Aykırı Çiçek 53.Bölüm

 53.BÖLÜM



- 11 Ekim 2020, İstanbul

 

“Geldim ya, geldim. Söktünüz zili yerinden.”

Sinem, olabildiğince büyük adımlarla odadan dış kapıya doğru ilerlerken bir yandan da nefeslerini düzenlemeye çalışıyordu.

Kapıyı açar açmaz karşısında bulduğu bedenin, kendisinden daha çok nefes sıkıntısı çektiği her halinden belli oluyordu. Kaşları havalanırken, kocasının adını merakla mırıldandı. “Yekta?”

“Neredesin sen yavrum, neredesin sen be güzelim?” Yekta’nın kendisine doğru attığı ilk adımın ardından kendisini kocasının göğsüne hapsolmuş şekilde bulduğunda Sinem fazlasıyla şaşkındı. “Evdeydim ki…” diye fısıldadı istemsizce.

Yekta, karısının ensesine yasladığı avucuyla onu göğsüne yatırmışken saçlarının üzerinde derin bir nefes aldı. Eve varana dek yüzlerce nefes almıştı fakat hiçbiri aldığı bu son nefes kadar derine ulaşamamıştı.

“Telefonunu açmadın, apartman görevlisini zile basması için yolladım; kapıyı da açmadın. Öldüm gelene kadar Sinem, öldürdün beni güzelim.”

Sinem, akşama kadar gelmeyeceğini bildiği kocasını neden kapıda karşısında bulduğunu ve telaşlı halini bu cümleler sayesinde anladığında dudaklarını ısırarak kendisine kızdı bir süre. Duşa girmişti, su hafif sızlayan bedenine iyi geldiğinde uzun bir süre suyun içinde kalmış ve Yekta’nın onu arayıp ulaşamayacağı detayını maalesef unutmuştu.

“Özür dilerim,” dedi içine içine konuşurken. Suçlu hissediyordu. “Duşa girmiştim, girmeden haber vermeyi unuttum. Söz vermiştim.”

Yekta, kulağına çarpan sesin değişmeye başlamasıyla birkaç dakika sonrasını öngörebildiğinde hızla tavır değiştirdi. “Tamam, geçti. Siz iyi olun yeter ki, sorun yok.”

Çoğul konuşurken kastettiği yere, karısıyla arasına dolgun bir set çeken bebeğine dokunmak için elleri Sinem’in karnını buldu. “Yekta!” diyerek hıçkırıklarını salıp gözyaşlarına boğulan karısını sıkıca tutarken burnundan keskin bir nefes verdi. Az önceki çabası boşunaydı, çoktan geç kalmıştı.

“Buradayım yavrum, bir şey yok. Şşş…”

Yekta, Sinem’i kendinden ayırmadan salona doğru ilerlemeye başladı. İçeri girdiklerinde salondaki koltuğa oturmuş ve karısını da hemen yanına doğru çekmişti. Sinem, hamilelikte 7.ayını doldurduğundan dolayı kendisine büyük ölçüde engel olan karnıyla birlikte Yekta’nın omuzuna gömüldü. Arada özür dilerim diye mırıldanıp duruyordu.

“Sen bu kadar sulugöz bir kadın değildin, ne yapıyorsun babacım annene? Niye ağlatıyorsun?” Dikkatini dağıtmak için Sinem’le değil, karnıyla konuşuyormuş gibi bir tavır aldığında bu kez amacına ulaşmıştı. Sinem iç çekerek kendini durdurup, yaşlarla parıldayan gözlerini kocasına ve karnındaki şişkinliğe çevirip aralarında gidip geliyordu.

“Bir şey yapmadı benim oğlum, suç atmasana çocuğuma Yekta!”

“Çocuğuna..? Benim de önemli katkılarım oldu gibi hatırlıyorum ben aslında ama…” Yekta dudaklarını karısının kulağına sürterken konuşmuştu. Sinem kıkırdayarak geri çekilmeye çalıştı; çok huylanıyordu bu hareketten, Yekta da inadına yaparmış gibi hep buradan vuruyordu onu.

Bedenini çepeçevre saran güçlü kolların arasında az önceki duygusal ruh halinden sıyrılmışken kocasının sıcaklığına doğru sırnaştı. “Yekta?”

Yekta, sesinden bir şeyler isteyeceği oldukça belli olan karısının haline gülmemeye çalışarak bekledi. “Efendim güzel karım?”

Sinem, ilk defa duymuş gibi kocasının iltifatına kızaran yanaklarını onun boynunda saklayarak tepki verirken oradan çekilmeden konuştu. “İsim konusunu biraz daha düşündün mü?”

Yekta içine dolan ağrıyla birlikte Sinem’i daha sıkı sardı. “Düşündüm Sinem, onun ismini yaşatma fikri çok güzel duruyor uzaktan biliyorum; belki de öyle hatta. Ama olmaz.”

Sinem derin bir nefes alıp avucunu, yaslandığı göğsün soluna doğru bastırdı. “Ben de biraz düşününce bunun özellikle anneme ve babama hiç iyi gelmeyeceğini fark ettim.”

Yekta, anne ve babasına içten bir şekilde kendi anne babasıymış gibi seslenen karısının alnına sıkı bir öpücük bıraktı. “Oğlumuza her baktıklarında Deniz’i anımsamalarına sebep olmak bencilce olurdu, hiç unutmuyorlar biliyorum ama yine de bunu yapmayalım.”

Sinem’in birkaç gün önce, isim bakmaya başladıklarında ortaya attığı fikir buydu. Oğullarına Deniz ismini verebileceklerini düşünmüştü. Sinem, Yekta’dan Deniz’in hikâyesini ilk öğrendiği anı dünmüş gibi hatırlıyordu. Küçücük bir canın, akıl almaz bir şekilde yangında can vermiş olmasını sindirmek çok zordu. Hamileliğinden sonra ise bu düşünceleri daha da kuvvetlenmişti, kendisini ister istemez Pınar annesinin yerine koyuyor ve bazen oturup buna dakikalarca ağlıyordu.

“Yapmayalım.” diyerek onayladı kocasını.

Bu andan sonra ikisi de sessizleşirken Yekta, istemese de karısından bu ismi istememesinin ikinci sebebini saklamış ve içinde tutmuştu.

Deniz isminin yeniden bir bedende var olması ailesine iyi gelmeyecekti, evet; bunu herkes biliyordu. Yekta’nın asıl korkusu ise ismin kaderinin oğluna da sıçrayabilecek oluşuydu. Böyle bir durumda ne yapardı, bilmiyordu.

Bunları düşünürken atladığı o minik detay, oğlunu o kaderden koruyabilmeyi başarsa da karısı için aynı şeyin geçerli olmayacağı gerçeğiydi.

Deniz’le aynı kaderi yaşayan Pamir olmamıştı, ama Sinem olacaktı.

 

~

 

“Ağrımadı mı bacakların?”

Rüzgar’ın sorusuna son yarım saattir yaptığım gibi olumsuz bir mırıltıyla cevap verdim.

Ağrımıyordu. Gerçi ağrısa da, bacaklarımın kopacağını bilsem bile sesimi çıkartmazdım ki zaten.

Salondaki büyük koltuğun tam ortasında oturuyordum. Kucağımda ise üçüzlerim vardı. Toprak sağ bacağıma kafasını yaslamışken, Rüzgar da sol bacağımdaydı. Bir saate yakın bir zamandır böyleydik, eğer karşımda kocaman bir duvar saati olmasaydı zamanın ne kadar geçtiğini asla bilemezdim. O kadar dingin ve huzurlu hissediyordum ki sonsuza kadar buna devam edebilirdim.

Ellerim ikisinin saçları arasında gezinirken gözlerimi nadiren kapatıyor, mayışsam da dikkatle onları izliyordum.

Toprak saçında duran elimi alıp dudaklarını avuç içime bastırınca dudaklarım kıvrıldı. “Sen de öp,” diyerek elimi Rüzgar’ın ağzına yapıştırdım yalancı bir şımarıklıkla. Beni ikiletmeden avucumu öptü.

Aklım sınırları zorlayacak kadar doluyken tek yaptığım birkaç gündür robot gibi günlük aktivitelerimi sürdürmeye çalışmaktı. Ajanstaki yoğunluk işime geliyordu, çoğu zaman orada kalmış ve işlere odaklanmıştım. Acar birkaç kez beni masamdan zorla ayırıp arabaya sokup eve getirmişti. Babamla bu konuda bir anlaşma imzalamış olabileceklerinden şüpheleniyordum.

Yorulduğum için bunu yaptığını söylemişti ama yorulmak benim için iyi bir seçenekti. Eve gelir gelmez gözlerim kapanıyor ve uyuyordum. Böylece düşünmeye çok az vaktim kalıyordu.

Babamdan, babasının ölüm haberini aldığım günün üzerinden 5 koca gün geçip gitmişti.

Bugün Pazar olduğu için herkes gibi ben de evdeydim. Sabahın köründe uyanınca soluğu Toprak’ın yanında almıştım. Rüzgar’ın uykusu ayıların kış uykusundan hallice olduğu için ilk ona gidersem asla uyandıramayacağımı biliyordum. Bu yüzden Toprak’tan yardım almıştım. Bir süre Rüzgar’ın yatağında oyalandıktan sonra artık Rüzgar’ın bile uykusu açılınca buraya inmiştik.

Şimdi de saat 9’a geliyordu. Birazdan bizimkiler aşağı inmeye başlarlardı.

Yeniden saçlarıyla oynamaya başladığımda ikisinin saçlarını birbirlerine dolayıp kendi kendime eğleniyordum. Biraz daha uzun saçlı olsalardı birbirlerine örebileceğimi düşünmüştüm. Kısalıklarına rağmen bunu denemeye çalışınca sanırım biraz güç uygulamış olmalıyım ki ikisi aynı anda acıyla inlediler.

“Deniz!” diyen Toprak’ın sesine Rüzgar’ın homurdanması karıştı. “Koparttın kafamı canımın içi, ne yapıyorsun?”

“Yanlışlıkla oldu.” derken eğilip ikisinin de saçlarından öptüm. Pekâlâ, yanlışlıkla olmamıştı ama bence ortada bir sorun yoktu. “Öptüm hemen zaten, bakın geçti.”

Dayanamayıp güldüklerinde ben de sırıttım. Bana kıyamamaları bu dünyadaki en büyük ödülüm olabilirdi. Yıllarca sesimi duymadıklarından yakındığım bir ailem vardı, sonra biri hayatıma sihirli bir değnekle dokunmuşçasına bu gerçek değişmiş ve bana ailenin aslında ne demek olduğunu gösterircesine Göktürkleri vermişti.

“Ben de, ben de!” diyerek çığlık atan bir ses salona dolduğunda Pamir’e basıldığımızı fark ettim. Toprak ve Rüzgar gelen kocammış ve bizi yatakta basmış gibi hızla doğrulurken Pamir’den korkmalarına kıkırdamakla meşguldüm.

Pamir, annemi ve beni, babası hariç herkesten delicesine kıskanıyordu. Çene kuvvetini de elinin ağırlığını da ayarlayamadığından dolayı Yaman abim ve üçüzlerim ondan genellikle kaçıyorlardı bizi severken. Babam ise sinek vızıldıyormuş gibi umursamaz kalıyor, Pamir daha da deliriyor ve en çok ona saldırıyordu.

“Günaydın bebeğim,” dedim onu mutlu edeceğini bildiğim bir heyecanla. Böylece kucağımda uzanıyor olan amcalarını hemen unutacağını biliyordum.

Beni şaşırtmayarak parıl parıl gözlerle bana koşturdu. Kendisini kucağıma attığında kollarımı ona sardım. “Güyaydın hala, amcamlar gitsinley sen beni sev. Benim şaçlayım daha güsel.”

“Baban Yekta Göktürk’tür ama sen kıskançlık genini kalan Göktürk erkeklerinden alırsın… Ulan Pamir.”

Rüzgar fısır fısır söylenirken gülerek Pamir’in yanaklarını öptüm. Pamir gerçekten babasına benzemek yerine, amcalarının ve babamın bir karışımı olarak kendisine kişilik oluşturmayı seçmişti. Annem umutla, büyüyünce sakinleşip Yekta abime benzeyebileceğini savunsa da ben pek inanmıyordum.

“Ben seni çok seviyorum zaten halacım, yerim senin güzel saçlarını.” Saçlarını koklayıp bebek şampuanı kokusuyla ciğerlerimi bayram ettirdim. Sırtını ve belini sıvazlamaya başladığımda sessizleşerek boynuma gömülmüştü. Dün normalde uyuması gereken saatten neredeyse iki saat sonra uyumuştu, dolayısıyla bu saatte uyanmış olsa da mayışık duruyordu. abimin onun uyku saatlerine takıntılı olmasının sebebini başlarda anlamasam da artık kavramıştım. İpin ucunu bir kaçırınca tekrar toparlamak çok zor oluyordu.

Birazdan yine uykuya dalabileceğinin sinyallerini veren yavaşlamış nefesleri kulağıma çarparken sırtını okşamayı bırakmadım. Gözlerimle Toprak’a ilerledi örtüyü işaret ettiğimde, onu alıp Pamir’in sırtına doğru örttü. Kollarımı örtünün altından çıkartmadan onu sarmaya devam ettim.

Dakikalar sonra aşağıya inen bir diğer isim Yekta abimdi. “Pamir burada mı? Odasında y-…” diyerek içeri girmiş, beni ve kucağımdaki bedeni gördüğünde cümlesini tamamlamaya gerek duymamıştı.

Yanımdaki Rüzgar’ı ittirip kendine yer açtıktan sonra soluma oturdu. “Günaydın ayka,” deyip şakağımı öpünce ben de o uzaklaşmadan yanağını öptüm. “Günaydın abicim.”

“Benimkine daha gün aymamış belli ki.” diyerek oğlunun saçlarına burnunu bastırıp nefeslendi.

Toprak ona bir şeyler anlatmaya başladığında konu ilgimi çekmediği için ben de Pamir’e kafamı yaslayıp gözlerimi kapatmayı tercih ettim.

Keşke sonsuza kadar böyle huzurlu bir anda kalabilseydim.

 

~

 

“Açık konuşmak gerekirse, projeye başlamadan önce sizinle çalışma konusunda tereddütteydik. Daha önce peş peşe devam eden başarısızlıklara rağmen, Ömer Bey bir şekilde bizi ikna etti. İyi ki de etmiş.” Sunum bittikten sonra yaşanan kısa sessizliğin ardından, şirketin bizim görüştüğümüz kişiler arasından en yetkilisi olan adam konuşmuş ve bunları söylemişti.

Daha önce yine ajansla çalışan, ama Burak yüzünden son anda çöp olan projelerden biriyle karşılaşan bu şirket; Ömer nasıl yaptı bilmesem de bizimle bir kez daha çalışmaya ikna olmuş ve bir nevi bize ikinci şans tanımışlardı. Bu yüzden en ufak bir pürüz dahi bizi bitirebilirdi.

Çaprazımda oturuyor olan Ömer’e kısa bir an baktım. Birkaç saniyelik bakışmamızda ona teşekkür ediyor olduğum muhtemelen bolca belli olmuştu.

“Elinize emeğinize sağlık, hem süreç hem de sonuç gayet güzel gelişti. Yakın bir zamanda yine karşılaşacağımızdan şüpheniz olmasın.” Daha bu proje henüz tamamlanmışken, yeni projenin de bizimle gerçekleşeceğinin ışıklarını yakan adama utanmasam kalkıp sarılacaktım.

Haftalardır beni meşgul eden, zaman zaman gözümü kırpmadan ayrıntılarıyla uğraştığım proje bitmiş; üstelik tek bir sorun bile çıkmamıştı.

Odada bizden sadece ben, Ömer ve Caner vardık. Kalabalık bir toplantı olması özellikle beni gereceğinden böyle bir karar almıştım. İyi ki de almıştım.

Kısa bir vedalaşma seansının ardından odadan teker teker ayrıldıklarında geride sadece Ömer ve Caner kalınca üzerimdeki ciddiyetten hızla sıyrılıp ellerimi yüzüme kapattım. Heyecandan ve sevinçten ağlamanın eşiğindeydim.

“İzgi!” Caner’in benden farksız bir heyecanla ismimi söyleyişini duyduğumda yüzüme kapattığım ellerimi hafifçe aralayarak parmaklarımın arasından ona baktım. “Kırdık şeytanın bacağını, buradan sonrası çorap söküğü gibi gelecek biliyorsun değil mi?”

Biliyordum. Ajansın önceki dönemlerde popülaritesi zaten yüksekti, şimdi yine oraya tırmanacaktı ve eskisinden de iyi olacaktı.

Başımı sallayarak onu onayladığımda, sanırım asla konuşmuyor oluşum Ömer’i ve onu aynı anda güldürdü. “İlk şokunu atlat da, yukarı çıkalım. Meraktan çatlayacak bizimkiler yoksa.”

Caner’in söylediğinden sonra Ömer ayaklandı. “Ben de yerime geçeyim.”

“Polatlara haber verirsin değil mi? Ben hemen odaya gelemem sanırım.” dedim kendimi toparladığım ilk anda. Ömer toplantı odasından çıkmadan beni duymuş, ardından başıyla onaylayıp dışarı çıkmıştı.

“Caner…” dedim o çıktıktan sonra harfleri uzata uzata.

“Söyle yengelerin balı, bu saatten sonra mesaili kölenim kızım senin. Sihir yapar gibi geldiğinden beri her şeyi güzelleştiriyorsun resmen.”

Dayanamayıp sesli bir şekilde güldüm. “Abartmasana, şımaracağım bak.”

“Hakkındır, istediğini yapabilirsin.”

Yanımda oturuyor olduğu için kollarımı açarak kolayca sarılmamızı sağlayabildim. Boynunu sıkıca sardığımda o da bana sarılıyordu.

Kapının açıldığını duydum, ama sırtım oraya dönük olduğu için geleni görememiştim.

“Bu son görüşmemizdi, beni unutma İzgi. Tamam mı?”

Caner’in ne saçmaladığını anlamak için boynumu zor da olsa geriye çevirdiğimde toplantı odasının girişinde bekleyen üçlüyü görmüştüm.

Melih ve Çağla gayet olağan duruyorken, bir adım önlerindeki Acar’ın bakışları Caner’in cümlesini açıklar gibiydi. Pek hoş bakmıyordu.

“Toplantı bitince haber verin demedik mi oğlum? Kattaki asistanı tembihlemişim iyi ki, o aradı.” Melih ayıplarcasına Caner’i hedef alarak konuşurken Çağla cıvıl cıvıl bir sesle bize doğru geldi.

“Her şey çok iyi diye sevinç sarılması yapıyorsunuz değil mi? Teselli sarılması demeyin, ağlarım bak.”

“Madem öleceğim, son anlarım güzel geçsin.” diye mırıldanan Caner, Çağla’yı da sarılmamızın içine çekince bir anda yumağımız üç kişilik hale büründü.

“Çağla, yapışma şu ahtapota diyorum sana kaç seferdir. Gel yanıma.” Melih oflayarak konuşurken kıskançlığına güldüm.

“Ahtapot ben miyim?” diyerek anlamazlıktan geldiğimde Caner ve Çağla güldüler.

“He sensin İzgi, sensin. Çok konuşma da asıl sen çekil Çağla’dan önce. Bu herif bi’ değişik bakıyor tövbe estağfurullah.”

Acar’a göz ucuyla bakıp söylenirken Caner ve Çağla’nın kolları arasından sıyrıldım. “Geliyorlar ona arada, değil mi Acarcım?”

Acar’a doğru attığım ikinci adımın sonunda beni kanguru bir anneden farksız şekilde cebine sokacakmış gibi bedenine yapıştırdı. “Proje sunumlarına Caner tek girsin bundan sonra.”

Kaşlarım çatılırken Acar’ın derdinin ne olduğunu anlayabilmek için dikkatle yüzüne baktım. “O niyeymiş?”

“Harbiden niyeymiş, senin bu sevgilin olmasa kepenkleri indiriyorduk. Ne anlatıyorsun gelmiş?” Caner’in hızla beni savunmasına dışarıya pek belli etmesem de gülümsemiştim.

“Lan!” Melih, kafasına saksı inmiş gibi irkilerek bağırdığında ona döndüm. “Az önceki şeyi duydum deme bana, duysan asla sakin kalmazsın diye düşündüm o yüzden eledim bu şıkkı direkt.”

“Ya ne anlatıyorsunuz şifreli şifreli? Doğru düzgün açıklasanıza.”

“Sunum için gelen heriflerden biri senden bahsediyordu çıkarken karşılaştık, ağzının suyu aka a-…”

Melih’in cümlesi Acar ona sert bir hareketle döndüğünde öylece kesildi. Acar’ın göğsüne yaslı olduğum için her hareketinde ben de yerimde kıpırdanmak zorunda kalıyordum. “Kapat çeneni, tamam.”

“Güncelleme gelmiş Acar’a, bunu duyup hiçbir şey yapmadı mı yani?” Caner hayretle konuşunca Çağla elini onun ağzına kapatıp devam etmesini engelledi. “Sussana salak, sana patlayacak şimdi. Gel biz çıkalım, sen odanı tek bulamazsın şimdi. Melih’le götürürüz biz seni.”

Çağla, Caner’i ve ardından Melih’i de alıp bana göz kırptıktan sonra odadan ayrıldığında içeride yalnızca Acar ve ben kalmış olduk.

Kapı kapandığında burnumu yavaşça Acar’ın çenesine sürttüm. Sakallarının arasında kalan tenim çizilirken sessizce onun içini dökmesini bekliyordum.

“Feris…” dediğini duydum. “Haftalardır gözümün önünde bu işe emek vermemiş olsaydın, nasıl çabaladığını görmeseydim… Yemin ederim proje de itibar da sikimde olmazdı. O piçi o koridora gömerdim, anlıyor musun beni?”

“Hı hım,” diye onayladım çocuk gibi sakince. Ne kadar sinirlenmiş olduğunu gözlerinden ve yüzündeki o kaskatı ifadeden anlayabiliyordum. Benim için, benim emeklerim için kendine hâkim olmuş olması içimi sanki dopdolu değilmiş gibi biraz daha onun sevgisiyle doldurmuştu.

Parmak uçlarımda yükselip dudaklarımı dudaklarının kenarına bastırıp orada soluklandım. “Çok seviyorum seni.”

Belimi kavrayan büyük avucu, orayı un ufak edecekmiş gibi sıkarken sakinleşmesi için zaman tanıyarak bekledim. Dudaklarım hâlâ dudaklarının köşesindeki yerinden ayrılmamıştı.

Üzerimdeki kalem eteğe sahip, düğmeli elbisenin kumaşı ince sayılmayacak bir yapıdaydı ama yine de avuçlarından bana akan sıcaklığı rahatça hissedebiliyordum. Belki de alışkın olduğum o sıcaklığı hissetmesem de varsayacak kadar dokunuşuna aşinaydım.

“Benim kadar seviyor olamazsın, zümrüt göz.”

“Yo, yanlış biliyorsun. Olurum.” dedim hiç duraksamadan. Başını çok az oynatıp dudaklarının dudaklarımı sıyırır gibi sürtünmesine sebep olduğunda tutunduğum kolunu sıktım.

“Sen öyle zannederek kendini kandırmaya devam et o halde.” dedi sinir bozucu bir tavırla. Gıcığın tekiydi. 

“Susar mısın Acarcım, yalan yanlış şeyler söylüyorsun.” Dudaklarının kıvrıldığını gördüğümde amacıma ulaşmanın verdiği zevkle ben de sırıttım. Kapıdan girdiğinde yüzüne hâkimiyet kurmuş olan o gerginlikten sıyrılması için gerekirse saray soytarısı bile olurdum. Hiç hoşuma gitmemişti o hali.

Dudağıma sulu bir öpücük bıraktıktan sonra hemen geri çekilince mızmızlanmak yerine kısasa kısas olması için ben de aynısını yapıp geri çekildim. “Bak, hoş oldu mu?”

“Yok.”

“İyi,” dedim bilmiş bilmiş. “Bana da demin öyle olmuştu.”

Başını geriye atıp hayran hayran izleyebileceğim uzunlukta bir kahkaha attığında gözlerimi kaçırmadan ona bakıyordum. Boynunu düzeltir düzeltmez ilk işi dudaklarımızı birleştirip alt dudağımı ağzının içine yuvarlamak oldu.

Hafifçe emip özünü almak ister gibi dişleriyle sıyırdığı dudağım ona hapsolmuşken boş durmayarak üst dudağına yapıştım. Karşılık vermeye başladığımda gözlerim hızla kapanmıştı. Gözlerimin kapanması, Acar’ı göremiyor olduğum anlamına gelmiyordu.

Karanlıkta kaldığım anda, yine ilk gözümün önüne gelen siluet ona aitti. Acar hep gözlerimin önündeydi.

Dudaklarımızın ayrılmasına sebep olmak isteyerek yaptığım bir hamle değildi. Ama ajansta olduğumuzu kendime hatırlatarak bunu yapıp geriye çekildim.

“Nerede olduğumuzu unuttuk.” dedim kısılan ve buğulanan sesimle.

“Öyle mi yaptık?” derken sesinde hafif bir alay vardı. Bunu benimle uğraşmak için yaptığını anlayabiliyordum. “Nerede olduğumuz umurumda değil, sen yanımdayken geriye kalan hiçbir şey senden daha ön planda kalamaz benim için Feris.”

Yanaklarını aniden avuçlarımla kavrayıp bebek sever gibi çekiştirmeye başlayacağımı bilseydi aynı cümleyi yine de kurar mıydı, emin değildim. İçime dolup taşan sevgiyle yanaklarına yapışmıştım birden.

“Yavrum ne yapıyorsun?” Yanaklarını sıktığım için sesi biraz garip çıkıyor olsa da söylenmeye devam ederek bileklerimi tuttu. Ellerimi yanaklarından çekmeye çalışmadı ama sıkmama engel olmuştu.

“Sevesim geldi seni, ne karışıyorsun?”

“Ben sana daha güzel sevgiyi harekete dökme yöntemleri göstereceğim, sen bi’ sakin ol.”

Kastettiği şeylerin ‘sevgi dolu’ olarak mı yoksa ‘zevk dolu’ olarak mı tanımlanabileceği şüpheliydi. Bakışlarından bunu okumakta zorlanmamıştım.

“Sapıklık yapma Acarcım, bi’ dur.”

“Sapıksam sana sapığım, hoşuna gitmiyor sanki. Tipe bak.” diyerek burnumu burnuyla ittirdiğinde kıkırdadım.

Evet, hoşuma gidiyordu. Ama aramızda kalsın bu, şımarıyor sonra biliyorsunuz…

Odadan çıkmayı başardığımızda çoktan bolca zaman geçmişti. Toplantı zaten öğleden sonra başlamıştı, bitmesi ve devamında Acar’ın beni esir alması ile birlikte neredeyse çıkış saati gelmişti.

“Eşyalarını alıp aşağıya gelirsin, tekrar çalışmaya başlamalık bir zaman kalmadı.”

Acar’ı onayladıktan sonra asansörün orada farklı katlara gittiğimiz için ayrıldık. Odama ilerlerken aklımda günün asıl sorununun sunum olmayışı yanıp sönmeye başlamıştı.

Derin bir nefes alıp içimi rahatlatmaya çalışırken odama girmeden önce ortak alana uğrayıp Ömer iyi haberi çoktan vermiş olsa da ekiple bir süre görüştüm. Yağmur o kadar heyecanlıydı ki heyecanı bana da bulaşmak üzereydi.

Odama geçtiğimde kabanımı üzerime geçirip çantamı aldıktan sonra yavaşça kapıya yöneldim. Telefonuma bayağıdır bakmadığımı, biriken aramalar sayesinde fark etmiştim.

En üstte duran arama babama ait olduğu için önce ona döndüm. Telefon üçüncü kez çalmadan açılmıştı.

“Meleğim, nasılsın kızım?”

“İyiyim babacım, toplantıdaydım yeni bakabildim telefona. Sen nasılsın, bir sorun yok değil mi?”

Babamın sesini duymak beni her seferinde olduğu gibi güvende hissettirip üzerimdeki tüm negatif enerjiyi alıp götürürken bir yandan da odadan çıkıp asansöre ilerledim.

“İyiyim ben de, her şey yolunda. Şey için aradım,” dedikten sonra bir an duraksadı. “Ne için?” diye hemen sordum.

“Akşamki görüşme konusunda halen kararlı mısın can suyum? Zorunda değilsin biliyorsun, tek önemli derdim var benim: o da senin iyi hissetmen, iyi olman.”

Asansöre bindiğimde kimsenin olmaması işime gelmişti. Aynaya dönüp kendimle yüz yüzeyken babamla konuşmaya devam ettim. “Biliyorum baba, gayet iyiyim. Konuşup çözmek daha iyi olacak, içimde ‘acaba konuşsam ne öğrenirdim’ gibi bir soru kalsın istemiyorum.”

Bu akşamın asıl sorunu diye bahsettiğim şey buydu.

Bülent Göktürk’ün avukatıyla yapacağım görüşmeydi.

Hatta daha erken bile olmasını istemiştim fakat avukatın Mardin’den buraya gelmesi en erken bugüne ayarlanabilmişti. Buradan çıkınca gideceğim yer, kararlaştırdığımız bir restorandı.

Görüşme konusunda baştan beri tereddüde düşmemiştim. Görüşmemenin bana kazandıracağı bir şey olmadığı gibi, görüşmenin de kaybettireceği bir şey yoktu. En azından bana göre bu böyleydi.

Hayatımdaki en korkunç gerçek, Bülent Göktürk’ün beni ölü göstererek ailemden ayırmasıydı. Bundan daha kötü bir şey yapmış olsa da beni etkileyecek en ağır şey buydu; yeni bir bilgi bunun üzerine çıkamazdı.

“Benim gelmemi istemediğinden de emin misin peki? Yanında olsam daha iyi olmaz mı?” Sanki beni görebilecekmiş gibi başımı iki yana salladım. Bir yandan da sesli olarak dile getirmiştim.

O sırada asansör giriş katta durdu, otoparka inen diğer asansöre binerek bu kez oraya yol aldım. “Gerek yok, hem yalnız olmayacağım.”

Otopark asansöründen çıktığımda Acar’ı arabasının değil, asansörün dibinde beklerken bulmuştum. “Yalnız olmak istemiştim aslında ama bu aralar bolca güvenip arkamdan iş çevirdiğin damadını peşime taktın.”

Sinirlensin diye ‘damadın’ deyip duruyordum ama sanırım bu artık ters tepiyor ve babam bu kelimeye alışmaya başlıyordu. Çünkü eskisi kadar tepki vermiyor, sadece sinirli sinirli ofluyordu.

Yine bu işten Acar kârlı çıkmıştı anlayacağınız.

“Ağzımı bile açmadım, kendi istemiştir.”

“Kesin öyle olmuştur babacım, kesin. Değil mi Acarcım?” Acar konuyu çoktan anlamış bir biçimde alttan alttan sırıtıyordu. Bu ikilinin arasını yapmak yerine bozsa mıydım bundan sonra acaba?

“İşiniz bitince eve gel hemen, bir sorun çıkarsa da haberim olsun Deniz. Bir dakika bile geç öğrenmek istemiyorum can suyum, anlaştık mı?” Babamın ciddileşerek konuşmasının ardından ben pek bir şey söyleyememiştim. Vedalaşıp telefonu kapattım.

Ben konuşmayı bitirmeye çalışırken yürüdüğümüz ve arabanın yanına ulaştığımız için Acar’ın kilidi açmasının ardından beklemeden ön yolcu koltuğuna yerleştim.

Arabanın içi serindi, bindiğimde bedenim titremişti. Aralık ayına çoktan başlamış, bugün de ikinci gününü neredeyse tamamlamıştık. Havanın soğukluğunu garipseyemiyordum.

Acar arabaya binip çalıştırdıktan sonra ilk olarak ısıtıcıyı açıp sıcak havanın arabanın içini doldurmasını sağladı. “Bacakların üşürse montum arka koltukta.”

Otoparktan çıkarken göz ucuyla bana bakarak konuşmuş ve ardından yine yola odaklanmıştı. “Birazdan ısınır araba, gerek yok.”

Restoranın konumunu açması için ben yardım ettiğimde yola çıkmıştık. İş çıkış saatinde bir yerden bir yere ulaşmak için İstanbul kesinlikle cehennem gibiydi. Tahmin ettiğimden daha fazla zaman alacağı belli olan yolculukla ilgili tek tesellim, ajanstan hesapladığım saatten erken çıkmış olmamızdı.

“Adamı çok bekletmeyiz umarım, trafik böyle devam eder mi sence?”

“İleriden sola döneceğiz, çevreyolu daha sakin olur muhtemelen. Orayı kullanırım, beklerse de bekler biraz Feris. Otursun yemek yesin.” Umursamazca konuşan Acar’a göz devirip önüme döndüm. Konu değer verdiği birkaç kişiden biri değilse, görüp görebileceğiniz en umursamaz ve bencil adama dönüşüyordu.

İlk tanıştığımız günlerde bu yönünü bana da bolca göstermiş olduğu için garipseyemiyordum. Acar’ı tamamen değiştirmek mümkün değildi.

Ben de Acar’ı ‘bana kadar’ değiştirmiştim.*

*y/n: bu 17.bölümden tatlı bir referanstı, Acar Feris’ten tam olarak bunu istemişti çünkü :))

 

Araba bir saate yaklaşan bir sürenin ardından benim öylesine seçtiğim restoranın önünde durduğunda rahatlamıştım. Söylediğimiz saatte halen on dakika kadar zaman vardı.

Kapıma uzanmadan önce biraz sonra üzerime hücum edecek olan soğuğa psikolojik olarak kendimi hazırlamaya çalıştım. Acar arabayı hamam haline getirdiği için inince muhtemelen kendimi kuzey kutbunda gibi hissedecektim.

Kapıyı açıp indiğimde yüzüme çarpan soğukla irkilsem de inip kabanıma sarındım. Kaldırıma çıktığımda Acar da yanıma gelmişti.

“Şu arkadaki adamı tanıyor musun? Yarım saattir arabanın peşine takılmıştı, şimdide de bizle inmiş.”

Acar’ın söylediklerinin ardından panikle arkamı döndüm. Kim, niye bizi takip ediyor olsundu?

Gördüğüm beden saniyelik de olsa geçirdiğim kalp krizimi sonlandırırken Acar’ın omuzuna bütün gücümle vurdum. “Ödüm patladı Allah’ın cezası, böyle şaka mı olur!”

Acar benim aksime gayet eğleniyor gibiydi. Eğlenen ikinci isim de, gördüğüm bedendi.

Dibimize çoktan ulaşmış olan Koray Acar’dan farksız sırıtan suratını bana yanaştırıp alnımı öpünce bir tane de onun omuzuna geçirdim. “Komik mi ya?”

“Biz eğlendik İzgi’m, senin mizah anlayışın zayıflamış.”

Kaşlarımı çatarak ikisine de sinirli sinirli baktım. “Sen nereden çıktın ayrıca?”

“Acar beni özlemiş İzgi, olamaz mı? Kıskançlığını azalt biraz artık, yeter kızım.” Koray beni ayıplar gibi baktıktan sonra kolunu omuzuma sararak restoranın girişine doğru yürümeye başladı. Beni de peşinden kolayca sürüklüyordu zaten.

Acar’ın Koray’a kısık sesle sövdüğünü duyuyordum, bir adım arkamızdaydı. Bu sövmenin Koray’ın omuzumdaki koluna mı yoksa aralarında bizimkinden daha derin bir ilişki varmış gibi konuşmasına mı olduğunu tam çözememiştim. Belki de ikisi aynı anda gerçekleşmişti.

“Babam mı, Acar mı?” diye sordum Koray’a sakin bir sesle. Onu buraya çağıran hangisiydi gerçekten merak etmiştim.

“Ortak karar İzgi’m, ikisi de yani. Hem bensiz ne yapmışsın da bunu yapacaktın, alınırım ha!”

Yorgunlukla yanağımı omuzuna doğru yasladım. Yanımda kimse olmasın diye çırpınmam kendimden çok ailemin iyiliğini düşündüğümdendi.

Bu konuşmanın babama, amcama, abimlere ya da üçüzlerime iyi gelmeyeceğini küçük bir çocuk bile anlayabilirdi. Acar’ın gelişinin çok da büyük bir sorun olmaması bu yüzdendi. Babam da benim tavrımdaki sebebi anlamış ve Acar kozunu oynamıştı zaten. Bunu anlıyordum.

Koray’ın gelmesi de tıpkı Acar gibi benim açımdan aslında çok iyiydi. Beni benden iyi tanıyan birini yanımda tutmak, biraz sonra ne öğrenirsem öğreneyim bana olan etkisi daha az sarsıcı olacak demekti.

Restorana girdiğimizde kapıda duran görevliye adımı söylemiştim. Rezervasyonu dün yaptırmıştım zaten.

“Masanız hemen sol tarafta Deniz Hanım, misafiriniz de gelmiş görünüyor.”

“Teşekkür ederim.” Gülümseyerek masanın yanına ulaştığımızda yanımızdan ayrıldı.

Dört kişilik bir masanın yanındaydık. Oturan adam babamların yaşlarında görünüyordu. Çok genç birini zaten beklemediğim için şaşırmamıştım. Bizi gördüğünde ayağa kalktı. “İyi akşamlar. Vedat Aksoy ben.”

Kim olduğumu bildiği için eli ilk önce bana uzanmıştı. Elini tutup hafifçe sıktım. “Deniz Göktürk.” dedim sakince. Adıma diğer ikisini ekleme ihtiyacı duymamıştım. Bu masada oturuş amacım ne Feris ne de İzgi ile ilgili değildi. Bugün Deniz Göktürk’tüm.

Acar ve Koray da kısaca isimlerini söyledikten sonra yerleşmiştik. Adamın onların kim olduğunu sorgulamaması işime gelmişti. Koray adamın yanına otururken ben avukatın karşısındaydım. Acar da benim yanımdaydı.

“Öncelikle başınız sağ olsun.” dediğinde kendimi gülecekmiş gibi hissettim. Vedat Bey’in benim ve Bülent Göktürk’ün arasındaki o karmaşayı bilmediğini bu sayede anlamıştım. Vasiyetiyle ilgili resmi kısımları halletmek için buradaydı. Normal bir dede-torun olduğumuzu düşünüyordu belli ki.

Uzatmadım. “Teşekkürler,” diye ağzımın içinde geveledim.

“Bülent Bey’in isteği üzerine vasiyetini size bizzat açıklamak üzere buradayım. Çocuklarına kalan mirasının dışında paylaştırdığı bazı şeyler var. Nedenini ben bilemesem de geriye kalan tüm her şey sizin Deniz Hanım. Başka bir torununun adı geçmiyor vasiyetinde.”

Masada bahsettiği nedeni bilmeyen tek kişi kendisiydi. Bülent Göktürk, ölüm döşeğindeyken üzerinden atabildiği kadar yük atmaya çalışmıştı.

Bir şey söylemedim. Acar ve Koray’ın bana döndüğünü hissetmiştim. Reddetmemi ve bunları istemediğimi söylememi bekliyorlardı.

Öyle yapmadım.

Üzerime kalan her ne varsa, kimsesiz çocuklara bağışlanacaktı. Paranın tek kuruşu, kalan mülklerin tek biri bile kalmayacak; hepsi bağışlanacaktı.

Bülent Göktürk beni hiç düşünmeden kimsesiz bırakmıştı. Şimdi de kimsesiz çocuklar için bir şeyler yapmak zorundaydı.

“Başka?” dedim sakince. “Bunu söylemek için benimle yüz yüze görüşmek istemiş olamazsınız herhalde.”

Vedat Bey başıyla küçük bir onaylama hareketi yaptı. “Yanınıza gelme sebebim, size ilk elden ulaştığından emin olmam gereken mektup Deniz Hanım. Bunu yapmakla görevliydim.”

Masada durduğunu şimdi fark ettiğim, bembeyaz bir zarfı yavaşça bana doğru ittiğinde örtünün üzerinde kayan zarf önümde durdu.

“İyi akşamlar dilerim, mirasın üzerinize teslimi ile ilgili detaylar için size ulaşırım.” Ben zarfa bakıyorken apar topar masadan kalkan ve ardından restorandan çıkan adama tek kelime etmemiştim.

“Postanın icadından haberleri yok herhalde anasını satayım, cidden zarf için gelmiş adam. Yok oldu birden.” Koray şaşkınca konuşurken Acar’ın bakışları bendeydi. “Ne yazıyor bilmiyorum ama riske atamayacakları kadar önemli belli ki. Şimdi mi açacaksın?”

Başımı salladım hafifçe. Şimdi açmazsam, hiç açmazdım.

Zarfı yavaşça açtıktan sonra dörde katlanmış bir A4 kâğıdıyla karşılaştım. Kâğıdı açtığımda içinde yazan yazılar önüme serilmişti.

En tepede duran ismim yalındı. Devamına ise bakmaya çekinsem de bunu yapmak zorundaydım.

 

Deniz,

Ömrü boyunca tonla insana, tonla şey anlatmış ve bir kez olsun sesi titrememiş bir adamdım ben. Adamdım diyorum, çünkü bu kâğıt elindeyse ölüm döşeğinde verdiğim savaş sonlanmış ve ben artık bu dünyada değilim. O sesi titremeyen adam, bu satırları yazarken her kelime için saatlerce beklemek zorunda kaldı.

Sen, benim övünüp durduğum her şeyimin yalan olduğunu haykıran en büyük günahımın kurbanısın. Buralarda, doğduğum topraklarda beni vicdanımla, adaletimle sevip sayarlar. Bunu en az hak eden adam ben değilmişim gibi…

Vicdanımı ilk kez bir kenara bıraktığım gün, babanı kucağında yanık bir bedene sarılıp izlediğim ve gerçekleri ona söylemediğim gündü. Bir baba, evladının acısına gücü yetmesine rağmen merhem olamıyorsa; dünyaya hükmetse de ne gücünden ne yüceliğinden söz edilmez.

Diyeceksin ki bana, madem bunları düşünecek aklın vardı. Benim yaşadıklarımı neden daha erken sonlandırmadın, neden ölüm bile seni kabul etmeyinceye dek bekledin?

Yalan, dolaşıklıdır. Hele benimki gibi yalanlar, adamın ayağına yılan gibi dolanır Deniz. Öyle de oldu. Bu yalan benim ömrüme dolandı, dallandı, saçaklandı. Sonunu alamadım. Aldım sandım, yıllar geçti kimse bilmedi duymadı sandım ama öyle olmadı.

Bu mektubu da sana bundan yazıyorum. Ölmeden önce tüm gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacak kadar yürekli değilim. Ben gözlerimi kapattıktan sonra, tıpkı seni öğrendikleri gün olduğu gibi bir kıyamet daha kopacak biliyorum. Sana karşı son bencilliğimi yapıyor, o kıyametin elçiliğini sana yüklüyorum.

Senden dilenecek ne affım ne de helalliğim yok, senin dilinden af dökülse Allah beni affeylemez; bilirim. Ama son yükümü de bırakmak istedim.

Neredeyse iki yıl önce yeğenin doğdu. Torunumun çocuğunu görmek nasibimde varmış, gördüm. Doğumundan iki ay sonra İstanbul’a onu görmeye geldim.

Keşke gelmeseydim Deniz. O eve gelişimin bir canı daha, sevdiklerinden ayıracağını bilseydim. Yemin olsun o eve gelmez, o şehre ayak basmazdım.

 

Gözlerim hızla büyürken mektubun başından beri akıttığım gözyaşlarım aniden duruldular. Birkaç satır altta yazanları okumak istemiyordum. Zihnime dolan gerçeğe çok yakın olduklarını bildiğim tahminlerimi susturmak istiyordum.

Bülent Göktürk’ün daha ne yapabilir ki diyerek kendimi avutup geldiğim bu yerde, bana bir kez daha hayatımın acısını yaşatmasını istemiyordum.

Çok korkuyordum.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm