Düşten Farksız 1.Bölüm

 1.BÖLÜM


Hoş geldiniz...

İyi okumalar!

 

~~~

 

Eğitim hayatım boyunca duyduğum sayılı övgülerin tümü aynı yerden doğmuştu.

Dil öğrenmeyi, diğer her şeyi öğrenmekten nefret ettiğim kadar çok severdim. Yabancı dillere olan yatkınlığım,  öğretmenlerimin geriye kalan olumsuz özelliklerimi göz ardı edebilecekleri kadar büyüleyici olmasa da baskın bir gerçekti.

Yarı Türk yarı Yunan bir anneye sahip olmak, ilk olarak bu iki dille içli dışlı olmama öncü olmuşken; eklenen diğer diller keyfimdendi. Kelimelerin arasında kaybolmak, daha önce rastlamadığım kelimelerle yolum birden kesiştiğinde onları öğrenme açlığı çekmek benim için tatlı bir zevkti.

Bir hafta önce on dokuz yılını tamamladığım ömrümde, Yunanistan sınırları dışında bulunmuş değildim. Bu, bildiğim dillerden yalnızca Yunanca ile doyasıya vakit geçirebildim demekti.

Az önce ayak bastığım şehir ise beni bildiğim dillerden bir diğerinin kucağına çekmişti.

İstanbul’daydım.

Uçaktan indikten sonra henüz valizimi alacağım kısma varamadan gözüme takılan tabelalar Türkçe ve İngilizceyi birlikte barındırıyorlardı. Hevesle Türkçe kısımları okurken adımlarım etrafımdaki aceleci insan kalabalığına oranla bin kat yavaştı. Herkes hızla buradan çıkmak, havaalanından ayrılıp asıl varış noktasına kavuşmak için koşar adım ilerlerken ben evim burasıymış gibi rahattım.

Eşyalarımı azaltabileceğim kadar azaltıp eleyerek tıkıştırdığım, orta boy sayılabilecek valizimi banttan aldığımda aradan dakikalar geçmişti. Burada halletmem gereken başka bir iş kalmadığında arkamda sürüklediğim valizimle birlikte ‘çıkış’ yazılı işaretlerin peşine düşmüştüm.

Havaalanındaki klimalı serinliğin bir yanılsama olduğunu, kapıdan çıkar çıkmaz bedenimi saran ısıyla fark ettiğimde yüzüm buruştu. Saçlarımın tepesinde duran güneş gözlüğümü aşağıya kaydırıp gözlerimi korumaya çalışırken Yunanistan’dan bir farkı olmayan sıcakta bulabildiğim ilk gölgeye adımladım.

Biletimi almaya karar verdiğim andan, uçak İstanbul’a inene dek düşünmeyi ertelediklerim artık düşünmem gereken zorunluluklar haline gelmişti. Düşünmeliydim, çünkü düşünmezsem buradan gidebilecek olduğum tek bir yer bile yoktu. Gerisin geri içeri dönüp, bir bilet bulmak ve Atina’ya uçmak zorunda olurdum.

Omuzumda asılı duran ince askılı çantamdan, son haftalarda ezberlemem gerekirmiş gibi bakıp durduğumdan artık buruş buruş hale gelen not kâğıdını çıkarttım.

Elimde yıllar öncesinden kalma, belki de yıkılıp yerine bambaşka bir bina dikilmiş olabilecek bir ev adresi ile salına salına İstanbul’a gelmiştim. IMDB puanı yerlerde gezinen tatsız bir filmin ilk sahnesinden fırlamış gibiydim.

Sığındığım gölgelik alanda zaman zaman telefonuma zaman zaman da etrafa bakarak bir süre daha oyalansam da artık hem şarjım bitmek üzereydi hem de yorgunluktan şaftım kaymaya başlamıştı.

Gelen uçaklardan yolcu kaçırmamak için biraz ilerimde sürekli yenilenen bir sıra oluşturmuş taksilere doğru valizimi de peşimde sürükleyerek adımladım. Taksilerden birinin kapısına uzandığımda çaprazdaki araçtan kalabalığın uğultusuna rağmen kulağımı delecek ölçüde bağıran adam irkilmeme sebep olmuştu.

“Ablacım sıra bu araçta, gel böyle.”

Bana sesleniyor olduğunu zar zor anladığım, yirmilerinin ortasında görünen adamın neden bana abla dediğini tam anlayamasam da yaşımı yanlış yorumlayabileceğini düşünerek üstelemedim. Camdan çıkarttığı kafasını, ona doğru ilerlemeye başladığımda geri sokmuştu.

Valizimi bagaja sokmak için havalandıracağım sırada adam kapısını açıp indi. “Yardım edeyim, kuş kadar canınla nasıl kaldıracaksın sen onu?”

Kullandığı söz öbeğinin bir deyim olduğunu algılasam da anlamını kavramak için biraz düşündüm. Kuş kadar can…

Kafam karışmış halde ona baktığım için olacak ki tereddüt ederek konuştu kendi kendine. “Türkçe biliyorsun sandım, gel dediğimde gelince… Yanlış anladık herhalde.”

“Biliyorum,” dedim hemen. “Türkçe biliyorum ama ana dilim değil. Kullandığınız deyimi anlayamadım. Kuş kadar canın var dediniz ya.”

Adamın tereddütlü ifadesi kayboldu. Güldü hafifçe. Valizimi rahatça kaldırıp bagaja koyarken konuştu tekrar. “Gücün valizi kaldırmaya yetmez demek istedim.”

Kuş kadar can ifadesinin olumsuz olduğunu anlamıştım böylece. Aklımda bir yerlere not ettiğim bilgiyle birlikte arka koltuğa yerleştim. Adam da yerine geçtiğinde yavaşça hareket etmeye başladı araç.

“Nereye gidiyorsun ablacım?”

Çantamdan düşecek gibi duran kâğıdı yeniden kavrayıp ona uzattım. “Buraya gideceğiz.”

Kâğıda kısa bir göz attı. “Kırk beş dakikadan fazla sürmez.”

Az ya da çok algımı çalıştırmaya gerek duymadım. Bu yol beş dakika da sürse, beş saatte sürse önemli değildi. Yolun sonunda kendimi bulacağım yer asıl kilit nokta olacaktı.

Taksi trafiğe karışırken camdan seyrettiğim yolların çevresine dizili yerleşim yerlerini inceliyordum. Adamın sesini tekrar duyana dek de gözümü camdan hiç ayırmamıştım.

“Almancı falan mısınız abla, gerçi aksan pek benzemiyor ama…”

Türkçeyi zorlanmadan konuşuyor olsam da dilimden dökülenlerin ana dili Türkçe olanlara aksanlı geldiği gerçeğinden haberdardım. Yunancadaki hafif uzatılan heceleri istemsizce Türkçe konuşurken de kullanıyordum. Yunanca dışındaki dillerde sık pratik yapamayışımın sebep olduğu bir eksiklikti bu.

“Değilim,” dedim yanıtlamakta sakınca görmeyerek. “Yarı Yunan yarı Türk’üm.”

Aklında aydınlanan bir ampul olduğunu belli edercesine kaşları havalandı. Aynadan görebildiğim kadarıyla ifadesindeki değişimler hızlıydı. “Bir yerden çıkarttım diyorum ben de o aksanı, dilimin ucundaydı.”

Bu andan sonrasında, taksicinin büyük büyük dedesinin Selanik göçmeni oluşuyla ilgili derin bilgiler edinmiş, bir ara Osmanlı tarihine ve bir ara da yemeklere kadar sürüklenen sohbette farkında olmadan zihnim adamın dediklerinden başka bir yere uzanamamıştı.

Uzattığım kâğıttaki adrese ulaşmamız, adamın dediği gibi kırk dakikalık bir zaman almıştı. “Burası abla verdiğin adres.”

Durduğumuz sokakta, buraya gelirken sıkça gördüğüm uzun binaların aksine daha az katlı ve o yüksek binalara nazaran daha yeşil alana ve aralığa sahip evler vardı. Doğru yerde olup olmadığımı bilmesem de taksiciyi burada bekletemeyeceğimden ödemeyi yapıp, yine adamın yardımıyla valizimi aldıktan sonra araç uzaklaşana dek olduğum yerde öylece bekledim.

Adreste yazan kapı numarasının tam önündeydim. Göğsüme kadar zar zor gelen boyda bir demir kapının sakladığı yeşil alanı çevreleyen duvarda yazan numara elimdeki kâğıtla örtüşüyordu.

İki katlı, açık kahve bir renge boyanmış eve baktığımda yeni yapılıp yapılmadığını tam olarak anlayabilmem mümkün değildi. Bu evin yirmi yıl önce var olan, ulaşmam gereken ev olup olmadığını anlamak için şansımı deneyip içeri girmekten başka yolum yoktu.

Valizimin tekerlekleri yeşilliklerin arasında biraz zorluk yaşasa da evin girişindeki birkaç basamaklık yükseltiye kadar ilerlemeyi başardım.

Basamaklardan çekiştirmek yerine valizi aşağıda bırakıp üç merdiveni tek başıma tırmanırken geri dönmemi haykıran iç sesime kulak vermemek çok zordu. Kapı açıldığında kimi bulacağımı, bulmak istediğim kişiyi bulursam nasıl bir tepki alacağımı bilmemek beni delirtiyordu.

Koyu ahşap kapıyla bakışmam, harekete geçmezsem saatler sürebilirdi. Zili çalmamak için kendime amaçsızca zaman kazandırmaya çalışıyordum. Oysa ertelemenin bana bir getirisi yoktu.

Kapı ziline birkaç saniye bastırıp elimi geri çektiğimde dışarıdan bakan birinin kalbimin ağzımda attığını söyleyebilmesi imkânsızdı. Hislerimi saklama konusunda kolay kolay zorlanmazdım.

Kapı aralandığında boğazıma büyük bir parça sıkışmış gibi yutkundum. İşe yaramamıştı. Boğulacak kadar gergin hissetmeyi sürdürüyordum.

“Buyurun?” diyerek sorguyla bana bakan kadının yaşı tahminimce altmışlarına yakındı. Saçlarından ve yüzündeki belli belirsiz çizgilerden yola çıkarak tahmin etmiştim. Çok büyük bir yanılgıya düştüğümü sanmıyordum.

Boyu benden kısaydı. Bunu bir santim daha uzayamadığı için kendini paralayan 1,74 biri olmamla da bağdaştırabilirdim. Türkiye ortalamasının çok uzun kadınlara aşina olmadığını biliyordum.

“Merhaba,” diye mırıldanırken sesimi bulabilmek için olağanüstü bir çaba göstermiştim.

“Merhaba kızım, tanıyamadım seni ama…”

Tanıması gereken biri olduğumu varsayarak düşünceli bir biçimde konuştuğunda başımı iki yana salladım. “Ben birini arıyorum da, doğru adres burası mı bilmiyorum ama başka bir şansım yoktu.”

İfadesi meraka büründü. “Kimi arıyorsun?”

Son altı ayımın her boşluğunda aklıma düşüp duran ismi ve soy ismi aynı anda ilk kez sesli olarak dillendirirken kendi sesime yabancıydım. “Timur Akdoğan,” dedim bir nefeste. “Tanıyor musunuz?”

Kadının ela gözleri kısıldı. “Neden arıyorsun?” diye sorduğunda sorusunun cevabını vermekten çok daha önemli bir işe girişmiştim. Doğru adreste olduğum gerçeğini kabullenmekteydim.

Az önce andığım o isme, daha önce hiç olmadığım kadar yakındım.

“Tanıyorsunuz,” dedim sesimden sızan karmaşık hisleri bir bir anlayamayacağının bilincindeyken. Ben bile kendimi anlayamıyorken karşımdaki kadının beni sayfa sayfa çözümleyebilmesi mümkün değildi. “Burada mı?”

Kadın ne diyeceğini bilememiş gibi bir an yüzüme bakakaldı. “Yok mu?” diye sorduğumda bu kez sesimdeki hayal kırıklığını saklayamamıştım. Sanırım yüzünde daha ılımlı bir ifade oluşmasının kaynağı da buydu.

“Kim olduğunu söylemeyeceksin belli ki, ben söyleyeyim o zaman. Annesiyim Timur’un.”

Doğru yerde oluşum, elimdeki adresin beni varmam gereken yere getirmiş olması artık kesinken hayatımda nelerin değişeceğinden ve bu değişimlerin beni bugün olduğum noktadan ne kadar uzağa götüreceğinden haberdar değildim.

 

~

 

“Teşekkür ederim,” dedim uzatılan bardağı sıkıca kavrarken. Bardaktaki suyun soğukluğuyla cam yüzey elimi ferahlatmıştı.

“Afiyet olsun.”

Oturduğum koltuğun bulunduğu salonda ve salonun bir parçası olduğu evde her şeye yabancıydım.

Henüz kendimi tanıtmaya girişmemiş olsam da kadın sanırım halimden bir tehlike oluşturmadığım çıkarımından bulunarak beni içeriye davet etmişti. Bunu, sorduğum isimle ne işim olduğunu öğrenmek için yaptığını biliyordum elbette.

Sudan bir iki yudum aldıktan sonra bardağı önümde duran geniş sehpaya bıraktım.

Aradığım kişiden önce, annesiyle karşı karşıya kalmış olmam bir şans mıydı yoksa şanssızlık mı bilmiyordum.

“Nereden tanıyorsun Timur’u? Öğrencilerinden misin diyeceğim ama hiç o tiplere de benzemiyorsun ki.” diyerek hafif hayretle konuştu. Çaprazımdaki koltukta oturuyordu. Üzerimdeki ince askılı mavi elbiseye benzer renkte bir elbisesi vardı. Tamamen beyaza bürünmüş saçlarına rağmen, gözlerindeki ışıltıyı kaybetmemiş; güzelliğinin yaşıyla sönmemek için direndiğini kanıtlar gibiydi.

“Öğretmen mi?” diye sordum onunla ilgili bir şey öğrenmenin hissettirdiği gariplikle baş etmeye çabalarken. Adını altı ay önce öğrenmiş, kalan bilgilerin her birinden de kaçmıştım.

Kaşları havalandı. “Sen Timur’un adından başka bir şey biliyora benzemiyorsun güzel kızım, kim olduğunu söyleyecek misin bana artık?”

Despina,” dedim daha fazla kabalık etmek istemeyerek. Kadın tanımamasına rağmen beni evine almışken onu yormak istememiştim. “Adım Despina.”

Daha önce duymadığını belli edercesine yüzünde ilginç bir ifade oluştu. Buna şaşırmamıştım tabii. Türkçe bir isme sahip değildim.

“Hiç duymamıştım,” dedi ifadesini doğru yorumladığımı anlamama yardımcı olurken. “Türkçe mi bu isim?”

“Değil, Yunanca ismim.” Anlayışla yüzü eski haline döndü.

“Yunan mıydın? Şakır şakır Türkçe konuşuyorsun, azıcık aksanın var gerçi söyleyince yerleşti şimdi aklımda.”

Başımı iki yana salladım. “Annem yarı Yunan yarı Türk’.” Türkçe bilgimi açıkladığımda gülümsedi. “Ne güzel,” dedi. Alacağı cevabın ona ne getireceğinden habersiz, sordu. “Baban peki?”

Yanağıma değen saç tutamını kulağımın arkasına iterken gözlerimi gözlerinden çekmeden yanıtladım. “Babam Türk.”

Gülümseyişi büyüdü. Tatlı bir şeyler söyleyecek gibiydi ama daha fazla uzatmak istemedim. Onu oyalıyormuş gibi hissetmek hoşuma gitmemişti. “Yani bildiğim kadarıyla öyle, eğer siz ya da eşiniz başka bir ülkeyle bağlantılı değilseniz…”

Söylediklerimi duydu. Duyar duymaz parçaları birleştirebileceği kadar basit bir konu değildi bu. Birkaç saniye sadece yüzüme bakmakla yetindi. Duyduklarını aklından tekrarladığından emindim.

“Sen…” diyebildi sadece dudaklarını kıpırdatıp. Üç harfe üç yüz soru sığdırmış gibiydi. O soruların birçoğundan kaçtım o an.

“Kızıyım,” dedim başım hafifçe omuzuma doğru eğilirken. “Timur Akdoğan’ın kızıyım ben.”

Ela gözlerini peş peşe kırpıştırdı. Sürüklendiği şokun konuşmasına engel olduğu belliydi. Bu, bir süre böyle devam etti. Olduğum yerden kıpırdamadım, ona kendine gelebilmesi için bolca zaman tanıdım. Ben bunu altı aydır başaramamıştım, belki o benden hızlı olur ve birazdan kendini daha iyi hissederdi.

Henüz bir tepki verebilecek hale gelemeden önce evin içini zil sesi doldurdu. Göğsüm hızla inip kalktı. Bu, gelenin o olabilme ihtimalinin verdiği ağırlıktı.

Daha önce çalan bir kapının ardında babamı bulabileceğime dair umut beslediğim bir anım olmamıştı. Yeni ve tanımlaması oldukça zor olan bu hissin altında ezilirken kadın hafif sarsak şekilde yerinden kalktı. “Geliyorum,” gibi bir şey mırıldanmıştı ağzının içinde bana.

Çoktan salondan çıktığı için beni görememiş olsa da başımı salladım onay verircesine. Sarhoş gibiydim biraz.

Kapıdan gelebilecek herhangi bir sese odaklıydım ama hiçbir şey duyamıyordum. Tek yapabildiğim gözlerimi kapıya çevirmekti.

Titreyen parmaklarımı bacaklarıma bastırdım. Bu, bacaklarımın da durumun ciddiyetini kavrayıp titremesine yaramıştı sadece.

Belki saniyeler, belki de dakikalar sonra yaklaşan adım seslerinin birden fazla kişiye ait olduğunu duyumsadım.

İçeriye ilk giren, biraz önce yanımdan ayrılan kadın oldu. Onun hemen arkasında beliren ise kadının bedenini ikiye katlayacak ölçülerde oldukça heybetli bir adamdı.

Yaşı kadına yakın, uzaktan dahi belirgin yeşil gözlerindeki keskin ifadeyle kıpırdamadan birilerinin son nefesini verdirecek gibi görünen biriydi. Kadının kocası ve onun babası olduğunu tahmin etmek güç değildi.

Kadının benden duyduklarını çoktan eşine anlatmış olduğunu, adamın büyük bir dikkatle bana bakıyor olmasından anlamıştım. Yüzümde bir şeyler görmeye çabalıyordu sanki.

Girişte duraksamadan içeri girmişti. Her an birinin kapılarına dayanıp ben oğlunuzun kızıyım, oğlunuz nerede acaba demediğinden emindim ama adam, eşi kadar şaşkınlığını belli etmemişti. İfadesi duvardan halliceydi.

Kol koyma kısmına yapışık oturduğum koltuğa yakın duran tekli koltuğa yerleşti. Tok bir sesle konuştuğunda ilk kez sesini duymuş oldum. “Mirza Akdoğan.” diyerek kendini tanıttı.

“Despina,” dedim bir kez daha adımı bu salonda seslendirerek. “Rahatsız ettiğim için üzgünüm, ama oğlunuza ulaşabilmem için elimdeki tek kaynak burasıydı.”

Onları duruma hiç karıştırmadan direkt olarak Timur Akdoğan’ı bulabilmiş olmayı dilerdim. Bu, kadınla karşılaştığımda silik bir dilekken artık çok daha baskındı. Adamın bakışlarından kaçacak delik arama yoluna sapmak üzereydim.

“Oğluma ulaşmak isteme sebebinden bahsetti Canan,” dedi bir toplantıdaymış gibi ciddiydi. Karısının adını da böylece öğrenebilmiştim. “Doğruluğu belirsiz bir bilgiyle mi geldin buraya?”

Havaalanında ve takside bolca klimaya maruz kalmıştım. Dışarıdaki sıcağın aksine o iki yer gayet serindi, buna rağmen üşümemiştim. Oysa şimdi, kliması ya da soğutacak herhangi bir aleti olmayan, dışarıdan belki biraz daha az sıcak olan bu evin salonunda soğuktan titriyormuş gibi irkilmekten alıkoyamadım kendimi.

“Doğruluğu belirsiz değil,” dedim inatla. “Annem söyledi bunu bana.”

Yüzündeki ifade bir milim bile oynamadı. “Annen nerede peki? Tek mi yolladı seni bu kadar eminken?”

Koltuğa oturmak yerine eşinin oturduğu berjerin hemen yanında ayakta bekliyor olan kadının adamın omuzuna dokunuşunu gördüm. Küçük bir uyarıydı sanırım. Susması için miydi ya da başka bir şeyden mi kaynaklanıyordu emin değildim.

“Öldü,” dedim sakince.

Son altı ayda kaç ayrı kişiye kaç kez bunu dile getirdiğimi hiç saymamıştım. Bir fazlasının gerçekleşmesi sorun değildi elbette.

“Annen nerede Despina?”

-Öldü.

“Despina annene ulaşamıyorum, bir şey mi oldu?”

-Annem öldü.

“Anneni göremiyoruz bir süredir, hastanede mi yine?”

-Değil, öldü.

Küçük değişimlerle evirip çevirsem de verdiğim cevapların hepsinin vardığı nokta aynıydı.

İfadesizliğini tamamen parçalamamasına şaşırmadım adamın. Yine de yüzünde az öncekinden biraz daha farklı bir şey vardı artık.

Kadının iç çekişini duymuştum aynı saniyelerde. Biraz şaşkın biraz da acır bir iç çekişti. Bunu duymaya da, annemin ölümünü anlatmaya olduğu kadar alışmaya başlamıştım zamanla.

İfadesizliğini yorumladığım adamdan farklı görünmüyordum belki de. Ölümü soğuk bir duvar gibi dile getirmem, ölümü anmamdan daha çok şaşırtmıştı onları farkındaydım.

“Başın sağ olsun.” dediğini duydum birkaç saniye sonra adamın.

Sesli olarak yanıtlamadım. Sadece teşekkür eder gibi başımı salladım yavaşça.

“Kanıt sayabilmenize yeter mi bilmiyorum, bende bir tek bu var.” derken yanımda duran çantama uzandım. Ortasında kat izi oluşmaması için çantama öylesine bir kitabın arasına sıkıştırarak koyduğum fotoğrafı bulduğumda, karşımdaki çifte uzatmadan önce kısa bir an kendim göz ucuyla fotoğraf karesindeki iki kişiyi izledim.

Şimdiki halimin bir kopyasına benzeyen kadın, annemdi. Fotoğrafın arkasındaki tarih, o gün benimle yaşıt olduğunu da gösteriyordu zaten.

Solmaya başlamış fotoğrafta, annemin bakışlarını diktiği bir adam vardı. Bakışları birbirinden ayrılmadan, ikisinden başka hiçbir şey hiç var olmamış gibi durdukları fotoğrafı ilk gördüğümde uzun bir süre gözlerimi hiç çekememiştim onlardan.

Anneme bakmak, aynada kendime bakmak gibi hissettirse de artık yalnızca fotoğraflardan görebileceğim bir kadın olması ağırdı. Bununla ilk kez yüzleşmiyordum ama ilkinden daha katlanılabilir değildi hiçbir şey.

Fotoğrafı yavaşça ileriye doğru uzattım. Elim biraz havada kaldı. Adamın bakışları tereddütle yüzümde gezindi. Fotoğrafı alırsa bir şeylerin değişecek oluşundan kaçıyordu sanırım. Benim yalan söylüyor olabilme ihtimalim, sakin kalışımla yok oluyordu gözünde çünkü. Delirmeli, kendimi kanıtlamak için çırpınmalıydım.

Eğer yalan söyleseydim böyle yapardım. Bana inanmaları için çabalardım.

Büyük elleri fotoğrafı elimden çekip kavradığında elimi kucağıma bıraktım yeniden.

İkisi de dikkatle fotoğrafa baktılar bir süre. Kadının bakışları birkaç saniye sonra beni buldu, ardından yeniden fotoğrafa döndü. Annemin benimle benzerliğini fark ettiğini anlamıştım.

Fotoğraftakinin kendi oğulları oluşu da, ilk saniyeden itiraz ederek beni evden kovmamalarıyla kanıtlanmıştı.

Doğru yerdeydim.

Fotoğraftaki adam ile henüz tanışmamıştım ama evini bulmuş, annesi ve babası ile tanışmıştım.

“Canan,” diye seslendi adam. Kendini tanıtırken var olan keskin tavrı seyrelmişti. “Timur’u ara.”

“Çağırayım mı?” derken bakışlarım kadını buldu. Yüzü birkaç renk açığa bürünmüştü.

“Çağır, kendi derdini kendi çözüp ilgilensin.”

Kadının gözlerinde kırgın yansımalar filizlendi. Bir şeyler anlamıştım ama anladıklarımın varsayımlardan ibaret oluşu beni aceleci olmamaya ikna etmişti. Önsezilerime güvenip de hiçbir şey için kesin yargılarda bulunmayacaktım.

Kadın salondan çıktığında telefon konuşmasına şahit olamayacağım için biraz gerilmiştim. Telefonda her şeyi ona anlatacak mıydı? İlk önce ben söylesem her şey daha iyi mi olurdu?

Müdahale edebilecek gücü kendimde bulamadığımda omuzlarımı düşürmekle yetindim. Tırnaklarımı çıkartmaya meyilli biriydim. Gerekli gereksiz anlarda parladığım olurdu ama şimdi yaramazlık yapmış bir çocuktan farksızdım. İlk kez ayak bastığım ülkede, ilk kez gördüğüm ama akrabalık bağımın bulunduğu insanların karşısındaydım.

Yanlış yargılanacakmış gibi tetikte ama kovulacakmış gibi de tereddütteydim.

Kadın bir süre salona dönmedi. Oturduğum koltukta geriye doğru yaslandım. Dilimi daha fazla tutamayıp konuştum, adama dönmesem de sözlerimin odağında başka birinin olmadığı belliydi çünkü salonda yalnızdık.

“Evlilik dışı bir çocuğunun olmasına mı kızgınsınız?” diye sordum az önce eşinden oğlunu aramasını isterken takındığı tavrından yola çıkarak.

“Ne haddime?” dedi alayla. “Timur Bey’in yaptığına, dediğine söz söylemek babasının haddine mi?”

Sol işaret parmağımın kenarındaki et parçasını diğer elimin tırnaklarıyla çekiştirirken bakışlarım da elimdeydi. Kısa bir an aklım bulanmıştı. “Haddime… Haddine” dedim kısık bir mırıltıyla tekrarlayıp anlamaya çabalarken. “Ne demekti?”

Bakışlarının ağırlığını yüzümde hissettim. İstemsizce ona döndüm az da olsa.

“Yeni nesil ilginç çocuklar gibi değişik değişik konuşmaya çalışıyorsun zannettim, nereden geliyorsun sen?”

“Atina’dan,” dedim gözlerimi kırpıştırırken. Mavi gözlere sahiptim ama açgözlü bir şekilde karşımdaki adama benzeyen yeşil gözlerim olsun istemiştim bir an için. Az rastlanan bir tondaydı gözleri.

Yüzü buruştu. Taksiciden dinlediğim hikâyelere benzer şeyler duyacağımı düşünerek kendimi hazırladım. Baklava konusunda üzerine gitmemeyi de aklıma not etmiştim. En çok ona geriliyorlardı galiba. Taksici o konu açılınca -kendi açmıştı zaten- beni arabadan atacak gibi olmuş, sonra daha etkili bir yöntem olduğunu düşünerek bana gidip denemem gereken birkaç tatlıcının ismini not ettirmişti.

“Böyle bakmanız biraz kaba olmuyor mu?” diye sordum sinirim, adamdan çekinmemi bastıracak kadar artarken. “Atina’dan geldiğimi değil, seri katil olduğumu öğrenmiş gibisiniz.”

“Nereden geldiysen geldin, eğer gerçekten baban Timur’sa Türk’sün. A’sı b’si yok.”

Kestirip atar gibi konuştuğunda gözlerimi kıstım. “Yunan’ım bence,” dedim inatla. “Daha Türkiye’ye geleli birkaç saat oldu, doğduğumdan beri oradaydım. Her şeyim oraya ait.”

“Damarlarında benim kanım dolanıyorken, dilinden böyle şeyler dökülmesin. O nazar boncuğu gözlerini aça aça bakma yüzüme.”

Birkaç diyalog önce, bana yalan söylediğimi ima eden adamın birden beni sahiplenişine hayretle bakıyordum. Türk-Yunan çekişmesi miydi bunu ona yaptıran?

Kánete láthos,” dedim Yunancaya geçiş yaparak. Beni anlamayacağından emindim.

(*Yanılıyorsunuz.)

“Damarlarımda ne gezerse gezsin, Yunan kültürüyle büyüdüm. Bu, sizin ısrarınızla değişebilecek bir gerçek değil.”

Onlara kendimi kabul ettirmek, aralarına karışmak gibi bir beklentim yoktu. Buraya gelirken bir gram beklentim olmadan gelmiştim. Zoru başarmıştım.

“Onu göreceğiz, mavi boncuk.” dedi başını yavaşça sallarken.

As doúme,” derken omuz silktim. Beni anlamasa da tavrımı okuması çok kolaydı.

(*Görelim.)

Yunanca konuşmama bayılıyor gibi görünmüyordu tabii ki.

Sabır diler gibi başını geriye doğru attı. Ardından yeterli gelmemiş olacak ki gür sesiyle odanın dışına da yetecek kadar yüksek şekilde seslendi. “Canan!”

Karşıdan bir cevap gelmeden ekledi. “Tansiyon ilacımı getir. DNA testine de gerek olmayacak; bu deli, Timur’dan başkasının kızı olamaz.”

Timur’dan başkasının kızı olamaz…

Aklımda birkaç kez daha yankı bulan cümlesinin bana neler vadettiğini bilseydi acaba yine de böyle umarsızca kullanır mıydı sözcüklerini?

Ona mı benziyordum ben? Annemin dış görünüşünün bir kopyasıyken, yıllarca hep ‘kime çekti bu kız’ denildiğini duyarak kişiliğimin anneme hiç benzemeyişiyle karşı karşıya kalmıştım. Benzediğim biri vardı ve o kişi babam mıydı?

Hayatımın en karmaşık ve bir yandan da en açıklayıcı günü, bugündü.

Taşlar hem yerine yerleşiyor hem de yerinden oynayıp yuvarlanıyorlardı.

Mirza Akdoğan ve Canan Akdoğan çiftinin tepkileri, buzdağının görünen kısmıydı. Elime tutuşturulan kâğıttaki isimle karşı karşıya geldiğimde, anne-babasının verdiği tepkileri arayacak hale mi gelecektim yoksa çok daha ılımlı birini mi karşımda bulacaktım bilmiyordum.

Ben babamı bu basit denklemi çözüp cevaplayacak kadar bile tanımıyordum.

 

~

 

Canan Hanım, eşine istediği ilacı getirdikten sonra daha önce oturduğu koltuğa geçmek yerine benim oturduğum koltuğun diğer ucuna yerleşti.

Telefon konuşmasıyla ilgili bir şeyler sormak istesem de ağzımı kapalı tutmaya kararlıydım. Her cümlem beni daha fazla gözlemleyebilmelerine olanak sağlıyordu. Buna gerek yoktu.

Birini tanımaya başlamak, onunla bağ kurmanın ilk ve en büyük adımıydı. Buraya gelme kararını alırken kendime en çok bu konuda söz vermiştim. Kimseyle bağ kurmadan, gerektiği kadar zaman geçtiğinde evime geri dönmeliydim.

Kendi aralarında bir şeyler konuşacaklarını düşünsem de beni yanıltarak uzun bir süre boyunca ikisi de sessiz kaldılar. Ne bana bir soru sordular ne de birbirlerine bir kelime ettiler.

Karşı duvardaki saatten takip ettiğim için, aradan yirmi dakika geçtiğini biliyordum. Yirmi dakikalık derin sessizlik, Canan Hanım tarafından bozuldu. Hafif bana dönerek boğazını temizler gibi öksürdü. “Kaç yaşındasın sen kızım?”

“On dokuz yaşındayım.” dedim bu yaşa geçen hafta girdiğimi belirtmeye gerek duymadan. Sonuçta on dokuzdum artık.

Anladım der gibi başını salladı hafifçe. Başka bir şey sormayacağını anladığımda önüme dönecekken Mirza Bey’in sesini duydum.

“Kaç dakikaya gelirim dedi sana, Canan? Akşama kadar beyefendinin keyfini mi bekleyeceğiz?”

Konunun ona gelmesi yerimde istemsizce kıpırdanmama yol açtı.

“Acil dedim, gelir birazdan.”

Sormama gerek kalmadan, Canan Hanım’ın telefonda benden bahsetmediğini anlamıştım böylece. Sadece durumun acil olduğunu söylemeyi seçmişti.

Mirza Bey’in, oğlundan bahsettiği anlarda saldırganlaşan sözcük seçimleri ve ses tonu kafamı karıştırıyordu. Aralarında nasıl bir ilişki vardı anlayamamıştım.

On dakika daha geçip dolmak üzereyken zil sesi bir kez daha salona ulaştı. Kulağımın dibinde top patlamış gibi hissetmiştim. Ses yüksek olmasa da bende bıraktığı etki bombadan farksızdı.

Canan Hanım hızla ayaklandı. Salondan çıktığında, bir dakika geçmeden salona döneceği ve yalnız olmayacağı gerçeğine adapte olmaya çalışıyordum.

Göz ucuyla Mirza Bey’e baktım. Yeşil gözlerinde de ifadesinde de herhangi bir farklılık yoktu. Birazdan yaşanabilme ihtimali olan herhangi bir şey onu etkilemeyecek gibi tasasız görünüyordu.

Mirza Bey geldiğinde duyduğum adım seslerine benzer şekilde adım sesleri buraya doğru yaklaşarak arttı. Fakat bu kez içeriye ilk giren Canan Hanım olmamıştı.

Kapıdan girdiği anda boyunun uzun oluşu ilk dikkatimi çeken özelliğiydi. Biraz daha uzun olsa kapıdan dik halde geçemeyecek gibi uzundu.

İkinci farkındalığım ise, yılların fotoğraftaki adama hiç kötü davranmadığıydı.

Elimde yirmi yıl öncesinden kalma fotoğrafla yolda gezinsem ve bir şekilde yolum onunla kesişse, tanıyabilirdim. Fotoğraftaki adamın o olduğunu anlayabilirdim.

Yaşına yirmi eklenmesi, sadece yüz hatlarında daha olgun izler oluşmasını sağlamaya yetmişti. Koyu kahve, belki siyaha varan saçlarıyla tezat görünen ela gözlerinin annesinden izler taşıdığını biliyordum. Bu ona dair adı dışında bildiğim sayılı bilgilerden biri olmuştu.

İçeriye girdiğinde babasını görmek onu şaşırtmışa benzemiyordu. Sadece neden buraya geldiğini öğrenmek istediğini belli eden beklentisi elle tutulur hale gelecek kadar yoğundu.

Babasından çekilen bakışları, salonda vakit kaybetmeden beni buldu.

Bir çocuk on dokuz yıl boyunca babasının bakışını hiç kendinde misafir edememişken, yıllar sonunda birden buna kavuşursa ne hissederdi?

Sorumu cevaplayabilecek tek kişi bendim. Ama cevapsız kalmıştım.

Buraya gelmek için cesaret toplamak, uçağa binmek ve gelmek bir yana, onun karşısında duruyor olmak başka bir yanaydı. Yüzüme kadar tırmanan sıcaklığın nerede doğduğunu tam anlayamıyordum.

“Misafiriniz mi var?” diye sorduğunda sesini aklımdan tekrarladım. Kimseye benzemiyordu. Bir yandan sinirliymiş bir yandan da hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi tonlaması. Belki biraz babasının ifadesizliğini taşıyordu ama bir yere kadardı. Ona benzer bir tavır değildi bu.

Gözlerimi yüzüne diktiğimi, onu analiz edebilmek için gözümü kırpmadan baktığımı bakışları garipseyerek beni baştan aşağı süzünce fark ettim. Ancak gözlerimi başka bir yere çevirmedim.

“Senin misafirin var, Timur.”

Mirza Bey’in araya girmesi, daha doğrusu oğlunun sorusunu düzeltip yanıtlamasıyla üst bacağıma sapladığım elimi kastım istemsizce.

“Kimmiş misafirim, buraya neden gelmiş?”

Babasına dönmüş olsa da sorusunun muhatabı bendim, belliydi.

Sesimi duyurmadan önce, bir süre önce Mirza Bey’e uzattığım ama sonra dikkatle çantama geri koyduğum fotoğrafa uzandım. Fotoğrafı çıkartıp bu kez ona uzattım.

Oturuyor olduğum yerde, o ayaktayken cüce gibi hissediyordum. Yüzüne bakabilmek için boynumu bayağı germem gerekiyordu, rahat değildim.

Fotoğrafı elimden almak için aramızdaki kısa mesafeyi biraz daha kısaltıp adımladı. Elimi uzatsam ona dokunabileceğim kadar yakınımdaydı artık. İçimde, babasına hiçbir zaman böyle bir mesafeden bakamayacağını kendine ezberletmiş kız çocuğu afallarken kuruyan dudaklarımı ıslattım.

Parmaklarının arasında duran fotoğrafa baktı. Bakışları fotoğrafta gezinirken yüzünde çözebileceğim ufak bir değişim aradım. Ne hissettiğini görebileyim ve ona göre hareket edeyim istedim. Ancak buna izin vermedi.

Fotoğrafı en fazla bir dakika geçmişken bana geri uzattı. “Helen’in kardeşi ya da kızı mısın? Çok benziyorsunuz.”

Annemi tanımıştı. Ona benzerliğimin de farkındaydı ama aklına neden burada oluşuma denk gelebilecek en büyük tahmin uğramamıştı.

“Kızıyım,” dedim sesimi ona ilk kez duyurarak. “Helen’in kızıyım.”

Onaylar anlamda kafa salladı. Bir sonraki sorusu annemin beni neden buraya yolladığı olacaktı, anlamak güç değildi. Ama ona fırsat vermedim. “Helen’in ve Timur’un kızıyım.”

Kaşları çatıldı.

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım.

“Senin kızınım.” dedim fısıltıyla. Nasıl bir tepki alacağımı bilememek beni kalp krizi geçirmenin sınırında bekletiyordu.

Timur Akdoğan’ı tanımıyordum.

Babamı tanımıyordum.

Babamın, beni göğsüne çekmek ile kapı dışarı etmek arasında hangi noktada olduğunu anlayabilecek biraz bilgim bile yoktu.

Beklentisiz geldim dediğim halde, karşımda o varken hiçbir şey planladığım gibi hissettirmiyordu. Canımın yanacağını, koruma kalkanımın beni korumaya yetmeyeceğini az çok fark etmiştim artık.

Belki de her şey için çok geçti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm