve ona sıkıca sarılacağımı biliyordum.

Olmadı öyle bir şey. Olamazdı da çünkü Yağız Ali Saraç bana yalan söylemezdi.

Konuşmamak için çeker giderdi, susup karşımda öylece dururdu ama ağzından büyük yalanlar çıkmazdı.

Yanaklarımda duran elleri boşlukta sallanmak üzere düştü yüzümden. Derdim onu enkaza çevirmek, o enkazın önünde durup eserimle gururlanmak değildi. Canımı yakanları dile getirirken canını yakıyorum diye bin kat daha acıyordu canım.

“Aşığım ama ben sana,” dediğinde dudaklarım tüm bu olan bitene rağmen samimi bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Biliyorum,” dedim başımı oynatarak. “Ben de sana aşığım, aklıma kazınacak kadar uzun süredir.”

“Bitsin diyorsun,” dedi. Söylediklerimin çeliştiğini anlatmaya çalışırcasına. Daha büyük tepkiler vermekten onu alıkoyan, evimin sokağında oluşumuzdu; emindim. “Aşıksın ve bitsin istiyorsun.”

“Uzakken aşkını kalbimden silebileceğime inanmak istiyorum çünkü.”

Alayla güldü. “Uzak?” dedi. “Bu şehir seni bana, beni sana getirir. Farkında bile olmadan yolumda bulursun kendini.”

“Biliyorum,” dedim bir kez daha. Başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarımı araladım tekrar. “Aynı şehirde nefes alırken seni unutmamın mümkün olmadığını senden daha iyi biliyorum. Yağız, ben kaç kez geleceğin günü bilmediğim için seni camımın köşesinde beklerken sızıp kaldım? Kaç kez sokağı sabaha kadar izledim?”

Söyleyecek bir şeyi var mıydı bilmiyordum ama zaten ona fırsat tanımadan ben konuştum yine.

“Gidiyorum ben,” dedim gözlerimin aynadaki yansıması sanacağım irislerine bakarken. “Senden gidebilmek için ilk adımı, gidebileceğim en uzak yere atıyorum.”

“Ne yapacaksın?” dedi sinirlerinin yerli yerinde olmadığı, tepesine tırmandığı belli oluyorken. “Şehri terk mi ediyorsun?”

Güldüm nefes vererek. “Yeterli gelmedi,” dedim omuz silkerek. “Şehri terk etmek yetmezdi, ben de ülkeden gitmeyi deneyeceğim.”

Yağız’ın, mesajlarım da dahil olmak üzere günlerdir söylediklerimi ilk kez tehdit olarak algılamaya başladığı an, bu andı.

Tanıştığımızdan beri her seferinde bir kenara ittiğim ancak hep benim için seçilebilir olmaya devam eden yurt dışı yolunun varlığını ben hatırlatana kadar unuttuğu belliydi.

Babamın ısrarlarını hep son anda, uçurumun tam kenarındayken durdurabilmiştim.

Senin için iyi olan bu Açelya, sana yakışan bu Açelya, madem bir yol seçtin o yolu yürümeyi bil Açelya…

Her reddedişimde beni aşağılamaya başlaması kaçınılmaz sondu ve etkilenmeden hayatıma devam etmek, ederken vicdan azabı duymamak da bir o kadar kaçınılmazdı.

Beni bu şehre bağlayan, çıkıp gitmeme engel olan tek bir sebep vardı. O sebep şu an tam karşımdaydı.

Dudaklarıma öyle sert, öyle hırçın bir tavırla dudaklarını çarptı ki bunun bir öpücük olduğuna dair şüpheye düşecek kadar aklım bulanmıştı.

Gitmemdense, beni yiyip tüketmeyi ve bitirmeyi seçmiş gibi hoyratça beni öperken onu itmek ya da öylece durmak yerine kollarımı ensesine dolamak için parmak uçlarımda yükseldim.

Son olduğunu bilerek -belki de bildiğimi sanarak- dudaklarına sarılmak, daha önce bin kez birleşen dudaklarımızın yarattığı hiçbir çarpışmaya benzemiyordu.

Gözlerim kapalıydı, onun da gözlerini kapattığını biliyordum ama zihnimde gözleri vardı.

Dudaklarımı sertçe emiyor, dişlerini işe karıştırıp sızım sızım sızlamama neden oluyordu.

Kollarımı ona dolamak için parmak uçlarımda yükselmek dengemi bozduğunda göğsüne bedenimle çarpmıştım. Kalçalarımdan kavrayarak beni havalandırması gecikmedi. Belinde çaprazladığım bacaklarımla ona tutunurken kollarım gevşemişti.

Ağzımın içine ne zaman sızdığını, dilinin dilime ne zaman dolandığını takip edememiştim. Bir an sonra nefes nefese, beni de nefes nefese bırakmış halde geri çekildiğinde alnım alnına doğru çarptı.

“Sen gideceksin, gittiğinde de beni unutacaksın. Aşkını silebileceksin, öyle mi?”

Nefesim ve kalp atışlarım onun öpücüğü yüzünden düzensizken vereceğim cevabın etkisi tartışmalı olabilirdi ama geri adım atmadım.

“Öyle,” dedim cevabı kısa tutup nefeslerimin teklemesinden kaçarak.

Kucağındaydım. Kalçamın altında duran kolunu hissediyordum, bir nevi kolunda oturuyordum. Sanki konuşma şeklimiz zaten başından beri bu olmalıymış gibi ikimiz de umursamadan devam ediyorduk.

“Git,” dedi beklemediğim anda.

Gözlerine baktım. Gözlerimi gözlerinden çekmedim. Devam etti. “Kalbine benden başkasını alamayacağını kabullendiğin gün dönmek isteyeceksin. Ama ben o gün seni bekliyor olmayacağım.”

Hangi kısımla ilgili konuşmam gerektiğini seçmek kolay değildi ancak son kısma odaklanırsam durumu daha da karmaşık hale getireceğimi biliyordum.

Gideceğim diye direnirken ‘beni neden beklemeyeceksin’ diye mi soracaktım ona? Hakkım kalıyor muydu buna?

“Dönmek istemeyeceğim.” dedim döneceğimden emin konuşmasına karşı çıkarak.

“Varımı yoğumu bu konuda iddia malzemesi yapabilirim, isteyeceksin.”

“Varın yoğun…” derken sesim bir fısıltıdan ibaretti. Başını salladı usulca.

İttiğim, başka şeylerin altında bıraktığım gerçeği sert bir tokat gibi hissettiğimde kucağında olmama rağmen sıcağına daha da çok sokulasım gelmişti.

İkimiz aynı anda aynı şeyi hatırladık. Sesli olarak dile getiren o oldu.

“Varım da yoğum da sensin, benim senden başka hiçbir şeyim yok.”

Ali,” dedim kontrolsüzce. Ondaki saydamlığı derinden hissettiğim anlarda dilimden sadece bu dökülüyordu.

“Ali’nin balı,” dedi burnunu yanağıma hafifçe sürterken.

“Sen benden nasıl öyle kolay gidiyorsun?” dedim sitemle. “Ben tek cümleni kalbime yara sayıp kararlarımı sorgularken, sebeplerim olmasına rağmen gitmekte tereddüt ederken sen benden nasıl her seferinde gidebiliyorsun?”

Söyleyecek bir şeyi yoktu bu kez.

Konu kendisi olduğunda susmayı iyi biliyordu. Bana, benim gidişime açılan ağzı kendi gidişlerine kilit vuruluydu.

“Kalan olmak kolay sandığındandı belki,” dedim başımı omuzuma doğru eğerken. “Kalan olmak, gidene çok kolaymış gibi geliyor demek ki.”

Kalçamın altında destek olarak duran kolu sabitti. Diğeri ise belimde sarılıydı. Belimdeki kolu kıpırdadı, bel boşluğumdaki eli ceketimin içine sızıp pijamamın üstünden beni tuttu.

“Kalan olmak ne demekmiş, öğreteceğim sana Yağız Ali Saraç.” diye mırıldandım kulağına doğru eğilirken. Söyleyeceklerim son bulmamıştı ama bir an susup kulağının altına küçük bir öpücük bıraktım. “Öyle iyi öğreteceğim ki, giden olduğun zamanlara lanetler edeceksin.”

 

 

~~~

 

Ayırdım gitti o zaman :d

Açelya ve Yağız ile ayrı ayrı ve ilişkilerine dair anlamlandıramadığınız, eksik duran çok şey olabilir; çook ama çok normal. Bütün bunları geriye döne döne okuyacağız gelecek bölümlerde, merak etmeyin.

Ben buradan sonrası için aşırı heyecanlıyım, istediğim şekilde ilerleyebilirsem sizin de heyecanlanacağınız bolca bölüm var önümüzde ;)

Bir sonraki bölümde, asıl kitap başlangıcımızda, görüşmek üzere

Öptüm

Yorumlar

  1. Aşırı yükseldim ama okurken bu ilişki beni de yıpratacak diye korkuyorum 🫣

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bırak yıpratmayı bizi yerden yere vuracak galiba.

      Sil
  2. son cümle beni aşırı heyecanlandırdı

    YanıtlaSil
  3. Açelya’yı bu kadar iyi anlamak canımı yaktı…🫀

    YanıtlaSil
  4. bu cifte bayildimm cok toxicler

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm