Gözyaşı Kadehleri 37.Bölüm

 37.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

Geceleri uykusu sebepsiz yere bölünen biri değildim. Ya hiç uyuyamayacak kadar aklı dolu halde olurdum ya da uyumayı başarır ve herhangi bir dış etken yüzünden uyarılana dek uyumaya devam ederdim.

En azından yatağımı her gece biriyle paylaşmayı kabul ettiğim güne dek bu böyle ilerlemişti.

Şimdilerde ise uzandığım yatağın yarısını -aslında kapladığımız yerler hesaplanırsa yarısından kesinlikle daha fazlasını- paylaşıyor olduğum Cevahir’in insafına kalmıştım.

Üstüme uzanıp beni ezerek nefessiz bırakmasına ya da kolunu karnımda sımsıkı bir şekilde sarılı tutup kemer takarak uyumuşum hissi yaratmasına aslında artık alışmıştım. Gece uykumu bölmeyen, sıradan, küçük detaylardı bunlar artık.

Beni uyandırabilmesi için daha nadir durumlar oluşmalıydı. Tıpkı bu gece olduğu gibi…

Yatağın tek ve bulunması zor bir noktası dışında her yeri dikenlerle kaplıymış gibi yerinde sürekli dönüp duruyordu. Gözlerimi sersem bir şekilde aralamış ve karanlık sayılan odada tavan ile bir süre bakışmıştım hareketliliğini hissetmeye başladığımda.

Düzensiz aralıklarla dönüyor, döndüğü sırada rahatsız nefesler alıp veriyordu.

Sırtüstü uzanmayı sürdürerek başımı omuzuma doğru çevirip ona doğru bakmaya çalıştım. Yüzünün bana dönük olduğu bir ana denk geldiğim için bakışlarımız kesişmişti.

“Uykun mu kaçtı?” diye mırıldandım uykudan yeni uyanmanın etkisiyle pürüzlenen sesim eşliğinde.

“Uyuyorum,” dedi ilginç bir yanıt seçerek. “Sen kapat gözlerini.”

“Yatakta deprem yaratıyorsun,” dedim gözlerimi kırpıştırarak. “Uyuyor olmadığından eminim.”

Sessiz kaldı. İç çeker gibi oldum. Odaya çıkmadan önce salonda bolca uyukladığım için şu an güne başlamış gibi hissediyordum. Eve gelip bir süre sonra koltukta sızmam ve devamında onun gelip beni saatlerce kucağında uyutmaya devam etmesi şeklinde uzun bir uyuma sürecim olmuştu.

“Yaklaş,” dedim parmaklarımı açıp kapatarak onu kendi tarafıma doğru çağırırken. Sorgulamadı bile. Bir an sonra dibimdeydi.

Yastıkta kendimi biraz yukarı itip yüzünü boynuma doğru yaslayabileceği bir konuma gelmemizi sağladıktan sonra parmaklarımı saçlarına uzattım. Ensesinden saçlarına doğru uzanan rastgele çizgilerle parmaklarımı ona temas ettirmeye başladığımda burnunu boynumun kenarına doğru sürtüp derin bir nefes aldı.

Birkaç dakika boyunca sessizce aynı hareketleri yapmayı sürdürdüm. Biraz olsun gevşeyeceğini düşünmüştüm bu dakikalar boyunca fakat bedeni oldukça gergindi.

“Uyuyamayacak kadar gerilmene sebep olan konudan bahsetmek ister misin?” dedim daha fazla sabredemeyerek.

“Uyu, Seray.” Sesi, dudakları tenime değiyor olduğu için boğuktu. Konuşurken dudakları boynumdaki ince deriye sürtündüğü için ürpermiştim.

İnadını ne zaman kırabileceğimi ve ne zaman boşa kürek çekmekten öteye gidemeyeceğimi ayırt edecek kadar onu tanıyordum. Bu yüzden dil dökmeye devam etmek yerine kıpırdanarak onu kafası karışmış bir halde boynumdan uzaklaşmaya itmiş ve hemen sonrasında yatakta doğrulmuştum.

Komodinde duran telefonuma uzanıp saate baktım. Gördüğüm saatle birlikte bir sonraki hamlemi de belirlemiştim.

Dik bir şekilde oturarak ona doğru baktım. “Yeterince uyudum, yatağa gelmeden önce saatlerce uyuklamıştım zaten. Sen burada dönüp durmaya devam edebilirsin ya da istersen peşime takıl.”

İlk seçeneği seçmeyeceğinden öyle emindim ki aslında boşa konuşuyor olduğumu biliyordum. Cehenneme de gitmeye karar versem arkamdan adımlayacağını daha önce sesli olarak dile getirmişliği vardı.

“Nereye gidiyorsun da peşine takılacağım?”

Omuz silktim. “Güneş doğmadan uyandığıma ve uykumu aldığıma göre, güneşin doğuşunu yakalamak istiyorum. Sabah yürüyüşü yapacağım.”

“Sabah değil şu an,” dediğinde kendimi yataktan çoktan atmıştım. “Beni biraz daha lafa tutarsan olacak ama.”

Banyoya adımlarken tekrar arkama bile bakmamıştım. Olabildiğince hızlı bir şekilde işlerimi hallettikten sonra odaya geri döndüğümde Cevahir’i ayakları yere basacak şekilde yatağın kenarında oturmuş, çıktığım kapıya doğru bakarken bulmuştum. Yüzünde kafası karışmış bir ifade vardı.

“Sen ciddi misin?”

“Neden ciddi olmayayım?” dedim giyinme odasına açılan kapıya doğru yürürken. “Canımı sıkmazsan yürüyüşten sonra kahvaltı ısmarlayabilirim sana hatta. Öğleden önce hasta randevum yok, ameliyatımın saati de çok erken değil. Yetişiriz.”

Güldü. Omuzları hafifçe oynayacak şekilde güldü. “Bütçeni zorlamasaydın.”

Çaktırmadan rahat bir nefes almış ve giyinme odasına girerken omuzlarımı gevşetmiştim. Acelem ondan böyle bir tepki alabilmek içindi. Yoksa erkenden uyandım diye kendimi dışarıya atıp oradan oraya gezinmenin meraklısı değildim.

Duygularını kendi duygularımmış gibi hızla sırtlanmam ve onun hissettiği herhangi bir olumsuzluğu kendi hissettiklerimden daha yoğun hissetmem sanıyorum ki aşamaları çok çok hızlı atlıyor olduğumun işaretiydi.

Dönem dönem gaza gelip spora düzenli devam edeceğimi umarak aldığım ancak dolapta en uç köşelerde bekleyen takımlardan birini seçip üstüme geçirmiştim. Ben giyinirken Cevahir’in de banyoda olduğunu çıkan seslerden anlamıştım.

Siyah, bacaklarıma tam oturan ve dizlerimden aşağıya doğru bollaşan taytın üstüne aynı renk kalın askılı, karnımı açıkta bırakan bir üst giyiyordum. Ayaklarımı alışkın olmadıkları bir rahatlıkla ödüllendirerek spor ayakkabı giymiş ve odadan öyle çıkmıştım.

Yatak odasına döndüğümde banyodan çıkmakta olan Cevahir’le yolum kesişti.

Beni baştan aşağı süzdüğünde ona kolaylık sağlayarak etrafımda etekleri uçuşan bir çocuk gibi döndüm. “Olmuş mu?”

“Olmuş,” diye mırıldandı yeniden yüz yüze denk geldiğimizde.

Kaşlarım havalanmıştı bu tek kelimelik cevaba. Kalçalarıma ikinci bir deri gibi yapışan kumaşa, düşük bel olduğu için açıkta olan belime söylemek istediği hiçbir şey yok muydu?

“Bu kadarcık mı?” diye sordum merakla. Saçlarımı toplamak için makyaj masama doğru gitmeden önce ona doğru bir adım atmış ve dibinde bitmiştim. Spor ayakkabılarım nedeniyle ona bakmak için başımı geriye doğru atmıştım hemen.

“Çok güzel olmuş,” dedi bu kez.

Gözlerimi kırpıştırdım. “Teşekkür ederim,” dedim başımı hafifçe yana eğip. Başparmağı ile çenemi usulca okşadıktan sonra yanımdan geçip giyinme odasına ilerlediğinde birkaç saniye arkasından bakakalmıştım.

Uyuyamadığı için biraz donuk olduğunu düşünerek kendimi başka ihtimallere boğmadan aynanın karşısında geçip oturdum.

Saçlarımı topuz haline getirip birkaç yerden sabitledikten sonra, banyodayken yüzümü çoktan nemlendirmiş olduğum için elim güneş kremime gitti. Güneşin yeni doğacak olması bunu erteleyeceğim anlamına gelmiyordu.

Yüzüme bocaladığım kremin emilmesini beklerken kirpiklerimi kıvırarak oyalanmıştım. O sırada Cevahir geri dönmüştü.

Dizlerinin biraz üstünde biten bir şort ve kısa kollu bir tişörtle çıkmıştı odadan. Her ikisinin rengi de siyahtı.

Bir gözüm kirpik kıvırıcının altındayken ona aynadan bakmayı kesip oturduğum yerde döndüm. Tek gözümle bakıyordum. Sırıttım biraz. “Ne tatlı bir tesadüf, aynı giyinmiş olduk.”

Omuz silkti sadece. Tesadüf olmadığını bildiğimi de, bundan keyif aldığımı da görüyordu.

Tekrar aynaya döndüm. Kirpiklerimin yeterince şekil aldığına kanaat getirdiğimde elimdekini masaya bırakmış ve başka bir şeye uzanmak için hareketlenmiştim ancak yanıma ne ara vardığını göremediğim Cevahir iki kolumu birden yakaladığında durmak zorunda kaldım.

“Ne oldu?” diye sordum.

“Hiçbir şey sürme.”

Başımı geriye doğru atıp kafamın arkası karnına çarpacak şekilde ona bakmaya çalıştım. “Hım?” dedim anlamsızca mırıldanıp.

“Yüzüne hiçbir şey sürme. Böyle kal.”

İtiraz etmek için dudaklarımı araladığımda beni hızla böldü. “Lütfen,” dediğinde yüzündeki ifade sabitti ama sesi yumuşaktı.

Derin bir nefes aldım. Bana ‘gördüğü en güzel manzaraymışım gibi’ baktığı için onun yanında kendimi daha iyi görünmeye zorlamamak kolaydı fakat dışarıya çıkacağımda işler biraz değişiyordu.

“Biraz yapayım, uzun sürmeyecek.” dedim beni beklemeye üşendiğini düşünerek.

“Beklemek umurumda değil,” dedi başını iki yana sallayıp. Kollarımı bırakıp gövdemin iki yanından tuttuğu gibi beni birden oturduğum yerden havalandırdığında dudaklarımdan şaşkın bir nida çıkmıştı.

Beni kaldırıp karşısında ayakta diktikten sonra yüzündeki kendinden emin ifade eşliğinde asla geri oturmama izin vermemiş, sadece telefonumu ve cüzdanımı bir bel çantasına sıkıştırıp üstüme almama vakit tanımıştı.

Evden sahile yürürsek güneşi kaçıracağımız için oraya kadar arabayla gitmek daha mantıklıydı. Bu nedenle kısa bir yolculuğun ardından saatin erken oluşu nedeniyle neredeyse bomboş olan sahil şeridine varmıştık.

Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Başımın tepesinde duran güneş gözlüğümü düzeltip yürüyeceğimiz yöne doğru Cevahir’i çekebilmek için başparmağını avucumun içine almıştım. Tüm elini kavramaktan daha konforluydu. Avuç ölçülerimiz tutmuyordu.

Güneş henüz göz almadığı için ben gözlüğümü saçıma geçirmiştim ancak Cevahir hiç uğraşmadan gözlüğünü düzgünce takmıştı.

Gerekmeyen bir anda gözlük takıyor olduğu için komik durduğunu savunmak isterdim ancak bu suratla ve vücutla yaptığı herhangi bir şeyi komik bulamıyordum. Ya hormonlarım oynuyor ya da ağzım sulanıyordu.

Kendi kendime kısıkça söylenerek yürümeye başladım. Önüme dönmüş ve göz ucuyla denize bakmaya başlamıştım bu sırada da.

“Ne anlatıyorsun?” diye sorduğunda yan yan ona baktım. “Sana anlatmıyorum.”

“Kendi kendine mi konuşuyorsun?”

“Hayır,” dedikten sonra bir an duraksadım. “Yo aslında evet, konuşuyorum kendi kendime. Ne yapacaksın?”

Yürümeye devam ederken bize çarpan, birkaç saat sonra asla bulamayacağımızı bildiğim tatlı bir esinti vardı. Yazın kavurucu sıcağından bunalmaya başladığım günlerde bunu hissedebilmek iyi gelmişti.

“Arif ile görüşebilirsin belki.” dediğinde göz devirdim. “Adını duyunca kıskançlıktan kıçının tutuştuğu günlerden, adını bana laf sokarken kullandığın günlere mi geldik biz gerçekten?”

Nilgün teyzenin hızlı ve gayet rahat ilerleyen iyileşme sürecinde Arif hocanın büyük katkısı vardı. Cevahir’in sürekli onunla iletişim halinde olduğunu da biliyordum. Odasında fularım düştü diye adamın düşmanı kesildiği zamanlardan sonra az önceki cümlesini duymak büyük bir adımdı.

Sessiz kaldığında itiraz etmeye çalışmamış olmasına hayret ederek ona baktım. “Kıskanmıyordum demeyecek misin?”

Omuz silkti. Şaşkınlıkla biraz yavaşladığım için onun normal hızda atmaya devam ettiği adımları aramızdaki mesafenin artmasına neden olmuştu.

Biraz hızlanıp yan yana yürüyebileceğimiz bir ritim tutturduktan sonra omuzumla kolunu dürttüm. “Sen kimsin ve Cevahir Avcıoğlu’na ne yaptın?”

Burnundan kısa bir nefes üfleyerek güldü. Başını hafifçe çevirip bana baktığında gözlüğünün siyah camlarının arkasında saklı duran gözlerini zar zor seçebiliyordum.

“Cevahir Avcıoğlu’na birinin bir şey yapabileceğini düşünüyor musun cidden?”

Bir anda aramızda beliren egosunu izlerken dudaklarımı kıvırdım. “Bu yeteneğe sahip bir tanıdığım var.”

Adımlarını durdurduğunda ben de ona uyarak durdum. “Ne?” dedim şaşırmış gibi. “Sen de mi tanışmak istiyorsun?”

Gözlüğünü düzeltir gibi oynatırken bir saniyeliğine göz göze gelmiştik. O saniyeyi değerlendirip bakışlarındaki sakinliği gördüğümde gülüşümü büyüttüm, bir nevi sırıttım.

Olduğum yerde ellerimi iki yana açarak tam bir tur döndüm. Yüzüm yeniden ona dönük hale geldiğinde başımı iyice geriye atarak burnumu havaya diktim. “Ama beni zaten tanıyorsun…”

Sessiz ama derin bir şekilde güldükten sonra kolunu omuzuma doğru atarak beni yarı önünde kalacağım şekilde kendisine doğru çekti. Sırtımın yarısı göğsüne yaslı olacak şekilde ileriye doğru yürümeye başladığımızda omuzumdan sarkan eline dokunup parmaklarıyla uğraşıyordum.

Saçlarımın üstüne beni sarsacak kadar sert bir öpücük bıraktığında bu tarz sarsıntılara hazırlıklı olan bedenim hiç tepki vermemişti.

Dakikalar geçerken sessizce yürümeye devam etmiştik. Etraftaki insan sayısı zaman geçtikçe biraz artıyordu. Sabahın erken saatlerinde yürüyüş yapan insanlar olması garip değildi fakat kendimi biraz çıplak hissediyordum. Çirkin bir çıplaklık…

Yüzümde beni düzgün göstereceğine inandığım hiçbir ürün yoktu. Yanımızdan geçen kimi insanların ‘bir yerden gözüm ısırıyor ama kimsiniz’ içerikli bakışları üstümüzde fazla oyalandığı anda içimi tırmalamaya başlayan sesler ayaklarımın dolanmasına neden oluyordu. Cevahir beni hâlâ omuzumdan kavramıyor olsaydı düşüncelerimin yoğunluğu yüzünden tökezleyip düşebilirdim muhtemelen.

Denizin olduğumuz konumdan görünür olan sınırından güneşin yükselmeye başlamasıyla birlikte Cevahir’i dürttüm. “Biraz oturalım, güneşi izleyeceğim.”

Güneşi yürürken de izlemem kesinlikle mümkündü. Biz yürürken güneş arkamızda kalmayacaktı hiçbir şekilde. Asıl amacım geride kalan banklardan birine yerleşmek ve Cevahir’in omuzuna yarı gömülerek kendimi gizlemekti.

Cevahir isteğimin altında yatan derin amaçları fark etmeden itirazsızca beni en yakındaki boş banka doğru yönlendirdi. Yan yana yerleştiğimiz bank denizin tam karşısında kalıyordu.

Dizlerimi büküp kendime doğru çektikten sonra yerimde bu kadar küçülmeyi yeterli bulamadığım için Cevahir’e doğru devrildim. Kolunu sırtımdan geçirerek beni kendisine yaklaştırdığında amacıma ulaşmıştım. Ona yakınken daha az görünür ve daha fazla küçük hissediyordum. Yanımda dev gibi bir şey bulunduğu için daha az göze çarptığımdan emindim.

Güneşin denizin üstüne düşen renklerine bakınırken ilk birkaç dakika boyunca dudaklarım kapalıydı. Cevahir zaten bu sabaha özel oldukça sessizdi ve dolayısıyla aramızda bir sessizlik doğmuştu.

O sessizliği dağıtırken hiç tereddüt etmedim. Zira işin özünde tüm bu yürüyüş etkinliğinin sebebi bir şekilde bu soruya cevap bulabilmekti. “Neden uyuyamadın?”

Yanağım omuzunda olduğu için yüzünü göremiyordum ancak göğsünün kasılıp biraz daha sert hissettirmeye başladığının elbette farkındaydım.

“Konuyu kapatmamış mıydık?”

“Hayır,” dedim sitemle. “Kapatmadık ve eğer cevap alamazsam kahvaltıyı ben ödemem.”

Gerginliğini hissettiğim vücuduna rağmen sondaki etkili(!) tehdidime gülmüştü.

“Aç mı kalacağız?”

“Öyle görünüyor,” dedim iç çekerek. “Zaten bu aralar sıkışığım.”

“Ne?”

Ne denmez, maaşına zam yapalım denir Cevo.”

“Bu korkunç şeyden kurtulmamış mıydık?” Korkunç şey, isminin bayıldığım kısaltmasıydı. Kıkırdadım. “Kurtulmamıştık.”

“Ayrıca zam yerine holdingdeki hissenin getirisini kullanmama yemininden dönmeye ne dersin yavrum? Sanki daha kolay bir çözüm olur bu?”

Yaslandığım yerden kalkıp bankta ona dönük olacağım şekilde döndüm. Dizlerim halen bükük haldeydi ve aramızda set olmuşlardı.

“Gerektiğinde imza atman ve oy kullanman yeterli diyerek beni ikna ettin, şimdiki hedefin de kâr payı almam mı?”

Başını salladı rahat bir tavırla. “Alman gerekenler adına açtığım bir hesapta birikecek zaten Seray.”

“Böyle bir şey istemiyorum. O parayı kullanmayacağımı biliyorsun. Biriktirmek yerine harcayabilirsin.”

“Çok teşekkürler,” dedi gözlüğünü başının üstüne itip benimle göz göze gelirken. “Ben de ay sonunu nasıl getireceğimi hesaplıyorum günlerdir. Senin payınla hallederiz.”

“İhtiyacım yok diye hava atıyorsun, anladık. Benim de yok. Vita’da karın tokluğuna çalışmıyorum.”

Derin bir nefes aldı. “Tamam, inatçı keçi.”

“Ben mi kazandım?” dedim heyecanla. Çok kolay olmuştu.

Başını iki yana sallarken güldü. “Sadece bugünlük,” dedi hemen ekleyip.

Güneş biraz daha yukarı çıkıp kendini tamamen gösterene denk o bankta, aynı konumda kalmaya devam ettik. Ben Cevahir’e uykusunu kaçıran konuyu sorduğum ancak başarısız sonuçlanan denemelerimi sürdürdüm ve o da daha mühim bir konuymuş gibi beni kendisine nasıl daha fazla yapıştırabileceğini ölçüp durdu.

Arabaya doğru, geldiğimiz yolu geri yürüdüğümüzde benim aklımda eve dönmek ve kahvaltıdan sonra direkt hastaneye gidebileceğim bir görünüme kavuşmak vardı. Her ne kadar evden ayrılmadan önce tam tersini düşündüysem de kapalı bir mekâna bu halde girme fikri gittikçe rahatsız edici gelmeye başlamıştı.

“Eve uğrayalım, kahvaltıdan sonra Vita’ya geçeriz.” Fikrimi Cevahir’e arabaya bindiğimiz anda, o henüz arabayı çalıştırmadan önce duyurmuştum.

Bir eli direksiyondayken bana doğru döndü. “Sebep..?”

Herhangi bir sebep yokmuş gibi omuz silktim. “Daha mantıklı geldi.”

Ağzının içinde bir şeyler geveledi ancak duyuyor gibi olsam da hiç anlamlandıramamıştım.

Araba çalıştıktan sonra yola koyulduğumuzda ben Cevahir’in söylediğimi uygulayacağına ikna olarak kendimi kandırdığımı eve sapmak yerine başka bir yere yönlendiğimizde fark edebilmiştim.

“Eve gitmiyoruz,” diye mırıldandım acı gerçeği seslendirerek.

Bir şey söylemedi. Bu saatlerde kahvaltı yapabileceğimiz, güne bayağı erken başlayan bir yerin önüne varana dek kollarım göğsümde bağlı halde yola odaklanmıştım ben de.

“Nerede ve ne halde olursan ol, etraftaki en göz alıcı şey sensin.”

Park halindeyken, ben kemerimi çözüp kapımı çoktan aralamışken konuşmuştu. Bacağımı dışarı doğru çeviremeden donmuştum. Öyle ki Cevahir inip arabanın ön tarafından dolanmış ve benim kapıma kadar gelmişti ve ben hâlâ aynı şekilde hareketsizdim.

Topuklularımla arabadan inerken ve arabaya binerken yaptığı gibi elini bana uzattığında, yere atlayabileceğim kadar konforlu ayakkabılar üzerinde olmama rağmen tereddütsüzce elini tuttum.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Sanki arabadan inmeme yardım ettiği için teşekkür ediyormuşum gibi duruyordu bu ancak konu kesinlikle başkaydı.

“Etme,” demişti sadece.

Sonraki dakikalar -aslında saatler- boyunca aklımın tamamen onunla kaplı olmasına ve görünüşümle ilgili hiçbir düşüncenin beni rahatsız etmemesine sebep olabilmesi bir çeşit sihir olmalıydı. Tek cümleyle beni kendisinden ibaret kılması, düşüncelerimi ele geçirmesi ve başka hiçbir şeye geçit vermemesi sadece böyle açıklanabilirdi.

 

 

~

 

 

“Benim dışımda kalan herkes biliyormuş zaten,” derken sesim sadece kendi duyabileceğim yükseklikteydi. Kendi yerinde oturmakta olan Volkan’ın, masasının önündeki sandalyelerden birinde ona dönük halde kurduğum cümleyi duysa da anlamlandıramayacağını düşünmüştüm.

Odasına onun ricası üzerine gelmiştim ve açıkçası beklentim kesinlikle konunun tıbbi olmasıydı. Oturduğum gibi konu direkt Oğuz oluverdiğinde biraz gerilmiştim.

“Başka kim biliyormuş?” diyerek şaşkınca konuştuğunda az önceki cümlemi duyup anladığını gerçeği ile yüzleşmem gerekmişti.

“Cevahir,” diye mırıldandım cevap olarak.

Volkan ona ‘ben az önce bir cinayet işledim’ demişim gibi gözlerini iri iri açıp donduğunda dirseğimi masasına yaslayarak çenemi avucuma bırakmıştım.

Volkan, az önce öğrendiğim kadarıyla, Oğuz’un bana karşı olan -benim ruhumun duymadığı- hislerinden haberdardı. Oğuz ona geçen gün yaşanan durumu anlatmış olmalıydı ki biliyor olduğunu benden daha fazla saklamaya içi elvermemiş ve karşıma dikilmişti.

Görünen o ki Oğuz’un bakışlarına kör olan tek isim bendim. Volkan da tıpkı Cevahir gibi bakışlarından şüphelenmişti çünkü. Tek fark vardı ki Volkan, Oğuz’u köşeye sıkıştırarak ondan sesli olarak bu itirafı duymuştu.

“Mantıklı bir insan olmasaydım bunu benden sakladığın için sana kızmam gerekirdi sanırım,” dedim donuk bakmaya devam eden Volkan’a. “Ama mantığım amacının kötü olmadığını söylüyor ve Oğuz konuşmamışken onun yerine senin bana bilgi vermeni anlamsız buluyor.”

Oğuz’un gizli tutmak istediği hislerini Volkan gelip bana iletseydi çok daha saçma bir durumun içine düşerdik. Bu nedenle Volkan’ın Oğuz sessizliğini bozana kadarki sessizliğini garipsememiştim.

“Başlarım mantığına,” dedi hayretle. “Sen az önce Cevahir mi dedin benim soruma cevap olarak? Kocan olan, Avcıoğlu olan hani? İsim benzerliği mi ya da acaba?”

Omuz silktim. “Aynı kişiden bahsediyoruz evet. Bakışlardan his okuyabilen tek kişi sen değilmişsin.”

“Oğuz’u sadece kovmakla yetinmesine sevinmeliyiz o zaman,” dedi yanağını kaşır gibi ovuştururken. “Üstüne bir ton tazminat da verdi tabii.”

Bir şey söylemedim. Aynı fikirdeydim. Gerçi bir de Oğuz’un burnundaki hasar meselesi vardı ama Volkan’ın bu kısmı bilip bilmediğini tam anlamadığım için sesimi çıkartmamıştım şimdilik.

“Almanya’ya dönecek sanırım,” dedi Volkan benim sessizliğimin üstüne. “Burada bir yerlere başvurmayı planlamıyor.”

“Mesaj atıyor sık sık,” dedim duyduklarımı aklıma işlediğimde. “Konuşmak için, kendisini açıklamak için…”

Volkan sakince başını iki yana salladı. “Karışmak belki haddime değil ama konuşmanızın ikinize de faydası olacağını sanmıyorum. İtiraf etmek için seçtiği zaman, senin evliliğinden önce olmalıydı Seray. En kötü ihtimalle düğünü basmasına bile akıl erdirebilirdim belki ama şimdi… Sağlıklı düşünerek hareket etmiş görünmüyor asla.”

Histerik bir biçimde güldüm. Başka bir evrende Oğuz’un düğünü basışı nedeniyle anlaşmalı evliliğimin gerçekleşemediği bir senaryo devam ediyor olabilir miydi acaba?

“Aynı fikirdeyim,” dedim uzatmadan. Oğuz ile görüşüp konuşarak çözebileceğim bir şey kalmış gibi hissetmiyordum. Eğer böyle bir niyeti olsaydı Levent ile ya da Cevahir ile değil, benimle konuşmak için aceleci olurdu diye düşünüyordum.

Volkan’ın masaya bıraktığı telefonu çalmaya başladığında fırsattan istifade edip ayaklandım. “Kaçtım ben,” dedim o telefonunu rahatça yanıtlayabilsin diye. Konuyu daha fazla uzatmak da istemiyordum zaten.

Volkan’ın odasından çıkıp, etrafa bakınmadan kendi odamın kapısına yöneldiğimde birden adımı duymuş ve duraksamıştım.

“Seray hocam?” diye seslenen kişinin sesi hem tanıdık hem yabancı gibiydi. Bu karmaşayla birlikte sesin kaynağına doğru döndüğümde neden bu karmaşayı yaşadığımı anlamıştım hemen.

“Merve Hanım,” derken hemen oraya doğru adımlamıştım. Hamilelik süreci boyunca ayda birden fazla kez görüştüğüm, riskli bir süreç geçiren ve dolayısıyla telefonda da bol bol sesini duyduğum hastamın sesi ve yüzü yabancı hissettirmemişti doğal olarak.

“Randevu sizin miydi?” dedim biraz afallayarak. Bir sonraki hastamın ismini Volkan’ın yanına gitmeden önce ekranımdan görmüştüm ve Merve Hanım olmadığından emindim aslında.

Başını iki yana salladı gülümseyerek. “Randevumuz vardı ama size değil hocam.” dedikten sonra eliyle arkasında kalan sandalyeleri işaret etti. Gösterdiği yere baktığımda eşinin kucağında, yüzü buraya dönük şekilde yayılmış olan küçük bedeni görmüştüm hemen.

Aldığı ilk nefese şahit olduğum, ilk çıkarttıkları sesi duyduğum bebeklerin dünyadan bir haber şekilde ziyaretime gelmesi işimin en tatlı yanıydı. Pediatrik kontrollerine Vita’da devam eden hastalarımca böyle sürpriz ziyaretlere maruz kalıyordum.

“Altıncı ay kontrolümüze gelmişken size merhaba diyelim istedik, bir kez daha uğramıştık ama ameliyatta olduğunuz bir zamana denk gelmişti.”

Merve Hanım’ın açıklamasını dinlerken bakışlarımı merakla etrafı izleyen bebekten alamamıştım. Eşi bebekle birlikte ayaklanıp bize yaklaşınca gülümsedim. Gebelikte yaşadığımız tüm sıkıntılara rağmen fiziksel gelişimi gayet sağlıklı görünüyordu hanımefendinin.

“Dilay?” diyerek kızına doğru yüzünü yaklaştırdı annesi. Dilay annesinin sesini duyar duymaz bacaklarını kıpırdatıp yerine sallanmıştı. Merve Hanım bu tepkiyle birlikte hevesle bana doğru döndüğünde gülümseyişimi büyüttüm.

Merve Hanım’ın ‘bebeğim beni duymuyor, hareket etmiyor’ içerikli aramalarına aşinaydım. Sesine bolca tepki veren, karnındaki dokunuşlara karşın hareketlenen bebek zaman zaman bunu uygulamadığında telefonum bolca çalardı. Şimdi sesine yine tepki almış ve bana bunu göstermişti.

“Doğumda karışmadığından kesinlikle eminiz hocam,” diyerek gülmeye korktuğum bir şaka patlatan babaya kendimi sıkarak baktım. “Annesinin sesine göre hareketlerini belirlemeye devam ediyor.”

“Turgut!” diyerek küskün bir şekilde kocasına baktı Merve Hanım.

Arkamda yükselen telefon sesi Ceylin’in masasındandı. Geriye doğru bakmamıştım ancak Dilay duyduğu sesle irkilerek yüzünü limon yemiş gibi buruşturmuştu. Ağlamaya bir kala, oldukça suratsız bir ifadeyle babasının kucağında kıpırdanmaya başladığında dikkatimi ondan almama neden olan Merve Hanım’ın ayaküstü sormaya başladığı birkaç soru olmuştu.

Onu yanıtlarken birkaç dakikanın gelip geçtiğini ve yanımıza birinin yaklaştığını en başta fark edememiştim.

“Yavrum, telefonun-…” diyerek fazlasıyla yakınımda konuşmaya başlayan sesi duyduğumda irkilerek soluma döndüm. Beni bir adım ötede dikilen Cevahir karşılamıştı. Elinde duran telefonumu gördüğümde kurmaya çalıştığı cümle ve burada alakasız bir saatte belirişi yeterince anlam kazanmıştı.

Telefonumu elinden aldım. “Teşekkür ederim,” dedim telefonu önlüğümün cebine atarken. Başını önemli değil der gibi oynattıktan sonra karşımdaki yüzlere doğru döndü. Yetişkin iki kişiyi kısaca incelemiş ve sanırım yanımdan ayrılmakta ya da odaya girmekte olan hastam olduğunu düşünerek uzaklaşacak gibi olmuştu.

Adım atmaktan vazgeçtiği an ise Dilay’ın varlığını gördüğü andı. Yeni bir yüz algıladığı için az önce buruşturduğu suratını meraklı bir ifade bürümüş halde kendisine bakan Dilay’ı gördüğünde Cevahir’in ifadesini yumuşattığını fark etmiştim.

Hafızamda Cevahir’i herhangi bir bebekle aynı ortamda gördüğüm bir an aramış ancak bulamamıştım. İlkti ve daha önce görmediği bir bebeğin varlığına böyle gözle görülür şekilde ifadesini yumuşatmış olması beklentilerim arasında kesinlikle değildi.

Cevahir’in yüzüne gözlerimi ağır ağır kırpıştırarak bakarken dudaklarım biraz aralanmış ama söyleyecek bir şey bulamamıştım. Kahverengi irisleri keyifle parıldıyordu.

Göz ucuyla Dilay’ın ne yaptığına baktığımda onu bacaklarını annesini duyduğunda yaptığı gibi hızlıca sallarken görmüştüm. Merve Hanım da benimle aynı şeyi görmüş olacak ki gülerek kocasına doğru fısıldadı fakat fısıltısı bana da ulaşmıştı. “Ünlü birini gördüğünü biliyor olabilir mi? Ne bu heyecan?”

Turgut Bey gülüşünü saklamak için yüzünü kızının başına doğru yasladı. Bense daha fazla onlara bakmakla oyalanmadan yeniden Cevahir’e dönmüştüm. Bir daha görüp göremeyeceğimden emin olmadığım bu doğal anı olabildiğince uzun izlemek istiyordum.

“Kucağınıza gelmek isteyip istemediğine bakabilirsiniz isterseniz,” dedi Merve Hanım tereddütle. “Yani zorunda değilsiniz tabii… Sadece yabancı yüzlere normalde tepki vermediği için ne yapacağını ben de merak ediyorum.”

Cevahir bu iznin kendisine çıktığını bir iki saniye sonra sessizlik sürünce fark etmişti. Merve Hanım’a kısaca baktıktan sonra bana doğru çevirdi bakışlarını. Nasıl istersen der gibi omuzlarını kaldırıp başımı salladım hafifçe. Annesi izin verdikten -hatta ilk teklif eden taraf olduktan- sonra bir engel yoktu bence.

Cevahir hareketleri konusunda tereddüt eden bir adam değildi. Bu nedenle Dilay’a doğru uzattığı ellerinin bir sonraki an için tereddütlü görünmesi de yine benim için ilkti.

Dilay kendisine doğru uzanan büyük avuçları gördüğünde bacaklarını biraz daha sallamış, iri gözlerini Cevahir’in yüzüne dikmiş ve olumlu ya da olumsuz bir tepki vermeden önce biraz oyalanmıştı.

Cevahir’in pes ederek geri çekileceğini anladığım anda Dilay kendisini babasının kucağından öne doğru biraz doğrultunca dudaklarımı birbirine bastırdım. Kabul etmişti.

Cevahir büyük bir dikkatle, kendisine tüy gibi hissettireceğinden emin olduğum ağırlığı zar zor kaldıracakmış gibi özenle Dilay’ı kucağına alıp göğsünün bir yarısına doğru çektiğinde başımı çevirip onlara bakmak yeterli gelmemiş ve bedenimi de sola çevirmiştim.

Cevahir bebeği yüzü yüzüne denk gelecek bir yükseklikte tuttuğu için Dilay’ın rastgele salladığı bir avucu Cevahir’in sakallı yanağına yapışmıştı. Cevahir yediği kuvvetli(!) tokadı gülerek karşılayınca ben de sessizce güldüm.

“Merhaba,” diye mırıldandı Cevahir yüzüne oldukça yakın duran bebeğe doğru. Bir avucuyla sırtını destekliyor, diğeriyle onu bacaklarının biraz üstünden kavrıyordu.

Dilay sadece tükürük püskürtmekle yetindiğinde Cevahir’in bu salyalı karşılığa ne tepki vereceğini merak ederek duraksadım. Burnu kırışmıştı ancak bu bir iğrenme belirtisi değildi, çok belliydi. Hâlâ gülüyordu çünkü.

Dilay birden öne doğru devrilip Cevahir’in yanağıyla burnu arasında bir yeri olmayan dişleriyle ısıracakmış gibi hedef olarak belirlediğinde Merve Hanım ile aynı anda ileri uzandık. Dilay’ın ağzını yüzüne yapıştırmasına Cevahir’in onu uzaklaştırarak tepki vereceğini düşünmüştüm ve belli ki annesi de aynı fikirdeydi.

Cevahir hiçbir şey olmamış gibi Dilay’ın sırtını sıvazladığında Dilay da rahatsızlık yaratamadığına dertlenmiş gibi ağzını geri çekmişti.

“Dilay?” dedi Merve Hanım dertlenerek. “Diş kaşıyıcın dışında her şeyi ısırıyorsun annecim.” dedikten sonra Cevahir’e baktı. “Rahatsız olduysanız alabilirim, kusura bakmayın lütfen.”

Cevahir başını iki yana salladı sadece. Ardından bana baktı göz ucuyla. “İsimleriniz uyumluymuş.”

Gülümsedim. Dudaklarımdaki kıvrım kontrolsüzce büyürken sessiz kaldım.

Koridorun hangi kısmından geldiğini tam anlayamadığım ancak cam bir şeyin kırıldığından emin olduğum yüksek bir ses bize kadar ulaştığında Dilay bu kez telefon sesine olduğu kadar az tepkili kalamamıştı.

Ağzını kocaman açıp hırsla ağlamaya başladığında Cevahir telaşla onu annesine doğru uzatmıştı. Merve Hanım bebeğinin yüzünü boynuna doğru yaslayıp pışpışlarken, eşi eğilip Dilay’ı seyrek saçlarının üzerinden öptüğünde az önce kollarında bir bebek taşıyan Cevahir ve şimdi de bu tatlı aile görüntüsü üstüme gölge olup düşmüştü.

Saçımı aceleyle kulağımın arkasına sıkıştırıp nefeslendim.

“Tüm hastaneyi ayaklandırmadan biz gidelim artık,” diyen Merve Hanım’a doğru döndüm tekrar. “Kendinize çok iyi bakın.”

Gülümsedim ölçülü bir şekilde. “Siz de öyle. İyi günler.”

Cevahir’e de kısa bir baş selamı verdikten sonra uzaklaşmaya başladıklarında gözden kaybolmalarını beklemeden Cevahir’e döndüm.

“Bebeklerle aranın bu kadar iyi olduğundan haberim yoktu.” Şu ana kadarki tüm işaretler bunun tersi yöndeymiş gibi hissetmiştim çünkü.

“Dünden razıydı,” dedi sanki bu bir daha gerçekleşmeyecek bir tesadüfmüş gibi. Tüm sorumluluğu Dilay’ın üstüne yüklemişti. “Kucağıma kendisi atladı.”

Gözlerim kısılacak kadar güldüm. Bu sırada konuşmaya devam etti. “Sanırım aranızdaki benzerlik sadece isimlerle sınırlı değil.”

Ağzım yarı açık şekilde şaşkınca kalakaldığımda gülme sırası onundu. Benimki kadar büyük bir gülümseme değildi belki ama söylediğine verdiğim tepkiye alttan altta sırıtmıştı.

Şakağıma dudaklarını bastırdıktan sonra ben hiç susmadan konuşmaya başlayamadan önce hızla uzaklaşmıştı.

Ellerimi önlüğümün ceplerine koyup görüş açımdan çıkana kadar arkasından baktıktan sonra yerimde hafifçe sallanıp odama yöneldim. Kapıma ulaşamadan önce Ceylin’in masasından gelen kıkırtılar nedeniyle adımlarım sekteye uğramıştı.

Kendi kendisine güldüğünü düşünmedim bile. Cevahir ve beni yan yana görünce genel olarak kıkırdıyordu. Elinden pek düşmeyen telefonundaki magazin haberlerini canlı izliyor olmaktan inanılmaz keyif aldığını söyleyebilirdim.

“Ceylin!” dediğimde eliyle dudaklarına fermuar çekiyormuş gibi yaptı ancak sesinin kesilmesi sırıtmayı bıraktığı anlamına gelmiyordu.

Oflayarak ondan uzaklaşacağım sırada telefonunu bana doğru uzattı. Ne göreceğimi bilmediğim için merakla ona doğru adımladım. Telefon ekranını görebilir hale geldiğimde bana neden telefonunu gösterdiğini de kolayca anlamıştım.

Ekranda Cevahir ve ben vardık. Birden fazla fotoğrafın küçültülüp yan yana dizildiği bir kolajdı. Birkaçı bu sabah yürüdüğümüz sahilde çekilmişti ve bir kısmı da kahvaltı yaptığımız mekândandı.

Üzerinden yirmi dört saat bile geçmeden görüntülerin internette gezinmeye başlaması inanılmazdı. Sabahın köründe kim hangi motivasyonla bizi çekmiş ve bu magazin hesaplarına yollamakta da hiç zaman kaybetmemişti mesela?

Bakışlarımı fotoğraflarda ayrıntılı şekilde gezdirmedim. Kendime baktığımda bir şeyleri eksik görmek istemiyordum çünkü.

Ceylin’e başımı sallamakla yetindikten sonra daha fazla oyalanmadan odama döndüm.

Omuzlarım gerilmiş bir şekilde sandalyeme yerleştikten sonra ilk yaptığım telefonumu cebimden çıkartmaktı. Bir sonraki hamlem ise Teoman’ı aramak olmuştu.

Cevahir’in yayımlanan fotoğrafları kaldırtırken nasıl cümleler kurduğunu bilmiyordum ancak ben hiç uzatmamış ve bir sonraki hasta odama gelmeden önce hızlıca Teoman’dan fotoğrafları kaldırttırmasını istemiştim.

Ceylin’in gösterdiği hesap İzel’in milyonluk hesabı değildi, öyle olsaydı araya Teoman’ı koymadan ona ulaşmam daha kolay olurdu. İzel’in bu sıralar hesabında başka birilerinin yaşamıyla ilgili paylaşım yapacak enerjide olmadığı açıktı. Kendi hayatının en büyük çalkantı ile sallanmasına sebep olmuştum çünkü.

İzel’i düşünmek beni birden düne ışınlamıştı.

İzel, Birsen Hanım ve onların ardından odama gelmiş olan Muhsin Paker sırasıyla zihnime sızdığında sıkıntıyla nefeslendim.

İzel ve Yasmin’in karşısına geçip kardeş olduğumuzu dile getirirken amacım Muhsin’in rahatını bozmaktı. Dünkü halinden anladığım kadarıyla bunu da başarmıştım.

Şimdi derdim neydi peki? Rahatsız olan taraf o olmuşken, daha rahat olan kişi de ben olmalıydım artık. Benim açımdan her şey aynı -hatta daha beter- sürecekse ne anlamı vardı koparttığım fırtınanın?

 

 

~

 

 

İlk iş günü Oğuz’un ani gelişi ve çarpıcı sözleriyle başlayan, hafta ortasında birden Paker ailesiyle karşı karşıya kaldığım ve genel olarak yaşadığım en garip haftalardan biri olan haftanın son günü gelmek üzereydi.

Hafta sonuna fiziken sağ salim varabilmiş olmam psikolojik olarak da aynı sağlamlıkta olduğum anlamına geliyor değildi. Bu nedenle Cumartesi ve Pazar’ı olabildiğince sakin ve sakin olmama ihtimali olan her şeyden uzak geçirmek en büyük dileğimdi.

Dileklerin gerçek olmadığını neredeyse otuz yaşına varmışken hâlâ tam kavrayamamak benim suçumdu. Zira dün akşam yemeğinde Cevahir’in bu akşamki etkinlikten bahsetmesiyle ortada ne dilek ne de başka bir şey kalmıştı.

Bu akşamı nasıl geçireceğime dair tahminlerim sorulsaydı aklıma kesinlikle Fahri Avcıoğlu’nun sekseninci yaş günü kutlamak üzere -kaçak olmayan- tüm Avcıoğlu ailesi ile bir arada yemek yeme ihtimalini listenin hiçbir yerine ekleyemezdim.

Cevahir, dedesinin doğum günü olduğundan kesinlikle düne kadar haberdar değildi; bundan emindim. Planlamayı yapan Beril onu aramasaydı kesinlikle durumun farkına bile varmazdı.

Hayatta en önem verdiği kavram olan ‘aile’ ile sınanan Fahri dedenin biraz olsun yüzünün gülmesini elbette isterdim. Sadece yaşanabilecek olası bir gerginliğe karşı diken üstündeydim. Son süreçte olanların ardından herkes kendince gergin ve doluydu, kalabalık halinde bir araya gelindiği de yoktu. Bu akşam böyle bir deneyim yaşamak için enerjim varmış gibi hissetmiyordum.

Cevahir beni kolay kolay bitmediğini bildiği hazırlanma sürem boyunca odada yalnız bırakmayı seçerek yemeğe gideceğimiz halde mutfakta bir şeyler yemekle meşgul olduğu için bir elimde saç şekillendiricim varken makyaj masamda seçtiğim elbiseye uygun olarak giydiğim iç çamaşırları ile oturmaktaydım.

Telefonuma peş peşe bildirimler geldiğinde mesajların kimden geldiğini bildiğim için telefona uzanmadan önce kıkırdamıştım. Elimdeki aleti kenara bırakıp telefonumu aldım.

Bu akşam beni güldürme olasılığı olan tek şey, Levent’in içeriğini bilmediğim -ve bilmek de pek istemediğim- bir iddia kazanması sonucu Beste’yi zorla yemeğe getiriyor oluşuydu. Malum süreçle ilgilenen avukat olduğu için zaten Fahri dedeyle de Ecevit amca ile de tanışıyordu Beste aslında ama bu resmi bir görüşmeden ibaretti. Levent’in peşinden geldiğinde kim ne söyleyecekti pek bilmiyordum açıkçası.

Beste bana sabahtan beri, yani Levent ona haber verdiğinden beri bir şekilde bu duruma engel olmam için dil dökmüştü ancak Levent ile boğuşmak için çok bitkindim. Bu haftayı bir de Levent Avcıoğlu ile dalaşıp sonlandırmak istemiyordum. Beste’yi bizim de orada olacağımızı ve zaten neredeyse herkesi tanıdığını söyleyerek ve yemeğin öyle aşırı uzun sürmeyeceğini garanti edip biraz beyaz yalana başvurup sakinleştirmiştim.

Nasıl bir iddia kaybettiyse, asla Levent’e ayak diretmeye çalışmamış ve direkt bana koşmuştu ama benden de umduğunu bulamamıştı maalesef.

Dolabındakiler arasından seçip fotoğrafladığı ve bana bir bir yolladığı elbiseler arasında biraz uzun bir inceleme yapmış ve en beğendiğimi ona geri yollamıştım.

Bana biraz tripli olduğu için sadece göz deviren bir emoji atmakla yetindiğinde ise gülüşüm büyümüştü.

En az bir saat daha sürmüş olan hazırlığımın sonunda üzerimde siyah, kıvrımlarıma düzgünce oturan kayık yaka bir elbise vardı. Dizime yakın bir noktaya kadar üst bacaklarıma sıkıca sarılan, tek hareketi yakasında olan bir elbiseydi. Ayağıma elbisem gibi siyah, ince ve yüksek topuklu sivri burun ayakkabılar geçirmiştim.

Yüzümdeki makyajı gözlerimde yoğunlaştırmak yerine dudağımdaki koyu kırmızı ruj ile öne çıkarttığımda hazırdım. Parfümümü sıkarken odanın açık kapısından geçip aşağıya kadar ulaşacak yükseklikte seslenmiştim. “Hazırım ben!” diyerek Cevahir’e yukarı çıkıp kendisinin hazırlanma zamanının geldiğini duyurduğumda adım seslerinin gelmeye başlaması uzun sürmemişti.

Odaya girdiği sırada ben yapacağım her şeyi bitirmiş halde makyaj masamın önünde oturuyordum.

“Sen hazır olunca çıkabiliriz,” demiştim o içeri girer girmez. Bana bir şeyler söylemek yerine, oturuyor olduğum halde ayaktaymışım gibi baştan aşağıya uzunca beni süzdüğünde kıpırdandım istemsizce.

“Bu ağzıma bulaştığında çıkmayan lanetli rujun mu?”

Ani sorusunu beklemediğim için önce donmuş, hemen sonrasında ise şaşkınca kahkaha atmıştım. Başımı ağır ağır olumlu anlamda salladığımda homurdanarak giyinme odasına yöneldi.

Daha önce yine bu ruju kullandığım bir sabah dudaklarıma yapışıp beni uzunca öpmüş ve tenine bulaşan kırmızılığı bir süre temizleyemediğimde sonsuza kadar böyle kalacağını düşünerek gerilmişti. Suya dayanıklı koyu renk rujlarım dudağımdayken beni öpmemesi gerektiğini zor yoldan öğrenmişti kısacası.

Olumlu yanıt vermemiş olsaydım beni olduğum yere çivileyip öpeceğini teyit eden bakışları üstümden ayrıldıktan sonra giyinme odasına geçtiğinde onun mesai saatleri belirsiz sapığı olduğum için kapatmadığı kapıdan içeri sızmıştım.

“Ne giyeceksin?”

Odaya daldığımı sesimi duyar duymaz anlayıp omuzunun üstünden bana doğru baktı. Gömleklerinin asılı olduğu dolabın önündeydi.

“Bir değişiklik yapıp takım elbise giyeceği,” diyerek benimle dalga geçtiğinde göz devirdim. “Siyah gömlek giy.”

“Emredersin karım,” diyerek yarı alaylı yarı ciddi bir tavırla beni süzdüğünde omuz silktim. “Rica mı edecektim bir de?”

Başını iki yana sallayarak güldü. Giyeceklerini dolaptan askılarıyla çıkarttığında ben kollarımı göğsümde kavuşturmuş halde arsızca onu izliyordum.

“Daha yakından izleyebilirsin,” dedi hiç aldırış etmeden. Üstündeki tişörtü ensesindeki kısımdan kavrayıp saniyeler içinde gövdesini çıplak bıraktığında iç çektim. “Daha yakına gelirsem izlemekle yetinmem, kocam.”

Gözlerinde başlayan yangının nasıl bir anda büyüdüğünü gördüğümde sırıttım. Dudaklarımı büyük bir talihsizlik olmuş gibi büktüm. “Pardon, kocam dedim öyle bir anda. Öpemeyeceksin şimdi beni rujum yüzünden.”

Bana doğru kocaman iki adım atıp bir anda dibimde bittiğinde irkilerek geri çekilmeye çalıştım ancak belime kapattığı avucuyla beni yakalayıp durdurmuştu.

“Dudakların dışında öpebileceğim bolca yer var, yavrum. Sayısını öğrenmek ister misin?”

Yüzünü bana doğru eğip burunlarımız neredeyse birbirine değecek kadar yakınlaştığı için hafifçe hızlanan nefesimi toparlayarak olumsuz bir ses çıkarttım. “Geç kalmamalıyız.”

“Umurumda değil.”

“Dedene ayıp olur.”

“Anlayışla karşılardı bence.”

Çıplak göğsüne elimin tersiyle vurduğumda sol elimi tercih ettiğim için yüzüğüm tenini çizer gibi olmuştu. Amacım bu olmadığı için telaşla çizdiğim yere dokundum. “Acıttım mı?”

“Kan kaybediyorum,” dedi abartılı sesiyle. Kana dair hiçbir iz olmayan cildini parmağımla sağa sola gerdirdikten sonra ters ters yüzüne baktım.

“Bi’ ciddi olur musun ya?” Cevahir’den bu yönde bir istekte bulunan ilk ve tek insandım. Tarihe geçmem olasıydı.

“Öpeyim geçsin dersin diye ummuştum,” dedi uzunca bir nefes verip. Çocuk gibi yakınmasına kendimi tutamayarak güldükten sonra dudaklarımı yüzüğün çarptığı yere bastırdım.

İtiraz etmememi, laf sokmaya devam etmek yerine sakince tenine öpücük bırakmamı izledikten sonra yüzümden ona bir şeyler bulaşması ihtimalinden ürktüğünden olacak ki dudaklarını kulağımın altında bir noktaya değdirmişti karşılık olarak.

Sıcak nefesi kulağıma çarptığında titrek bir nefes aldım. “Ben aşağıda bekleyeyim seni. Yoksa çıkamayacağız.”

Belimi birkaç saniye bırakmayacak gibi tuttuysa da sonunda pes edip uzaklaşmama izin verdi. Topuk seslerimin evde yankılanan tek gürültü olduğu saniyelerin sonunda artık farklı odalardaydık.

Beril’in belirlediği restorana en uzak konumda olan evin bize ait olması ve Cumartesi akşamının İstanbul’da trafiksiz yaşanma ihtimalinin sıfır olması nedeniyle arabada öyle uzun zaman geçirmiştik ki bir noktada bayılacağımı düşünmeye başlamıştım.

Yirmi dakika önce Beste bana mesaj atmış ve onların vardığını haber vermişti. Geçirdiği yirmi dakikanın acısını biz bizeyken çok korkunç yollarla çıkarmamasını umuyordum. Yine onun verdiği habere göre, gelecek olan herkes toplanmıştı.

Assolistmişiz gibi en son masaya varacak olmamız beni germiş olsa da Cevahir’in egosu onu daimi assolist gibi hissettirdiği için sorun edeceğini sanmıyordum.

Her zaman yaptığı gibi valenin benim kapımı açmasına eliyle engel olup adamı kendi tarafına çekmiş, anahtarı vermiş ve kapımı kendisi açmıştı.

Elini tutarak arabadan indiğimde bir elimde sıkıca tuttuğum çantam vardı ve diğer elimi de büyük avucundan hiç ayırmadan adımlarımı ona uydurmuştum. Fazlasıyla şaşalı görünen restorana girdiğimiz sırada -daha önceki hatalarımdan ders çıkartarak- önce restoran adının yazılı olduğu yüksek yere bakmıştım.

Sağ alt köşedeki, artık görmeye aşina olduğum bir fontla ve restoran adına kıyasla çok daha küçük bir punto ile yazılmış Avcıoğlu eklentisini gördüğümde kendi kendime güldüm.

Cevahir’in beni aniden şok etmemesi için bir yere girdiğimizde önce bu ayrıntıyı kontrol ediyordum unutmazsam. Girdiğimiz yerin Avcıoğlulara ait olup olmadığını anlamamın en basit yoluydu çünkü.

İçeriye girdiğimizde bizi sadece gülümseyerek karşılayan, kim olduğumuza dair hiçbir şey sormayan garson eşliğinde restoranın iç kısımlarında kalan yuvarlak bir masaya ilerlemiştik. Büyük, etrafında altısı dolu sekiz sandalye dizili bir masaydı.

Nilgün teyzenin gelmeyeceğini öğrendiğimde biraz modum düşmüştü açıkçası ama boşandıkları kesin olarak duyurulmuşken ve açılan davalar nedeniyle yavaş yavaş sorunlar medyaya sızmaya başlamışken bu grubun yanında olması çok daha fazla dedikoduya neden olurdu. Mantıklı olan Atalay hocanın yanında sakin bir akşam geçirmesiydi ki ben de bana seçenek sunulsa Cevahir ile evde yayılmış olmayı tercih ederdim zaten.

Kimsenin ayaklanmadığı, sadece sözcüklerle merhabalaştığımız küçük bir ses karmaşasının ardından Cevahir’in geriye doğru çektiği sandalyeme düzgünce yerleşmiştim. Sağımda Beste vardı, onun yanında Levent oturuyordu. Soluma Cevahir oturmuştu ve onun solunda da Doğan ve Beril oturmaktaydı. Masa yuvarlak olduğu için herkesi görüyordum ama karşımda kalan Fahri ve Ecevit Avcıoğlu ikilisi daha net görüş açımdaydılar.

“Trafik çok kötüydü,” dedim bekledikleri için rahatsız hissederek. “Lütfen kusura bakmayın.” Bakışlarım çoğunlukla Fahri dededeydi. Hem masanın yaşça en büyüğüydü hem de doğum günü ona aitti.

“Niye kusura bakalım kızım?” dedi doğal bir tavırla. “Yabancı yok aramızda.”

Gülümsedim sadece. Bu sırada Ecevit amca Cevahir’e bir şey söyleyince bundan faydalanarak Beste’ye doğru hafifçe döndüm. “Nasıl gidiyor Avcıoğlu gecesi?”

Uykularıma karabasan gibi çökmeye niyetliymişçesine bir saniyeliğine korkunç bir ifadeyle suratıma baktığında sakin bir şekilde gülümsemeye çalıştım. Sanırım(!) pek iyi gitmiyordu.

Masadaki diğer isimlere kıyasla bir süredir görüşmediğim, en son ne zaman gördüğümü bile şu an hatırlayamadığım Beril ve Doğan ikilisine doğru döndüm bu kez. Cevahir onlarla aramda kaldığı için ona dönmüşüm gibi olmuştu ama konuştuğumda derdimin kendisiyle olmadığını çözdüğü için hiç aldırmadan amcasıyla konuşmaya devam etmişti.

“Nasılsınız?” dedim dik duran Cevahir’in arkasından onlara doğru bakıp.

“İyiyiz Seray,” diyen Doğan oldu. “Sen?”

Beril’in sessiz kalmasına alışkın olmadığım için rollerini değiştirmiş gibi hissettiren çifti bir an için süzdüm fakat belli etmeden toparlanmıştım. “Ben de iyiyim,” dedim oyalanmadan.

Aralarında bir gerginlik bulunduğu düşünerek fazla düşünmeden ve irdelemeden önüme döndüğümde masaya doğru yaklaşan iki garsondan anlaşıldığı üzere sipariş vereceğimiz an gelmişti.

Onlar masadan uzaklaştıklarında Fahri dede boğazını temizler gibi kısaca öksürdü. Ayrı ayrı gruplar halinde yapılan konuşmalar son bulmuş ve hepimiz ona doğru bakmıştık.

“Uzun zamandır böyle hep beraber, ailecek bir arada olamamıştık.” diyerek konuşmaya başladığında henüz konuşmasının devamı gelmeden omuzlarıma ağırlıklar düşmüş gibi hissetmeye başlamıştım bile.

Beste’nin rahatsızca yerinde kıpırdandığını algıladığımda göz ucuyla ona doğru bakacak oldum, ancak bakmadan önce Fahri dedenin de benim gibi bu hareketliliği fark ettiğini görmüş ve duraksamıştım.

“Rahatsız hissetmene gerek yok kızım,” dedi Fahri dede birden açıkça. Beste’nin şokla donduğunu görmüştüm. Sözlerle işaret edilmeyi beklemiyordu, kimsenin de beklediğini sanmıyordum. “Hem olan bitene hakimsin hem de anlaşılan kokusu yakında çıkacak başka bir şeyler daha var.” Cümlesinin sonuna doğru Beste’ye bakmayı kesip Levent’e doğru dönmüştü. “Doğru mu anlıyorum Levent?”

Levent sessiz kaldı.

Gözlerimi büyüterek Levent’e bakarken parmağımla Cevahir’in bacağını deştim. Sessizce inleyerek elimin üstüne elini kapattı. “N’oluyor?” dedi bana doğru eğilip.

“Levent niye itiraz etmiyor?” fısıldayarak.

“Ne bileyim?” dediğinde içime içime ofladım. Dünyadaki en meraksız insan benim kocam olmak zorunda mıydı? Konu bensem e ufak bir çizik bile merakını alevlendiriyordu ama kalan her şeye karşı umursamazdı.

“Anladığınız gibi bir şey yok, Fahri Bey. Lütfen kusura bakmayın, Levent’e bir borcum olduğu için bu akşamki teklifini geri çevirmek istemedim. Böyle özel bir akşamda bulunmam hoş olmadı.”

Fahri Bey yüzünü ekşitti. Eliyle beni işaret etti. “Tanıştığımız ilk zamanlarda bu da böyle kasılarak resmi resmi konuşuyordu, hiç sevmem. Sever miyim Seray?”

Top benim önüme nasıl düşmüştü ya?

“Yok, Fahri dede.” dedim ona Bey demeyi bırakmam için beni zaman zaman zorbalamışlığı dahi bulunan adama yanıt olarak. Sevmiyordu.

Beste bana dünyasını başına yıkmışım gibi baktığında gülümsemeye çalıştım. “Lütfen öfkeni sağına yönlendir, ben korkuyorum.”

Beste sağında oturan, konuşmalar boyunca dilini yutmuş gibi sessiz kalmayı seçip normalde kapanmayan çenesini hiç açmayan Levent’e doğru baktı. Aralarındaki bakışma sırasında birbirilerine hangi mesajları ilettikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Fahri dede bir arada oluşumuza dair hoşnutluğunu dile getirmeye devam ettiğinde sağımdaki ikiliye bakmayı bırakıp ona odaklanmıştım.

Konuşurken biraz duygusallaştığında yaşananların, özellikle büyük oğlunun yaptıklarının etkisini son nefesine kadar unutmayacağını anlamamak mümkün değildi. Çok açıktı. Yaşananları, ortaya yıllar sonra çıkan gerçekleri unutamayacak tek kişinin o olmadığı da kesindi. Masada buna örnek teşkil edebilecek birden fazla kişi vardı.

“Doğum gününde mutsuz olman yasak dede,” diyerek yanında oturmakta olan dedesine doğru yaslandı Beril. Koluna girerek omuzuna başını yaslamıştı. “Koskoca seksen yılı geride bırakmışken, tek başına neler başarmışken bunları düşünmek yerine kendini üzmek yok.” Beril dedesini uyarıyor olsa da kendisi de fazlasıyla dalgınlaşmıştı o konuşurken.

Konu Doğan ve Levent’in de Beril’e destek olup araya girmesiyle dağıtılırken biraz daha zaman geçmiş ve yemekler servis edilmişti.

Yemek devam ederken herkes olabildiğince daha normal ve kimsenin gerilmeyeceği ya da üzülmeyeceği şeylerden konuşma konusunda dikkatliydi. Servisler kaldırılıp masa normal düzenine geri döndükten kısa bir süre sonra bir garson masaya elinde tuttuğu pasta ile yaklaştığında gülümsedim.

Pasta Fahri dedenin görmeyeceği açıdan getirilmiş ve omuzunun kenarından tam önüne bırakılmıştı. Doğum günü kutlamasında olmamıza rağmen pastayı gördüğünde yüzünde beliren anlık şaşkınlık gülümsememin büyümesine yol açmıştı.

Pastanın üzerinde mum yoktu. Sade, oldukça düzgün görünen bir pastaydı. Cevahir’den dedesinin doğum günü kutlamalarını pek umursayan ve seven biri olmadığını öğrendiğim için şaşırmamıştım. Bu akşamı kabul etmesinin sebebi de belli ki bir arada olacak olmamızdı.

“İyi doğdun dede,” diyerek Fahri dedeye ilk sarılıp konuşan Beril olurken devamında benzer dilekler hepimizden duyulmuş ve en sonunda sessizlik oluşmuştu tekrar.

Bu kısımda sanırım hediye seremonisi başlamalıydı fakat öğrenmiştim ki tıpkı kutlamayı sevmemesi gibi hediyelerle de pek arası yoktu Fahri Avcıoğlu’nun. Biraz garipti. Kendim doğum günlerimde hediyeye boğulduğumda değildi tabii ama onu düşünecek bunca insan varken hediye sevmemesi değişik gelmişti bana.

Levent şakayla karışık dedesini yaşından vurmaktayken bir anda masanın üstüne bırakılan küçük kutunun çıkarttığı tok sesle birlikte hepimizin bakışı aynı yere dönmüştü.

Avucumdan biraz büyük, fazla derin olmayan koyu mavi bir hediye kutusuydu masadaki. Kutuyu masaya bırakan Beril miydi Doğan mıydı tam görememiştim ve kutu tam ikisinin arasında duruyordu.

Cevahir’e baktım. Hediye almamız gerekmediğinden emin miydi? Cevahir’in yüzünde de hafif şaşkın bir bakış yakalamıştım. Bu hediye kutusunun beklenmedik oluşunu kanıtlıyordu.

“Nereden çıktı şimdi bu?” dedi Fahri dede kutuya bakarken.

“Hiç öyle bakma, dede. Doğum günü hediyesi değil bu. Doğum günün olmasa da bugün yarın verecektik bu hediyeyi. Ortak hediyemiz, Doğan’ın ve benim.”

Beril’in cevabıyla birlikte aklım daha da karışmıştı. Fahri dede de şüpheyle kutuya uzanıp kendi önüne doğru çekmişti cevaptan sonra.

Kutu, kapağı kaldırıldığında kolayca açılacak bir kutuydu. Fahri dede kapağı iki eliyle tutup kaldırdı ve kenara bıraktı. Kutunun içini bir tek onun görebileceği şekilde kutu önündeydi.

Kutuda her ne varsa Fahri dede gördüğü anda önce kaşlarını çatmış, hemen sonrasında ise gözlerinde inanamaz bir ifadeyle Beril ve Doğan’a doğru bakmıştı.

Onun tepkisinin ardından Ecevit amca merakına yenik düşerek kutuyu çekiştirmiş ve elini içine atıp her ne varsa dışarıya çıkartmıştı. Elinde tuttuğu kâğıt parçasını gördüğümde benim de gözlerim hızla büyümüştü.

Bu masada o kâğıt parçasını en kolay algılayacak kişi bendim.

Ultrason görüntülerinin basılı olduğu kâğıtlar vardı kutuda.

Hızla Beril’e döndüm. Gözleri dolu dolu olmuş halde dedesine ve babasına doğru bakıyordu.

“Hamileyim,” dediğinde ilk ayağa kalkan Ecevit amcaydı. Sandalyelerin arkasından direkt dolanmış ve kızının yanına varmıştı. Beril de ona tutunup kalktıktan sonra sımsıkı birbirlerine sarıldılar. Ecevit amca eğilip başını Beril’in omuzuna yaslamıştı ama omuzlarındaki hafif titremelerden yüzündeki ifadeyi az çok tahmin edebiliyordum. Duygusallaşmıştı.

Beril herkesin kolları arasında uzun uzun kalmış ve bolca tebrik almıştı. Beste hariç herkes sırasını savdıktan sonra ben de kollarımı Beril’e doladım. “Tebrik ederim, sağlıkla gelsin bebeğiniz Beril.”

“Teşekkürler,” diye mırıldanırken sesi boğuktu. Benden önceki sarılmaların onu iyice duygusallaştırdığını anlamak mümkündü.

Herkes yeniden masaya yerleştiğinde gündem artık Fahri dede değil, ailenin en taze üyesiydi.

Beste kulağıma doğru kimseye pek belli etmeden yaklaşıp konuştu. “Senin haberin yok muydu?”

Geri çekilirken başımı iki yana salladım. Sürprizin bozulmaması için Vita’ya gelmemişlerdi muhtemelen.

Beste duraksadı. Bir şey söylemedi ve bakışlarını da benden çekti.

Ecevit amca elindeki ultrason fotoğraflarına bakmaya devam ediyordu oturduğu yerde. Hevesli haline gülümsediğim sırada birden başını kaldırıp bana baktığında yakalanmış gibi gözlerimi kırpıştırdım.

“Sen de biliyordun!” dedi yeni bir şey fark etmiş gibi. Hafifçe güldüm. Herkes aynı şeyi düşünüyordu sanırım ama Beril’in tercihi kendi hastanelerinden yana olmamıştı.

“Bilmiyordum,” dedim gülerek.

Ecevit amca garipseyerek kâğıda tekrar baktı. “Vita’dan alınmış bunlar ama, bak hastane adı yazıyor.”

Bu kez garipseyerek duraksayan bendim.

Beril’in başka bir hastaneye gitmesine kılıf uydurabilmiştim aklımca ancak Vita’ya gelip bana hiç duyurmamasını pek anlayamamıştım. Bir şey söylemedim. Sessiz kalışım masada biraz boğuk bir hava yaratmıştı.

“Cevahir’e söylersin, ağzından kaçırırsın diye…” diyerek hızla konuşan Beril’e doğru döndüm. Söylemezdim aslında. Yapmak istediği sürprizi neden bozacağımı düşünmüştü ki?

“Sorun yok,” dedim yeniden dudaklarımı bir gülümsemeyle şekillendirip. “Volkan’la mı görüştünüz?”

Doğan araya girip başını salladı. “Evet, memnun da kaldık. Birkaç hafta sonra tekrar görüşecekmişiz.”

“Alanında en iyilerdendir,” dedim sakince. “İyi yapmışsınız.”

Sürprizin artık bozulmuş olması doktorlarını değiştirmek isteyecekleri anlamına gelmiyordu tabii. Sadece bir an için ailenin içinden biri olduğum için daha güvenilir hissettirebilirmişim gibi düşünmüştüm. Onlar açısından eksik olan kısım aileden olmam mıydı yoksa mesleki olarak güvensiz mi bulmuşlardı, bilmiyordum. Zaten hangi seçeneği daha az kafama takacağımı da seçememiştim. İki ucu da aynı kötülükte bir yere çıkıyordu.

Beril’in hamilelik haberinin ardından çok uzun zaman geçmeden yemeğin sonu gelmişti.

Fahri dedenin ısrarı ile Beril ve Doğan bu gece kendi evlerinde değil de Fahri dede ve Ecevit amca ile birlikte kalmaya ikna oldukları için o dörtlü aynı anda iki ayrı araba ile ayrılmışlardı.

“Beste’yi biz bırakabilirdik,” dedim Levent’e. Geride sadece dördümüz kaldığımızda konuşmuştum. Ablasıyla ve babasıyla olmak isteyebilir diye düşünmüştüm çünkü fakat Levent babasının ‘geliyor musun’ sorusuna sesli bir yanıt bile vermemiş sadece Beste’yi işaret etmişti başıyla.

Dayı olacağını öğrenen Levent’i çok daha hareketli ve hevesli göreceğimi tahmin ederdim ancak sıradan bir haber almış gibi sakindi. Beril ile aşırı dip dibe bir kardeş ilişkileri yoktu ancak birbirlerini sevdiklerini görmemek de mümkün değildi tabii ki.

Aralarındaki garip dengenin sebebi Zerrin’di bana kalırsa. Beril’i parmağında oynatamamış, Levent’i pohpohlamalarıyla kandırmış ve ona yakın durmuştu. Şimdi Levent de her şeyin farkındaydı ancak durumlar öyle bir günde düzelmiyordu tabii.

“Biliyorum,” dedi Levent yalnızca. Böylece babasına olan cevabının bir bahaneden ibaret olduğunu da açıklamış olmuştu.

Ben ve Beste sandalyelerimizde oturuyorduk. Cevahir ve Levent ise az önce uğurladıkları aile fertlerinin ardından ayakta kalmışlardı. Cevahir’in Levent’in omuzunu sertçe sıkıp bıraktığını gördüğümde gülümsedim. Levent’in durgunlaştığını gördüğü için kendi dilinde ben buradayım demeye çalışıyordu.

“Kalkalım biz de o zaman,” dedim sandalyemden doğrulurken.

Eve gitmek ve ilk bulduğum köşeye bayılmak istiyordum.

Vedalaşırken önce Beste’ye sarılmıştım. Levent’in sırtına kollarımı doladığım sırada ise kulağına doğru sinsice yaklaştım. “Nasıl bir iddiayla Beste’yi buraya sürükleyebildiğini sonra konuşacağız.”

Geri çekildiğimde Levent’i az da olsa gülerken gördüğüm için ben de sırıttım. Cevahir beni belimin iki yanından kavrayıp önünden adımlayacağım şekilde arabaya yönlendirdiğinde gurbete gidiyormuşum gibi arkamda kalan ikiliye elimi sallamıştım acıklı bir suratla.

“Niye acele ediyoruz?” dedim valeden anahtarı alıp benim kapımı açan Cevahir’e.

“İşimiz var evde.”

Ofladım arabaya bileğimi burkmadan binmeye çalışırken. “Ne işi ya? Yatacağım ben.”

“İşimizde herhangi bir pozisyon sınırlaması yok neyse ki, yatarsın sen.”

Kapımı pat diye kapatmadan önce ağzımı açık bırakacak şekilde konuşmuş ve kaputtan kendi kapısına doğru ilerlerken ön camdan gözlerim kısık halde onu izlememe neden olmuştu.

Eve vardığımızda gözlerim yarı açıktı. Yolun uzun sürmesi ve düzenli sallantılar yüzünden beşikte gibi hissetmiştim.

Cevahir beni arabadan elini uzatarak değil kollarını uzatarak çıkarttığında prenses gibi kucaklanılmaya gıkım çıkmamıştı tabii ki.

Göğsüne yaslanmış ve eve girip odaya çıkan merdivenleri hiç enerji sarf etmeden aşmanın tadını çıkartmıştım.

“Çok mu uykun var?” diye sorarken huysuzdu. Kıkırdadım. Hayır deseydim beni yatağa fırlatacağını biliyordum.

“Biraz var,” dedim sessizce.

İç çekti. “Uyuyalım o zaman.”

“Uyuyalım,” dedim kedi gibi boynuna sokulurken. “Ama makyajımı çıkartmam lazım.”

“Ben yapayım mı?”

Teklifini beklemediğim için hemen başımı kaldırıp doğru duyup duymadığımı kontrol ettim. Cevap bekler gibi yüzüme baktığına göre doğru duymuştum.

“Olur.” Uyuşukluğumun canına minnetti.

Cevahir beni banyoya götürmeden önce kucağında doğrulup ayakkabılarımı odanın bir kenarına doğru atmıştım. Banyoya girdiğimizde ayaklarım yere bastıktan sonra elbisemin içinden hızla sıyrılıp elbiseyi de uzaklaştırmıştım.

Cevahir’in omuzlarına tutunup zıpladığımda lavabonun yanındaki geniş düz alana oturabilmiştim kolayca.

Elbisenin yakasından dolayı seçtiğim straplez sütyen ve kalçalarımın soğuk yüzeye tamamen temas etmesine neden olan arkası oldukça ince külot ile birlikte makyajımın çıkartılmasına hazırdım.

Cevahir’e kesik haldeki pamuklara ne dökmesi gerektiğini tarif ederken yere değmeyen ayaklarım sayesinde bacaklarımı keyifle sallıyordum.

Daha bol aşamalı bir cilt temizliği gerekirdi aslında ama uykum ve Cevahir’in bütün bunlarla uğraşmamak istememe ihtimali ağır basmıştı. Bu nedenle güçlü bir makyaj çıkarıcıyı pamuklara bocalayıp tenimde pamuk gezdirmesine izin vermiştim.

“Biraz bastırabilirsin,” dedim gözümü aşırı hassas hareketlerle temizlemeye çalışmasına karşın. “Böyle önümüzdeki iki saat boyunca rimeli silebilmen mümkün değil.”

“Acımıyor mu?” dedi kaşları çatılırken. Biraz daha bastırıp deneme yapmıştı ancak saniyeler içinde vazgeçip yeniden hassas hareketlerine geri döndü.

Diğer gözümü de kapatmaya karar vererek kıkırdadım. Belli ki işimiz uzayacaktı.

İki yana açtığım bacaklarımın arasında dakikalarca üşenmeden pamuk üstüne pamuk harcayarak -ve makyaj temizleme suyumu neredeyse bitirerek- sonunda tüm makyajımı yüzümden sökebildiğinde ellerimi çırptım. “Bitti çok şükür.”

Koluna tutunarak yere bastım. Musluğa doğru eğilip yüzümü yıkamaya başladığımda arkamdaydı. Aynaya her baktığımda onu görüyordum.

Boynuma doğru sular akan bir halde tamamen doğrulduğumda geriye doğru bir adım atıp sırtımı göğsüne bastırdım. “Teşekkür ederim.”

Makyajımı çıkarttığım için ettiğimi düşündüğü teşekküre karşılık çenesini başımın üstüne yaslayıp aynadan benimle bakışmaya devam etti.

Oysa teşekkürüm makyajımı çıkartmasına değildi. Her halimi içten bakışlarla izlemesine, yanımda durması için kusursuz olmama gerek olmadığını hissettirmesine teşekkür etmiştim.

Karnıma iki kolunu birden sardığında ellerimi dirseğinin biraz altına dokundurdum. “Beril’in haberine şaşırdın mı?” diye sordum birden.

Bir an duraksadı ama dudaklarını aralaması uzun sürmedi. “Şaşırdım aslında. Bebek planlıyor olduklarını düşünmemiştim, özellikle böyle karmaşık bir zamanda…”

Omuz silktim. “Planlamamış da olabilirler. Bebekler her zaman planlı gelmiyor.”

Başka bir şey söylemedi. Plansız gelebildikleri için bebekleri içinden yargılıyor olabilirdi. Plan konusunda hassastı.

Üstüme geceliklerimden birini giydikten sonra Cevahir’in giyinmesini bekleyemeden yatağa koşturmuştum. Kendi yastığıma gömüldükten kısa bir süre sonra Cevahir yatağı ağırlığı ile salladığında ise dönüp ona doğru sürüklendim.

Göğsü çıplaktı. Uyurken soyunması zorunlu bir şeymiş gibi davranıyordu. Temmuz ayının ortasında olabilirdik, uyurken klimaya maruz kaldığımda ciğerlerim sızladığı için klima açtırmıyor da olabilirdim, camdan sıcak hava esiyor da olabilirdi… Çıplak olması gerekmiyordu sonuçta. Bana da yazıktı.

Yüzümü göğsüne gömüp bir kolumu onun üzerinden diğer tarafa attığımda o da kolunu sırtıma sarıp ağırlığımı biraz benden almıştı.

“İyi geceler,” diye mırıldandım son gücümle.

“İyi geceler, karım.” derken sesi biraz düşünceliydi. Düşünüyor olma ihtimali bulunan tonla konu vardı. Kendimce bunlardan birini seçebilmem çok zordu. Sorgulayacak gücüm de olmadığı için iç çekerek burnumu tenine bastırmakla yetinmiştim.

Düşündüklerini öğrenememeyi ve daha sonra aniden bir yerde rastlayıp kendime sürpriz yapmayı sevmeye başlamıştım zaten. Cevahir Avcıoğlu’nun çok katmanlı düşünce yapısı ile yaşam sürebilmeye adapte oluyordum böylece.

Kalabalık akşam yemeği korktuğumdan daha az gergin konu barındırdığı için içim biraz olsun rahattı. Hiçbir şekilde Zerrin’den de Cavit’ten de bahsedilmemiş olması iyi olmuştu. Zira konu onlara geldiğinde Avcıoğlu ailesinin her bir üyesi bambaşka hallere bürünüyor ve kendimi paratoner gibi hissetmeye başlıyordum.

Ne kadar kaçabileceğim meçhuldü gerçi… Eninde sonunda kendimi her şeyin merkezinde buluyordum çünkü. Artık kabullenmiştim.

 

 

~

 

 

- Beste

 

 

Elimi kapı koluna uzatıp arabadan inmek için hareketleneceğim sırada sürücü koltuğundan ses yükselmesine biraz da olsa alışmıştım.

Bir şekilde sürekli etrafımda belirip duran, olumsuz yanıtlara karşı direnci yüksek olduğu için kaçmanın çözüm olmadığı Levent Avcıoğlu ile yolum kesiştiğinden beri kazandığım bir alışkanlık olmuştu bu.

Direncinin yüksek olmasından kastım hayır dediğimde inat etmesi ya da yalvarması değildi. Ortalama bir insana göre çok farklı çalıştığından emin olduğum aklını kullanarak bambaşka bir yol bulması ve cevabı olumlu hale getirmekte hiç zorlanmamasıydı.

Beni bir yere bırakıyor olduğunda arabadan inerken her seferinde o yere göre bir bahane uydurup peşimden gelmek için teklif sunmasıydı konumuz. Kapı koluna uzanırken onu duyacağımdan bu nedenle emindim.

Kapıyı açtığımda sesini duymuştum, evet. Bu kısımda yanılmamıştım. Ancak duymayı beklediğim sözcükler bambaşkaydı.

“İyi geceler,” demişti sadece.

Saat göz önüne alındığında dünyanın en normal vedalaşma kalıbıydı. Şaşırmam absürttü fakat şaşırmıştım.

Yarı aralı kalan kapıyı umursamadan bedenimi ona doğru çevirdiğimde yüzü bana dönük olduğu için göz göze gelmiş olduk.

“İyi geceler mi?”

“Kötü bir gece mi dilemeliydim?”

Birkaç saniye konuşmadan ve hareket etmeden gözlerine baktım. İfade okumakta, bakışlardan ve tavırlardan insan seçmekte başarısız değildim. İşim insanların yaptıkları ve yapmadıkları ile fazlaca ilgili olduğundan bu konuda bolca deneyim kazanmıştım.

Pek insan sevmediğim için bu deneyimleri kendi hayatımda kimseye uygulamam gerekmemişti. Kısa bir süre öncesine kadar…

“Kahve içesim var ama evimde kahve bitmiş, uykum çok geldi ama evdeki yataklar kırılmış, anahtarımı kaybettim galiba… Bunlardan biri yok mu?”

Levent’in daimi bahanelerini tek nefeste sıraladığımda bakışları bir an için kısıldı. Onu eve çağırmam için uydurduklarından sadece birkaç tanesiydi bunlar. Çok daha yaratıcı olanlar da vardı.

“Olmasını istiyor gibi bakıyorsun.”

“Kendinde değil gibisin,” dedim savunmaya geçerek. “Beni bıraktıktan sonra trafikte birilerinin ölümüne sebep olmayacağından emin olmaya çalışıyorum.”

“İyiyim,” dedi omuz silkip. “Eve varana kadar kimseyi ezmeyeceğim, söz.”

Başımı salladıktan sonra yerimde döner gibi oldum. Hâlâ açık olan kapıya yöneldiğimde henüz bacağımı dışarı uzatamadan Levent kendisine yakın olan kolumu, dirseğimin biraz üstünden aniden kavradı.

“Beste,” diyerek adımı seslendiğinde başımı ‘efendim’ der gibi oynattım.

Bir şey söyleyecekmiş gibi seslenmesinin üstünden birkaç saniye bile geçmemişti ama hemen vazgeçmiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı. Kaşlarım hafifçe çatılırken koltukta ona daha dönük hale gelmeden önce uzanıp kapıyı tok bir ses eşliğinde kapattım.

Sol bacağımı hafifçe bükerek yan döndüğümde eli halen kolumdaydı. “Dinliyorum Levent.”

Alnına doğru hafif dalgalı bir şekilde dökülen saçları dikkatimi dağıttığı için bir an bakışlarımı gözlerinden çekmiş ve saçlarına bakmıştım. Sanki gözlerimin esaretinden kaçmayı bekliyormuş gibi o anda konuşmaya başlamıştı.

“Geçen gece…” dedikten sonra bu iki kelime dudaklarını kurutmuş gibi alt dudağını ağzının içine doğru çekip hapsettikten birkaç saniye sonra geri bıraktı.

“Yapma,” dedim kısık bir sesle.

Bir daha bahsetmeyeceğimize söz verip birbirimizi inandırdığımız halde o geceyle ilgili bir şeyler söylememeliydi.

Gözümün önüne gelen görüntüler de bir an önce kaybolmalıydı. O anın içine çekilmeyi, çıplak bedenlerimizi ve o gece hissettiğim teslimiyeti hatırlamayı istemiyordum.

Âdemelmasının hareketlendiğini gördüm. Yutkunduğunu ve bunu sertçe yaptığını anlamıştım böylece.

“İddiayı sen kazandın, kendisini kontrol edemeyen bendim. İlk hamleyi yapan oldum. Sonrası… Sonrası da bir daha bahsetmememiz gereken bir seferlik bir karmaşaydı. Böyle anlaştık.” dedim kolumu ondan geri çekmeye çalışırken. Hareket ettiğim anda beni daha sıkı tutmaya başladı.

Diğer kolu da işin içine girip birden yükselerek elini yanağıma yasladığında nefesim tekler gibi olmuştu.

Etkilendiğim erkeklerin soğuk, abartı ölçüde olgun ve sessiz olanlar olduğundan uzun süredir emindim. Kendime benzeyen birileri her zaman daha güvende hissettirmişti çünkü. Ama her nasılsa kalbimi daha önce hiç olmadığı kadar hızlı çarptıran kişi kişiliğimin tam aksi, etkilendiğimi sandığım her şeyin karşıtıydı.

“İlk hamleyi sen yaptın,” dediğinde ellerimin karıncalanmaya başladığını hissettim. Dudaklarımı dudaklarına bastırdığım, birkaç gün önceki an birden gözümün önünde canlıymış gibi belirdiğinde utançla karışık bir nefes aldım.

Levent’in bir sonraki hareketinin yanağımdaki eliyle yüzümü kendi yüzüne çekmesi ve dudaklarıma açlıkla yapışması olmasını bekliyor değildim.

Refleksle gözlerim kapanmış ve bedenim kasılmıştı ama dudaklarımı kıpırdatmamıştım. Bir daha tekrarlanmayacağını düşünerek tadını olabildiğince fazla özümsediğim dudaklarına kısa süre sonra, benim hiçbir şey yapmama gerek olmadan kavuşacağımı düşünmüyordum asla.

Dudaklarımı son bir kez sertçe emip alnı alnıma yaslı kalacak şekilde biraz geri çekildiğinde gözlerimi yavaşça araladım.

“Bu da benim ilk hamlemdi,” dedi ıslak dudaklarımız arasında bir nefeslik mesafe bile yokken. “Son olmadığını da her şeyim pahasına garanti edebilirim.”

 

 

~~~


Yorumlar

  1. Kanaldaki konuşmalardan da yola çıkarak Berilden şüphelenmeye başlıyorum.

    YanıtlaSil
  2. Berilin ne derdi var anlayamadım başta çok sevmiştim oysaki üzüldüm beste ve Levent ikilisi yakıcak buraları belli oluyor

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm