Aykırı Çiçek 44.Bölüm

 44.BÖLÜM



“Ağlama Feris!”

Acar’ın sesini duyduğumda burnumu peş peşe çekerek kendimi durdurmaya çalıştım. Salondaki koltuklardan birinde bacaklarımı kendime çekmiş halde oturuyordum. Yanaklarımdan boynuma doğru inen yaşları elimin tersiyle sildim, yenilerinin akmamasını bir türlü sağlayamadığım için bu hiçbir işe yaramamıştı.

“Acar bi’ sakinleş, korkutuyorsun onu.” Yaman abim ayakta yüzünü ovuşturan Acar’ı omuzundan kavrayıp kendisine çevirdi. “Sen de artık ağlama, en baştan hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlat abicim hadi.”

Az önce yarım yamalak anlattığım, daha sonrasında Acar sinir küpüne dönerken benim de ağlamaya başladığım olayı en geriden başlayarak tekrarladım.

Abim gelecek diye açtığım kapıda, aniden karşıma çıkan ve ben sesimi çıkartamadan açıkça tehditlerine maruz kaldığım adamı ilk nerede gördüğümü söylediğimde Acar çıldırmıştı.

Ajansa gittiğim, Acar’a kendimi tanıttığım ilk günlerde karşılaştığım benim deyimimle ‘hödük’tü kapıdaki adam. O gün patronlarınızı görmek istiyorum diye ortalığı ayaklandıran, Çağla’nın püskürttüğü Acar’ın ise bana tam olarak kim olduğunu açıklamadan geçiştirdiği adamdı.

Otoparkta belli belirsiz gördüğüm gölge, bana iş teklif ettiklerini öğrendiğim gün Acar’la arabadan iner inmez gördüğüm ama hemen ortadan kaybolan kişi oydu.

Buraya kadar anlattıklarım bittiğinde iç çekerek kollarımı kendime sardım. “Üçüncü kez görüşüm de dün ajanstakilerle öğle yemeğinde olduğum sıradaydı. Halen ajansın etrafında takılıyor olduğunu gördüğümde şaşırdım ama konunun benimle bir ilgisi olduğunu nasıl bilebilirdim ki?” dedim son kısımda duruma inanamadığımı belli edercesine.

“Kapıyı açar açmaz mı gördün, koridorda mı bekliyordu?” Abim, en az Acar kadar gergin olduğunu görebilsem de sesini daha sakin tutuyordu. Sinirli olmalarının beni daha çok ağlattığını anladığı için olabilirdi.

“Evet, Acar ve Pamir banyodaydılar. Karşımda bir anda görünce donakaldım zaten, sonra…” deyip duraksadım. Kurduğu cümle zihnimde yankılanıyordu.

‘İkinci yangın bu kez seni de kül edecek, sadece bekle’ demiş ve ben Acar’ın adını seslenene dek ortadan hızla kaybolmuştu. Ben durumu açıklayana dek siteyi terk etmiş olduğunu da Acar güvenlikle konuştuğunda anlamıştık. İçeri kimin izniyle girdiğini, misafir olmadığı halde nasıl burada olduğuna dair bir tahmini yoktu kimsenin.

“Tamam, tamam kurban olurum gözyaşlarına senin. Anlatma tekrar.” Abim yanıma gelip koltuğun kol koyma kısmına oturdu. Yüzüme yapışan saçlarımı kulaklarımın arkasına iterken ben de kesik nefeslerle ona bakıyordum.

“Haber verelim herkese, resmen gelip itiraf etmiş oros-…” Acar edeceği küfrü, şaşkın gözlerle bizi izleyen Pamir’i hatırlayarak yarıda kesti. Pamir koltuklardan birinde sessizce oturuyordu, ağlayışım onu üzmüş gibiydi ve o küçücük aklıyla sorun çıkartmadan uslu uslu bekliyordu.

“Ben ararım bizimkileri, diğerleri sende.” Abim bunu söylediğinde Acar onay vererek başını salladı. Ardından ikisi de telefonlarına yöneldiler. Abimin önceliği babamken, Acar da önce Tuğrul amcayı sonra da Koray’ı aramıştı. Koray’ın da direkt olarak Sedat amcayı arayacağından emindim.

Birazdan hepsine durumu tekrar açıklamam gerekip gerekmeyeceğini düşünürken buruk bir gülümsemeyle Pamir’e döndüm. “Gel aşkım.” diyerek kollarımı açınca hemen paytak adımlarıyla yanıma gelmişti.

Bedenini sarıp kucağıma aldım. Küçük kollarıyla boynuma sarıldı, sakinleşmek ister gibi saçlarının üzerinde nefeslendim. “Korkma tamam mı? Her şey yolunda halacım.”

“O zaman ağlama.” dediğinde burnumu çektim. “Ağlamıyorum ki.”

Yüzünü gömdüğü boynumdan kaldırdı. Çatmaya çalıştığı kaşlarıyla bana baktı, ardından avuçlarını yanaklarıma sürttü. “Bak ışlanmış buyalayın hep.” *(Bak ıslanmış buraların hep.)

“Acay sana kızdı diye mi üsüldün?” Sorusunu ben dışında kalan iki adam da net olarak duymuşlardı. Acar’ın bakışları üzerime çevrildi.

Pamir’e kapıdaki adamı anlatmam mümkün olmadığı için başımı onaylar anlamda salladım. Ki bu bir yalan da sayılmazdı çünkü Acar’ın tepkisi beni daha kötü yapmıştı.

O adamı sürekli görüyor olduğumu ona söylemediğim için kızgındı, anlayabiliyordum ama hayatımda o kadar fazla olay yaşanıyordu ki kimden neyi beklemem gerektiğini şaşırıyordum artık.

“Acay!” Pamir’in aniden Acar’a çıkışmasını ben de dahil kimse beklemediği için üçümüz de afallamıştık. “Öjür dile, halamı niye ağlattın?”

Abim kulağındaki telefonu indirip ufak bir gülümsemeyle yanımıza geldi. Eğilip Pamir’in başının üstünü öptü. “Aferin velet Göktürk, babaanneye ve halaya karşı koruma kalkanımız kesinlikle böyle olmalı.”

Pamir hiçbir şey anlamadığını belli edercesine aval aval abime baktı. “Ney?”

Abim saçını karıştırdı. “Ney değil zurna, gel bakayım sen bi’ amcaya.” Pamir’i kucağımdan aldı. “Ben bir su içeceğim, Pamir de mutfağı göstersin bana.”

Pamir görev aldığı için Acar’a kızma işini hemen unutup hevesle abime tutunurken salondan çıktılar. Acar halen dikkatle bana bakıyordu.

Abimin kısa da olsa yalnız kalabilelim diye mutfağa gittiğinin farkındaydım. Acar’ın şu ana kadarki soğukkanlı halinin ilk kez ortadan kaybolduğuna şahit oluyordu. Aslına bakarsanız bu benim için de bir ilkti.

Ben kendi düşüncelerimde boğulurken Acar’ın ne zaman gelip tam önümde diz çöktüğünün farkına varamamıştım. Ona biraz yukarıdan bakabiliyordum bu pozisyondayken.

“Çok kızgınım sana.” dedi dümdüz bir sesle. Bakışları yüzümün her zerresinde gezindi, en son gözlerimi buldu. “Ben saçının teline zarar gelecek diye delirirken benden, bizden böyle bir şeyi sakladığın için çok kızgınım Feris.”

Yutkundum. Dün aynı konuşmayı ben ona yapıyorken şimdi bir şeyler saklayan taraf aniden ben olmuştum. “Sonucunun böyle olacağını bilmiyordum ki!” dedim sitemli bir sesle. Ağlayışım durmuş olsa da şimdiye kadar ağladığım için sesim kırgındı.

“Ya sana bir zarar verseydi tekrar, o zaman ne yapacaktık? Sana bir şey olsaydı, o orospu çocuğu canını yaksaydı ben ne yapacaktım zümrüt göz?”

Bunları söylerken aynı anda da zihninde canlandırıyormuş gibi yüzü acıyla kasıldı. “Gel buraya.” Saniyeler sonra beni ensemden tutup omuzuna çektiğinde avuçlarımı sıkıca tişörtüne kapattım. “Acar,” dedim beni anlayacağını hissederek. Bir şey söylemeyecektim.

“Buradayım güzelim, yanındayım.” Güvende olduğumu hissetmeye çabaladığımı anladı, kulağıma sakince fısıldadıklarını dinledim. Korkuyordum, böyle bir durumda korkmamam garip olurdu, çok korkuyordum.

Aradan çok da uzun bir zaman geçmeden etrafım gittikçe kalabalıklaştı. Sürekli bir şeyler konuşuluyordu, konu hep aynıydı ve artık duydukça boğulduğumu hissediyordum.

Geldiğinden beri beni yanından ayırmayan babamın göğsünde kendimi herkesten saklayarak bekliyordum. Bana bir kez daha olayı anlattırmak yerine durumu abimden ve Acar’dan öğrendikleri için şu ana kadar kullandığım kelime sayısı iki elin parmağını geçmemişti.

“Ajansa sahte CV ile girdi diye işi sonlanan bir fotoğrafçı, patronlarından birinin atölyesini yakıyor. Bu da yetmiyor, açıkça karşısına çıkıp tehdit ediyor.” Sedat amcanın özet şeklinde kurduğu cümlelerin sonunda az önce gelmiş olan Tuğrul amcayı duydum.

“Başka bir bağlantı var, şu an göremediğimiz başka bir durum var. Bu kadar basit bir denklem kimseyi ölüm tehdidi savurmaya itmez. Gelir ajansı yakardı, ya da ajansın tüm ortaklarının aynı anda etkileneceği başka bir sorun bulurdu. İzgi konusunda ısrarcı olması şüpheli.”

Bedenimin titrediğini hissederek babama sokuldum. Beni zaten sıkı sıkı sarıyordu ama yine de kollarının daha da kasıldığını algıladım. “Şş, sakin ol can suyum. İçeriye geçmek istemediğine emin misin halen?”

Olumlu bir mırıltı çıkartmakla yetindim. Bu konuşmaları dinlememe fikrini en başta bana sunmuş olsalar da kalmak isteyince kimse ısrar etmemişti. Benim bir şeylerden sonradan haberimin olmasının iyi sonuçlanmadığına daha yeni şahit olmuştu herkes.

“Acar, bulamadın mı halen şunun adını sanını?” Koray sabırsız bir tavırla sormuştu bunu.

“Melih’ten haber bekliyorum, atar şimdi. Ajansta kimse yok Cumartesi olduğu için. Anca ulaşabilmiştir evden ajansa.”

“Tamam, isim gelince ben bir baktırayım neymiş ne değilmiş diye. Sahte belgeyle işe girmeye çalışan birinin vardır başka bit yenikleri de.” Sedat amcanın ardından bir süre sessizlik oldu.

“İzgi?” diyerek seslenen Tuğrul amcayı duyduğumda başımı babamın göğsünden çekerek yavaşça doğrulttum. Zaten diğer tarafımda oturuyordu o da. Hafifçe dönmem yetmişti görebilmem için.

“Efendim?” dedim çok yüksek çıkmayan sesimle. Salon sessiz olduğu için herkes beni her şekilde duyacaktı zaten.

Başımı ona çevirdiğimde, Acar’a benzettiğim yüzünü gergin halinden sıyırıp daha sakin bir ifadeyle bana baktı. “Seni zorlamak istemiyorum hiç,” diyerek başladığında devamında bir şey soracağını anlamıştım. Sessiz kalıp devam etmesini bekledim.

“Ama bu adamla karşılaştığında, özellikle yüzünü açıkça gördüğün seferlerde dikkatini çeken hiçbir şey olmadı mı? Seniz izlediğine dair bir his, bakışlarında bir öfke ya da başka bir şey…”

Aklımı bu soruya doğru cevap verebilmek için zorladım. “Ajansta ilk karşılaştığımda zaten beni tanımıyordu bence, Acar’ı tanıdığımı anladığında şaşırdığını hatırlıyorum.”

“O dönemde birlikte değildik ayrıca, yeni tanışıyorduk.” Acar’ın eklediği cümleye kafa salladım olumlu anlamda. Ben onu tanısam da Acar beni tanımıyordu, evet.

“İkinci sefer ve ilk görüşün arasında uzun bir zaman var, otoparkta gördüm dediğin gün 10 gün önce, diğeri ise iki ay önceymiş.” Genel olarak sorular Sedat amcadan ya da Tuğrul amcadan çıkıyordu. Kalanlar ise pür dikkat benim vereceğim cevapları bekliyorlardı.

Gözlerimi karşı koltuktaki Sedat amcaya çevirdim. “Aradaki iki ayın bir ayında zaten Bursa’daydım.”

“Biliyorum güzelliğim, söylemeye çalıştığım şuydu. Son 10 günde ya onun takip sıklığı arttı ya da senin fark etmenden artık çekinmiyordu.”

“Bugün karşısına çıkıp konuştuğuna göre ikinci seçenek daha mantıklı sanki baba, gelip yangını ben çıkarttım demiş işte açıkça.” Koray sesinde sık duymaya alışkın olmadığım bir öfkeyle konuştuğunda kimseden itiraz gelmedi.

Sessizliği bölen Acar’ın telefon sesiydi. “Buldun mu?” diyerek açmıştı. Melih’in arıyor olduğu belliydi.

Bir süre karşı tarafı dinledi. “Tamam, tamam anladım sağ ol. Haberleşiriz.”

Telefonu kapattığında Sedat amcaya baktı. “Adamın bize başvurduğu bilgiler var sadece ajansta. Ama fotoğraf işimize yarar mı gerçek adını sanını öğrenebilmek için?”

“Yarar muhtemelen, at bana bilgileri.”

Acar telefonundan bir iki yere bastıktan sonra Sedat amcanın telefonunda bildirim sesi duyuldu. Ardından ayaklandı. “Ben emniyete geçiyorum o zaman, bir gelişme olursa ararım. Şimdilik İzgi yalnız kalmasın mümkün olduğunca.”

Bu uyarısı, büyük bir kalabalıkla ve diken üzerinde geçireceğim önümüzdeki birkaç günün sözlü başlangıcıydı.

 

~

 

“Bir sorun olmadığına eminsin değil mi İzgi?” Yağmur’un masamın hemen yanında dururken sorduğu soruya başımı olumlu anlamda hareket ettirerek cevap verdim. “Her şey yolunda.”

Yüzünde anlayışlı bir ifade belirdi. “Ajanstaki söylentilere takıldıysan boş ver, iki gün sonra unutulur gider.”

Cumartesi günü hayatımı yerinden sarsacak bir gün olmuştu. Adını o akşam Sedat amcadan öğrendiğim ve hakkında bunun dışında hiçbir şey bilmediğim Cem isimli biri tarafından ölümle tehdit edilmiştim, aynı kişi atölyemi yakmıştı.

Cumartesi akşamı ve Pazar gününün tamamını evde geçirmiştim. Evden kastım babamların yanıydı, tek farkı Acar’ın da her saniye uyumak dışında bütün zamanını orada geçirmiş olmasıydı.

Adamın nerede olduğu henüz tespit edilmiş değildi. Kayıtlı adreslerine bakılmıştı ama ortalıkta yoktu. Bu, sorunun çözülmediği ve bir anda karşıma çıkabileceği anlamına geldiğinden rahat değildim.

Bugün ise Salı’ydı. Dün ajansa gelmeyip evde kalmanın bana iyi gelmeyeceğini sabah herkese kesin bir dille anlatmıştım. Evde durup sürekli bu konuyu düşünürsem delirecektim, emindim. Ajansın kalabalık oluşu ve Acar’ın ya da Melih’in sürekli ulaşabileceğim bir yerde olmaları diğerlerini ikna etmemi kolaylaştırmıştı.

Dünü bana verilen işleri yaparken dış dünyaya kapalı bir robot gibi geçirmiştim. Öğlen yemeğine dahi çıkmak istememiş, Acar’ın odasında zorla birkaç parça bir şey yiyebilmiştim. Dolayısıyla şimdi Yağmur’un neyi kastettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

“Söylentiler?” dedim sorar bir tonla anlamadığımı belli ederken. Yağmur duraksadı, ardından yüzünde mahcup bir ifade belirdi. “Kusura bakma, ben moralin bozuk olunca… Konu odur diye atladım hemen.”

Öğle arasına dakikalar kaldığı için Ömer çoktan ortadan kaybolmuştu. Öğle aralarına zamanında değil daha erken çıkma rahatlığını Burak Bey’in favori çalışanı olmasıyla bağdaştırmak zor değildi. Odada yalnızca Polat, Yağmur ve ben vardık bu yüzden.

Sandalyemde tamamen dönüp başımı kaldırarak Yağmur’a bakmaya devam ettim. “Konu neymiş ki?”

“Acar Bey ve sen…” dedikten sonra sustu.

Gözlerimi sıkıca kapatıp ofladım. Cuma akşamı giriş katta herkese açık sergilediğimiz sahneyi aklımdan çıkartmıştım. O sırada bizi gören, hatta duyan birden fazla çalışan vardı. Birbirlerine anlatarak herkese yaymış olmalarına şaşıramıyordum.

“Anladım.” dedim gözlerimi yeniden aralayıp. “Sağ ol Yağmur.”

Bu konuyu gizli tutma sürem tahmin ettiğimden de kısa sürmüştü. Ama o kadar yoğun gündemli bir hayat yaşıyordum ki bunu kafama takacak yerim bile yoktu.

“Burak Bey’e daha ulaşmamış belli ki bu bilgi, yoksa senin suyuna gidip kendini iyi göstermek için 180 derece dönerdi hemen.” Polat’ın konuyu değiştirip bambaşka bir açıdan bakmasına gülecek gibi oldum.

“Bence takmazdı, kendisinin alt pozisyonunda çalışan kimseye minnet edeceğini sanmıyorum.”

“Sen öyle san.” dedi kendinden emin bir şekilde. “Bizim patronumuz Caner Bey, evet. Ama hangi departmanda çalışırsan çalış Acar Bey’in adı geçince herkes bir irkiliyor.”

Yüzümü buruşturdum. “Siz de mi çekiniyorsunuz?”

“Benim kendisiyle bir derdim yok, herkes onun gibi olsa başımızda Burak belası olmazdı.” Polat’ın fazlasıyla açıksözlü biri olduğunu artık anlamıştım. Yağmur hep ılımlı ve nötr kalmaya çalışsa da Polat hep tam tersiydi.

“Bir iki gündür kafam çok dağınık, eğer biraz daha odaklanabilirsem Burak Bey’in burada olmaması için patronunuzun sevgilisi olmama gerek bile olmayacak.” Kurduğum cümle ikisinin de kaşlarını kaldırarak bana bakmasına neden olurken dudaklarım kıvrıldı.

Biraz kovulsam da dert değil cesareti, biraz da Burak Bey’in gerçekten sinirimi bozmasından dolayı tasarım ekibinin neden bu hale geldiğine dair daha detaylı araştırma yapmaya başlamıştım. Bir yandan elim doldu dursun diye bana verilen görevleri hallederken bir yandan da buradan çıkış yapan ama neden belirtmeyen çalışanlarla iletişime geçmekteydim.

Beni sonuca götürebilecek tek yol şimdilik bu gibi duruyordu.

“Bunu yapabileceğine dair söz verirsen, çıkıp hakkınızda konuşan herkesin çenesini çıkartabilirim. Susmaları için…” Polat’ın tepkisine ufak bir kahkaha patlattığımda Yağmur da ayıplarcasına Polat’a bakıyordu.

“Aslında kötü bir şey duymadım ben hiç,” dediğinde merakla ona odaklandım. “Ne konuşuyorlar? İşe torpille girdiğimi konuşuyorlardır kesin.”

“Acar Bey’in değil sevgilisi annesi de olsa torpille çalışan almayacağına herkes emin.” dediğinde insanlara kendisini gerçekten bu kadar net tanıtabildiği için Acar’a kısa süreli bir hayran olma seansında bulmuştum kendimi.

Kısa süreli demekte pek doğru değildi aslında, genellikle ona hayran bir şekilde geziniyordum aylardır zaten.

“Yüzündeki mimikleri toplam iki kez falan değişik gördükleri patronlarının arkandan dünyası yıkılmış gibi kalakaldığını konuşuyorlar İzgicim. Torpil morpil değil konu, Acar Bayazıt’ın da âşık olabileceği gerçeği gibi bir bomba atmışsın ortaya.”

“Ne olmuş sonra o bombaya?” diyen sesi duyduğumuzda Yağmur sırtı sesin geldiği yöne dönük olduğundan buz keserek hareketsiz kalırken Polat tek eliyle yüzünü örtmüştü.

Odanın girişinde, cam kapının hemen yanında bekleyen bedene döndüm kollarımı açarak. “Hoş geldiniz Acar Bey.”

Acar burnundan keskin bir nefes vererek güldü. “Hoş buldum İzgi Hanım.”

Yüzümü bir bütün limon yemişim gibi buruşturdum. “Zaten ifşa olmuşuz, İzgi deme.”

“Evliymişim de metresim olduğun ortaya çıkmış gibi ifşa deyip durma şuna.”

Yağmur halen korkuyla karşımda duruyor olduğu için kolumla onu dürttüm. “Yağmur iyi misin?”

“Bir süre çözülmez o, en büyük korkusunu yaşıyor.” Polat konuştuğunda Acar bir eli pantolonunun cebinde ona baktı. “En büyük korkusu hakkımda konuşurken bana yakalanmak mıydı?”

Polat sessiz kaldığında cevabın olumlu olduğunu anlamıştık.

“Hakkında konuşmuyordu, benim sorularımı cevaplıyordu. Çok farklı şeyler.” dedim ayağa kalkarken. Yağmur’un koluna girip kalktığım sandalyeye oturttum.

“Acar Bey çok özür dilerim, ben sadec-…” Dili çözülmüş gibi panikle kendini açıklarken Acar araya girdi.

“Özür dilemeni gerektirecek bir durum yok, yanlış bir şey söylemiyordun.”

Acar Bayazıt’ın da âşık olabileceği gerçeği gibi bir bomba atmışsın ortaya demişti Yağmur, Acar odaya girdiğinde. Erimiş halde Acar’a baktığımda keko bir tavırla ‘hayırdır’ der gibi göz kırptı.

Başımı omuzuma doğru eğip gülümsedim.

“Acar Bey!” diyerek odaya giren Burak Bey ruh halime limon suyu sıkarken yüzümü normal haline döndürdüm. “Bir sorun mu var? Uğramazdınız buraya.”

Polat’ın ağzının içinde homurdandığını duyumsadım ama ne dediğini anlamamıştım.

“Bir sorun olup olmadığını siz benden önce bilmelisiniz diye düşünüyorum Burak Bey, departman yetkilisi sizsiniz sonuçta.”

Acar biraz önceki hafif sıcak tavrını hızla bırakıp soğuk ifadesini geri giyerken Burak Bey hızla başını salladı. “Haklısınız, hiçbir sorun yok her şey yolunda. Önümüzdeki işlerle ilgileniyoruz.”

“Önünüzdeki işler, bundan önceki işlerin bazıları gibi sonuçlanmaz umarım.”

Zaman buldukça bizi haşlayan, üstümüz olduğu için kafasına göre takılan Burak Bey’in aynı durumda kalmasına içimden kıkır kıkır gülüyordum.

“Elimizden geleni yapıyoruz, iyi sonuçlar almak hedefimiz.” dedikten sonra bize döndü. “Değil mi arkadaşlar?”

Senkronize halde başımızı salladığımızda Yağmur sesli olarak ekledi. “Tabii Burak Bey.”

“Öğlen tatilinizden daha fazla çalmayalım, herkes keyfine bakabilir. İyi çalışmalar.” Burak Bey’e bakarak kurduğu cümlenin sonunda o da bunu bekliyormuş gibi gözden kaybolmuştu direkt.

“Hadi Feris.” diyerek Burak Bey gidince bana seslendi. Çantamı alıp omuzuma takarken kendine gelmiş olan Yağmur’un koluna dokundum. “Görüşürüz öğleden sonra.” Polat’a da baş selamı verip Acar’ın peşine takıldım.

“Sen de ilişkimizin öğrenildiğini bugün mü fark ettin? O yüzden mi geldin direkt aşağı?” Asansörü beklerken merakla sormuştum.

“Çağla kıkır kıkır gülerek gelip anlattı, bir saat önce falan. Onun kulağına gelmiş, bana kolay kolay şirket içi dedikoduları ulaşmaz.”

“Hain,” dedim Çağla’ya yalandan söylenerek. “Ben de ona güleceğim, Melih bi’ beynini toplasın da…”

“Melih mi?” dediğinde ağzım balık gibi açılarak pot kırmanın şokuyla kalakaldım. Asansörün kapısı açıldığında Acar beni içeri ittirdi. Giriş katın tuşuna dokunup bakışlarını bana dikti. “Yine neyden geride kaldım ben? Konu ne?”

Çağla, kendi hislerini Melih’e söylemişti, ama bu benim Acar’a söyleyebileceğim anlamına geliyor muydu acaba? Biraz düşündükten sonra elimi boş ver der gibi salladım. “Aman, hiç de önemli bir şey değil canım.”

“Canını yerim senin, ama bunu yemedim güzelim. Dökül, arabaya ulaşana kadar vaktin var.”

Kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Çağla ve Melih de gelsin yemeğe, o zaman.” Caner’in şehir dışında olması ve bir hafta ajansa uğramayacak olması geriye bu kadar kalmamıza sebep olmuştu.

“Melih çalışacakmış öğlen.”

“Çalışmayıversin Acarcım, ara ikizini. Ben Çağla’ya yazarım, otoparka insin.”

Bu konudan bayağı uzak kalmıştım, tek gözlemim Çağla’nın yükünden kurtulduğu için pamuk gibi gezişi ve Melih’in de tam tersi şekilde dalgın dalgın takılıyor olmasıydı.

Giriş katta inip, otoparka aktarmak için diğer asansöre binerken ben Çağla’dan onay almıştım. Tabii ki Melih’ten bahsetmeden yapmıştım bunu.

Girişteki çalışanların bakışlarını yok sayarak Acar’ın da Melih’i ikna etmesini bekledim. İknadan kastım teklifi, hatta direkt konuyu sunup telefonu cevap beklemeden kapatmasıydı zaten.

Otoparka indiğimizde Acar’ın arabasının kaputuna kalçamı yaslayıp kollarımı göğsümde kavuşturdum. Yanımıza ilk gelen Çağla’ydı.

“Nasılmış bakalım ajansımızın dillerden düşmeyen çifti?” Şakıya şakıya geldiğinde kolunu cimcikledim. “Sen çok değiştin kızım, sırıtıyor bir de!”

Sırıtışı büyürken arkadan asansörün kapısının açıldığını gördüğümde ben de sırıttım. “Ama benimle uğraşmaman gerektiğini daha çözememişsin sanki.”

Gözlerimi bize doğru yaklaşırken Çağla’yı görünce duraksayan Melih’e diktim. “Hoş geldin Melihcim!”

Acar kullandığım eke, Çağla ise isme öksürüp boğulurken ben seke seke Melih’in yanına gidip koluna girdim. Yanağımı da koluna yasladım.

“E hadi yemeğe gidelim o zaman.”

İki araba gitmeye gerek duymayıp Acar’ın arabasına doluştuğumuzda ben ‘gıcık yenge’ rolünü üstlenerek ön koltuğa kuruldum. “Siz arkada takılın.”

Acar göz ucuyla beni süzerken durumu anlamaya çabalıyordu. Çağla ve Melih ise birbirlerine pek bakmadan arkaya yerleşmişlerdi.

“Nereye gidelim?” Otoparktan çıkarken Acar’ın sorduğu soruya diğerleri sessiz kalınca ben aklıma gelen ilk öneriyi sunmuştum. Başını sallayıp arabayı hızlandırdı.

Restorana varana dek arabada tek tük konuşuldu, Çağla Acar’ın tarafında oturduğundan ben her arkaya baktığımda bana beni boğazlamak istiyormuş gibi bakıyordu. Ben de gülümseyerek iltifat etmiş gibi öpücük atıyordum. Sinirini iyice bozmuş olduğum için mutluydum.

Derdim tabii ki ajanstaki söylentilere gülmesi değildi. Birbirlerinden kaçıyorlardı ve hazır fırsatını bulmuşken el atmak istiyordum buna. Sonuçta yeterince zaman çoktan kaybedilmişti.

Restoranın girişinde önden Çağla beni sürüklerken arkamızda kalan ikizlerin fısıldaştıklarını duymuştum ama ne dediklerini anlayamamıştım. Muhtemelen Acar, Melih’e benim derdimin ne olabileceğini soruyordu.

Garsonlardan birinin yönlendirmesiyle dört kişilik bir masaya geçtik. Üzerimdeki siyah pantolon ceket takımıyla sıcaklayacağımı düşünerek ceketimi çıkartıp sandalyeme astım ve Acar’ın karşısında, Çağla’nın yanında olan yerime yerleştim.

Önümüze bırakılan menüye göz atma ihtiyacı duymadım, aç hissetmiyordum. Buraya daha önce geldiğimde tadıp beğendiğim bir salatayla yetinecektim.

Siparişler verildikten sonra Acar gözlerini sırayla üçümüzün üzerinde gezdirdi. “Kim başlıyor?”

Çağla’ya baktım. Battı balık yan gider modundaydı, izin verir gibi başıyla beni işaret ettiğinde ellerimi birbirlerine yapıştırdım.

“Çağla ve Melih sevgiliymiş.” dedim bir avazda. Acar gözleri fal taşı gibi açılmış şekilde bana bakarken Melih ve Çağla da aynı haldeydi.

Elimi havada öylesine salladım. “Yani olacaklar birazdan, biz de eşlik etmek için toplandık.”

“İzgi!” diyerek aynı anda adımı yakınarak söyleyen Çağla ve Melih’e ‘ne var’ der gibi baktım.

“Sen zaten deli divanesin,” dedim Çağla’ya bakıp, hemen ardından Melih’e diktim kıstığım gözlerimi. “Sen de günlerdir onu yıllarca bu durumda bıraktın diye kendi kendini yiyorsun, gözlerinde ilk gün ‘acaba’ ifadesi vardı. Acaba bende de bu duyguların bir karşılığı var mı diye sorguluyordun, şimdi ise eser yok sorulu ifadenden.”

Acar benim heyecanla yaptığım açıklamaları sindirmeye çalışırken devam ettim. “Senin daha beterin karşımda oturuyor, her ne kadar benzemeseniz de kan çekiyor işte. Acar’ın benimle ilk tanıştığı günlerdeki halindesin. Kendinle savaşıyorsun Ali Melih Bayazıt, ikizinin geçmişini değil şimdisini örnek al.”

Küçük bir boğaz temizleme öksürüğüyle konuşmamı bitirirken Acar’a baktım. “Acarcım burası beni açmadı, biz başka bir yere gidelim. Bunlar da taksi mi tutar, otel m-…”

Sondaki imalı önerim Çağla tarafından dirsek yememe sebep olurken inledim. “Acıdı ya, tamam tutmayın otel. Ama ajansa dönmeyin, dönerseniz kapıdan sokturtmam sizi. Konuşun oturup.”

Ayaklanıp ceketimi aldım. “Yemekleri de ziyan etmeyin hepsini yiyin, hadi hayırlı uğurlu olsun.” Onların benim hızıma yetişip algılamasına izin vermeden Acar’ı da kaldırıp çekiştirdim. “Yürüsene hayatım, yürüsene canım. Şurada havalı bir çıkış yapıyoruz.”

Acar restorandan çıktığımız anda başını geriye atıp büyük bir kahkaha patlattığında parıldayan gözlerle onu izledim. “Sen delisin.” dedi gülüşü sonlandığında bana dönerken.

“Gerçekleri konuşmak ne zamandan beri delilik Acarcım? Yuva yaptım, yuva yapanın yuvası olurmuş.” dedim atasözüne kendi yorumumu katarak.

“Sanki yuvan çoktan hazır değilmiş gibi…” İç çekerek konuştuğunda gülümsedim. Topuklularım beni ona yaklaştırdığı için fırsattan istifade sakallarının üzerine dudaklarımı bastırdım. “Çok mu seviyorsun sen beni biraz acaba?”

“Aklın almaz.” derken belimi kavrayıp beni kendisine doğru çekmişti.

Arabaya doğru yürürken ‘aklım alır, ben başlattım bu sevgi yumağını saftirik’ demek istesem de sustum. Saftirik deyince alınıyordu, kıyamamıştım.

 

~

 

“Hoş geldiniz Deniz Hanım.” Daha önce buraya geldiğimde beni içeri almakta dahi tereddüt yaşayan danışmadaki çalışanlardan birinin adımla -daha doğrusu Göktürklere göre adımla- hitap etmesine şaşırmıştım.

Fotoğrafımı ellerine tutuşturup ‘bu Deniz’ mi demişlerdi acaba?

“Hoş bulduk,” dedim arkamda dikilen Acar’ı da konuya ekleyerek. Ben devam edemeden kadın konuştu tekrar. “Güvenlik turnikeyi açacak, yukarı çıkabilirsiniz direkt. Savaş Bey bilgilendirdi bizi daha önce.”

Babamın buraya geldiğimizden haberi yoktu, yani bilgilendirme dediği şey geneldi. İstediğim zaman gelebileceğimi söylemişti belli ki.

“Teşekkür ederim, iyi çalışmalar.”

Asansörden önceki turnikelere yöneldiğimizde kartını basıp ikimizi de diğer tarafa geçiren güvenliğe de teşekkür edip Acar ile birlikte asansörlere yöneldim.

“Savaş Göktürk durmamış, çalışmış. Katlara resmini asmış olabilir.” dediğinde göz devirsem de dayanamayıp güldüm.

“Babamı rahat bırak.”

“O beni bırakmıyor ama.”

Kendini hızla savununca koluna girip ona yaslandım. Asansöre bindiğimizde aklımda korkunç olduğu için kalan sayıya, yani ‘18’e dokundum.

“Tam senlik yükseklikmiş.”

“Ya ya, hiç sorma.” dedim benimle dalga geçmesine homurdanırken.

Asansör 18.katta durduğunda indik. Babamın odasına yönelmek yerine, amcama daha önce verdiği sözü tutmak için diğer tarafa yürüdüm. Şirkete geldiğinde ilk bana gel, abim biraz delirsin n’olur demişti bir keresinde.

Koridorun onun odasının olduğu tarafına yürüdük. Kapının ön tarafındaki geniş alanda oturuyor olan orta yaşlı kadın sanırım asistanıydı.

“Barış Bey odasında mı?” diye sordum nazikçe. Kadın kısa bir an beni süzdü, kim olduğumu bilmediğini belli edercesine afallamış duruyordu. “Görüşme için haberleşmiş miydik, şu anda planında böyle bir görüşme yok Barış Bey’in.”

“Yeğeniyim.” dedim açıklayıcı olmasını umarak. Kadın daha da şaşırmış gibiydi. “Yeğeni misiniz?”

“Haber verseniz sorun daha hızlı çözülecek gibi.” Acar sıkıntıyla araya girdiğinde kadın başını salladı. Telefonunu eline alırken bana bakıyordu. “Şu anda bir misafiri var, ama yine de sorayım.”

“Barış Bey,” diyerek açılan telefona konuştu. “Bir misafiriniz daha var, yeğeniniz olduğunu söylüyor ama…” duraksadığında birkaç saniye sonra odanın kapısı hızla açıldı.

“Deniz!” Panikle seslenen amcam iyi olduğumdan emin olmak ister gibi yanaklarımı kavradığında şaşkındım. “Amca?”

“İyi misin amcasının güzeli, ne oldu?”

Son gelişen olaylar herkeste yüksek dozda telaş sendromu yaratmıştı. “İyiyim,” derken odadan peşi sıra çıkan kişiyi gördüğümde merakla ona baktım. “Dayı?”

“Efendim birtanem?”

“Dayı mı?” Acar kısık sesle mırıldanırken dayımın bakışları ona çevrildi. “Halası gibi mi duruyorum?”

Yanaklarıma doldurduğum nefesle gülmemeye çalıştığımda dayanamayıp amcamın omuzuna saklanmıştım görmesinler diye.

“Ne?” Acar böyle bir cevap beklemediği için afallamış halde sordu.

“Siz hani anlaşamıyordunuz? Beni mi kandırdınız?” dedim konuyu değiştirip bir amcama bir de dayıma bakarken. Amcamdan hafifçe geri çekilmiştim bu sırada.

“Aramız gayet iyi aslında, sadece bugüne dek Yaman’ı ya da ne bileyim Rüzgar’ı falan birbirimizden kıskanma gereği duymamıştık. Sen bi’ farklı geldin.”

Amcamın açıklamasına gülerken başımı iki yana salladım. “Beni de kıskanmanıza gerek yok.” dediğimde dayım beni kendisine çekti. “Aynen, çünkü benim yanımda bu yaşlı herifin esamesi okunmaz değil mi balım?”

“Beş yaş var lan aramızda, sensin yaşlı.”

“Üçü beşi yok Göktürk, yaşlı olan sensin sonuçta.”

Birazdan bez bebek gibi çekiştirilme ihtimalimin olduğunu hissederek öksürdüm. “Babama gidelim mi o zaman artık?”

“Sen önce bana mı uğradın?” Amcam büyük bir duygusallıkla konuşup yanaklarımı tuttuktan sonra alnımı öptü. “Ne olurdu yani yeğenim değil kızım olsaydın, Ufuk’la Selim’le olacak iş değil bu. Ayı onlar.”

“Sen istemiştin ya amcacım, gel yanıma uğra da babanı sinirlendireyim demiştin hani.”

“Sus, ben öbür türlü hayal edeceğim.”

Amcamın söylenmeleri, dayımın beni kendine yapıştırması, Acar’ın ‘bunlar gittikçe çoğalıyor’ bakışlarıyla babamın odasına geldiğimizde onun asistanı zaten yerinde olmadığından cümbür cemaat odasına dalmıştık.

Beni özellikle arkada bıraktıklarında babamın beni görmeden önceki sesini duydum. “Ne oluyor, odama doluşma sebebiniz elle tutulur değilse dağılın.”

En son odaya ben girip kapıyı kapatınca ise az önceki sıkılmış hali yerini hızla yumuşak bir ifadeye bıraktı. “Deniz?”

“Ben geldim!” dedim sesimi olabildiğince enerjik tutmaya çalışarak. Önceki günlerin aksine bugün daha iyiydim aslında, öğlenki ÇağMel ilişki temeli performansımdan beri enerjik sayılırdım.

Ölüm tehdidi alan birine göre saçma duruyordu ama aklımı başka şeylerle meşgul ederek ondan kaçmak kolayıma gelmişti. Belki yanlıştı, daha sonra acısı çıkacaktı ama şimdilik bunu uygun bulmuştum.

“Ne güzel yapmışsın meleğim, hoş geldin.” Masanın arka tarafına dolanıp babamın yanağını öptüğümde, diğer yanağını uzatarak beklentiyle duraksadı. Gülerek diğer yanağını da öptüm.

“Bunları niye getirdin babacım, gerekli değillerse kovayım mı?” Ciddi bir şekilde cevap bekliyor olmasına ayıplarcasına baktım. “Kovma baba, niye kovuyorsun?”

“Çünkü adımız Pınar ya da Deniz değil, bu adamın tahammülü onlara kadar var. Bize kalmıyor.” Amcam açıklarken şımarık bir tavırla babama sırnaştım. “Öpeyim bir kere daha.”

Masaya kalçamı yaslayıp ona doğru eğildim. Sulu sulu yanaklarını tekrar öptüğümde güldü.

“İyisin değil mi can suyum, bir sorun var mı?” derken benden çok Acar’a bakıyordu. Benim olsa da söylemeyebileceğimden şüphelenmişti sanırım.

“İyiyim,” dedim masada gördüğüm kahve bardağını sahiplenirken. “Kalanını ben çalabilir miyim bunun, sıcakmış halen?”

“Yenisini isteyelim, bekle biraz.”

“Gerek yok, bugün çok kahve içtim zaten bir fincan daha fazla gelir.” Babamın kahvesinin dibini bulmakla meşgulken amcamın anlattığı konuyu dinliyordum. Acar’a iş dilinde bir şey soruyordu, pek ilgimi çekmediği için ben kendi kendime odayı inceleyerek zaman geçiriyordum.

“Abim çıkmış mıdır?” diye sorduğumda babam bana baktı. Çıkış saati geçmiş sayılırdı, biz ajanstan biraz erken çıkıp gelmiştik ama abimden haberim yoktu.

“Çıksa haber verirdi, odasındadır.”

“O zaman ben ona uğrayayım bi’, sonra küsmesin.” Ayaklandığımda Acar da ayağa kalkmıştı. “Sen kal istersen konuşuyordunuz.”

“Geleyim,” derken sesi “Gelsin,” diyen babamla aynı anda yankılandı.

İkisine sırayla baktım. Yalnız kalmamam konusunu gittikçe abartıyorlardı, şirkete nasıl girebilirdi ki, alt tarafı üç kat aşağı inecektim. Yine de itiraz etmedim. “Tamam, hadi o zaman.”

“Yaman’ın işi bittiyse buraya gelin, sonra da eve geçeriz zaten. Toprak’la Ufuk aylak aylak gezinmeye başlamıştır çoktan.”

Abim ve babam ne kadar işkolikse, Toprak ve Ufuk tam tersiydiler. Burada çalışmıyor olsalar bulundukları yerden ikinci gün kovulabilme riskleri vardı.

“Tamam.” dedim harfleri uzatarak.

Acar’la birlikte odadan çıktık. Abimin odası üç kat aşağıdaydı. Asansörü beklerken parmaklarımı Acar’ın parmaklarına geçirip zaman geçirmek için parmak boğumlarıyla uğraşmaya başladım. Elleriyle oynamayı seviyordum.

Asansörden ineceğimiz sırada Acar kaşlarını çatarak cebini yokladı. “Telefonumu arabada mı bıraktım ben?”

“Şarja takmıştın, almadın mı inerken?” dediğimde ofladı. “Almadım, telefon bekliyorum bir işle ilgili inip alalım Yaman’a uğramadan.”

Asansör henüz durmuştu ki bu kez sıfıra bastım. Binadan çıkıp arabayı bıraktığımız yere doğru yürürken hava serinlediği için ürpermiştim. “Yağmur mu yağacak, aniden serinledi?”

“Üşüdün mü?” diye sorarken abartmamak için başımı iki yana salladım. “Ürperdim bi anda dışarı çıkınca, çok soğuk değil.”

Arabaya yaklaştığımızda birkaç gündür üzerimde olan -her ne kadar abartıyorlar diye etrafımdakilere kızsam da bende de vardı bu his tabii ki- panikle yürürken etrafı inceliyordum.

Acar arabanın kilidini açıp ön yolcu koltuğu tarafından içeriye eğilmişken gözlerim yolun karşısına takıldı. Titreyen bedenimi sabit tutmaya ve bir şey belli etmemeye çalışarak onu görmemiş gibi Acar’a bakmaya devam ettim.

“Acar?” dedim kısık bir sesle.

“Söyle yavrum?”

“Ani bir tepki verme,” dedim önce. Ardından kısık sesimle şaşkınca bana dönmesiyle birlikte devam ettim. “O burada, yolun karşısında.”

‘Kim’ diye sormadı, gözlerinde hızla yanmaya başlayan öfke dolu ateşin harlanması çok hızlıydı. Öne atılacağını fark ettiğimde bunun karşıdaki adamı kaçırmaktan başka bir şeye yaramayacağını biliyordum. Acar yetişemeden önce kaçacaktı.

“Gitme.” dedim hızlıca. Kolunu sıkı sıkı tutarken tek nefeste konuştum. “Onu gördüğümü fark etmedi, etse kaçardı. Yanına gidene kadar kaçacak, bizimkilerden birini arayalım. Şirkete sırtı dönük, kapıdan çıkanları göremez.”

Bedenimde gezinen adrenalin korkumla birlikte gittikçe artarken kurabildiğim en mantıklı plan buydu.

Acar yüzünü saçlarıma bastırarak derin bir nefes aldı. “Tamam, kahretsin tamam. Bagajda bir şey arıyormuşuz gibi oraya yönel, Yaman’ı arıyorum.”

Arabanın arka tarafına geçip Acar’ın açtığı bagajda eşyaları sağa sola ittirirken onun durumu abime anlatmasını bekledim. Cem’in görünüşüne olası bir durumda aşina olmaları için herkes hâkimdi, ama yine de üzerindeki kıyafetleri ve tam nerede durduğunu da abime anlattı Acar.

“Birkaç dakika bile sürmez gelmesi, elinde tehlikeli hiçbir şey yok. Yaman’ı fark edip kaçmasın yeter.”

Acar tehlikeli bir şey yok dese de içimdeki rahatsız his geçmemişti. Hiçbir şey düşünmeden atölyeyi yakan, bunla yetinmeyip halen bana direkt olarak zarar verebilmek için peşimde olan bir adamdan bahsediyorduk çünkü.

Yüzümü oraya daha fazla bakacak cesareti bulamayıp tamamen bagaja çevirdim. Aradan geçen süre çok kısaydı, kulağıma Acar’ın savurduğu ağır küfür doldu ve hemen ardından yanımdan hızla koşarak uzaklaştığını hissettim.

Bir şey olmuştu.

Başımı çevirip bakamadan önce nefes alamadığımı hissederek elimi göğsüme bastırdım.

Gözlerimi çevirip oraya bakmak için cesaretimi toplayamamıştım. Abime bir şey olduğu düşüncesi aklımı tırmalarken arabaya tutunarak yolun karşısına çevirdim bakışlarımı.

Gördüğüm görüntü, titreyen bacaklarıma rağmen yoldan geçip giden araçlara kör olmuşum gibi umursamaz bir hızla oraya koşmama yol açmıştı.

Abimin ve Toprak’ın yere sıkıca bastırdığı, kılını dahi kıpırdatamayacağı bir halde yerde duruyor olan Cem’e göz ucuyla bakabilmiştim. Gözlerim Acar’ın bedeninden gelen kırmızı sıvıya takıldığında boğuluyormuş gibi hıçkırdım.

“Acar!” Adını, bedenimdeki güçsüzlüğe rağmen o kadar büyük bir kuvvetle haykırmıştım ki etrafımızdaki tüm bakışları bizde topladığıma emindim.

Benim bakışlarım ise sadece ondaydı. Ona bir şey olma ihtimali boğazımı sıkar gibi canımı yaktığında gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. Kendi canımın yanmasını tercih edeceğime, bunu görmektense acıyı fiziksel olarak çekenin ben oluşumu yeğleyeceğime şüphem yoktu.

Ona bu kadar büyük bir bağla sıkı sıkıya tutunuyor olmam doğruydu ya da değildi bilmiyordum ama benim için artık doğruların önemi yoktu. Önemli olan tek şey Acar’dı.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm