Düşten Farksız 15.Bölüm

 15.BÖLÜM



Her durumun kötü tarafından bakmaya odaklı biri değildim. Ancak çoğu zaman elimde bir yanı değil her yanı kötü durumlarla kalakaldığımdan, bu bir seçimden çok zorunluluk halini alıyordu.

Şanslı doğmak ve şanslı büyümek bana pek yakın kavramlar değillerdi. Hayatımın bir noktasında şansı yakalayabileceğime dair umudum ise zaman zaman sönüyor görünse de aslında hep benimleydi.

“Çok beğenmiş gibisin bu programı, kanalı değiştirmeyeyim değil mi?”

Özgür’ün sesini duyduğumda, daha doğrusu cümlesinin yarısında konuşuyor olduğunu fark ettiğimde, başımı sola doğru çevirip ona baktım.

Televizyonun karşısındaki koltukta, yan yana oturuyorduk. Aramızda bir kişinin daha sığabileceği bir boşluk vardı, ancak şu an evde bizden başka kimse yoktu. Ne kadar süredir burada oturduğumuzu pek kavrayabilmiş değildim. Aklım olası senaryolarla dolmuşken etrafıma bakmak ya da zamanı takip etmek güçtü.

“Anlayamadım?” diye mırıldandım sorar gibi.

“En az yarım saattir kıpırdamadan ekrana bakıyorsun, çığırtkan.” derken bedenini bana doğru çevirdi biraz. “Futbol takımı transferleri hakkında bu kadar donakalmış olamazsın değil mi?”

Televizyondaki programın ve konuşulan konunun ne olduğunu şu an öğrenmiştim. “İzliyorum öylesine, Türkçem gelişiyor.” dedim inandırıcı olmayı denerken.

“Neler öğrendin bu dakikalarda peki?” Hiç duraksamadan beni sıkıştırdığında gözlerimi kaçırıp yeniden televizyona döndüm. Hızlıca ekrandan bir şeyler okuyup seslendirebilirdim ama bunun boşa çabalamak olacağını biliyordum. Kendimi kandıramıyorken Özgür’ü kandırmış olmak ne işime yarayacaktı?

Sessiz kalışıma birkaç saniye eşlik etmiş olsa da hemen sonrasında Özgür sesi bana ulaşan uzun bir nefes verdi. Sıkıntılı gibiydi.

“Despina,” diyerek ona bakmamı gerektirecek şekilde bana seslendiğinde göz ucuyla yüzüne baktım. “Babanın ilişkileri hakkında detaylar vermek benim görevim değil, belki buna hakkım da yok ama boşuna üzüyorsun kendini. Bu kadarını söyleyeyim sana olur mu?”

Elimin üst kısmını burnumu sertçe yukarı itmek için kullanırken dudaklarımı araladım. “Üzülmüyorum, yanlış anlamışsın.”

“Saklanmana gerek yok, çığırtkan. Babanı kıskanıyor olman garip değil seni bu konuda yargılamam.”

Bunun basit bir kıskançlık olmasını, tek derdimin ilgi ve sevgi bölüşmek olmadığını söylemeliydim belki de. Çünkü sorun bunlardan ibaret değildi. Benim içimi sıkan vazgeçilebilir olmak, vazgeçilmeye çok yakın bir yerde tedirginlikle beklemekti.

Başımı salladım yavaşça. “İyiyim ben, bugün yorucu bir gündü sadece. Ondan böyleyim.”

Kaşları havalandı. “Amcanın yanına uğramadan önce bulunduğun yerde mi yoruldun yoksa?” Sorarken kullandığı ifade ve ses tonu gergince yutkunmama sebep oldu. Özgür, Mayıs’ın yanına -evine- gittiğimden tabii ki haberdar değildi. Böyle bir yakınlığımız olduğunu anlaması, bundan sonraki her hareketimizi fazla incelemesine yol açardı ve bu da ikisi arasında kurmaya çalıştığım köprü daha ayakta kalamadan suya gömülebilir demekti.

“Yok,” dedim direkt. “Yolda, trafikte falan…”

“Güzel o zaman, eğer öyle olmuş olsaydı Mayıs’ı arayıp seni neden çok yorduğunu sorardım. Gerek yok o halde.”

Ağzım hafifçe aralanırken kapatabilmek için birkaç saniyeden fazlasına ihtiyacım olmuştu. İki önemli sorum vardı. Özgür benim Mayıs’la olduğumu nereden biliyordu ve daha da önemlisi nasıl bu saate kadar hiç konuyu açmadan durmuştu?

“Kapat ağzını, sinek kaçmasın.” Çenemi işaret parmağıyla yukarı ittikten sonra elini geri çekti, kollarını göğsünde kavuşturup bana bakıyorken birkaç saat önce izlemek için amcama yalvardığım sorgu odasında hissetmiştim kendimi. İçeride sinek olup olmaması konusuna girmedim, asıl konudan sapmak istememiştim.

“Korel’e mi sordun nerede olduğumu?” diyerek ilk aklıma geleni söylediğimde gözünü kıstı. “Hayır, manyağın biri ‘sevgilimi kardeşinin yakınlarında görmek istemediğine’ dair bir konuşmayla şenlendirdi beni sadece.”

Kaşlarımı çattım. “Pars mı haber verdi?”

“Sorunumuz kimin haber verdiği mi sence?”

“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Çok ayıp, bana sormuş mu?”

Özgür gülmekle ağlamak arasında bir yerde görünüyordu. “Ne?”

“Benim oraya senden habersiz gittiğimi tahmin ettiğinden eminim, inadına sana haber verdiğinden de öyle… Resmen tartışma yaratmaya çalışmış, Mayıs’la görüşmemem için senin engel koymana ihtiyacı mı var?”

Söylediklerim sanırım Özgür’de bir aydınlanma yaratmıştı. Biraz duraksadıktan sonra kahverengi gözlerinde ilginç ışıklar yanıp söndü. “Aklınca var olduğunu sandığı ilişkimi dağıtmaya çalışıyor, kavga edeceğimizi düşünerek beni aradı.”

“Bravo süperzeka.” dedim başımı omuzuma doğru eğerken. İfadesi hızla sinir dolduğunda dayanamayıp kıkırdamıştım. “Pars’ın derdini bir kenara bırak da, Mayıs’ın evine gidecek kadar delirmene ne sebep oldu onu açıkla istersen önce.”

“İstemiyorum pek,” dedim sakince. “O zaman açıklamak zorunda değil miyim?”

“Tabii, sen ne dersen o.” Dalga geçiyor olduğu her hecesinden ve ifadesinden belli olsa da şımararak yanaklarını avuçlayıp kafasını iki yana salladım. “Teşekkür ederim, çok naziksin.”

“Despina!” derken yanaklarını sıkıca tuttuğum için sesi biraz garip çıkmıştı. Bırakmadan önce yutkundum. “Efendim?”

“Ne işin vardı orada?” Artık kafasını iki yana sallamıyordum, ellerimi de yavaşça geri çekmiştim. “Mayıs benim arkadaşım gibi ya hani…” Gibisi fazlaydı, özellikle bugünden sonra kesinlikle fazlaydı ama Özgür’e aniden çok yüklenmek istemiyordum. “Davet etti beni, ben de gittim. Dışarısı çok sıcak diye…”

“Arkadaşım gibi dediğin kişi, benim eski sevgilim çığırtkan. Üstelik onun gözünde sen benim şu anki sevgilimsin.” Karmakarışık ilişki durumlarımızı dile getirdiğinde yüzümü buruşturdum. “Ne kadar saçma değil mi?”

“Hangi kısım?”

Cevabımın bizim sevgili rolü yapıyor olmamız olacağından emindi bence ama ona istediğini vermedim. “Mayıs’ın eski sevgilin olması…”

İtiraz edecek gibi dudakları aralandığında hızla ben devam ettim. “Güvenin de ilişkilerde en az aşk kadar gerekli olduğunu biliyorum, Özgür. Belki de aşkın önüne geçebilen tek duygudur hatta. Ama yanlış anlaşılmalara boğulup, birbirinizi yormanız gerekli mi gerçekten?”

Kaşlarındaki çatıklık sanırım ulaşabileceği en derin noktaya ulaşmıştı artık. “Sen…” dedikten sonra bir an duraksadı. “Mayıs sana ne anlattı?”

“Aceleyle verdiği kararlardan ne kadar pişman olduğunu…”

Sırtını koltuktan tamamen ayırdı. Bedeni tamamen bana dönük olacak şekilde yan oturdu. “Sana mı anlattı bunları? Sevgilim olduğunu sandığı halde…”

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ya...” dedim uzata uzata. “Abi-kardeş bizi ayırmak istiyorlar canım sahte sevgilim. Görüyorsun değil mi?”

“Despina.” diyerek ciddi bir ifadeyle yüzüme bakmayı sürdürdüğünde ofladım. Şaka da yapılmıyordu, bence çok komik biriydim.

“Senin kurduğun evcilik oyununa inanmayı sürdüren tek kişi Pars. Mayıs böyle bir şey olmadığını biliyor.” Tek nefeste konuşup Özgür bir anda üstüme atlayacakmış gibi panikle kendimi geriye doğru çekmiştim. Ancak o kadar tepkisizdi ki bir an az önceki cümleyi dışımdan değil içimden söyledim sanmıştım.

“Özgür?” Çekinerek seslenip parmağımı koluna doğru bastırdım.

“Kendi mi anladı?” diye sordu birden. Beklemediğim için hafif irkilir gibi olmuştum ama sakin kalabildim. “Hayır,” dedim uzatmadan. “Ben söyledim. Maç günü afallamaktan bir şey anlayamamıştım ama o gün kafede ikinizi aynı ortamda görmem yetti. Her şeyin mahvolmasına seyirci olmak istemedim.”

Kızma ihtimali fazlasıyla yüksekti. Daha önce, benim bir suçum olmamasına rağmen ailesi hakkında bir bilgim oldu diye kırıcılaşmaktan kaçınmamıştı. Yine benzer bir tepki alabilirdim. Hatta daha sert bir tepki bekliyordum ama bu riski alarak Mayıs’a ‘ben Özgür’ün sevgilisi değilim’ demiştim o gün zaten.

Bir şey söylememesinden güç alıp kendimi daha iyi açıklamak üzere konuşmaya devam ettim. “Birbirinize bakarken içiniz titriyor, Özgür. Bakışlarınızdan, sizi birkaç gündür tanıdığım halde bunu görebildim, bir yabancıdan bile gizleyemiyorsunuz hislerinizi. Aptalca bir oyun her şeyi tamamen mahvederdi, üzgünüm ama yapmak zorundaydım.”

“Öğrendiğimde vereceğim tepkiden korkmadın mı?” dediğinde bambaşka şeyler söylemesini beklediğim için biraz şaşkındım.

“Senden korkan senin gibi olsun.” dedim sözü doğru hatırlamaya dikkat ederek. Özgür gözlerini irileştirdikten sonra küçük bir kahkaha attı. Kahkahası göğsümden ağır bir yük kaldırmıştı. Her ne kadar riski göze aldım desem de, bana kızacak ya da kırılacak olmasından da memnun değildim tabii ki.

“Bunu nereden öğrendin kızım sen?”

Sırıttım kocaman. “Mayıs’tan öğrendim.” Benim büyüyen gülüşümün aksine onun dudakları düz bir hale doğru çevrildi. “İyi, aferin.” dedi geçiştirir gibi.

“Aferin bana, evet. Senin yamuk planına bak, bir de benim mükemmel planıma… Harika ilerliyorum.”

“Şansını zorluyorsun, koşturayım mı illa seni evin içinde nefesin kesilene kadar?”

Dudağımı sarkıttım. “Teşekkür edeceğine tehdit ediyorsun.”

“Ne için teşekkür edecekmişim?”

“Sizi barıştırmak üzereyim, aşk acısı çekip kendini delirtmene engel olacağım. Yeterince delisin çünkü, hastanelik olma diye…”

“Üçe kadar sayacağ-…” demesine kalmadan kendimi bir nevi koltuktan fırlatıp ayaklandım. “Ayısın sen ayı, kaba bir ayı.”

“Nazik ayı mı olur zaten, ne saçma bir sıfat bu?”

“Denersen başarabilirsin ben sana inanıyorum.”

“Kaybol gözümün önünden, özür hediyesi olarak kahve yap bana.”

Ellerimi belime yasladım. “Pardon? Özür derken?” Başımla koltukta yayılmış halini işaret ettim. “Resmen keyfin yerine geldi, sen yap kahveyi bana.”

Tek kaşını kaldırdı. “Kalkayım yani buradan, yanına doğru geleyim…”

Çığlık atmak üzereydim. Sinirlerimi bozuyordu. Oflayarak mutfağa doğru ilerlemek için kapıya yöneldim.

Kız kardeşlerini delirtip duran arkadaşlarıma hiç anlam veremiyordum, bu kadar zaman bu zevkten uzak kaldığım için çok üzgünüm.” Arkamdan alayla konuşuyor olması, beni özellikle delirttiğini belirtmesi aklımda solup giderken kapının eşiğinde duraksadım.

Kız kardeşi olarak mı görüyordu beni? Ya da öyle görmeye mi yakındı?

İçimde balonlar uçuşup patlıyormuş gibi hissederken arkamı dönmeden hızla mutfağa ilerledim. Kahve makinesine uzanmadan önce birkaç saniye tezgâha yaslı şekilde durup nefeslenmiştim.

Duygudan duyguya sürüklendiğim ve fazlasıyla yoğun devam eden bir gündü. Kendisi de olayları da bitmek bilmiyordu.

Özgür’e kahvesini verirken az önce onunla atışıyor olan bir başkasıymış gibi garip bir çekingenlikle doluydum. Sessizce yerime oturdum.

“Zehirliyor musun beni? Niye öyle dikkatli dikkatli bakıyorsun yüzüme?” dedikten sonra bir kahvesine bir bana baktı. Ardından bardağı bana doğru uzattı. “Önce sen bi’ iç.”

Kıkırdayıp başımı iki yana salladım. “Sadece kahve var içinde.”

“İnandırıcı durmuyorsun hiç ama ne yapalım, içeceğiz artık.” dese de sıfır tereddütle sıcak kahveden koca bir yudum aldı.

“Güzel olmuş mu?” dedim burnumu havaya dikip. Kahveyi yapanın makine olduğunu ikimiz de biliyorduk. Dalga geçmesine müsait bir andı. Ama yapmadı. Dudağının kenarı kıvrılırken “Çok güzel olmuş,” dedi sakince. “Eline sağlık.”

Terslenmeye ve kendimi savunmaya hazırlanmışken karşılaştığım tavırla bir an duraksadım. “Afiyet olsun,” dedim sessizce. Halime sırıttı. “Kendine neden yapmadın?” diyerek konuyu değiştirdi.

“Uyurum birazdan, uykumu engellemesin diye yapmadım.”

“Daha erken,” derken aynı anda saate bakmıştık. Saat dokuz buçuğu yeni geçmişti. “Uykuyu kaçış yolun yapmaya alışmışsın, fark etmemek mümkün değil ama yapma. Konuş, anlat. Bana laf yetiştirmekten başka şeylere de yarasın o çenen olur mu çığırtkan?”

Bakışlarımı kaçırıp derin bir nefes aldım. “Tamam,” desem de tamam değildi. Söylediği kadar basit değildi istediği şey.

“Birazdan gelir Timur abi, tekrar yazabilirim ya da arayabiliriz istersen.” dediğinde hızla ona döndüm yeniden. Başımı sertçe iki yana salladım. “Neden arayalım? Sevgilisinin yanından ayrılmak kolay olmuyordur, acele etmesine gerek yok.”

“Despina…” dedi ‘yapma’ der gibi. Umursamadım. Ayaklandım. “Uzanacağım ben, uyurum belki. Sabah görüşürüz.”

Ayağa kalkıp ona konuşması için fırsat tanımadan salondan çıkmak için hareketlendim. Hole çıktığımda odama ilerleyemeden dış kapıdan gelen anahtar sesine yakalanmıştım. Doğru hatırlıyorsam yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, tam olarak bu demekti. Özgür’den kaçmak üzereyken kapıdan girmek üzere olan Timur Akdoğan beni yakalamıştı.

Koşsam da odaya beni fark etmeden varamazdım. Zorlamadım kendimi. Sakin adımlarla odama doğru yürümeyi sürdürdüm sadece. Kapıyı duymamış gibi görünüyordum.

Üçüncü adımımda adımı duydum. “Despina?” diyerek seslenişine cevapsız kalmam, çok büyük bir tepki olurdu. Böyle bir işe girişmedim. Kapıya doğru döndüm. “Efendim?” dedim normal bir şekilde.

Ne diyeceği konusunda küçük bir bekleme anı yaşadı. “Nasılsın?” demesi anı olduğundan daha da garipleştirmişti. Kapıyı kapatırken bakışları benden ayrılmadı. Ben de ona bakıyordum halen.

“İyiyim,” dedim. “Sen?”

Yolda karşılaşmışız gibi bir sohbetti. Aslında biraz da öyleydik. Birkaç dakika önce odama geçseydim, bu karşılaşma yaşanmayacaktı.

“İyi görünmüyorsun, öylesine sormadım. Bir şey mi oldu?”

Omuz silktim. “Hayır, genel görünüşüm böyle. Dikkat etmemişsindir belki bir haftadır.” Ne tersliyordum ne de çok içtendim. Tamamen düz, hissiz bir şekilde konuşuyordum. Bu halim bana ilk karşılaştığımız anda, onu ayna gibi yansıtmaya çalıştığım zamanı hatırlatmıştı.

Bir şey söylemek için dudaklarını araladı ancak ona engel olan küçük bir öksürükle varlığını belli eden Özgür’dü. Salonun kapısında belirmişti. “Hoş geldin abi,” dedi önce. Babamdan küçük bir baş hareketiyle yanıt almıştı.

“Daha erken gelirsin diye düşünmüştüm, uzadı işin sanırım.”

Özgür’ün benim sormadığım soruyu sorması duraksamama sebep oldu.

Fazla hızlı olmamasına çabalasam da babama çevirdiğim bakışlarım aceleciydi. Yüzünde nasıl bir ifade belireceğini görmek için duyduğum merak beni hızlanmaya itmişti çünkü.

“Ben de öyle olmasını umuyordum.” demekte hiç vakit kaybetmedi. Bu sırada şu ana dek yüzünde kendini gösterememiş bir sıkıntı gün yüzüne çıkmıştı.

Özgür -sanırım çaktırmadan olduğunu sanarak- bana bakıp yeniden babama döndüğünde bu kısa an babamın ilgisini çekmişe benziyordu. “Ne çeviriyorsunuz? Yine olmadık bir yere mi gittiniz ben burada değilken? Özgür yemin ederim-…”

“Abi bi’ dur, bi’ nefeslen. Evdeydik, bir daha kanmam kızına ilk ve sondu o maç.”

Ağzımın içinde onu taklit ederek homurdandım. İlkti ama son olmayacağından emindim.

“Ne bakışıyorsunuz o zaman?”

“Bakışmadık,” dedim Özgür’ün kaçamayacağını anlayınca müdahale ederek. “Deli o, ne yaptığını bilmiyor. İyi geceler size.”

Arkamı dönüp gidecekken bu kez sesle değil direkt olarak sırtıma dolanan kolla durmak zorunda kalmıştım. Aramızdaki bir iki adımlık mesafeyi ne zaman kapattığını bilmiyordum ancak kolu bana sarılı duran babam artık bayağı yakınımdaydı.

“Sen bi’ bekle bakalım, koştur koştur saat on olmadan odana kaçma sebebini konuşalım önce.”

Biraz çekilsem, kolunu sırtımda tutmak için ısrarcı olmayacağını biliyordum. Ancak çekilmek istemiyordum. Kırılsam da, aklımda bin soruyla dolup taşsam da yeni tanışıyor olduğum temaslarına o kadar istekliydim ki geri çekilme ikileminde bile değildim.

“Konuşacak bir şey yok.”

“Buluruz.” derken sırtımda gezinen parmakları, sanırım beni hipnoz ederek onay vermeye mecbur bırakmak için kurduğu bir oyundu.

“Konuşmak istemiyorum.”

“Despina,” derken yüzündeki ifade karmaşıktı. “Konuşmadan seni anlayabileyim, tek bakışın yetsin isterdim. Ama bana böyle bir hak tanınmadı, derdini anlatmazsan nasıl anlayacağım ben seni?”

“Derdim yok benim,” derken bir anda bedenimi saran sinirin kaynağı birden fazlaydı.

Özgür artık salonun kapısında değildi. Bizi yalnız bırakmak için gittiğini tahmin edebiliyordum ama buna gerek yoktu. Ben gerçekten konuşmak istemiyordum. Konuşmanın bir şeyleri çözmektense, durumu daha da karmaşık hale getireceğine inanıyordum.

“Öğlen telefonla konuştuğumuzda keyfin yerindeydi, Emre akşam seni eve bıraktığını söyledi. Onun yanındayken de bir sorun olmamış. Beni gördüğünde mi mutsuz oldun?”

Kızar gibi değil, sorgular gibiydi. Ona dair olumsuz hisler besleme ihtimalimden hiç hoşlanmıyordu, bunu biliyordum. “Hayır,” dedim başımı iki yana sallarken. Bu sırada sırtımdaki kolu yerinden kıpırdamamıştı ama ben bedenimi onunla karşı karşıya kalacağım şekilde çevirmiştim. “Seni göreli birkaç dakika oldu, tüm akşam yoktun. Nasıl mutsuz edebilirsin beni?”

Elaları hafifçe kısıldı. “Olmayışım mutsuz etmiştir belki seni. Mümkün mü bu?”

“Olmayışına alışkınım ki ben.” Birkaç kelimeden ibaret, kolayca ağzımdan dökülen cümlem bittiğinde aslında pek hafif bir şey söylemediğimi ancak fark edebildim.

Sırtımda duran elin kasıldığını, avuç içinin hâlâ üstümden çıkartmadığım lila elbisemin ince kumaşından tenime neredeyse değebildiğini hissettim. “Yanında oluşuma alıştıracağım seni, Despina. Her şeyim üzerine yemin ederim ki bunu yapacağım.”

Hava sıcaktı. Ev sıcaktı. Sırtımdaki dokunuşu, çok yakınımdaki bedeni sıcaktı. Bunlara rağmen ürpermiş, serin bir esintide kalmış gibi titremiştim.

“Alıştırdıktan sonra,” dedim duraksayıp kuruyan dudaklarımı ıslatarak. “…sonra da bırakacaksın beni.”

“Bırakmayacağım.” dedi sustuğum ilk anda. Bir an bile beklemeden, düşünmeden konuşmuştu. Gözlerimi birkaç kez açıp kapadım. Bir sonraki cümlemin ne olması gerektiğini düşünürken aklım bulanmıştı. “Onun yanındaydın…” dedim fısıltıdan farksız bir sesle.

“Ne?” diyerek bir an afalladı.

“Hep onun yanında olmak isteyeceksin.” derken sesim çatlaktı. “Ben sıramı bekleyemeyecek kadar yorgunum. Üstelik o bekleyişin sonunda kendimi senin hayatında hangi konumda bulacağımı bile bilmiyorum.”

“Neler bulup da inandın sen kendi kendine?” Sorusuna cevap vermedim. Bu bir cevabımın olmayışından çok, sırtımdaki güçlü kolun beni sıkıca göğsüne bastırmasıyla ilgiliydi.

Yüzüm göğsünün soluna sertçe çarptığında istemsizce hiç olmadığı kadar derin bir nefes almıştım. Mentollü kokuya karışan başka bir koku aradım çaresizce. Onun yanındayken, onun kokusu bedenine sinecek kadar yakın olduklarını düşünen aklımın başvurduğu ilk gözlem buydu.

Sigaranın buruk kokusu ve kendi kokusu dışında bir koku yoktu. Yanan gözlerimi sıkıca kapatıp daha sessiz ama sık nefesler almaya devam ettim.

“Özgür sana, ona attığım mesajı mı gösterdi?” diye sordu çenesi başımın tepesine belli belirsiz değerken. “Meltem ileyim dediğim için mi bu haldesin sen?”

Ses çıkartmadım. Burnumu göğsünü delecekmişim gibi ona bastırıyordum. Sinirlerim bir inip bir dinmekten yıpranmıştı. Bu yıpranış ne bugünle, ne bu haftayla ne de İstanbul’a geldiğim andan sonrasıyla sınırlı değildi. Beni yorgunluğum çok daha eskiydi. Bana saklı kalacak kadar gizliydi ama yeni değildi.

“Konuşmak için fazla ısrarcıydı. Yanına gitmeseydim, burada belirecekti. Onun gelmesindense, bu yol daha doğru göründü. Sondu, tekrarı olmayacak bir konuşmaydı.”

Kalbim o kadar hızlı ve güçlü çarpıyordu ki göğsündeki boşlukta benim kalp atışlarımı hissettiğinden emindim. “Barışmadınız mı?” diye mırıldandım. Sesimi anlaşılır hale getirmek için burnumu ona bastırmayı kesmeliydim ancak bunu tamamen geri çekilerek değil, yanağımı ona doğru yaslayarak gerçekleştirmeyi seçmiştim.

“Hayır.” dedi dümdüz bir şekilde. “Sana daha önce de bunun mümkün olmadığını söylemiştim, onu ilk gördüğünde… Unuttun mu?”

“O günden sonra bu ikinci konuşmanız…” dedim sessizce. Sorun bende değildi. Sürekli bir araya gelmek, aralarındaki sorun her neyse onu çözmek için adım atmak değil miydi?

“İkinci ve son.” Saçlarımı ayırdığım çizgide çenesinin sert baskısını hissetmeye birkaç dakikadır alışmışken aniden aynı yerde yumuşacık bir dokunuş belirdiğinde garipsemiştim. Başımın tepesindeki bu dokunuşun dudaklarından geldiğini anladığımda nefesimi tutarak bekledim.

“Çiçek bahçesi seni…” diye mırıldandı dudakları saçlarımdan ayrılmadan. “Aklından geçenleri bir dahaki sefere benim ısrarıma gerek kalmadan anlatacağına söz verir misin?”

“Veremem,” diye mırıldandım. Yalana gerek yoktu. Dürüstlüğüm onu biraz güldürdü. “Tamam ben ısrar ederim o zaman yine.”

“Olabilir,” dedim yanağım göğsündeyken. Dudaklarım öne doğru çıkmıştı, sesim biraz değişik çıkıyordu bu nedenle.

“Bebek misin sen?” diye sordu sırtımda yarım bir turu tamamlayan sıcak eli eşliğinde. “Babasının bebeği…”

Gözüme ne zaman misafir olduğunu bilmediğim irice bir damla oradan kopup yanağıma doğru yol alırken, yolun sonu onun kalbinin tam üzeriydi. Tek bir damlayı hissedebilmiş olması imkânsızdı ama o damla peşinden çok daha fazlasını da sürüklediğinde ağladığımı anlaması uzun sürmemişti.

“Despina?” diyerek yüzüme doğru eğilip bana bakmaya çalıştığında beni görmemesi için direndim. “Bakayım bi’ yüzüne.”

Olumsuz bir ses çıkarttım. Ağlamaya yabancı değildim ancak bir yere sığınıp ağlamaya uzun zamandır çok yabancılaşmıştım. Şimdi yer edinmişken de gözlerime engel olabilmem çok zordu.

“Biraz ağlayayım, sonra bak.” dedim kelimelerin yarısını nefesim kesiliyormuş gibi zorlukla telaffuz ederek.

“Neden ağlıyorsun?” diye sorduğunda iç çektim. “Çünkü.” dedim sadece.

“Çünkü ne?”

“Çünkü işte!”

Akıl hastası olduğumu düşünecekti. Ama çünküden sonra ne demem gerektiğini bulamıyordum.

“Türkçen hata mı verdi senin güzelim? Çünküden sonra bir şey söylemen gerekiyor ya hani…”

Sinir bozukluğuyla daha çok ağlamaya başladım. “Türkçe biliyorum ben.” diyerek kendimi geriye çekmeye çalıştım. Babam kolunu omuzlarıma doğru sarıp beni göğsünde tuttu sıkıca. “Şş, tamam.”

“Özgür!” diyerek içeriye seslendiğinde, bizi dinliyor olmasına hiç şaşırmadığım koca bedeniyle ikinci saniyede dibimizde belirdi Özgür. “Efendim abi?”

“Şaklabanlık yap biraz, kızım ağlıyor.”

“Şapkabanlık istemiyorum, ne şapkası?” diyerek itiraz ettim. Alışverişe mi çıkartmasını istiyordu yine beni?

İkisi aynı anda, aynı süre alan bir duraksamanın ardından yüksek sesle gülmeye başlayınca kaşlarım afalladığım için çatıldı. “Neden gülüyorsunuz?”

Babamın gülerken dikkatinin biraz dağılmasından yararlanarak geriye çekildim göğsünden. Kolu bedenimden ayrılmamıştı ama artık göğsüne yaslı değildim.

Yine aynı anda gülmeyi bıraktılar.

“Hiç,” diyen babamın sesine Özgür’ün “Sana,” deyişi karıştığında korkunç olduğunu umduğum bakışlarımı Özgür’e çevirdim.

“Altıma işeyeceğim şimdi korkudan, öyle bakma.” Dalga geçerek gözlerimi işaret ettiğinde dudaklarım kıvrıldı. “Tuvalet eğitimini tamamlayamadığını tahmin ediyordum.”

Gözlerini kısıp yüzüme baktı. “Hayırdır ne bu cesaret?”

Cesareti nereden edindiğimi sesli olarak belirtmek yerine kollarımı iki yana büyükçe açıp birden babama sarıldım. Göğsüne dakikalar önce olduğu gibi yapıştığımda artık güvendeydim.

 

~

 

- 1 hafta sonra

 

“Hiç güzel değil,” diyerek Mayıs elindeki saati mağaza çalışanına geri uzattığında gözlerinden ateş püskürterek bakmasına rağmen gülümsemeye çabalıyordu karşısındaki adam.

Benzer bir bakışın, benim yüzümden bugünün ikinci kurbanı olmak zorunda kalan Korel’de de olduğunu göz ucuyla gördüğümde küçük bir öksürükle müdahale etmeye giriştim. “Sanırım burada da bulamadık, diğer mağazalara da bakalım biz. Teşekkür ederiz.”

Mayıs’ın koluna girip bedenini çıkışa yönlendirdim. “Biraz daha nazik olamaz mısın? Yardımcı olmaya çalışıyor insanlar bize.”

Omuzları düşmüş halde bana üzgün bakışlar attığında iç çektim. “Tamam, gerginsin biliyorum.”

“Gerginim tabii, bugünü saymazsak sadece bir gün kalıyor ama ben hâlâ o aradığım hediyeyi bulamadım.”

Mayıs’ın Özgür’ün doğum gününe yetişmesi gereken hediyesi ile ilgili stresi yeni başlamamıştı. Ancak benim bundan yeni haberim olmuştu.

Bir hafta önce Özgür’e, Mayıs’ın artık bizi sevgili sanmıyor olduğundan bahsettiğimde ertesi sabah ilk işim Mayıs’ı aramaktı. Benim fikrim, doğum gününü beklemeden ikisini bir araya getirme planını içeriyordu ancak Mayıs buna bir türlü ikna olmamıştı. Özgür zaten ondan daha beterdi, hiç ikna etmeyi denememiştim.

“Aradığın tam olarak ne, bir bilsek. Bence sen de bilmiyorsun.” dediğimde kollarını çocuk gibi göğsünde kavuşturdu. “Mayıs,” dedim kalabalık alışveriş caddesinin uğultusunu anca bastırabildiğim yükseklikteki sesimle. “Derdin hediye değil de, iki gün sonra Özgür ile yüzleşecek olmak olabilir mi acaba canım?”

Hediye bulamamanın ardında saklanırken aslında o gün yaşanacak, konuşulacak şeylere olan stresiyle savaşıyordu bana kalırsa.

“Despina çok korkuyorum,” diyerek birden bana sarıldığında en azından saklanmayı bıraktığı için mutluydum. Sırtını okşadım hafifçe. “Neden?” dedim. “Ya bugün olduğu gibi kalacak her şey ya da istediğin yönde ilerleyecek. Seni korkutan güzel bir değişim yaşamak mı, yoksa yaşıyor olduğun anda kalmak mı?”

Bir süre sessiz kaldı. Sarılmayı bırakmadım. Arkasında kalan Korel’le göz göze geldiğimde içerideki kadar darlanmış durmamasına sevinmiştim. Ancak bakışlarının aslında bende değil, arkamda bir yerde olduğunu anladığımda dikkatle neye baktığını anlayamamak beni meraklandırdı.

Korel bize doğru adımladı. “İkiniz de şu an olduğu gibi sakin görünmeye ve ani hareket etmemeye devam edin.” dediğinde ne olduğunu anlayamayarak başımı onun baktığı yöne çevirmek için hareket ettirecekken Korel benden hızlıydı. “Despina, dönme. Mayıs Hanım, az önce çıktığımız mağazanın önünde duran iki kişiyi tanıyor musunuz?”

“Ne oluyor?” diye sorarken kalbim hızlanmıştı. Korel neden birden ciddileşmişti? Bahsettiği kişiler Nikolos’la ilgili olabilir miydi?

Mayıs benim aksime Korel’in bahsettiği yere bakmak için dönmek zorunda değildi. Bana sarılmayı bıraktığında omuzumun üzerinden orayı görebilirdi.

“Üçüncü kez yakınımızda bir yerlerde dikilip sohbet ediyor gibi görünüyorlar, tesadüf olma ihtimali kalmadı artık. Tanıyor musunuz Mayıs Hanım?”

Mayıs başını iki yana salladı. Korel’e baktım panikle. “Gidelim.”

“Sakin olur musun? Ben ne için yanındayım? Güvendesin.” Doğru söylüyordu ama bu o kadar basit değildi. “Başka bir mağazaya doğru ilerleyeceğiz. Son bir kez gelip gelmeyeceklerini göreceğim, anlaştık mı? İkiniz de sakin olun hiçbir şey yok.”

Mayıs benden daha sakin görünüyordu. Evinde görüştüğümüz gün atlamadan anlattığım birçok detay, elbette Nikolos’a dair her şeyi içermiyordu ama onun beni Yunanistan’a götürmek için gelebileceğini biliyordu. Korel’in benimle oluşunu da böylece açıklayabilmiştim o gün zaten.

“Şu ilerideki parfüm mağazasına doğru yürüyün, acele etmeden. Arkanızdayım.”

Mayıs elimi tutup sıkıca kavradı. Korel’in dediği yere doğru yürümeye başladığımızda kalbimin boğazımda attığını hissediyordum. Biri tutup beni yanlarından alacak ve bir daha dönemeyeceğim kadar uzağa götürecekmiş gibi tedirgindim.

Parfüm mağazasının önüne ulaştığımızda içeriye gireceğimiz sırada Mayıs’ın boştaki elinde duran telefonundan peş peşe iki bildirim sesi yükseldi. Ona odaklanmadım, bakışlarım Korel’i buldu. Bir şeyler söyleyeceğim sırada Mayıs’ın elimi tutan eli kaskatı kesildiği için canım acıyarak ona döndüm. Adını mırıldanıp uyaracakken telefonda duran bakışları bana çevrildi. Ardından Korel’e baktı.

“Tanıyorum.” dedi birden.

Korel’in kaşları çatılırken ben şaşkındım. Az önce tanımadığını söylemişti.

“Kim onlar?” diye soran Korel’di ama Mayıs cevap vermeye başlamadan önce kahverengi gözlerini benim üzerime çevirdi. “Çarpıştığımız günü hatırlıyor musun? Tanıştığımız gün…”

Başımı salladım. Bu sırada o ana geri gitmiştim zihnimde. Mayıs koşarken bana çarpmıştı. Koşuyordu, birilerinden saklanarak koşuyor, kaçıyordu. Aklımda yanan ışıklarla birlikte taşlar yerine yerleşmeye başladı.

“Aynı kişiler mi?” diye sordum. Başını iki yana salladı. Telefonunu işaret etti. “Ama aynı kişinin yolladığı birileri.”

“Kendi aranızda anlaşmanız çok güzel ama daha açıklayıcı olursanız, tehlikede olup olmadığınızı öğrenip bir sonraki adımı düşüneceğim Mayıs Hanım.” Korel’in sabırsızlığını belli eden sesiyle birlikte ben de beklentiyle Mayıs’ı izlemeye devam ettim.

“Silahları olabilir.”

Mayıs’ın sakince söylediği iki kelime, daha doğrusu ilk kelime dudaklarımın balık gibi aralanmasına sebep oldu. “Ne?” gibi bir şey fısıldadım.

“Ve silahlı olabilecek bu adamlar peşinizdeler, çünkü..?” Korel kaşları çatık, onda şu ana dek hiç görmediğim sertlikte bir ifadeyle bakıyordu. Cevap beklerken gerilmişti.

Mayıs elimi o kadar sıkı tutuyordu ki kemiklerim sızlamaya başlamıştı. Korkudan mı yoksa başka bir sebepten miydi, bilmiyordum.

“Bilmiyorum, bilmiyorum.” dedi peş peşe hızlıca. “Gitmişti, kurtulmuştum. Abim…” Sona doğru sesi kısıldı. Boynundan ses çıkacak kadar ani şekilde bana döndü. “Abimi arayalım, onu aramamız lazım.”

Mayıs normal dışı davranmaya başladığında ve bu bakışlarına da yansıdığında Korel’le göz göze geldik. Sert bir nefes üfledi. “Araba geride kaldı, hep birlikte oraya yürüyelim. Sizi tek bırakamam.”

“Tamam-…” diyeceğim sırada Mayıs elimi çekiştirdi. “Hayır, onlar da gelir. Arabayla açık hedef oluruz. Despina abimi arayacağım, bekleyelim.”

“Abin ne yapabilecek? Mayıs, Korel bir polis. Sakin ol lütfen.”

Başını yine hızlı hızlı iki yana salladı. “Bana da abime de zarar vermezler, ama size bir şey olabilir. Lütfen inanın.”

Onu takip eden silahlı adamlar vardı. Kendisine zarar vermeyeceklerinden çok emin görünmesi mantık dışıydı. Nasıl biz daha tehlikede olabilirdik?

Benim aklım tamamen karışmışken Korel daha hızlı toparlandı. “Tamam, doğru söylüyor olmanı riske atmayacağım. Ara her kimi arıyorsan, içeriye girin bir yandan da. Bayağı kalabalık içerisi.”

Mağazaya adımladığımızda Mayıs’la ellerimiz ayrılmamıştı. Korel bu anlara kadar bizi birkaç adım mesafeyle takip etmiş olsa da artık çok daha yakınımızda duruyordu.

Mayıs tek eliyle zorlanmadan telefonunu kullanıp hemen kulağına yasladı. Dudağının kenarını sertçe ısırıyordu beklerken. Kısa bir anın ardından Mayıs direkt konuşmaya başladı. “Abi!” diye soludu. Pars’ın sesini duyamıyordum. Ancak Mayıs’ın telaş dolu sesine çok sakin bir tepki vermediğinden emindim.

“Yine birilerini yollamış. İki kişiyi görebildim sadece, mesaj geldi telefonuma sonra.” Nefes nefese konuştuktan kısacık bir an sonra devam etti. “Yalnız değilim. Despina yanımda.” dediğinde Pars’ı dinledikten sonra konuştu. “Özgür yok, Despina eve geldiğinde gördüğün kişi var. Koruması.”

Mayıs birden telefonu Korel’e uzattı. Korel duraksamadan telefonu kulağına yasladı. Pars’tan duyduğu her neydiyse, Korel’in yüzü tamamen kasıldı. Bakışları bendeydi. Bir şeyler düşünüyor, düşündükleri arasında da sıkışıyor gibi görünüyordu.

Peşimizdekilerin Nikolos’la ilgilerinin olmaması, bir rahatlama sebebine dönüşememişti. Mayıs’ın hali, Korel’in telefona verdiği tepkilerle birleştiğinde kulaklarım uğuldamıştı.

Güvende hissetmiyordum.

Güvensizliğim sebebi ilk kez bir başkasıydı. Ancak hisler benzerdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm