Aykırı Çiçek 23.Bölüm
23.BÖLÜM
Ağrılıkları altında ezildiğim gerçekleri taşıyabilecek
güce kavuşmak için bir süre yalnız kalmayı seçmiştim.
Yalnız kalmaya, daha doğrusu etrafımda zihinsel olarak
etkisi altında kalabileceğim kimseyi tutmamaya bir ay boyunca devam etmiştim.
Gecelerim ve gündüzlerim birbirine karışmış, dalıp gittiğim boşluklarda kendi
kendime çırpınmıştım bu bir ay boyunca.
Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum, bu bilinmezlik
beni yere daha sert düşeceğim şekilde itip duruyordu. Düştüğüm yerde bazen
hıçkıra hıçkıra ağlayıp bazen de sessizce ‘neden’ diye kendimi tüketmeyi hiç
kesmemiştim.
Bir aydır Bursa’daydım, bir ay daha kalsam ya da belki
iki ay… Değişen hiçbir şey olmayacaktı, içten içe bunu kabullenmiştim. Babamın
ölümü, öğrendiğim gerçekler… Hepsi yerli yerinde duruyordu. Aylar da geçse bu
değişmeyecekti.
Annemin geçen hafta hastaneden çıkmış olduğunu Tuğrul
amcadan öğrenmiştim. Onu aramamıştım.
O da beni aramamıştı.
Bir şekilde benim neden ortalarda olmadığımı öğrendiğine
emindim. Fakat annem, eşinin ölümünü çocuğuna tutunarak atlatmayı düşünecek o
annelerden biri değildi. Annem için de babam için de öncelik hep birbirleriydi.
Bunun nedenini ise bir aydır daha iyi anlıyordum.
Ben onların bir parçası değildim. Biyolojik olarak da
ruhen de ben onlara hiç ait olamamıştım. Kendimi onlara sevdirmeye çalışma
umutlarım hep boşunaydı, çocukluk heveslerimdi.
Yollarımın onlarla nasıl kesiştiğini bilmiyordum. Soner
abiden duyduğum cümleden hemen sonra bilincimi kaybetmiştim. Uyandığımda ise
odada tek olmamı fırsat bilip apar topar, kimseye görünmeden hastaneden
çıkmıştım.
Beni evlat edindiklerini varsaymak ilk aklıma gelendi.
Çocukları olmamıştı ve bunun mantıklı olduğuna karar vermişlerdi belki de.
Fakat işler diledikleri gibi gitmemiş, beni çocukları olarak görememişlerdi.
Basitçe kurguladığım bu senaryonun benden yıllarımı alıp
götürdüğünü bilmek canımı yakıyordu. Bu ailede bulunmamın bana tek güzel armağanı
Koray’dı.
Bana çocukluğumuzdan beri bir kez olsun yalan
söylemediğini sandığım, her şeyim olarak bilmekte sakınca görmediğim adamdı. Bütün
yalan haklarını tek birinde kullandığını öğrenmek, en az ailemin gerçek
olmayışını öğrenmek kadar üzmüştü beni.
Uykudan sıyrılmaya çalışan bilincim arafta beklerken
gözlerimi aralamadan bir aydır sürekli yaptığım gibi düşüncelerimin arasında
dolaşıyordum. Aynı hisleri, aynı durumları aklımdan geçirip durmam bir işime
yaramıyordu belki ama bunu yapmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
Dün geceyi Mine abla ile birlikte hastanede geçirdiğimizi
hayal meyal hatırlıyordum. Ateşim yükselmişti, onu evde uğraştırmaktansa
hastaneye gitmeyi kabul etmiştim. Benimle ilgili bir sorumluluğu olmamasına
rağmen bir aydır yanımdaydı, evine fazlasıyla uzun bir misafir olarak
kurulmuştum. Bunu ara sıra kafama takıp ilk günlerde sürekli teşekkür olarak
dile getirdiğimde beni kesin bir dille uyarmıştı. Rahat etmem için elinden
geleni yapıyordu.
Hastaneden eve döndüğümüzde odaya geldiğim gibi gözlerim
kapanmış olmalıydı, çünkü hiçbir şey hatırlayamıyordum. Gözlerim kapalı olsa da
odanın halen karanlık olduğunu hissedebiliyordum. Henüz güneş doğmamış
olmalıydı.
Birbirine tutunan kirpiklerimi ayrılmaya zorlayıp
gözlerimi araladığımda yanılmadığımı anladım. İçerisi karanlıktı.
Omuzumun üzerinde yattığım için rahatsız hissettiren
kolumu boşa çıkartmak için sırtüstü döndüm. Pencereye dönük olan yüzümü tavana
çevirmiştim böylece.
Ağzımdaki kuruluğu su içmeden geçiremeyeceğimi bildiğim
için yavaşça yataktan doğrulup kalktım. Halsiz hissediyordum, ama üşümediğime
göre ateşim olmadığını düşünmüştüm.
Odadan çıktığımda salonun yanan ışığını fark etmem uzun
sürmedi. Kaşlarımı şaşkınca çattım. Mine abla genelde erkenden uyurdu, uykusuz
geçirdiğim günlerde bunu kolayca aklıma kazıyabilmiştim. Mutfağa geçmeden önce
salona yöneldim.
Yarısına kadar örtülü olan kapıyı ittirdiğimde karşı
karşıya kaldığım manzara dudaklarımın az öncekinden çok daha büyük bir şaşkınlıkla
aralı kalmasına sebep oldu.
“Melih?” diyebildim kısık bir sesle. Uyku sersemliğiyle
ya da ateşten dolayı hayal görmüyorsam koltukta Mine ablanın yanında oturan
kişi Melih’ti.
Konuştuğum anda ikisi de bana döndüler. Melih
duraksamadan ayağa kalkıp yanıma geldi. Sırtıma sardığı koluyla beni kendine
doğru çektiğinde henüz üzerimdeki şaşkınlıktan sıyrılamamıştım.
Kollarımı hafifçe kaldırıp ben de sarıldım. Ancak burada
ne işi olduğunu anlayamamıştım. Mine abla mı çağırmıştı acaba?
Melih’e sarılırken merakla Mine ablaya baktım. Gözlerini
benden kaçırmıştı.
“Korkuttun hepimizi İzgi, bir ay oldu be kızım.” Melih
sitemini dile getirirken sessiz kalmayı seçtim. Söyleyecek bir şeyim yoktu şu
an için.
O sırada kulağımı çınlatan bir ses duyduğumda korkuyla yerimde
sıçradım. Melih’e daha sıkı tutunmaya çalıştığımda Mine abla da ayaklandı. Bir
şey kırılmıştı içeride, cam kırılma sesiydi az önceki.
Mine abla salondan çıkarken Melih’e baktım. “Kiminle
geldin?” diye sordum. İçerideki sesin sebebi kimdi?
“Kendin bak bence.” diyerek beni kolunun altına aldığı
gibi salondan çıkarttı. Uykumdan uyanır uyanmaz neye uğradığımı şaşırdığım için
Melih’e bir şey diyemeden beni sürüklemesine izin vermiş oldum.
“Siz çıkın, ben büyük parçaları alırım. Bu saatte süpürge
açılmaz, sabah sileriz.” Mine ablanın sesinden sonra bizim henüz ulaşamadığımız
mutfak kapısından iki kişi çıktı.
Tuğrul amcayı gördüm ilk önce. Melih’in yalnızca onunla
geldiğini düşünmek üzereyken ise bir adım arkasında duran Acar ile göz göze
gelmiştim.
“İzgi, bu saatte neden uyandın, iyisin değil mi?” Tuğrul
amcanın sorduğu soruya refleksle başımı salladım. Gözlerimi Acar’dan
ayıramıyorken neyi onayladığımı bile anlamamıştım.
O an, bütün kalkanımı yıkıp geçen bir aydır yalnız
kalışım mıydı, şu anda Acar’ın gözlerinin içine bakıyor oluşum muydu
bilmiyordum. Ancak gözlerim hızla dolup, çok geçmeden de taşarak yanaklarıma
yaşlar dökülmeye başladı. Melih’in kolu omuzumda duruyordu, ağladığımı sanırım
görmemişti fakat karşımda mutfak kapısında yan yana duran iki adam da bunu
açıkça fark ettiler.
Tuğrul amcanın bana doğru gelmek için hareketlendiğini
ona bakmıyor olsam da görmüştüm. Bu hareketi ondan hızlı davranarak iki adımda
yanımda biten Acar tarafından engellenirken kendimi Acar’ın göğsüne yaslı halde
bulmam hemen ardından gerçekleşti.
Yüzüm üzerindeki tişörtün kumaşına temas ediyor olsa da
bedenindeki ısıyı hissedebiliyordum. Bu, garip bir biçimde ağlayışı
hızlandırırken iç çekerek yüzümü Acar’ın göğsüne daha sert bastırdım. Bir ay
boyunca tek başıma kendi kendimi yiyip bitirmiştim, ilk bulduğum sığınakta
bütün hissettiklerimi dökmeye başlamış gibi hissediyordum.
“Sonunda…” gibi bir şey mırıldandığında ben onu
anlayamadan bir kolu dizlerimin altını diğeri ise sırtımı destekleyecek şekilde
kucağında buldum kendimi. Az önce çıktığım odaya doğru gidiyorduk. Melih ve
Tuğrul amcanın arkamızdan bakıyor olduğunu Acar’ın omuzundan görebildim.
Yüzlerindeki ifade -biraz bıyık altından gülüyor gibiydiler- ağladığım halde
çekinmeme yol açtığında Acar’ın boynuna saklanıp onları görüş açımdan
çıkarttım.
Odaya girdiğimizi kapı sesiyle fark ettim. Başımı
kaldırdığımda Acar’ın kapıyı ayağıyla itip kapattığını gördüm. Ardından beni
sıkıca tutmaya devam ederek yatağa ilerledi. Yatağa benimle birlikte
oturacağını düşünmüştüm ama beni yanıltarak bedenimi nazikçe yatağa bıraktı.
Pencerenin olduğu duvara yapışık olan yatakta duvara doğru uzanıyor halde
kalmıştım.
Kendi tarafında bıraktığım boşluğa vakit kaybetmeden
uzandığında bir buçuk kişilik yatakta aramızda çok fazla mesafe kalmamıştı. Ben
sağıma, o da soluna dönünce yüz yüze geldik.
Göğsüne yaslıyken akmaya devam eden yaşlarım az önce
durulmuş, ama yanaklarımda kurumaya başlayan izleri gerilir gibi sızlamaya
başlamıştı. Yanaklarımı oynatıp bu garip histen kurtulmaya çalışırken Acar ne
yapmaya çalıştığımı fark etmiş gibi elini yanağıma uzattı. Yastığa yaslı
olmayan yanağımı kavrayıp başparmağıyla okşayarak sildi.
“Bir ay boyunca bunu yapabilmeyi isterdim.” demesini
beklemiyordum. “Gözyaşların kaç kere yanaklarına indi, yeşillerinden düşen kaç
damla teninde gezindi bilmiyorum. Ama hepsini parmaklarımla yakalayabilmek
isterdim Feris.”
Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Yanağımdaki tutuşu
sıkılaştı. “Neden hem kendini hem beni cezalandırdın? Bu kez seni üzmemeyi
öğrenmişken, yanında olmaya çalışırken neden kaçtın?” Hastanedeyken bir an bile
yanımdan ayrılmayışını anımsadım, aslında anımsadım demem yanlıştı. Bu aklımdan
çıkmamıştı ki anımsayacaktım. Olan biten hiçbir şeyde suçu olmayan, hatta
olanlardan haberi bile olmayan Acar’ı da geride bıraktığımı çok kez kendime
kızarak hatırlatmıştım.
“Ben,” diyerek başladığım cümlemi devam ettirmeden önce
kısa bir an düşündüm. Neden burada olduğumu öğrenmemiş olma ihtimali yoktu.
Koray’dan öğrenmediyse Tuğrul amcadan öğrenmiş olmalıydı zaten. “Öğrendiklerimi
nasıl kabulleneceğimi bilmiyordum.”
Acar sessiz kalınca bundan güç alarak konuşmaya devam
ettim. Hissettiklerimi ondan saklamak istemiyordum. Bana birinin çıkış yolu
göstermesi gerekiyordu, kendim o yolu bulamıyor, hatta o yolu ararken kaybolup
bambaşka yollara çıkıyordum.
“İki gün içerisinde bir insanın hayatı başına nasıl
yıkılabilir? Ben o enkazın altından nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Hissetmem
gerekenleri dahi toparlayamadım ki.” dedim küçük bir isyanla. İsyanım Acar’a
değildi ama beni dinleyen oydu.
“Öğrendin mi peki? Kabullenmeyi başardın mı, o enkazdan
sağ salim çıktın mı?” Bunları sorarken alacağı cevaptan emin olduğunu belli
eden bir tavrı vardı. Bunu yapamadığımı az önce göğsünde iç çekerek ağlamaya
başladığımda fark etmiş olduğu belliydi. Bu yüzden cevapsız bıraktım sorusunu.
“Bir ay boyunca yapamadın bunu demek ki, ben bu gece burada olmasaydım kaç ay
daha deneyecektin Feris? Kaç ay daha tek bir haber bile vermeden kaybolduğun o
boşlukta öylece kalacaktın?”
“Belki de sonsuza kadar bu boşluğa hapsolmuşumdur, çıkış
yolunu bulamayıp geriye hiç dönemeyeceğim belki.” dedim. Kastettiğim Bursa’da
kalmaktan çok, ruhsal olarak bulunduğum boşluktu.
Acar’ın sıkıntı dolu bir nefes aldığını fark ederken
birden sırtüstü uzandı. Bedenimi rahatça kavrayıp göğsünün üzerine
bıraktığında, yatakla olan temasım tamamen kesilmişti, onun üzerinde yüzüstü
uzanıyor haldeydim. Bacaklarımız birbirlerine dolanırken, kolları beni
kaçacakmışım gibi sıkıca sardı. Sessizce göğsüne sinip, yüzümü yasladığım sol
göğsünden yükselen düzenli kalp atışlarını dinlemeye başladım.
“Elini hiç bırakmazsam, boşlukta kaybolmamak için bana
tutunursun. O bahsettiğin çıkış yoluna elimi bırakmadan yürürsün, yolu ben
gösteririm.” dediğinde iç çeker gibi nefeslendim. Acar’a âşık olmak, bundan
önceki aylarımı çoğunlukla özlemle ve kırgınlıkla geçirmeme yol açmıştı.
Son bir ayda da değişen bir şey yoktu. Özlem yerli
yerindeydi, fakat kırgınlığım artık Acar’a değildi. Özlemi de silip atmak için
az önce söylediklerini kabul edip, güvenmem gerekiyordu. Elini tutup, yanından
ayrılmamam…
“Sen biliyor musun ki o çıkış yolunu?” diye sordum küçük
bir çocuk hevesiyle. Acar’ın saçlarımın üzerine bastırdığı dudaklarından kopan
birkaç öpücük zihnime işlerken yüzümü kalbinin üzerine daha da gömdüm.
“Bilmiyorum, ama bulacağım Feris. Ne olursa olsun seni o
yola götüreceğim, zümrüt göz.” dedikten sonra ekledi. “Bana güveniyor musun?”
Yüzümü göğsünden kaldırıp avuçlarımı bedenine yaslayarak
başımı yükselttim. Yüzlerimizi karşı karşıya getirdiğimde gözlerimi koyulaşıp
acı bir kahverengine bürünen gözlerine diktim. “Güveniyorum.” Sesim şu ana
kadarki tüm cümlelerimden daha net çıkmıştı. Gözlerimizi ayırmadan konuşmuştum
ki bakışlarımdan bunun doğruluğunu kendisi de görebilsin.
Dudaklarımın hemen altında, çenemin ve alt dudağımın
arasında kalan çukurda dudaklarını hissettim. Öpmüyordu, ama geri de
çekilmiyordu. Dudakları oraya yaslı dururken, göğsüne tutunmaya çalışan
bileklerim ağrımaya başladığı için ellerimi kıpırdatmaya çalıştım. Acar, bunu
yaptığım anda beni yeniden göğsüne yatırdı. “Uyu biraz.”
Olumsuz bir ses çıkarttım. Uyumak istemiyordum. Acar’ın
uyumayacağına emindim, tek başına değilken uyuyamadığını, uyusa da rahatsız
olduğunu biliyordum. “Uyumayacağım.”
“Keyfiniz bilir Feris Hanım, ben uyuyorum. Siz öyle put
gibi bekleyin o zaman.” Şaşkın bakışlarımı yanağımı tişörtüne yaslayıp başımı
kaldırarak yüzüne çevirdim. O da biraz eğilip bana baktı. “Uyumayacaksın ki,
kandırma beni.”
“Başka işim yok seni mi kandıracağım kızım? Uykum geldi,
sıcaklığın mayıştırdı.”
“Biriyle uyumazsın sen, odada biri varken uyuyamazsın
ki.”
“Daha önce kokusu uykumu getirecek kadar içimi huzur
dolduran biriyle tanışmamışım demek ki, kapat yeşillerini zümrüt göz.” Sırtımı
okşamaya başladığında dudaklarıma konan minik tebessümü ondan gizleme ihtiyacı
duymadım. Kulağımda yankılanan kalp atışları hızlanır gibi olduğunda gözlerimi
sıkıca yumdum.
Uykuya dalmadan biraz önce Acar’ın yüzümde gezinen
parmaklarını hayal meyal hissedebilmiştim. “Bir daha kendini bana bu kadar
özletmene izin vermeyeceğim.” diyerek fısıldaması ise kulağıma dolan son
cümleydi.
~
“Camı kapatsana artık, serin esiyor.” Tuğrul amcanın ön
yolcu koltuğunda oturan Melih’in omuzuna dokunarak söylediklerinden sonra Melih
camını kapattı.
Acar’ın sürdüğü arabanın arka koltuğunda, yanımda Tuğrul
amca ile oturuyordum. Sabahın erken saatlerinde evden çıkmıştık, Acar arabayı
kullanmak yerine yanıma oturmak için niyetliydi fakat Tuğrul amca uykum var
deyip kendini yanıma atmıştı. Melih zaten uykudan ayılmamış haliyle araba
kullanabilecek gibi değildi.
“Ayılmaya çalışıyordum.” Melih’in açıklamasını dinlerken
Acar’la aynadan -daha önceki birkaç sefer olduğu gibi- göz göze geldim. Sık sık
üzerime çevrilen bakışlarından kaçmadan ben de ona baktım.
“Sen ayılacaksın diye İzgi dondu burada, çarpayım bir
tane ayılırsın belki.” Tuğrul amcanın teklifine hafifçe güldüm. Üşümemiştim ama
beni düşünmesi hoşuma gitmişti. “Üşümedim Tuğrul amca, üzerimdeki kalın.”
“Bu mu kalın? İncecik tişörtle duruyorsun.”
Uzun kollu tişörtüme istemsizce inceler bir bakış attım.
Bence ince değildi, fakat üstelemeyecektim.
“Siz ne zaman tanıştınız?” Acar’ın çok ani gelen
sorusunun muhatabı Tuğrul amca ve bendik. Melih omuzunun üzerinden bana dönüp
sırıttı. “Ben anlatayım mı?”
“Uykun açıldı hemen, işine gelince tabii.” dedim bastıra
bastıra. “Ne yaparsan yap.” Acar’ın, benim onu nereden bulup tanıdığım ve âşık
olduğumla ilgili bir fikri henüz yoktu. Melih ile bir sergide tanıştığımı
biliyordu sadece.
“Bence anlatmasın, öğrenmek için biraz sürünse şu
direksiyonun başındaki, bayağı sevinirdim.” Tuğrul amca eliyle Acar’ı işaret
edip konuşurken Acar’ın sabır dileyen mırıltılarını duyuyordum. Kendimi tutamadım,
gülüşüm bu kez sesli olarak dudaklarımdan döküldü.
“Baba dur, dinleyince daha sürünecek, ben tanıyorum ikizimi.”
dedikten sonra konuşmaya başladı. “İzgi ile ilk tanışan ben oldum, babamın işi
var diye annemin beni zorla peşinde sürüklediği bir resim sergisinde
karşılaştık. Annem bir oraya bir oraya gidip dururken ben kenarda duruyordum
boş boş.”
“Sanat aşkıyla doluymuşsun oğlum, her zamanki gibi.”
Tuğrul amca, Melih’e takılırken ben de biraz hak verdim. Demet teyze ve
kendisinin sergilere ilgili olduklarını biliyordum. Melih ise onların aksine bu
işlerden oldukça uzaktı.
“Neyse işte, ben öyle dikilirken birden yanımdaki
tablonun önünde bir kadın belirdi. Benim bir bakış atıp geçtiğim, sırtımı
çevirdiğim tablonun önünde hipnoz olmuş gibi dikilmeye başladı. Önünde durduğum
tablo, sergidekilerin bile fazla ilgisini çekmemişken bu kadının dikkatle neyi
incelediğini merak ettim tabii.” Bahsettiği kadın bendim.
O tabloda beni içine çeken neydi şimdi hatırlamıyorum
fakat o tablo beni dolaylı yoldan şu anda arabada birlikte bulunduğum üç adamla
tanıştırmıştı.
O gece Melih ile ettiğim kısa sohbetin ardından, Demet
teyze ile de tanışmıştım. Sonrasında gelişen günlerde Melih ile aramızda tatlı
bir bağ oluşmuştu. Aniden edindiğim bir arkadaşın kafamın fazlasıyla dolu
olduğu bir dönemde hayatımdaki etkisi büyüktü. Melih’in ısrarıyla evlerine bir
akşam yemeğine misafir olduğumda ise asıl hikâye başlamıştı.
Melih’ten birkaç kez adını duysam da hiç görmediğim, ama
Melih’e benzediğini sandığım Acar’ı fotoğraflardan ilk görüşüm o akşamdı. Tabii
ki fotoğraflarını görür görmez deli divane âşık olmamıştım. Etkilendiğimi yalanlayamazdım
fakat o anki hislerim aşktan çok uzaktı.
Onu Melih’ten dinledikçe, tanımaya başladıkça duygularım
yoğunlaşmıştı. Yurt dışında olmasa da karşısına o sıralarda çıkar ve hislerimi
anlatır mıydım bilmiyordum, fakat en azından bir şekilde denk gelirdik diye
düşünüyordum.
Melih, bu kısımları da bitirirken Acar onu hiç bölmeden
dikkatle dinliyordu. Tuğrul amca arada birkaç yorum katmıştı fakat Acar hiçbir
şey söylemiyordu. Acar’a âşık olma hikâyemin burada, böyle açıkça konuşuluyor
olması beni utandırmalı ya da rahatsız etmeli miydi emin değildim. Ancak
etmiyordu. Ona karşı hissettiklerimden utanmıyordum, Tuğrul amca ve Melih zaten
bunu önceden bilen iki kişiydiler. Şimdi konuşulması neden garip olsundu?
Melih daha fazla ayrıntıya girmeden sustuğunda Acar’ı
aynadan görmeye çalıştım. Halen sessizdi.
“Bu arada, annenin bizim evdeki odana bıraktığı tablo…”
diyerek başlayan Tuğrul amcanın sözünü Acar kesti. Böylece Melih’in
anlattıklarından sonraki ilk cümlesini de duymuş olduk. “Feris’in çizdiği bir
tablo.”
“Aynen öyle, tabloyu nereye soktuysan çıkart da as.
Odandaydı bir ara, ama şimdi yok.” Bu biraz üzmüştü beni, bahsettikleri tabloyu
Demet teyzenin istediği başka bir tabloyu resmettikten sonra ek olarak yapıp
onlara vermiştim. Acar’ın odasına bırakıldığını, ona verildiğini bilmiyordum.
Asmış olmasını isterdim beğenip.
“Odamda.”
“Dalga mı geçiyorsun lan babanla, yok odanda.” Tuğrul
amca hafif sinirle konuştuğunda Acar tepki vermedi.
“Kendi evimdeki odamda.” Bu cevap kısa bir sessizlik
yarattı. Kollarımı kendime sarıp cama doğru yaslandım. “Feris’in diğer
resimlerini gördüğümde odamdakinin onun elinden çıkmış olduğunu anladım.
Sizdeki odamda ayda bir kez bile gelip uyumuyorum, orada durması mantıksızdı.
Alıp evime götürdüm.”
“Acar,” dedi Melih muzip bir sesle. “Sen olmuşsun bayağı,
kardeşim.”
Tuğrul amca ve Melih’in gülen suratlarının aksine Acar
hafif gergin duruyordu. Bunun sebebini o an için anlayamasam da üzerinde
durmadım.
Acar’ın evine gitmiştim fakat yatak odasına girmemiştim
hiç. Tabloyu o yüzden görmemiştim sanırım. Uyandığında gördüğü ilk şeylerden
biri olmasında sakınca görmeyecek kadar beğenmiş olmasına içim kıpır kıpır
olmuştu. Salona da asabilirdi sonuçta, ama odamda demişti.
Resimlerimin birilerince beğenilmesi hep en büyük
mutluluk sebebimdi. Ailem, özellikle annem yaptığım resimleri ve bunu hayatımın
merkezi haline getirmemi o kadar küçümserdi ki kendime olan güvenim sarsılmış
haldeydi çoğu zaman.
Yolun geri kalanını ne zaman daldığımı fark etmediğim bir
uykuyla geçirmiştim. Bunu fark etmem de gözlerimi araladığımda gerçekleşti.
Araba durmuştu. Beni uyandıran ise halen devam eden konuşma sesleriydi.
“Koray’a haber vermemiz lazım, seninle kalacak tamam ama
en azından güvende olduğunu bilsin Acar. Halini gördün sen de.” Gözlerimi yarı
aralı hale getirdiğimde ilk gözüme çarpan Tuğrul amcanın artık arabada
olmayışıydı.
Melih ve Acar önde konuşuyorlardı. Bense koltuğa uzanmış
haldeydim.
“Haber ver ya da verme, Feris onu görmek istemeden
karşısına çıkmasına izin vermem. İstemezse kimseyi görmez, ama yanımda olacak
Melih. Yüzleşmek istemediği hiçbir olay ya da kişiyle yüzleşmeyecek.”
Benim hakkımda konuşuyorlardı. Uyuyor gibi davranıp
kalanını da dinleyebilirdim fakat en son böyle bir kulak misafirliği sonucunda
hayatım tepetaklak olmuştu. Dersimi almış sayılırdım.
Olduğum yerde dönüyormuş gibi hareketlendiğimde sustular.
Gözlerimi ovup görüşümü netleştirmeye çalıştım biraz.
“Uyandınız sonunda İzgi Hanım, mışıl mışıl uyudunuz
vallahi.” Melih bana doğru dönerek konuşurken ona baktım. “Çok mu uyudum?”
dedim az önceki konuyu hiç duymamış gibi yaparak.
“En fazla bir buçuk saat olmuştur. İyi misin?” Acar da
bana dönünce olduğum yerden doğruldum. İki koltuğun tam ortasında olacak
şekilde oturdum. “İyiyim, başım dönüyor sadece çok az.”
“Araba yoldayken uyuduğun içindir, geçer birazdan.
Geçmezse söyle.” Acar’ı onaylarken camdan dışarıya baktım. Nerede olduğumuzu
pek anlayamamıştım.
“Burası neresi?” diye sordum.
“Adliyenin oralardayız, babamı bıraktık. Şimdi de yola
çıkacaktık.” Az önceki konuşmanın sebebi buydu demek ki, nereye gideceğimizi
tartışıyorlardı.
“Atölyeye gidebilir miyiz?” dedim. Cevap alamadım. İkisi
birbirine bakıp kısa bir bakışmadan sonra yeniden bana döndüler.
“Neden?”
“Orada olmak istiyorum, iyi hissedeceğim.” Bundan emin
değildim, ama çaktırmamaya çalıştım.
“Gidebiliriz, gidebiliriz tabii ama atölyede davetsiz bir
misafir var.” Melih’in neyi kastettiğini anlayamadım. “Kim var?”
“Koray. Bir haftadır orada, çıkmıyor dışarı, içip içip
olduğu yerde sızıyor. Döngüye girdi.”
Avuçlarımı sıkıca kapatıp yumruklarımı sıktım. Koray ile
ilgili bir şeyler duymak ve duyduklarımın da bunlar olması kalbimi acıtmıştı.
“Gidelim atölyeye.” dedim kısık bir sesle. Kaçmayacaktım.
Kaçmak şu ana kadar hiçbir sorunumu çözememişti.
Acar’ın itiraz edecek gibi aralanan dudaklarından bir
şeyler dökülmeden önce onu durdurmasını umduğum bakışlarımla gözlerinin içine
baktım. Gözlerini sıkıca kapatıp ağzının içinde bir şeyler mırıldandı, ama
itiraz etmeden önüne dönüp arabayı çalıştırmıştı.
Melih de bana göz kırpıp gülümsedikten sonra önüne döndü.
Arkama yaslanıp ön camdan yolu izlemeye başlarken biraz sonraki karşılaşmayı
düşünmeye dalmıştım.
“Beni ajansa bırakırsın önce, yolumuzun üstü zaten.”
Melih’i istediği gibi ajansta bırakmamız yirmi dakika kadar sürdü. Vedalaşıp
uzaklaşırken ben de ön koltuğa geçmiştim.
“Vazgeçtiysen eve sürebilirim, kapının önünden de olsa
dönerim.” Acar, gözlerini yoldan ayırmadan konuşurken başımı iki yana salladım.
“Eminim, gidelim. Ertelemek bir işime yaramayacak, sonsuza kadar Koray’dan
kaçamam.” dediğimde bir şey söylemedi.
Atölyenin olduğu binanın hemen önünde durana dek başka
bir şey konuşmadık. Kapımı açıp yere bastığımda Acar çoktan arabadan inip benim
olduğum tarafa dolanmıştı. “Eşyalarımı als-…”
“Gerek yok.” diyerek kestirip attığında kapıyı
kapatamadan ona baktım. “Ne?”
“Koray’ı gör, evinden alacağın bir şey varsa al. Sonra
döneceğiz, benimle kalmanı istiyorum Feris.”
“Buna gerek yok, atölyede kalabilirim.” dedim sakince.
Arabanın kapısını kapatıp kaldırımda bir adım attım. Dip dibeydik. Boy farkımız
biraz daha az olsaydı burun buruna olacağımız kesindi. Başımı geriye atıp
yüzüne baktım. “Gerek var ya da yok, benimle kal Feris. En azından birkaç gün,
sonra tekrar konuşuruz.”
Sessiz kalmayı seçerek binanın kapısına yöneldim. Daha
sonra konuşulabilirdi, şu an aklımı buna yormak istemiyordum.
Çoğu zaman olduğu gibi aralı bırakılmış bina kapısını
iterek içeri girdiğimde Acar da birkaç adım arkamdan geliyordu.
Asansöre yönelmeden merdivenleri çıkmaya başladım. Daire
kapısının önüne vardığımda küçük bir duraksama yaşamıştım. Zile uzanmadan önce
Acar’a göz ucuyla baktığımda onun da dikkatle beni izliyor olduğunu gördüm.
Biraz daha durursam beni buradan götürecekmiş gibi
görünüyordu. Bu yüzden daha fazla oyalanmadan zile bastım.
Zil sesi kulaklarımızı doldurduktan sonra uzun bir süre
kapıda bir hareketlilik olmadığında bu kez Acar daha uzun süre basılı tutarak
zili çaldı. Yüzüm, tiz sesin tekrarıyla buruşurken kapının açılmaya başladığını
belirten tıkırtılar duyuldu.
Koray gerçekten buradaydı.
Kapı açıldığında karşımda duran adam alışık olduğum
Koray’dan çok farklıydı, ama buradaydı. Karşımdaydı.
Yüzündeki yorgunluğu bakar bakmaz görebildim. Aynadan
alışık olduğum bir yorgunluktu bu. Benim gibi bakıyordu, bir aydır aynı
yorgunluğu sırtlanmışız gibi görünüyordu.
“İzgi’m…” derken sesi kısıktı. Bakışları benim üzerimde
hızlıca gezindikten sonra burada oluşumun gerçekliğinden emin olduğu anda
gözlerinden birkaç damla yaş indi. O yaşlar yanaklarından boynuna varamadan,
benim de gözlerim dolup yanaklarıma yağmaya başlamıştı. “Geldin mi gerçekten?”
İstemsizce başımı sallayarak cevap verdiğimde gözlerinden
akan yaşlara rağmen gülümsedi. “Hoş geldin.”
Kollarımın ona sarılma ihtiyacıyla uyuşurcasına
karıncalanıyor olmasını göz ardı etmeye çalışarak içeriye girdim. Biraz
konuşmadan önce sarılırsam, bu mantıklı olmayacaktı. Çünkü Koray’a sarıldığımda
şu ana kadarki en büyük patlamayı yaşayacağımı biliyordum.
Bir aydır yasını tuttuğum şey çocukluğumdu, çocukluğumun
en büyük izi ise Koray’dı.
Salona doğru ilerlediğimde yerde belirmeye başlayan
şişeler kaşlarımın derince çatılmasına sebep oldu. İçeriyi kaplamış olan alkol
kokusu burnumu yakarken bununla ilgili bir şey söylememeye çalışarak koltuğa
ulaşıp oturdum. Dizlerimi kendime çekip sarıldığımda karşımda duran resme
takıldı bakışlarım.
O sabah yaptığım resimdi bu. Tuvali halen şövalenin
üzerindeydi.
“Neredeydin? Bir ay boyunca, neredeydin İzgi’m?
Gidebileceğini düşündüğüm her yeri aradım, herkese sordum. Aklıma… Aklıma
binlerce şey geldi, seni bulamadıkça...” Kastettiklerinin başıma kötü bir şey
gelmiş olması ya da kendime zarar vermiş olmam olduğunu anlamak için kâhin
olmaya gerek yoktu.
“Babam biliyormuş nerede olduğunu, biz de dün gece
öğrendik.” Acar benim cevap vermediğimi gördüğünde benim yerime açıklarken
Koray ‘anladım’ der gibi başını salladı.
Koltukta yanım boştu. Acar, benim resim yaptığım sandalyeye
yerleşmişken Koray yanıma oturmak yerine koltuğun önünde dizlerinin üzerine
çöküp oturdu. Ona yukarıdan bakıyordum, dizlerimin dibindeydi.
“Özür dilerim, bana kendinden daha çok güvenirken o
güveni kırdığım için çok özür dilerim İzgi.” Koray acı çekiyormuş gibi
konuşurken derin bir nefes almaya çalıştım. “Ne zaman öğrendin bunu?” diye
sordum. Benden kaç yıldır saklıyordu bu gerçeği?
“16 yaşındaydım.” 9
yıl.
9 yıl olmuştu.
Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama bu telaşla konuşmaya
başlamasına sebep oldu. “Söylemeyi çok düşündüm, İzgi yemin ederim söylemek
istedim. Ama bunu bilmek seni daha da üzer sandım, sonra üzerinden yıllar geçti
zaten. Aniden karşına çıkıp bunu söyleyemedim.” Yalvarır gibi konuşuyordu, onu
anlamam için gerekirse yalvaracağını da biliyordum. Acı çekiyordu, acı
çekiyordum.
“Bunu bilmek beni üzerdi.” dedim onu onaylayarak. “Gerçek
ailemin beni terk ettiğini ya da başka bir felaket senaryosuyla öldüklerini
düşünürdüm. Bu beni çok üzerdi Koray.” Gözlerimiz birbirlerinden ayrılmazken devam
ettim. “Ama sizin benden bunu yıllarca saklamış olmanız da çok üzdü beni. Belki
de daha fazla üzdü biliyor musun?”
Koray’ın yüzünü iki elimle kavrayıp arada yanaklarına
akmaya devam eden yaşların ellerime akmasına sebep oldum. “Ailem sensin çünkü
benim, o yüzden en çok bu yaktı canımı.”
“Aptalım ben, aptalın tekiyim İzgi ama yalvarırım affet.
Seni kaybedemem, aptallığımın cezası bu olmasın n’olur!”
Koray’ı affetmemeyi bu bir ay boyunca hiç düşünmemiştim.
Koray, öylece hayatımdan çıkartabileceğim hatta çıkartmayı kenara bırakın
bendeki değerini az da olsa değiştirebileceğim biri bile değildi.
Belki her şey bir anda eskisi gibi olmazdı, zaman zaman
kendimi geri çektiğim anlar olurdu ama bu biraz da benim iyi olmayışımdandı.
Ben, şu anda içinde bulunduğum ruh halinin sağlıklı olmadığının farkındaydım.
Anlamlı tepkiler vermiyordum.
Yanlış giden bir şeyler olduğunu görüyordum ama düzeltmek
için gücüm yoktu.
Gücüm olacağına söz veren bir adam ve zaten yıllardır
gücüm olup yanımda duran diğer bir adamla aynı odadaydım. Biri uzaktan dikkatle
beni izliyor, diğeri önümde benim için gözyaşı döküyordu.
Koray’a başka bir şey söylemedim. Az önce kapıda
ertelediğim o sarılma için kollarımı iki yana açtım. Koray’ın yüzüne yerleşen
tebessümü izlerken o ayaklanıp koltuğa oturdu ve kendimi kollarının arasında
buldum. Saniyeler içinde gerçekleşen bu süreç sonunda ise kendimi yanıltmamış, Koray’a
tutunarak içim sökülüyormuş gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.
“Buradayım, yanındayım İzgi’m. Hep öyleydim, hep öyle
olacağım. Çilek sözü.” Derin
hıçkırıklarımın arasında duyduğum iki kelime iç çekmeme sebep oldu. Çilek sözü,
ikimiz arasında bir yemindi. Adını kimin koyduğu fazlasıyla belli olsa da
genelde bu sözü veren kişi Koray olurdu. Beni ikna etmek, üzüleceğim anları bitirmek
ya da bir şekilde iyi hissedeceğim bir senaryonun gerçekleşeceğine dair umut
yeşertmek için yapardı bunu.
Umutlarım hep vardı, düştükçe yenisine tutunduğum
binlerce umutla büyümüştüm. Bundan vazgeçmemiş, bıkmamıştım. Ancak ilk kez
umutsuz hissediyordum.
Umutlarımı yeşertmek için ise sanırım bir mucizeye ihtiyacım vardı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder