Düşten Farksız 15.Bölüm
15.BÖLÜM
Her durumun kötü tarafından bakmaya odaklı
biri değildim. Ancak çoğu zaman elimde bir yanı değil her yanı kötü durumlarla
kalakaldığımdan, bu bir seçimden çok zorunluluk halini alıyordu.
Şanslı doğmak ve şanslı büyümek bana pek
yakın kavramlar değillerdi. Hayatımın bir noktasında şansı yakalayabileceğime
dair umudum ise zaman zaman sönüyor görünse de aslında hep benimleydi.
“Çok beğenmiş gibisin bu programı, kanalı
değiştirmeyeyim değil mi?”
Özgür’ün sesini duyduğumda, daha doğrusu
cümlesinin yarısında konuşuyor olduğunu fark ettiğimde, başımı sola doğru
çevirip ona baktım.
Televizyonun karşısındaki koltukta, yan
yana oturuyorduk. Aramızda bir kişinin daha sığabileceği bir boşluk vardı,
ancak şu an evde bizden başka kimse yoktu. Ne kadar süredir burada oturduğumuzu
pek kavrayabilmiş değildim. Aklım olası senaryolarla dolmuşken etrafıma bakmak
ya da zamanı takip etmek güçtü.
“Anlayamadım?” diye mırıldandım sorar
gibi.
“En az yarım saattir kıpırdamadan ekrana
bakıyorsun, çığırtkan.” derken bedenini bana doğru çevirdi biraz. “Futbol takımı
transferleri hakkında bu kadar donakalmış olamazsın değil mi?”
Televizyondaki programın ve konuşulan
konunun ne olduğunu şu an öğrenmiştim. “İzliyorum öylesine, Türkçem gelişiyor.”
dedim inandırıcı olmayı denerken.
“Neler öğrendin bu dakikalarda peki?” Hiç
duraksamadan beni sıkıştırdığında gözlerimi kaçırıp yeniden televizyona döndüm.
Hızlıca ekrandan bir şeyler okuyup seslendirebilirdim ama bunun boşa çabalamak
olacağını biliyordum. Kendimi kandıramıyorken Özgür’ü kandırmış olmak ne işime
yarayacaktı?
Sessiz kalışıma birkaç saniye eşlik etmiş
olsa da hemen sonrasında Özgür sesi bana ulaşan uzun bir nefes verdi. Sıkıntılı
gibiydi.
“Despina,” diyerek ona bakmamı
gerektirecek şekilde bana seslendiğinde göz ucuyla yüzüne baktım. “Babanın
ilişkileri hakkında detaylar vermek benim görevim değil, belki buna hakkım da
yok ama boşuna üzüyorsun kendini. Bu kadarını söyleyeyim sana olur mu?”
Elimin üst kısmını burnumu sertçe yukarı
itmek için kullanırken dudaklarımı araladım. “Üzülmüyorum, yanlış anlamışsın.”
“Saklanmana gerek yok, çığırtkan. Babanı
kıskanıyor olman garip değil seni bu konuda yargılamam.”
Bunun basit bir kıskançlık olmasını, tek
derdimin ilgi ve sevgi bölüşmek olmadığını söylemeliydim belki de. Çünkü sorun
bunlardan ibaret değildi. Benim içimi sıkan vazgeçilebilir olmak, vazgeçilmeye
çok yakın bir yerde tedirginlikle beklemekti.
Başımı salladım yavaşça. “İyiyim ben,
bugün yorucu bir gündü sadece. Ondan böyleyim.”
Kaşları havalandı. “Amcanın yanına
uğramadan önce bulunduğun yerde mi yoruldun yoksa?” Sorarken kullandığı ifade
ve ses tonu gergince yutkunmama sebep oldu. Özgür, Mayıs’ın yanına -evine-
gittiğimden tabii ki haberdar değildi. Böyle bir yakınlığımız olduğunu
anlaması, bundan sonraki her hareketimizi fazla incelemesine yol açardı ve bu
da ikisi arasında kurmaya çalıştığım köprü daha ayakta kalamadan suya
gömülebilir demekti.
“Yok,” dedim direkt. “Yolda, trafikte
falan…”
“Güzel o zaman, eğer öyle olmuş olsaydı
Mayıs’ı arayıp seni neden çok yorduğunu sorardım. Gerek yok o halde.”
Ağzım hafifçe aralanırken kapatabilmek
için birkaç saniyeden fazlasına ihtiyacım olmuştu. İki önemli sorum vardı.
Özgür benim Mayıs’la olduğumu nereden biliyordu ve daha da önemlisi nasıl bu
saate kadar hiç konuyu açmadan durmuştu?
“Kapat ağzını, sinek kaçmasın.” Çenemi işaret
parmağıyla yukarı ittikten sonra elini geri çekti, kollarını göğsünde
kavuşturup bana bakıyorken birkaç saat önce izlemek için amcama yalvardığım
sorgu odasında hissetmiştim kendimi. İçeride sinek olup olmaması konusuna
girmedim, asıl konudan sapmak istememiştim.
“Korel’e mi sordun nerede olduğumu?”
diyerek ilk aklıma geleni söylediğimde gözünü kıstı. “Hayır, manyağın biri
‘sevgilimi kardeşinin yakınlarında görmek istemediğine’ dair bir konuşmayla
şenlendirdi beni sadece.”
Kaşlarımı çattım. “Pars mı haber verdi?”
“Sorunumuz kimin haber verdiği mi sence?”
“Evet,” dedim başımı sallayarak. “Çok
ayıp, bana sormuş mu?”
Özgür gülmekle ağlamak arasında bir yerde
görünüyordu. “Ne?”
“Benim oraya senden habersiz gittiğimi
tahmin ettiğinden eminim, inadına sana haber verdiğinden de öyle… Resmen
tartışma yaratmaya çalışmış, Mayıs’la görüşmemem için senin engel koymana
ihtiyacı mı var?”
Söylediklerim sanırım Özgür’de bir
aydınlanma yaratmıştı. Biraz duraksadıktan sonra kahverengi gözlerinde ilginç
ışıklar yanıp söndü. “Aklınca var olduğunu sandığı ilişkimi dağıtmaya
çalışıyor, kavga edeceğimizi düşünerek beni aradı.”
“Bravo süperzeka.” dedim başımı omuzuma
doğru eğerken. İfadesi hızla sinir dolduğunda dayanamayıp kıkırdamıştım.
“Pars’ın derdini bir kenara bırak da, Mayıs’ın evine gidecek kadar delirmene ne
sebep oldu onu açıkla istersen önce.”
“İstemiyorum pek,” dedim sakince. “O zaman
açıklamak zorunda değil miyim?”
“Tabii, sen ne dersen o.” Dalga geçiyor
olduğu her hecesinden ve ifadesinden belli olsa da şımararak yanaklarını
avuçlayıp kafasını iki yana salladım. “Teşekkür ederim, çok naziksin.”
“Despina!” derken yanaklarını sıkıca
tuttuğum için sesi biraz garip çıkmıştı. Bırakmadan önce yutkundum. “Efendim?”
“Ne işin vardı orada?” Artık kafasını iki
yana sallamıyordum, ellerimi de yavaşça geri çekmiştim. “Mayıs benim arkadaşım
gibi ya hani…” Gibisi fazlaydı, özellikle bugünden sonra kesinlikle fazlaydı
ama Özgür’e aniden çok yüklenmek istemiyordum. “Davet etti beni, ben de gittim.
Dışarısı çok sıcak diye…”
“Arkadaşım gibi dediğin kişi, benim eski
sevgilim çığırtkan. Üstelik onun gözünde sen benim şu anki sevgilimsin.”
Karmakarışık ilişki durumlarımızı dile getirdiğinde yüzümü buruşturdum. “Ne
kadar saçma değil mi?”
“Hangi kısım?”
Cevabımın bizim sevgili rolü yapıyor
olmamız olacağından emindi bence ama ona istediğini vermedim. “Mayıs’ın eski sevgilin olması…”
İtiraz edecek gibi dudakları aralandığında
hızla ben devam ettim. “Güvenin de ilişkilerde en az aşk kadar gerekli olduğunu
biliyorum, Özgür. Belki de aşkın önüne geçebilen tek duygudur hatta. Ama yanlış
anlaşılmalara boğulup, birbirinizi yormanız gerekli mi gerçekten?”
Kaşlarındaki çatıklık sanırım
ulaşabileceği en derin noktaya ulaşmıştı artık. “Sen…” dedikten sonra bir an
duraksadı. “Mayıs sana ne anlattı?”
“Aceleyle verdiği kararlardan ne kadar
pişman olduğunu…”
Sırtını koltuktan tamamen ayırdı. Bedeni
tamamen bana dönük olacak şekilde yan oturdu. “Sana mı anlattı bunları?
Sevgilim olduğunu sandığı halde…”
Gülmemek için dudaklarımı birbirine
bastırdım. “Ya...” dedim uzata uzata. “Abi-kardeş bizi ayırmak istiyorlar canım
sahte sevgilim. Görüyorsun değil mi?”
“Despina.” diyerek ciddi bir ifadeyle
yüzüme bakmayı sürdürdüğünde ofladım. Şaka da yapılmıyordu, bence çok komik
biriydim.
“Senin kurduğun evcilik oyununa inanmayı
sürdüren tek kişi Pars. Mayıs böyle bir şey olmadığını biliyor.” Tek nefeste
konuşup Özgür bir anda üstüme atlayacakmış gibi panikle kendimi geriye doğru
çekmiştim. Ancak o kadar tepkisizdi ki bir an az önceki cümleyi dışımdan değil
içimden söyledim sanmıştım.
“Özgür?” Çekinerek seslenip parmağımı
koluna doğru bastırdım.
“Kendi mi anladı?” diye sordu birden.
Beklemediğim için hafif irkilir gibi olmuştum ama sakin kalabildim. “Hayır,”
dedim uzatmadan. “Ben söyledim. Maç günü afallamaktan bir şey anlayamamıştım
ama o gün kafede ikinizi aynı ortamda görmem yetti. Her şeyin mahvolmasına
seyirci olmak istemedim.”
Kızma ihtimali fazlasıyla yüksekti. Daha
önce, benim bir suçum olmamasına rağmen ailesi hakkında bir bilgim oldu diye
kırıcılaşmaktan kaçınmamıştı. Yine benzer bir tepki alabilirdim. Hatta daha
sert bir tepki bekliyordum ama bu riski alarak Mayıs’a ‘ben Özgür’ün sevgilisi
değilim’ demiştim o gün zaten.
Bir şey söylememesinden güç alıp kendimi
daha iyi açıklamak üzere konuşmaya devam ettim. “Birbirinize bakarken içiniz
titriyor, Özgür. Bakışlarınızdan, sizi birkaç gündür tanıdığım halde bunu
görebildim, bir yabancıdan bile gizleyemiyorsunuz hislerinizi. Aptalca bir oyun
her şeyi tamamen mahvederdi, üzgünüm ama yapmak zorundaydım.”
“Öğrendiğimde vereceğim tepkiden korkmadın
mı?” dediğinde bambaşka şeyler söylemesini beklediğim için biraz şaşkındım.
“Senden korkan senin gibi olsun.” dedim
sözü doğru hatırlamaya dikkat ederek. Özgür gözlerini irileştirdikten sonra
küçük bir kahkaha attı. Kahkahası göğsümden ağır bir yük kaldırmıştı. Her ne
kadar riski göze aldım desem de, bana kızacak ya da kırılacak olmasından da
memnun değildim tabii ki.
“Bunu nereden öğrendin kızım sen?”
Sırıttım kocaman. “Mayıs’tan öğrendim.”
Benim büyüyen gülüşümün aksine onun dudakları düz bir hale doğru çevrildi.
“İyi, aferin.” dedi geçiştirir gibi.
“Aferin bana, evet. Senin yamuk planına
bak, bir de benim mükemmel planıma… Harika ilerliyorum.”
“Şansını zorluyorsun, koşturayım mı illa
seni evin içinde nefesin kesilene kadar?”
Dudağımı sarkıttım. “Teşekkür edeceğine
tehdit ediyorsun.”
“Ne için teşekkür edecekmişim?”
“Sizi barıştırmak üzereyim, aşk acısı
çekip kendini delirtmene engel olacağım. Yeterince delisin çünkü, hastanelik
olma diye…”
“Üçe kadar sayacağ-…” demesine kalmadan
kendimi bir nevi koltuktan fırlatıp ayaklandım. “Ayısın sen ayı, kaba bir ayı.”
“Nazik ayı mı olur zaten, ne saçma bir
sıfat bu?”
“Denersen başarabilirsin ben sana
inanıyorum.”
“Kaybol gözümün önünden, özür hediyesi
olarak kahve yap bana.”
Ellerimi belime yasladım. “Pardon? Özür
derken?” Başımla koltukta yayılmış halini işaret ettim. “Resmen keyfin yerine
geldi, sen yap kahveyi bana.”
Tek kaşını kaldırdı. “Kalkayım yani
buradan, yanına doğru geleyim…”
Çığlık atmak üzereydim. Sinirlerimi
bozuyordu. Oflayarak mutfağa doğru ilerlemek için kapıya yöneldim.
“Kız
kardeşlerini delirtip duran arkadaşlarıma hiç anlam veremiyordum, bu kadar
zaman bu zevkten uzak kaldığım için çok üzgünüm.” Arkamdan alayla konuşuyor
olması, beni özellikle delirttiğini belirtmesi aklımda solup giderken kapının
eşiğinde duraksadım.
Kız kardeşi olarak mı görüyordu beni? Ya
da öyle görmeye mi yakındı?
İçimde balonlar uçuşup patlıyormuş gibi
hissederken arkamı dönmeden hızla mutfağa ilerledim. Kahve makinesine uzanmadan
önce birkaç saniye tezgâha yaslı şekilde durup nefeslenmiştim.
Duygudan duyguya sürüklendiğim ve
fazlasıyla yoğun devam eden bir gündü. Kendisi de olayları da bitmek
bilmiyordu.
Özgür’e kahvesini verirken az önce onunla
atışıyor olan bir başkasıymış gibi garip bir çekingenlikle doluydum. Sessizce
yerime oturdum.
“Zehirliyor musun beni? Niye öyle dikkatli
dikkatli bakıyorsun yüzüme?” dedikten sonra bir kahvesine bir bana baktı.
Ardından bardağı bana doğru uzattı. “Önce sen bi’ iç.”
Kıkırdayıp başımı iki yana salladım. “Sadece
kahve var içinde.”
“İnandırıcı durmuyorsun hiç ama ne
yapalım, içeceğiz artık.” dese de sıfır tereddütle sıcak kahveden koca bir
yudum aldı.
“Güzel olmuş mu?” dedim burnumu havaya
dikip. Kahveyi yapanın makine olduğunu ikimiz de biliyorduk. Dalga geçmesine
müsait bir andı. Ama yapmadı. Dudağının kenarı kıvrılırken “Çok güzel olmuş,”
dedi sakince. “Eline sağlık.”
Terslenmeye ve kendimi savunmaya
hazırlanmışken karşılaştığım tavırla bir an duraksadım. “Afiyet olsun,” dedim
sessizce. Halime sırıttı. “Kendine neden yapmadın?” diyerek konuyu değiştirdi.
“Uyurum birazdan, uykumu engellemesin diye
yapmadım.”
“Daha erken,” derken aynı anda saate
bakmıştık. Saat dokuz buçuğu yeni geçmişti. “Uykuyu kaçış yolun yapmaya
alışmışsın, fark etmemek mümkün değil ama yapma. Konuş, anlat. Bana laf
yetiştirmekten başka şeylere de yarasın o çenen olur mu çığırtkan?”
Bakışlarımı kaçırıp derin bir nefes aldım.
“Tamam,” desem de tamam değildi. Söylediği kadar basit değildi istediği şey.
“Birazdan gelir Timur abi, tekrar yazabilirim
ya da arayabiliriz istersen.” dediğinde hızla ona döndüm yeniden. Başımı sertçe
iki yana salladım. “Neden arayalım? Sevgilisinin yanından ayrılmak kolay
olmuyordur, acele etmesine gerek yok.”
“Despina…” dedi ‘yapma’ der gibi.
Umursamadım. Ayaklandım. “Uzanacağım ben, uyurum belki. Sabah görüşürüz.”
Ayağa kalkıp ona konuşması için fırsat
tanımadan salondan çıkmak için hareketlendim. Hole çıktığımda odama
ilerleyemeden dış kapıdan gelen anahtar sesine yakalanmıştım. Doğru
hatırlıyorsam yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, tam olarak bu demekti.
Özgür’den kaçmak üzereyken kapıdan girmek üzere olan Timur Akdoğan beni
yakalamıştı.
Koşsam da odaya beni fark etmeden
varamazdım. Zorlamadım kendimi. Sakin adımlarla odama doğru yürümeyi sürdürdüm
sadece. Kapıyı duymamış gibi görünüyordum.
Üçüncü adımımda adımı duydum. “Despina?”
diyerek seslenişine cevapsız kalmam, çok büyük bir tepki olurdu. Böyle bir işe
girişmedim. Kapıya doğru döndüm. “Efendim?” dedim normal bir şekilde.
Ne diyeceği konusunda küçük bir bekleme
anı yaşadı. “Nasılsın?” demesi anı olduğundan daha da garipleştirmişti. Kapıyı
kapatırken bakışları benden ayrılmadı. Ben de ona bakıyordum halen.
“İyiyim,” dedim. “Sen?”
Yolda karşılaşmışız gibi bir sohbetti.
Aslında biraz da öyleydik. Birkaç dakika önce odama geçseydim, bu karşılaşma
yaşanmayacaktı.
“İyi görünmüyorsun, öylesine sormadım. Bir
şey mi oldu?”
Omuz silktim. “Hayır, genel görünüşüm
böyle. Dikkat etmemişsindir belki bir haftadır.” Ne tersliyordum ne de çok
içtendim. Tamamen düz, hissiz bir şekilde konuşuyordum. Bu halim bana ilk
karşılaştığımız anda, onu ayna gibi yansıtmaya çalıştığım zamanı hatırlatmıştı.
Bir şey söylemek için dudaklarını araladı
ancak ona engel olan küçük bir öksürükle varlığını belli eden Özgür’dü. Salonun
kapısında belirmişti. “Hoş geldin abi,” dedi önce. Babamdan küçük bir baş
hareketiyle yanıt almıştı.
“Daha erken gelirsin diye düşünmüştüm,
uzadı işin sanırım.”
Özgür’ün benim sormadığım soruyu sorması
duraksamama sebep oldu.
Fazla hızlı olmamasına çabalasam da babama
çevirdiğim bakışlarım aceleciydi. Yüzünde nasıl bir ifade belireceğini görmek
için duyduğum merak beni hızlanmaya itmişti çünkü.
“Ben de öyle olmasını umuyordum.” demekte
hiç vakit kaybetmedi. Bu sırada şu ana dek yüzünde kendini gösterememiş bir
sıkıntı gün yüzüne çıkmıştı.
Özgür -sanırım çaktırmadan olduğunu
sanarak- bana bakıp yeniden babama döndüğünde bu kısa an babamın ilgisini
çekmişe benziyordu. “Ne çeviriyorsunuz? Yine olmadık bir yere mi gittiniz ben
burada değilken? Özgür yemin ederim-…”
“Abi bi’ dur, bi’ nefeslen. Evdeydik, bir
daha kanmam kızına ilk ve sondu o maç.”
Ağzımın içinde onu taklit ederek
homurdandım. İlkti ama son olmayacağından emindim.
“Ne bakışıyorsunuz o zaman?”
“Bakışmadık,” dedim Özgür’ün
kaçamayacağını anlayınca müdahale ederek. “Deli o, ne yaptığını bilmiyor. İyi
geceler size.”
Arkamı dönüp gidecekken bu kez sesle değil
direkt olarak sırtıma dolanan kolla durmak zorunda kalmıştım. Aramızdaki bir
iki adımlık mesafeyi ne zaman kapattığını bilmiyordum ancak kolu bana sarılı
duran babam artık bayağı yakınımdaydı.
“Sen bi’ bekle bakalım, koştur koştur saat
on olmadan odana kaçma sebebini konuşalım önce.”
Biraz çekilsem, kolunu sırtımda tutmak
için ısrarcı olmayacağını biliyordum. Ancak çekilmek istemiyordum. Kırılsam da,
aklımda bin soruyla dolup taşsam da yeni tanışıyor olduğum temaslarına o kadar
istekliydim ki geri çekilme ikileminde bile değildim.
“Konuşacak bir şey yok.”
“Buluruz.” derken sırtımda gezinen
parmakları, sanırım beni hipnoz ederek onay vermeye mecbur bırakmak için kurduğu
bir oyundu.
“Konuşmak istemiyorum.”
“Despina,” derken yüzündeki ifade
karmaşıktı. “Konuşmadan seni anlayabileyim, tek bakışın yetsin isterdim. Ama
bana böyle bir hak tanınmadı, derdini anlatmazsan nasıl anlayacağım ben seni?”
“Derdim yok benim,” derken bir anda
bedenimi saran sinirin kaynağı birden fazlaydı.
Özgür artık salonun kapısında değildi.
Bizi yalnız bırakmak için gittiğini tahmin edebiliyordum ama buna gerek yoktu.
Ben gerçekten konuşmak istemiyordum. Konuşmanın bir şeyleri çözmektense, durumu
daha da karmaşık hale getireceğine inanıyordum.
“Öğlen telefonla konuştuğumuzda keyfin
yerindeydi, Emre akşam seni eve bıraktığını söyledi. Onun yanındayken de bir
sorun olmamış. Beni gördüğünde mi mutsuz oldun?”
Kızar gibi değil, sorgular gibiydi. Ona dair
olumsuz hisler besleme ihtimalimden hiç hoşlanmıyordu, bunu biliyordum.
“Hayır,” dedim başımı iki yana sallarken. Bu sırada sırtımdaki kolu yerinden
kıpırdamamıştı ama ben bedenimi onunla karşı karşıya kalacağım şekilde
çevirmiştim. “Seni göreli birkaç dakika oldu, tüm akşam yoktun. Nasıl mutsuz
edebilirsin beni?”
Elaları hafifçe kısıldı. “Olmayışım mutsuz
etmiştir belki seni. Mümkün mü bu?”
“Olmayışına alışkınım ki ben.” Birkaç
kelimeden ibaret, kolayca ağzımdan dökülen cümlem bittiğinde aslında pek hafif
bir şey söylemediğimi ancak fark edebildim.
Sırtımda duran elin kasıldığını, avuç
içinin hâlâ üstümden çıkartmadığım lila elbisemin ince kumaşından tenime
neredeyse değebildiğini hissettim. “Yanında oluşuma alıştıracağım seni,
Despina. Her şeyim üzerine yemin ederim ki bunu yapacağım.”
Hava sıcaktı. Ev sıcaktı. Sırtımdaki
dokunuşu, çok yakınımdaki bedeni sıcaktı. Bunlara rağmen ürpermiş, serin bir
esintide kalmış gibi titremiştim.
“Alıştırdıktan sonra,” dedim duraksayıp
kuruyan dudaklarımı ıslatarak. “…sonra da bırakacaksın beni.”
“Bırakmayacağım.” dedi sustuğum ilk anda.
Bir an bile beklemeden, düşünmeden konuşmuştu. Gözlerimi birkaç kez açıp
kapadım. Bir sonraki cümlemin ne olması gerektiğini düşünürken aklım
bulanmıştı. “Onun yanındaydın…” dedim fısıltıdan farksız bir sesle.
“Ne?” diyerek bir an afalladı.
“Hep onun yanında olmak isteyeceksin.”
derken sesim çatlaktı. “Ben sıramı bekleyemeyecek kadar yorgunum. Üstelik o
bekleyişin sonunda kendimi senin hayatında hangi konumda bulacağımı bile
bilmiyorum.”
“Neler bulup da inandın sen kendi
kendine?” Sorusuna cevap vermedim. Bu bir cevabımın olmayışından çok,
sırtımdaki güçlü kolun beni sıkıca göğsüne bastırmasıyla ilgiliydi.
Yüzüm göğsünün soluna sertçe çarptığında
istemsizce hiç olmadığı kadar derin bir nefes almıştım. Mentollü kokuya karışan
başka bir koku aradım çaresizce. Onun yanındayken, onun kokusu bedenine sinecek
kadar yakın olduklarını düşünen aklımın başvurduğu ilk gözlem buydu.
Sigaranın buruk kokusu ve kendi kokusu
dışında bir koku yoktu. Yanan gözlerimi sıkıca kapatıp daha sessiz ama sık
nefesler almaya devam ettim.
“Özgür sana, ona attığım mesajı mı
gösterdi?” diye sordu çenesi başımın tepesine belli belirsiz değerken. “Meltem
ileyim dediğim için mi bu haldesin sen?”
Ses çıkartmadım. Burnumu göğsünü
delecekmişim gibi ona bastırıyordum. Sinirlerim bir inip bir dinmekten
yıpranmıştı. Bu yıpranış ne bugünle, ne bu haftayla ne de İstanbul’a geldiğim
andan sonrasıyla sınırlı değildi. Beni yorgunluğum çok daha eskiydi. Bana saklı
kalacak kadar gizliydi ama yeni değildi.
“Konuşmak için fazla ısrarcıydı. Yanına
gitmeseydim, burada belirecekti. Onun gelmesindense, bu yol daha doğru göründü.
Sondu, tekrarı olmayacak bir konuşmaydı.”
Kalbim o kadar hızlı ve güçlü çarpıyordu
ki göğsündeki boşlukta benim kalp atışlarımı hissettiğinden emindim.
“Barışmadınız mı?” diye mırıldandım. Sesimi anlaşılır hale getirmek için
burnumu ona bastırmayı kesmeliydim ancak bunu tamamen geri çekilerek değil,
yanağımı ona doğru yaslayarak gerçekleştirmeyi seçmiştim.
“Hayır.” dedi dümdüz bir şekilde. “Sana
daha önce de bunun mümkün olmadığını söylemiştim, onu ilk gördüğünde… Unuttun
mu?”
“O günden sonra bu ikinci konuşmanız…”
dedim sessizce. Sorun bende değildi. Sürekli bir araya gelmek, aralarındaki
sorun her neyse onu çözmek için adım atmak değil miydi?
“İkinci ve son.” Saçlarımı ayırdığım
çizgide çenesinin sert baskısını hissetmeye birkaç dakikadır alışmışken aniden
aynı yerde yumuşacık bir dokunuş belirdiğinde garipsemiştim. Başımın
tepesindeki bu dokunuşun dudaklarından geldiğini anladığımda nefesimi tutarak
bekledim.
“Çiçek bahçesi seni…” diye mırıldandı
dudakları saçlarımdan ayrılmadan. “Aklından geçenleri bir dahaki sefere benim
ısrarıma gerek kalmadan anlatacağına söz verir misin?”
“Veremem,” diye mırıldandım. Yalana gerek
yoktu. Dürüstlüğüm onu biraz güldürdü. “Tamam ben ısrar ederim o zaman yine.”
“Olabilir,” dedim yanağım göğsündeyken.
Dudaklarım öne doğru çıkmıştı, sesim biraz değişik çıkıyordu bu nedenle.
“Bebek misin sen?” diye sordu sırtımda
yarım bir turu tamamlayan sıcak eli eşliğinde. “Babasının bebeği…”
Gözüme ne zaman misafir olduğunu
bilmediğim irice bir damla oradan kopup yanağıma doğru yol alırken, yolun sonu
onun kalbinin tam üzeriydi. Tek bir damlayı hissedebilmiş olması imkânsızdı ama
o damla peşinden çok daha fazlasını da sürüklediğinde ağladığımı anlaması uzun
sürmemişti.
“Despina?” diyerek yüzüme doğru eğilip
bana bakmaya çalıştığında beni görmemesi için direndim. “Bakayım bi’ yüzüne.”
Olumsuz bir ses çıkarttım. Ağlamaya
yabancı değildim ancak bir yere sığınıp ağlamaya uzun zamandır çok
yabancılaşmıştım. Şimdi yer edinmişken de gözlerime engel olabilmem çok zordu.
“Biraz ağlayayım, sonra bak.” dedim
kelimelerin yarısını nefesim kesiliyormuş gibi zorlukla telaffuz ederek.
“Neden ağlıyorsun?” diye sorduğunda iç
çektim. “Çünkü.” dedim sadece.
“Çünkü ne?”
“Çünkü işte!”
Akıl hastası olduğumu düşünecekti. Ama
çünküden sonra ne demem gerektiğini bulamıyordum.
“Türkçen hata mı verdi senin güzelim?
Çünküden sonra bir şey söylemen gerekiyor ya hani…”
Sinir bozukluğuyla daha çok ağlamaya
başladım. “Türkçe biliyorum ben.” diyerek kendimi geriye çekmeye çalıştım.
Babam kolunu omuzlarıma doğru sarıp beni göğsünde tuttu sıkıca. “Şş, tamam.”
“Özgür!” diyerek içeriye seslendiğinde,
bizi dinliyor olmasına hiç şaşırmadığım koca bedeniyle ikinci saniyede
dibimizde belirdi Özgür. “Efendim abi?”
“Şaklabanlık yap biraz, kızım ağlıyor.”
“Şapkabanlık istemiyorum, ne şapkası?”
diyerek itiraz ettim. Alışverişe mi çıkartmasını istiyordu yine beni?
İkisi aynı anda, aynı süre alan bir duraksamanın
ardından yüksek sesle gülmeye başlayınca kaşlarım afalladığım için çatıldı.
“Neden gülüyorsunuz?”
Babamın gülerken dikkatinin biraz
dağılmasından yararlanarak geriye çekildim göğsünden. Kolu bedenimden
ayrılmamıştı ama artık göğsüne yaslı değildim.
Yine aynı anda gülmeyi bıraktılar.
“Hiç,” diyen babamın sesine Özgür’ün
“Sana,” deyişi karıştığında korkunç olduğunu umduğum bakışlarımı Özgür’e
çevirdim.
“Altıma işeyeceğim şimdi korkudan, öyle
bakma.” Dalga geçerek gözlerimi işaret ettiğinde dudaklarım kıvrıldı. “Tuvalet
eğitimini tamamlayamadığını tahmin ediyordum.”
Gözlerini kısıp yüzüme baktı. “Hayırdır ne
bu cesaret?”
Cesareti nereden edindiğimi sesli olarak
belirtmek yerine kollarımı iki yana büyükçe açıp birden babama sarıldım.
Göğsüne dakikalar önce olduğu gibi yapıştığımda artık güvendeydim.
~
- 1 hafta sonra
“Hiç güzel değil,” diyerek Mayıs elindeki
saati mağaza çalışanına geri uzattığında gözlerinden ateş püskürterek bakmasına
rağmen gülümsemeye çabalıyordu karşısındaki adam.
Benzer bir bakışın, benim yüzümden bugünün
ikinci kurbanı olmak zorunda kalan Korel’de de olduğunu göz ucuyla gördüğümde
küçük bir öksürükle müdahale etmeye giriştim. “Sanırım burada da bulamadık,
diğer mağazalara da bakalım biz. Teşekkür ederiz.”
Mayıs’ın koluna girip bedenini çıkışa
yönlendirdim. “Biraz daha nazik olamaz mısın? Yardımcı olmaya çalışıyor
insanlar bize.”
Omuzları düşmüş halde bana üzgün bakışlar
attığında iç çektim. “Tamam, gerginsin biliyorum.”
“Gerginim tabii, bugünü saymazsak sadece
bir gün kalıyor ama ben hâlâ o aradığım hediyeyi bulamadım.”
Mayıs’ın Özgür’ün doğum gününe yetişmesi
gereken hediyesi ile ilgili stresi yeni başlamamıştı. Ancak benim bundan yeni
haberim olmuştu.
Bir hafta önce Özgür’e, Mayıs’ın artık
bizi sevgili sanmıyor olduğundan bahsettiğimde ertesi sabah ilk işim Mayıs’ı
aramaktı. Benim fikrim, doğum gününü beklemeden ikisini bir araya getirme
planını içeriyordu ancak Mayıs buna bir türlü ikna olmamıştı. Özgür zaten ondan
daha beterdi, hiç ikna etmeyi denememiştim.
“Aradığın tam olarak ne, bir bilsek. Bence
sen de bilmiyorsun.” dediğimde kollarını çocuk gibi göğsünde kavuşturdu.
“Mayıs,” dedim kalabalık alışveriş caddesinin uğultusunu anca bastırabildiğim
yükseklikteki sesimle. “Derdin hediye değil de, iki gün sonra Özgür ile
yüzleşecek olmak olabilir mi acaba canım?”
Hediye bulamamanın ardında saklanırken
aslında o gün yaşanacak, konuşulacak şeylere olan stresiyle savaşıyordu bana
kalırsa.
“Despina çok korkuyorum,” diyerek birden
bana sarıldığında en azından saklanmayı bıraktığı için mutluydum. Sırtını
okşadım hafifçe. “Neden?” dedim. “Ya bugün olduğu gibi kalacak her şey ya da
istediğin yönde ilerleyecek. Seni korkutan güzel bir değişim yaşamak mı, yoksa
yaşıyor olduğun anda kalmak mı?”
Bir süre sessiz kaldı. Sarılmayı
bırakmadım. Arkasında kalan Korel’le göz göze geldiğimde içerideki kadar
darlanmış durmamasına sevinmiştim. Ancak bakışlarının aslında bende değil,
arkamda bir yerde olduğunu anladığımda dikkatle neye baktığını anlayamamak beni
meraklandırdı.
Korel bize doğru adımladı. “İkiniz de şu
an olduğu gibi sakin görünmeye ve ani hareket etmemeye devam edin.” dediğinde
ne olduğunu anlayamayarak başımı onun baktığı yöne çevirmek için hareket
ettirecekken Korel benden hızlıydı. “Despina, dönme. Mayıs Hanım, az önce
çıktığımız mağazanın önünde duran iki kişiyi tanıyor musunuz?”
“Ne oluyor?” diye sorarken kalbim
hızlanmıştı. Korel neden birden ciddileşmişti? Bahsettiği kişiler Nikolos’la
ilgili olabilir miydi?
Mayıs benim aksime Korel’in bahsettiği
yere bakmak için dönmek zorunda değildi. Bana sarılmayı bıraktığında omuzumun
üzerinden orayı görebilirdi.
“Üçüncü kez yakınımızda bir yerlerde
dikilip sohbet ediyor gibi görünüyorlar, tesadüf olma ihtimali kalmadı artık.
Tanıyor musunuz Mayıs Hanım?”
Mayıs başını iki yana salladı. Korel’e
baktım panikle. “Gidelim.”
“Sakin olur musun? Ben ne için yanındayım?
Güvendesin.” Doğru söylüyordu ama bu o kadar basit değildi. “Başka bir mağazaya
doğru ilerleyeceğiz. Son bir kez gelip gelmeyeceklerini göreceğim, anlaştık mı?
İkiniz de sakin olun hiçbir şey yok.”
Mayıs benden daha sakin görünüyordu.
Evinde görüştüğümüz gün atlamadan anlattığım birçok detay, elbette Nikolos’a dair
her şeyi içermiyordu ama onun beni Yunanistan’a götürmek için gelebileceğini
biliyordu. Korel’in benimle oluşunu da böylece açıklayabilmiştim o gün zaten.
“Şu ilerideki parfüm mağazasına doğru
yürüyün, acele etmeden. Arkanızdayım.”
Mayıs elimi tutup sıkıca kavradı. Korel’in
dediği yere doğru yürümeye başladığımızda kalbimin boğazımda attığını
hissediyordum. Biri tutup beni yanlarından alacak ve bir daha dönemeyeceğim
kadar uzağa götürecekmiş gibi tedirgindim.
Parfüm mağazasının önüne ulaştığımızda içeriye
gireceğimiz sırada Mayıs’ın boştaki elinde duran telefonundan peş peşe iki
bildirim sesi yükseldi. Ona odaklanmadım, bakışlarım Korel’i buldu. Bir şeyler
söyleyeceğim sırada Mayıs’ın elimi tutan eli kaskatı kesildiği için canım
acıyarak ona döndüm. Adını mırıldanıp uyaracakken telefonda duran bakışları
bana çevrildi. Ardından Korel’e baktı.
“Tanıyorum.” dedi birden.
Korel’in kaşları çatılırken ben şaşkındım.
Az önce tanımadığını söylemişti.
“Kim onlar?” diye soran Korel’di ama Mayıs
cevap vermeye başlamadan önce kahverengi gözlerini benim üzerime çevirdi.
“Çarpıştığımız günü hatırlıyor musun? Tanıştığımız gün…”
Başımı salladım. Bu sırada o ana geri
gitmiştim zihnimde. Mayıs koşarken bana çarpmıştı. Koşuyordu, birilerinden saklanarak koşuyor, kaçıyordu.
Aklımda yanan ışıklarla birlikte taşlar yerine yerleşmeye başladı.
“Aynı kişiler mi?” diye sordum. Başını iki
yana salladı. Telefonunu işaret etti. “Ama aynı kişinin yolladığı birileri.”
“Kendi aranızda anlaşmanız çok güzel ama
daha açıklayıcı olursanız, tehlikede olup olmadığınızı öğrenip bir sonraki
adımı düşüneceğim Mayıs Hanım.” Korel’in sabırsızlığını belli eden sesiyle
birlikte ben de beklentiyle Mayıs’ı izlemeye devam ettim.
“Silahları olabilir.”
Mayıs’ın sakince söylediği iki kelime,
daha doğrusu ilk kelime dudaklarımın balık gibi aralanmasına sebep oldu. “Ne?”
gibi bir şey fısıldadım.
“Ve silahlı olabilecek bu adamlar
peşinizdeler, çünkü..?” Korel kaşları çatık, onda şu ana dek hiç görmediğim
sertlikte bir ifadeyle bakıyordu. Cevap beklerken gerilmişti.
Mayıs elimi o kadar sıkı tutuyordu ki
kemiklerim sızlamaya başlamıştı. Korkudan mı yoksa başka bir sebepten miydi,
bilmiyordum.
“Bilmiyorum, bilmiyorum.” dedi peş peşe
hızlıca. “Gitmişti, kurtulmuştum. Abim…” Sona doğru sesi kısıldı. Boynundan ses
çıkacak kadar ani şekilde bana döndü. “Abimi arayalım, onu aramamız lazım.”
Mayıs normal dışı davranmaya başladığında
ve bu bakışlarına da yansıdığında Korel’le göz göze geldik. Sert bir nefes
üfledi. “Araba geride kaldı, hep birlikte oraya yürüyelim. Sizi tek bırakamam.”
“Tamam-…” diyeceğim sırada Mayıs elimi
çekiştirdi. “Hayır, onlar da gelir. Arabayla açık hedef oluruz. Despina abimi
arayacağım, bekleyelim.”
“Abin ne yapabilecek? Mayıs, Korel bir
polis. Sakin ol lütfen.”
Başını yine hızlı hızlı iki yana salladı.
“Bana da abime de zarar vermezler, ama size bir şey olabilir. Lütfen inanın.”
Onu takip eden silahlı adamlar vardı.
Kendisine zarar vermeyeceklerinden çok emin görünmesi mantık dışıydı. Nasıl biz
daha tehlikede olabilirdik?
Benim aklım tamamen karışmışken Korel daha
hızlı toparlandı. “Tamam, doğru söylüyor olmanı riske atmayacağım. Ara her kimi
arıyorsan, içeriye girin bir yandan da. Bayağı kalabalık içerisi.”
Mağazaya adımladığımızda Mayıs’la
ellerimiz ayrılmamıştı. Korel bu anlara kadar bizi birkaç adım mesafeyle takip
etmiş olsa da artık çok daha yakınımızda duruyordu.
Mayıs tek eliyle zorlanmadan telefonunu
kullanıp hemen kulağına yasladı. Dudağının kenarını sertçe ısırıyordu
beklerken. Kısa bir anın ardından Mayıs direkt konuşmaya başladı. “Abi!” diye
soludu. Pars’ın sesini duyamıyordum. Ancak Mayıs’ın telaş dolu sesine çok sakin
bir tepki vermediğinden emindim.
“Yine birilerini yollamış. İki kişiyi
görebildim sadece, mesaj geldi telefonuma sonra.” Nefes nefese konuştuktan
kısacık bir an sonra devam etti. “Yalnız değilim. Despina yanımda.” dediğinde
Pars’ı dinledikten sonra konuştu. “Özgür yok, Despina eve geldiğinde gördüğün
kişi var. Koruması.”
Mayıs birden telefonu Korel’e uzattı.
Korel duraksamadan telefonu kulağına yasladı. Pars’tan duyduğu her neydiyse,
Korel’in yüzü tamamen kasıldı. Bakışları bendeydi. Bir şeyler düşünüyor,
düşündükleri arasında da sıkışıyor gibi görünüyordu.
Peşimizdekilerin Nikolos’la ilgilerinin
olmaması, bir rahatlama sebebine dönüşememişti. Mayıs’ın hali, Korel’in telefona
verdiği tepkilerle birleştiğinde kulaklarım uğuldamıştı.
Güvende hissetmiyordum.
Güvensizliğim sebebi ilk kez bir başkasıydı. Ancak hisler benzerdi.
Yorumlar
Yorum Gönder