Gözyaşı Kadehleri 24.Bölüm
24.BÖLÜM
Hakkında hüküm
verilmesini bekleyen, işlediği suçun ne olduğundan emin ancak cezası hakkında
hiçbir fikre sahip olmayan biri gibi koltuk köşesine tünemiş halde durduğum
süre uzun sayılamazdı.
Darbeyi duvardan
alan ve bin parçaya bölünüp parkeye yayılan gümüş vazonun öylesine seçtiğim bir
parçasına gözlerimi dikmişken kulaklarıma dolan sesi tahammülsüzdü. Tahammül
edemediği birden fazla şey olduğunu ben biliyordum ancak kulağına yaslı duran
telefonun ötesindeki kişi bundan bihaberdi.
“Sizin telefonu
açmanız için beklediğim iki dakikayı da hesaba kattım, beş dakikadır bu
saçmalığın sonlanmasını bekliyorum İbrahim Bey.”
Ulaştığı kişinin kim
olduğunu tahmin etmek zor değildi. Cevahir’in yüksek sesle değil, sözcükler ve
tonlamayla sızdırdığı öfkenin hedefinde hâlâ salonu dolduruyor olan televizyon
programının yapımcılarından biri vardı muhtemelen. Ulaşabilse direkt kanal
sahibini de arardı; vakit kısıtlı olduğundan biraz daha alttan iş yürütmesi
gerekmişti.
“Bahaneleriniz
de, sözleşmeleriniz de beni ilgilendirmiyor. Bu yayın duracak. Telefonu
kapatıyorum, birkaç dakika içinde bu yayın sonlanmazsa eğer… O zaman başka bir
dil konuşmaya başlayacağım sizinle.”
Son sözcüklerinin
ardından telefonu kulağından çektiğini ve kapattığını anlamak için yolum ona
bakmak değil, koltukta benim yanıma doğru attığı ve yastıklarının arasına
gömülen telefonunu görmek olmuştu.
Oturduğum
koltuğun arkasında, ayaktaydı. Salona geri girip adımı seslendiğinden beri
bulunduğu konumu terk etmemişti.
“Oraya çıkacak
cesaretin var ama bir sik anlatacak cesaretin yok senin,” diye hırladı
karşısında duran televizyona doğru. Sesindeki fırtına beni göz ucuyla kendisine
bakıyor hale getirmişti.
Zerrin’in ekranda
görünüşünün ardından Cevahir ilk olarak vazo parçalamak gibi fevri bir hamleyle
hareket ettiyse de sonraki adımı telefonunu çıkartıp üst üste bir iki görüşmek
yapmak olmuştu. Aradığı iki kişinin ardından az önce konuştuğu adama ulaşmış ve
bir süre de onunla konuşmuştu.
Tüm bunlar
olurken ekrandaki program aynı akışında devam ediyordu. Sunucu bir şeyler
soruyor, Zerrin yüzündeki oldukça samimiyetsiz gülümsemeyle onu yanıtlıyordu.
Başta çok şey anlatacakmış gibi açtığı ağzı, kısacık bir an sonra bunun bir
gövde gösterisi olduğunu belli ederek kapanmıştı.
Saçma sapan
şeylerden bahsediyordu.
Avcıoğlu
ailesiyle ilgili bahsedebileceği ve o programı yarın sabahın bombası haline
getirebileceği bin şey bulurdu belki ama yapmıyordu.
Bu programa
çıkışının konuşmak için değil, konuşma ihtimalini duyurmak için olduğu az biraz
belliydi artık. Bunca yıl içinde olduğu ailenin üyelerini tanımıyor olabilir
miydi gerçi? Zira bana bu akşamdan sonra Zerrin’in bir daha değil televizyona
çıkmak, televizyon izlemeye bile fırsatı olmaz gibi gelmişti.
Arkamdan yükselen
sık nefes sesleri eşliğinde, Cevahir’in bu kadına ne yapacağını düşünüyordum.
Bunu düşünen yanım ufacıktı. Geriye kalan parçalarım başka başka şeyler
peşindelerdi çünkü.
Televizyondaki
saçma soru-cevap sürecek diye düşünmeye başladığım anda sunucu kadının sesini
bu kez bir soru ile değil, açıklama ile duydum.
“Bir reklam arası
verelim sevgili izleyiciler, reklam dönüşü burada bizimle olmay-…” Kadın devam
ediyorken televizyon birden kapandığında ne olduğunu anlamayarak başımı
çevirdim. Cevahir’i elinde kumandayla görmüştüm. Dakikalar önce telefonla
konuşurken koltuktan alıp ses kısmak için kullandığı kumandayı bu kez
televizyonu tamamen kapatmak için kullanmıştı.
Sunucunun
şaşkınlık içerisinde ve beklenmeyen anda üstelik soru soracak gibiyken reklam
anonsu geçmesi bizim dışımızda kalan izleyiciler için garipti. Reklam arasının
verilme sebebiyle aynı odada olduğum için beni pek şaşırtmamıştı.
Kumanda da
telefonunu attığı yere, oturduğum koltuğa geri düştüğünde kendimi tutamayarak
yerimden kalktım. “Beni de kaldırıp at duvara ya da koltuğa! Öyle rahatlarsın
belki.”
Öfke kontrolü
olmayan bir çocuk gibi eşya fırlatmayı kesmezse birazdan ben de bulduğum ilk eşyayı
kafasına atacaktım.
Kırılan vazo
umurumda değildi ama kuru lavantalarım yerde kırıkların arasında kalmışlardı.
Derince nefeslenerek kırıkların biriktiği yere adımlayıp dizlerimi büktüm. Yere
dizlerimi yaslamadan yerdeki parçalara uzandığımda parmağımın ucu bile onlara
temas edemeden dirseğimden kavranarak ayağa kalkmaya zorlanmıştım.
Kırıklardan
uzaklaşacağım şekilde beni bir iki adım çekiştirip ardından dirseğimi tutmayı
bırakan Cevahir’le karşı karşıyaydım şimdi.
“Her şeyi
hallettik vazon mu kaldı?” diye soludu sabrının sınırındaymış gibi.
“Benim vazom
değil o!” dedim hiddetle. “Bu evde hiçbir şey benim değil, istersen başıma yık
her parçasını. Çiçeklerimi mahvettin sadece.”
“Sen…” dedi
siniri ne diyeceğine karar vermesine engel oluyormuşçasına duraksadıktan hemen
sonra. “Aklımı oynattırıyorsun var ya sen bana!”
Gözlerimi hiç
kaçırmadan gözlerine denk düşürmüştüm. Başım biraz geriye eğikti, boynumu ona
doğru açmış gibiydim.
“Hiçbir şey
yapmıyorum ben.”
“Levent’le
mesajlaşıp buluşmaktan vaktin mi kalmıyor yoksa?”
Ani bir tepki
vermemek için kaskatı kesildim. Her yanım kramplar girmiş gibi sızlarken
burnumdan zar zor bir nefes aldım.
Öfkeli dedim kendi kendime. Her şey üst üste
geldi, öfkesi katlandı. Üstelik baktığı yerden durumun elle tutulur bir tarafı
da yok.
“Aynen,” dedim
kontrollü kalma sürem beş saniyeden kısa olduğu için. O deliyse ben de
deliydim. “Yoğundum.”
“Seray,” dedi
duru bir sesle adımı seslendirip. İnatçı bir çocuk ikna etmeye çalışır gibi
anlık bir sabır sırtlanmıştı. “Bak ben şu an bu sorunun cevabını ondan almaya
gitmiyorsam eğer… Bil ki sana ondan daha çok güvendiğimden.”
Az önce burnunu
dikip ona en az onun kadar ters yaklaşan bir başkasıymış gibi, düğmem varmış da
Cevahir düğmemi bulmuş gibi kanım yavaşladı. Deli akan kanımın yavaşlamasıyla
birlikte açıklama yapması gereken tarafta olduğumu, üstelik tek açıklamamın
Levent’le buluşma sebebim olamayacağını hatırlamıştım.
“Oturalım mı bi’,
ayakta kaldık?” dedim misafiri kapıda lafa tutmuş ev sahibi edasıyla. Bana
sakin yaklaşması, ona sakin yaklaşmam demekti. Tırnaklarımı çıkartmamaya son
birkaç haftadır alışmıştım. Bu akşam uzun zaman sonra ilk kez dengem şaşmıştı.
“Ulan…” diye
başlayan bir şeyler mırıldandı ama ilk kelimesindeki nidadan fazlasını
anlayamamıştım. Bir şeye yakınır gibiydi sadece, bunu anlayabilmiştim.
Oturacağını belli
ederek hareketlendiğinde ben de koltuğun diğer tarafından dolanacaktım ki
elimden yakalandım. “Çıplak ayaklarınla kırıklara bas ama Seray, tamam mı?
Mantıklı davran böyle.”
Gözü öfkeden kör
gibiyken benden daha algısı açıktı. Bu gerçekle çok uzun süre yüz yüze kalmak
istemediğimden tutuşuyla birlikte onun olduğu taraftan koltuğa geçmeye
direnmedim.
“Oturduk,” dedi
koltuğa yerleştiğimiz saniyede. “Konuşmaya başlamadan çay da yapalım diyecek
misin? Benim sabrım tükendi tükenecek çünkü, belli olmuyorsa hani…”
Belli oluyordu
aslında. Gözlerindeki karartı ve çatık kaşları yeterince büyük ipuçlarıydı.
“Ben dün
Levent’le buluştum,” dedim bir avazda. Bu kısım ortada olan kısımdı gerçi… Neyi
açıklamıştım tam olarak?
Gözlerini bir iki
saniyeliğine kapalı tuttuktan sonra geri açtı. “Evet,” dedi bakışlarını yüzüme
dikerek. “Yani?”
“Yarın da
buluşacağım belli ki,” dedim omuzlarımı kıpırdatarak. Gelen mesaj bu yöndeydi.
Cevahir güldü.
Böyle dolu dolu,
uzun uzun güldü.
“Kâbus mu amına
koyayım?” diye hayretle kendi kendine konuştu. “Anası ayrı oğlu ayrı… Ne oluyor
aynı gecede?”
“Anasına ne
olduğu hakkında bir fikrim yok,” dedim sessizce.
“Oğlundan niye
var?” dedi bir anda patlayarak. “Seray sen beni mi sınıyorsun?”
Başımı iki yana
salladım. Şu an ağzımı açıp uzun açıklamalar yapmak için doğru an değildi ki,
ne yapabilirdim?
“Ben bu gece
sussam,” dedim tereddütle. “Yarın sen de gelsen, Levent’in yanına ikimiz
gitsek..?”
Eli birden yüzüme
uzandı. Avucunu alnıma kapatmasını beklemediğim için irkilir gibi olmuştum.
“Ateşten mi saçmalıyorsun diye baktım ama ateşin de yok.”
Alnımdaki
temasını kesmesi biraz uzun sürdüğünde ben bu süreyi düşünerek değerlendirmeye
çalışmıştım. Yarına kadar Cevahir’i nasıl sakin sakin susmaya ikna edebilirdim?
“Cevahir,” dedim
adını mırıldanır gibi seslenip.
“Söyle yavrum,”
diye yanıt aldığımda anlık bir bocalama yaşamıştım. Bu bocalama baş başa
olduğumuz salonda bana böyle seslenmesinden mi yoksa tüm gerginliğine rağmen
bana sakin yaklaşabilmesinden miydi, seçemiyordum.
“Levent’le neden
buluştuğumu o da varken anlatsam, olur mu? Yarına kadar beklesen…”
“Olmaz.”
Hızlı ve net
gelen cevabına karşı dudaklarımı birbirine bastırdım. Ağzımın içine doğru
katladığım dudaklarım bakışlarına bir anlık esir düştüğünde bacaklarımda duran
ellerimi kendi tenime bastırdım.
Duştan sonra
üstüme geçirdiğim yumuşak kumaşlı şortun açıkta bıraktığı üst bacağıma
tırnaklarım saplanmıştı.
“Neden olmasın
ki?” dedim kaskatı kesilen omuzlarımı kıpırdatmayı deneyerek. “Sabırlı bir
adamsın bence sen,” diye cesaretlendirmeyi amaçlamıştım onu.
“Sabırlı bir
adamdım,” dedi bu özelliğinin geçmişte kaldığını vurgulayarak. “Ama sen sabrımı
toplam üç ayda o kadar hor kullandın ki, kalmadı doktor.”
Yüzümü
buruşturdum. Üç ay dediği zamanın ilk bir ayında sadece yöneticimdi, ikinci
ayında beni zorba bir şekilde evlenmeye sürükleyen bir manyaktı ve son kırk
gündür de kocamdı.
“Almasaydın beni
hayatına,” dedim rahatça. “Ben kapında yatmadım bunu yapman için.”
“Kapımda yatma
zaten,” dedi gözleri belli belirsiz kısılırken. “Amacım yatağımda yatmandı,
kapımda değil.”
Ona yetiştirecek
laflarım boldu, bu konuda tükenmez bitmez kaynaklara sahiptim. Fakat konu hazır
dağılmışken ve kaçabilecek bir geçit bulmuşken fırsatı itemezdim.
“O zaman ben
gidip yatağa bi’ yatayım, amacına ulaş bir kez daha.”
Yerimden apar
topar kalkıp kendime odaya atmak ve ölü gibi uyumak istiyordum.
“Ben buradayken,
onu da seni de duyuyorken arayacaksın o pezevengi Seray.”
Komik bir şey
olmuş gibi güldüm. “Bu ani şakaların beni kalp krizinden götürecek bir gün.”
“Seray,” dedi
adımı ezberler gibi on saniyede bir tekrar edip durarak. “Ben mi arayayım, sen
mi arıyorsun?”
“İkimiz de
aramıyoruz.” Bu gece öfkeden patlıyorken daha fazla öfke gerekçesine ihtiyacı
yoktu. Kaldıramazdı. Duyacaklarının ona nasıl tepkiler verdireceğini
kestiremediğim için uyuyup uyanmayı ve yarın daha durgun olmasını istiyordum.
Birden eli
oturduğum koltukla kalçam arasına sızdığında dudaklarımdan tiz bir ses çıktı.
“Ne yapıyorsun manyak herif?” dedim sertçe.
“Seni
avuçlamıyorum, sakinleş. Avuçlanmayı değil, sert bir tokadı arzuluyor o kıçın
zaten. Telefonumu aldım.”
Telefonunu
oturmadan önce koltuğa attığı için geri yerleştiğimizde yarı yarıya telefonuna
kalçamı yasladığımı fark edememiştim. Kafam karışıkken kalçamda his kaybı oluyordu
belli ki.
Cevahir
telefonunun ekranına dokunuyorken eline yapışıp ona engel olmadan önce
gözlerimin önüne bir iki saniyeliğine gelen görüntüyü sessiz çığlıklarla
kararttım.
Sert bir tokadı arzuluyor o kıçın derken sesi alay ediyor gibi değildi. Onun
her daim ciddi bir adam olduğunu kendime hatırlattım. Tutup da bunu
yapacağından değil, alaycı konuşmayı bilmediğindendi belki de bütün bu tavrı.
“Aramasana!”
dedim ben saçma deryalara dalmışken rehberinden isim bulup arama yapıyor olan
Cevahir’in elini iki elimle birden kavrayarak. Çekiştirdiğim elinden telefonunu
almak için koltukta dizlerimin üstünde yükselip ona tepeden baktım biraz.
Telefonu kendime doğru çektiğimde sadece cihaz değil eli de bana doğru
geliyordu.
“Lütfen,” dedim
son çare. “Neden beni dinlemiyorsun hiç?”
Kendimi
acındırarak konuştuğumda duraksadı. “Bu gece öğrenmem ile yarın öğrenmem
arasında ne fark var?”
Başımı iki yana
salladım. “Çok sinirlisin, Zerrin’e sinirlendin yeterince.”
“Kızağım bir şey
yani,” dedi kaşları havalanırken. “Onla buluşma sebebin her ne sikimse, ben çok
mu kızacağım sana?”
“Bana değil,”
dedim sesim kısıklaşırken. “Bu olayın merkezinde ben yokum.”
Anlamlandırmak,
dediklerimi daha düzgün algılamak ister gibi birkaç saniye bekledi. Gözlerimin
içine keskin bakışlar atıyorken söylediklerimde dürüst olup olmadığımı
ölçüyordu sanırım. Ona, bana inanması için gereken zamanı tanıyarak sustum.
Dizlerimde
yükselmekten yorularak koltuğa olduğum gibi geri oturduğumda bacaklarım altımda
kalmıştı. Elini ellerimle çevrelemeyi bırakmadan durmaya devam ettim.
“Konu sen
değilsin?” dedi sorar gibi. Hızlıca başımı salladım. “Değilim.”
Alıp verdiği
nefesle göğsü şişti. Öne doğru yükselen geniş göğsü üstündeki tişörtü delip
geçecek kadar sert duruyorken gözlerim istemsizce oraya kaymış, sonra yeniden
yüzündeki bir çift kahverengi irisi bulmuştu.
“Eğer…” dedi
başını biraz yana eğerek. “Yarın tam aksine bir şey olursa, elimden alamazsın
kendini gamzeli.”
“Sen bir iki
haftadır benim tırnaklarımı görmedin diye gaza geldin herhalde?” dedim alayla.
“Elinden alamazmışım…”
Telefonunu diğer
eline alıp gelişigüzel şekilde koltuğa bıraktıktan sonra boş elini tutmayı
keseceğim sırada iki bileğimi aynı anda tek eliyle yakaladı. Kelepçelenmişim
gibi esir ettiği bileklerim onun kontrolünde aramızda duruyordu.
“Tırnaklarınla mı
korkutuyorsun beni?”
Mecaz olarak
kullandığım tırnakları çıkartma konusunu o başka bir yerden tutuyordu, bundan
emindim. Gözlerindeki dalgalanmadan ve biraz boğuklaşan sesinden belliydi.
“Korkmaz mısın?”
“Her zerremde
gezinip her noktamı karış karış çizebilirsin tırnaklarınla,” dediğinde göğsüm
titredi hafifçe. Birkaç saat önce çırılçıplak karşısında kaldığım anda ve
avucunu örttüğü yerde duran aklımı acilen işinin başına dönmeye davet
ediyordum.
“İstemez,” dedim
ses çıkarabildiğim ilk anda. “Senin ayı postunu ne diye çizecekmişim?”
Gülecek gibi
bakıyordu ama dudakları kıvrılmadı. “Çığlıkların boğazını incitmesin diye,
Seray. Benim için gelişlerinin kendini okşarkenki gelişlerinle aynı olacağını
mı sanıyorsun? Elini ağzına örterek çığlıklarını susturabileceğini mi
düşünüyorsun?”
Gözlerim açıldı.
Gözkapaklarımı acıtacak kadar ani şekilde açtım gözlerimi irice.
“Sen,” dedim zihnimde
yapboz parçaları yerlerine paldır küldür yerleşirken. Banyodayken yaptığı
imalar ve şu an söyledikleri birbirini tamamlıyordu. Kendimi tatmin etmemle
ilgili bana yaptığı imayı yem atmak için dillendirdi sanmıştım. “Beni mi
izledin?”
“Çok isterdim,”
dedi keyifli bir ifadeyle. “Fakat kısa bir göz ve kulak misafirliğiydi. Evde
olmadığım anlarda karımın kendisini okşuyor olduğuna dair sadece iki haftadır
bilgiliyim.”
Hafta içleri eve
geliş gidiş saatlerimiz ortaktı, gündüz evdeysem de evde yardımcılar oluyordu.
Hafta sonları ise yardımcılar yoktu ancak Cevahir çoğunlukla(!) evdeydi. Yani
yalnız kaldığım anlar kısıtlı hatta yok denecek kadar azdı.
Bahsettiği iki
haftalık sürenin ardından, göz ve kulak misafirliğinin ne zaman olduğunu
anlamam da bu nedenle kolay olmuştu.
İki hafta önceki
Cumartesi günü… Kahvaltıdan sonra evden çıkışı…
“İşim var deyip
çıkmıştın,” diye tısladım dişlerimin arasından. Kirli bir gülümseme belirdi
dudaklarında.
“Telefonumu
unutmuşum karım,” dedi bastıra bastıra. “Sevaplarla donanmış bir adam değilim
ama fark etmediğim bir iyiliğim beni senin günahına seyirci yapmış olmalı.”
Elim havalandı,
havalanan elimin kafasında bir yerde patlayacak bir darbe olduğunu anlaması
tahmin ettiğimden de kısa sürmüştü. Elimi yakaladı.
“Şşş,” dedi
usulca. “Aile içi şiddet oluyor bu artık.”
“Polis çağır
istersen, yakalasın tutuklasın beni.” dedim ters ters.
“Ben yakalarım
seni, başka kimseye gerek yok.”
“Kes artık,”
derken sinirim en çok kendimeydi fakat onu hedef almış haldeydim. “Ben
yatıyorum.”
“Ne tesadüf,”
dedi benimle aynı anda ayaklanırken. “Ben de yatacaktım.”
“Sen burada
koltukta zıbar,” dedim göğsünden ittirip. Milim kıpırdamadı tabii.
“Karımın koynunda
zıbaracağım, canım lavanta çekiyor.”
Lavanta dediğinde
koltuğun kenarında yerde kalan dağınıklığı hatırlayarak başımı çevirdim.
Kırıkların arasındaki kuru çiçeklere bakarken dudaklarım bükülür gibi olmuştu.
“Onları
kırıkların arasından toplamaya kalkışma sakın,” dedi düz bir sesle.
Omuz silktim.
“Yenilerini
kurutursun, sabah alırım lavantalarını. Dilediğin kadar alırım, merak etme.”
Sessizleştim.
Aslında bir süredir sessizdim ama cümlelerinden sonra daha da sessizleşeceğimi
belli ederek beden dilim de kapanmıştı. Yerime sindim.
Benim için bir
şeyler yaptığında, ufacık bir çözüm üretişinde bile garipleşiyordum. Bu
garipliğim, yabancılamaktandı.
“Anlaştık
varsayıyorum,” dedi sessizliğimi mühürleyerek. Tepki vermedim. Mühür daha da
soğudu, kırılamayacak bir hal aldı.
O gece koltukta
uyumadı. Koynumda da uyumadı.
Sanırım o gece
ikimiz de uyumadık.
Aynı yatakta,
farklı yastıklarda uzanıp tavanın yükseltisini izlerken saatlerce sessizlikle
sarmalandık.
Kıyametle
biteceğini sandığım gece, ılık bir esintiyle ferahlayarak son bulduğunda
kalbimdeki atışlar düzenli ancak aklım karmakarışıktı.
~
Arabanın
camlarından içeri sızan Mayıs ayına yakışır güzellikteki bahar güneşi gözlerimi
alıyor olsa da güneş gözlüğüme uzanmak yerine etrafı kısık gözlerle izlemeyi
tercih ediyordum.
Levent’in attığı
mesajın ‘saat iki gibi’ şeklinde bir zaman dilimi içeriyor olması, solumda
araba kullanıyor olan adam için hiçbir şey ifade etmiyordu. Buluşmayı kargalar
kahvaltısını yapmadan gerçekleşecek olan bir saate çekmesi tamamen kendi
kararıydı. Levent’in benden gelen daha erken buluşma isteğini garipsediği
kesindi, yanına vardığımızda arkamda duruyor olan kuzenini görünce taşlar
muhtemelen yerine otururdu.
Ertesi güne zar
zor ikna ettiğim Cevahir’i bu sabah da ‘biraz daha bekle’ diye oyalasaydım beni
almadan Levent’in yanına gideceğinden emindim. Bu nedenle kendimi yormadan,
kahvaltıyı kısacık sürede tamamlatmasına ve evden apar topar çıkmamıza uyum
sağlamıştım.
Araba yavaşlayarak
durduğunda bulunduğum yerin tanıdık gelmesini ve geçen günkü kafeyi görebiliyor
olmayı beklemiştim. Beklentilerimi karşılamayan manzarayla bakışırken merakla
soluma doğru döndüm. “Ne oldu? Niye durduk?”
“Geliyorum,
inmene gerek yok.” Kısa ve aydınlatıcı olmayan açıklamasının ardından arabadan
indiğinde bakışlarımla onu takip ettim. Nereye gidiyor olduğunu görüş açımdan
çıkınca anlayamamıştım, kendimi çok zorlamadan bakışlarımı yeniden ön cama
çevirdim.
Anlık bir
dalgınlık yaşadığımı, Cevahir’in dönmesini beklediğim sürenin ne kadar olduğunu
hesaplayamayacak kadar aklımın uçtuğunu fark edişim kapım açıldığında
gerçekleşti.
Refleksle sağıma
dönüp açılan kapıdan dışarı bakacakken gözlerim odağını bulamadan kucağımda bir
ağırlık hissettim. Ağırlığın sebebini gördüğümde dudaklarım hafifçe aralanmış
ancak sessizliğim bozulmamıştı.
Bacaklarımın
üstünü tamamen kaplayacak kadar büyük, büyüklüğüne tezat bir biçimde ince
dallarla dolu bir buket vardı önümde. Lavanta
dallarıyla dolu bir buket…
Hiçbir şey
söylemedi. Kapım yavaşça kapandı. Kucağımdaki buketle birlikte birkaç saniye
yalnız kaldım arabada. Cevahir ön taraftan dolanıp sürücü koltuğuna oturana dek
tüm arabayı dolduran kokuyla ve o kokunun kaynağından gelen ağırlıkla baş
başaydım.
Arabayı
çalıştırmak için elini uzatacağı sırada başımı ona doğru çevirdim. Omuzuma
doğru değmese de hafif eğdiğim başımla birlikte ona biraz yan bakmıştım.
Düşüncelerim
yüzünden anca sabaha karşı dalabildiğim uykumdan, birkaç saat sonra
sıyrıldığımda Cevahir’i gece boyu gördüğüm yerde yani yanı başımda
bulamamıştım. Banyoda ve odada biraz oyalanıp aşağıya indiğimde ise eve hakim
olan sessizlik eşliğinde biraz içeride gezinince beni ilk karşılayan detay
artık yerde olmayan kırık vazo parçaları ve lavantalarımdı. Hepsini
toplanmıştı.
Dün beni
‘yenilerini alırım’ diyerek geçiştirdiğini sanıyorken sabah gerçekten kucağıma
lavantalar bırakacağını düşünmemiştim.
“Gerek yoktu,”
diyebildim çok yüksek olmayan bir sesle. Birazdan ona kıyametten farksız
gerçekler savuracakken şimdi kollarımda onun tarafından verilmiş çiçekler
tutuyor olmak bencilce gelmişti.
Bir şey
söylemedi. Sabahtan beri üzerinde çoğunlukla sessizlik örtüsü örtülüydü. Üstüne
gitmeden sessizliğine uymuş ve ben de susmuştum.
“Teşekkür
ederim,” dedim buna da sessiz kalacağını düşünerek. Buketi kucağımda tutmayıp
arka koltuğa bırakabilir konumdaydım ama araba tekrar durana dek parmaklarımı
küçük çiçek tomurcuklarında gezdirme fikri daha cazip gelmişti.
“Kurutursun
bunları da,” diye bir anda konuştuğunda başımı kaldırıp ona baktım. Kendisi
yola odaklıydı. “Kuruturum,” dedim onaylayarak. “Çok fazlalar ama, daha küçük
bir buket de yeterdi.”
“Hepsini aynı
yere koymazsın, farklı odalara dağıt.”
Bunu benim için
mi söylüyordu yoksa lavantaları görmeyi benim kadar olmasa da alışkanlık haline
mi getirmişti, bilmiyordum. Öğrenmek için de çırpınmadım. Bazen bilmemek,
bilmenin bin katı ferahlıktı.
Birkaç dakika
öylece geçip giderken bakışlarım bir anlığına direksiyonda duran eline takıldı.
Elinin üstünde küçük bir iz vardı. Arabadan inmeden önce o izin var
olmadığından emindim.
“Islak mendil ya
da peçete var mı arabada?”
Kendim için
istediğimi düşündüğünden olsa gerek hiç sorgulamadan yanıtladı. “Torpidoya
bak.”
Kucağımdaki
lavantalarımdan ayrılmak istemesem de onları ezmektense ayrılmak daha doğruydu.
Dikkatlice buketi arka koltuğa bıraktıktan sonra önüme döndüm. Torpidoya uzanıp
açtığımda önüme çıkan ıslak mendil paketini görünce güldüm. Bu kırmızı paket
tanıdıktı.
“Benim mi bu?”
diye sordum.
“Arabadan her
inişinde arkanda bir şeylerini bırakıyorsun, evet senin.”
Söylenir gibiydi
ama bundan rahatsız olmadığı da belliydi.
“Başka nelerimi
bırakıyorum?” dedim merakla. “Burada mı hepsi?” Torpidoda küçük bir araştırmaya
gireceğim sırada bileğimden yakalandım. “Başka bir şey yok.”
Kaşlarım
havalanmış halde ona döndüm. Yoldan birkaç saniyeliğine ayırdığı bakışlarıyla
bana baktıktan sonra yine yola dönmek zorunda kalmıştı. “Şüpheli hareketler
bunlar, Avcıoğlu.”
Bakmamı
istememesi beni şu an bakmaya iyice itmişti. Ne görecektim ki?
Özel hayatın
gizliliği hakkına bulaşıyor olmayı pek umursamadan diğer elimi torpido gözüne
daldırdım. Saçma sapan bir iki eşya vardı, eline geçen ve bir yere ait olmayan
şeyleri buraya atmış gibiydi.
“Seray,”
dediğinde uyarır gibi konuşmasını takmadan dudaklarımı büktüm yalandan. “Bir
şey yokmuş zaten,” dedim hevessizce. Elimi geri çekmek için hareket
ettirdiğimde parmaklarıma çarpan, diğer her şeyden farklı bir dokuya sahip
kumaş yüzünden hareketim sekteye uğradı.
İpek bir kumaşa
değdiğimi hissetmiştim.
Cevahir’in takım
elbiselerinin cebinde durması gereken mendilleri takmaktan hoşlanmadığını,
onları evde bir yere tıktığını biliyordum. Dokunduğum kumaş da buna benzerdi.
Bir tanesi de arabada mıydı acaba?
Parmaklarımla
kavradığım kumaşı bulunduğu yerden çektiğimde artık kumaş görünür halde ve
elimdeydi.
Diğer elimin
bileğini esir etmeyi ben kumaşı çıkarttıktan sonra kesen Cevahir, görmemi
istemediği şeyi elimde tutuyor olduğumu doğrulamıştı. Kaybedecek bir şeyi
kalmayınca elimi bırakmıştı.
“Fularım,” diye
mırıldandım. Koyu mavi, kaygan kumaşlı parça bana aitti. Bu fuların başıma
açtıklarından sonra yokluğunu hiç hissetmemiştim ama şu an fark ediyordum ki ben
o zamandan beri bu fuları dolabıma hiç geri götürmemiştim.
“Senin miydi o?”
şeklinde oldukça saçma bir soru sorduğunda kıstığım bakışlarımla yüzüne doğru
baktım. Dümdüz karşıya baktığı için sadece yandan görebildiğim yüzünde nasıl
bir ifade var olduğunu tam çözümleyememiştim.
“Dalga mı
geçiyorsun?” diye sordum. “Düşürdüm diye bana ithamlarda bulunduğun fular işte,
alıp buraya koymuşsun.”
“Düşürmeseydin
orada burada,” dedi zeytinyağı gibi üste çıkarak. “Cevahir,” dedim adını
bastıra bastıra seslendirip. “Kleptoman mısın sen? Eşyalarımı ben düşürmüyorum
da sen mi çalıyorsun acaba?”
“Saçma sapan
konuşma istersen,” dediğinde fuları salladım ona doğru. “Saçma olmayan sebebini
sen anlat o halde.”
“Geri alabilirsin
değerli fularını, sorun değil.”
“Takmak
istiyorsan kalabilir,” dedim sırıtarak. Aklıma birkaç fikir geliyordu ama
hangisinin doğru olduğunu bulmak için Cevahir’in ağzından bir şeyler daha
kaçırmasına ihtiyacım vardı.
Bir şeyler
homurdandı. Anlayabileceğim kadar yüksek ve net çıkmayan sesi yüzünden merakta
kalmıştım.
“Çantama koyayım
o zaman,” dedim oturduğum koltukta benden kalan boşluğa doğru bıraktığım küçük
çantamı kavrarken. “Ama dersen ki, sen bu fuları biraz tak sonra bana geri ver…
Onu da yapabiliriz.”
Keskin bakışları
beni buldu. Ben zaten ona bakar haldeydim. Anlık olarak çarpışan bakışlarımız,
araba sürüyor oluşu yüzünden hızla kopmuştu. Ara ara bana bakmaya devam ederken
dudaklarını araladı. “Bu mu silahın?” dedi sakince. “Kokunla nasıl bir savaş
verdiğimi çoktan duydun benden, neyle vuruyorsun beni doktor?”
“Fuları kokum var
diye mi sakladın buraya?” Söylediklerine ve söylerken takındığı kendinden emin
tavrına sendelemeden düzgünce sormuştum.
“Öyle ya da
değil, senin için neyi değiştirir?”
Omuz silktim. Çantama
uzanan parmaklarım içindeki küçük gözde duran cam şişeyi kavradı. Parfümümün en
küçük boyunu çantamdan ayırmıyordum hiçbir zaman.
Şişenin kapağını
açıp diğer elimde duran fuların üstüne bir iki defa sıktım. Araba arkadaki
lavantaların taze kokusu ve parfümümdeki notalarla birlikte farklı bir aromayla
kaplanırken fuları torpidoya geri bırakmadan önce Cevahir’in yüzüne doğru
uzattım. “İdare eder mi bu seni Avcıoğlu?”
“İdare etmediği
anlarda gelip boynuna gömülebilecek miyim?”
Saklamakta
zorlandığım bir gülümsemeyle dudaklarım gerilirken toparlanıp fuları torpidoya
ve parfümü de çantama attım.
Araba tekrar
durana dek ben sağımdaki camdan dışarıyı izledim, onun da bakışlarının -bana
saniyelik bakışlar attığı zamanlar dışında- yolda olduğunu biliyordum. Çiçekler,
kokular derken bugünün asıl gündeminden bir süreliğine koptuğumu anımsadığımda
göğsüme battığını hissettiğim dikenler geri gelmişlerdi.
Araba nihayet
durdu ve bu kez bulunduğumuz yer iki gün önceki kafenin önüydü. Levent’in
gelmiş olduğunu düşünmüyordum. Gelse telefonuma bir mesaj ya da arama düşerdi
muhtemelen.
Aynı anda
indiğimizde Cevahir yanıma doğru geldi. Adımlamaya başlamadan önce kolunun
omuzuna yakın bir yerine alelade dokunarak onu durdurdum. “Her ne yapacaksan,
ben de yanında olacağım. Bunu erkenden söylüyorum çünkü yanımdan apar topar
kalkıp gittiğin senaryoda seni bulabilmem mümkün değil. Bensiz gitmeyeceğinin
sözünü verebilir misin?”
İki gündür ona
‘gitmemesi’ ile ilgili zırvalanıyordum. Dün kendim için, bugünse onun için
giriştiğim bu işten olumlu sonuçla ayrılabileceğimden emin değildim ama
deniyordum işte.
“Veremem,” dedi
dürüstçe. “Geceden beri, her ne söylenecekse bana öyle fazla şey düşündüm ki…
Hiçbirinin sonu iyi bitmiyor, nasıl hareket edeceğimin sözünü de veremem.”
Omuz silktim.
“Tamam,” dedim usulca. “Sen gidersin, ben de Levent’le otururum biraz daha. Baş
başa k-…”
Bel boşluğumdaki
avucunun baskısı sertti. Karnım belindeki kemere çarpacak kadar ona yakın bir
yerdeydim.
“Tamamlama o
cümleyi,” dedi gözlerindeki yangını gizlemeden. “Bu benimle oynayabileceğin bir
konu değil, deneme bile.”
‘Bu’ diyerek
kastettiği sadece Levent değildi, genel olarak andığım herhangi bir adamdan
kıyameti kopartabilecek bir deliydi. Cevahir’i delice sahiplenir hale sokan
yalandan bir soyadı paylaşımıydı bizim hikâyemizde, aksi olsa ve ruhu gerçekten
birine bağlı kalsa nasıl bir kıskançlık performansı sergileyeceğini düşünmek
tüyler ürperticiydi.
“Neden ki?” dedim
sabrını sınamayı sevdiğimden. Ayağımda daha az resmi giyindiğim için sade bir
spor ayakkabı vardı, ona uzanıp dudaklarının üstüne doğru konuşabilmek için
yerimde yükselmem gerekmişti.
Farazi soruma
yanıt vermedi. Gülümseyerek sessizliğini izledim. Üstündeki etkimi seviyor, o
etkinin bana kattığı gücü hissettikçe daha fazlasına sahip olma isteğiyle
doluyordum. Onda başka birilerinin bırakamadığı fevri ve kontrolsüz tepkiler
doğurtmak bir keyifti.
Dışarıda öylece
durmayı aniden kesip kafeye geçtiğimizde oturduğumuz masada karşılıklı değil,
yan yanaydık. Levent geldiğinde onun karşısına otursun diye çantamı alarak
benim karşımdaki sandalyenin üstüne bırakmasına içimden gülmüştüm.
Hesaplar ve
planlar adamıydı. Konu her ne olursa olsun, o değişmiyordu.
Yanımıza yaklaşan
garsondan kahve istediğimde bunun sebebi sabah Cevahir’e çay içerken eşlik
etmiş olmamdı. Kahvaltılarımı onla yapa yapa kahve yerine çay içmeye alışmaya
başlamıştım. Vildan Hanım sabahları her ikisini de hazırlasa da hafta sonları
kahve yapmaya gerek duymadan çaya gömülüyordum.
Sabah ben ona
eşlik etmişken, bu kez de o bana uyarak kahve istedi benim gibi. Garson
siparişleri alarak uzaklaştığında arkasından bakmayı bırakıp Cevahir’e doğru
çevirdim bedenimi. “Levent’i beklese miydik acaba?”
“Zıkkımın kökünü
içsin, geldiğinde ben içireceğim hatta.”
Direkt olarak
cevaplanmıştım. Cevap verirkenki ciddiyeti cevabın kendisiyle pek örtüşmüyordu.
Levent gelene
kadar konuyu o geldiğinde gideceği noktalardan uzakta tutmayı görev edinmiş
gibi saçmaladım. Aklıma eseni söylediğim ve Cevahir’in hiç garipsemeden beni
dinlediği anların arasında kahvelerimiz de servis edilmişti.
İçinde süt ve
şeker olan kahvesini süzdüm. Kendi önümde ise asfalttan hallice bir görüntüyle
beni bekleyen koyu kahvem vardı.
“Bu evliliğin
prensesi sensin galiba,” dedim başımı hafifçe sallayarak. Yüzündeki şaşkın
ifadeyle bana döndüğünde ise kendimi tutamayarak sesli bir şekilde gülmeye
başladım.
Güldükçe daha
fazla gülesim gelmiş ve yerimde sallanmıştım. Sandalyemin arkasına doğru
uzattığı kolunu indirerek sırtımı sardı.
“Kocayla dalga
geçilmez,” dedi önemli bir kural dillendirir gibi.
“Öyle miymiş?”
dedim alaycı tavrımı bozmadan bakışlarımı yüzüne dikerek. Gözlerini olumlu
anlamda yavaşça kapatıp açtı.
“O zaman
boşanalım,” dedim fısıldayarak. “Ben dalga geçmek istiyorum seninle.”
Gözlerinden kayıp
geçen her şeyi yakalayabilmem ve herbirini düzgünce anlayabilmem mümkün
değildi. Keza o sırada Cevahir’in karşısındaki sandalye sert sayılabilecek
şekilde çekilmiş ve ikimizin de dikkati dağılmıştı.
“Günaydın yılın
çifti,” şeklinde alayına maruz kaldığımız Levent’e boş boş baktım. Aynı şekilde
karşılık verdi bana. “Camdan cilveleşmeniz herkese yeterince ilan oldu, biraz
daha az gülebilirsiniz.”
Duraksadım.
Ben kendi şakama
gülerken ve Cevahir beni sırtımdan durayım diye sarmışken dışarıdan daha farklı
bir görüntü çizmiştik belli ki. Ağzımı açıp bu durumu düzeltmedim.
Levent’in buraya
geldiğinde beni geçen günkü gibi tek bulmayı beklediğini düşünüyordum.
Cevahir’i gördüğünde en azından yüzünde gözle görülür bir şaşkınlık belirtisi
bulurum sanmıştım fakat her şey normalmiş gibi tepkisizdi.
Levent çaprazımda
kaldığı için ona bakabilmek adına hafifçe yanımdaki bedene doğru dönük olmayı
sürdürdüm. Cevahir sırtımdaki kolunu çekmek bir yana, kıpırdatmadı bile.
“Sipariş vermek
için de beklememişsiniz, ne nezaket yoksunu bir ikilisiniz… Yakıştıramadım.”
Levent’in
Cevahir’le taşıdığı genetik ortaklıklar dışında hiçbir karakteristik
özelliğinin ona benzemediğini kavramam bugün gerçekleşmemişti. Biri aksa diğeri
karaydı, fiziksel birkaç özellik dışında iki farklı dünyadan gibilerdi. Durumun
gerginliğine ve beklenmedik oluşuna rağmen rahat görünen, gevşek bir biçimde konuşuyor
olan Levent bu gerçekliğin altını çizmişti sadece.
Kuzenindeki rahat
tavrın Cevahir için bir tetikleyici olduğunu fark ettiğimde boğazımı küçük bir
öksürükle yumuşattım. Ertelemeye de, bazı kısımları saklı tutmaya da bu saatten
sonra girişmek mümkün değildi. Bu yüzden açık açık her şeyin dökülmesi
gerekiyordu.
“Çarşamba akşamı
dünkü gibi bir mesaj aldım Levent’ten,” dedim ilk buluşmayı düzgünce
açıklayabilmek için en baştan başlayarak.
“Ve hiçbir şey
olmamış gibi ‘tamam’ deyip buraya mı geldin ertesi gün?” Yoğun bakışları yüzümü
bulduğunda başımı iki yana salladım. Göz ucuyla Levent’e baktığımda ne için
baktığımı anladığını biliyordum.
“Yeterince
yalvarttı beni, için rahat olsun. Eğer araya başka şeyler sokup bir nevi tehdit
etmiş olmasaydım benimle buluşmak gibi bir düşüncesi yoktu.”
Cevahir’in
bakışları bu kez sertçe karşıya çevrildi. “Tehdit ettin..?” dedi garip bir
sesle. “Karımı tehdit ettin, pişkin pişkin de bana bunu itiraf ediyorsun. Öyle
mi?”
Levent’in yüzünde
okuyamadığım, farklı bir ifade belirdi. “Öyle,” dedi sakince. “Kızdın mı?”
“Dalga mı
geçiyorsun lan sen benimle?” Cevahir’in kontrolsüzce yükselmek üzere olduğunu
dişlerini sıka sıka konuşmasından anlayabildiğimde bir elim göğsünü buldu.
Avucumu göğsüne bastırdım. Bunun onu en başından beri öyle ya da böyle
sakinleştirme yolum olduğunu biliyor ve zaman zaman kullanıyordum.
“Sen bu kısımda
öfkelenmeye başlarsan, biz bu konuşmanın devamını getiremeyiz. Karın belli ki
senin her şeyi öğrenmen konusunda aceleci davranmaya karar vermiş.”
“Gecenin köründe
mesaj atarken ne bekliyordun?” diye sordum Levent’e. Karmaşanın asıl sebebi
buydu zaten.
“Birbirinizin
telefonunu mu karıştırıyorsunuz? Siz cidden vıcık vıcık bir çiftsiniz anasını
satayım, şüphelendiğim hiçbir şey doğru çıkmıyor hakkınızda.”
Şüphelenmekten
kastı en başından beri evliliğin bir oyun olduğunu savunan yegâne kişi
olmasıydı. Doğrulardan şüphelenmiş ancak oyuna yenik düşmüştü. Şüphelerini
silenin bu saçmalık oluşunu umursamadım. Zira şu an çok daha önemli bir
kısımdaydık.
“Öğreneceğim
şeyler, kızacağım şeyler… Dünden beri aynılarını duyuyorum; ne halt dönüyorsa
ortada, konuşun artık biriniz.”
Levent’i
dinlemenin onu daha da gerdiğini anladığımda derin bir nefes alarak kolunu
hafifçe kendime doğru çekiştirdim. Bana bakmasını, benden dinleyeceğini
anlamasını beklerken çok zaman geçmemişti.
“Kurulda senin
olmayacağını, babanın senin yerine oylamada söz sahibi olacağını o odaya
girmeden önce az çok biliyordum.” dedim tane tane. Kaşları hafifçe çatıldı.
“Nereden biliyordun?”
Gözlerimle karşımızda
oturan bedeni işaret ettim. Benden kopan bakışları Levent’i buldu. “Bunu
söylemek için mi buluşma saçmalığını ortaya attın? Babamdan mı duydun?”
“Amcamdan duydum,
evet. Kulak misafiri oldum. Kurulda kendisinin bulunacağını, kendiyle birlikte
oy çokluğu sağlayacak şekilde birilerini daha ikna edeceğini duydum.”
Bu haliyle
sevgili kayınpederim benim hastanede kalmam için emek verecekmiş gibi doluyordu
kulağa her şey fakat ortadaki durum bunun tam tersiydi.
“Seray’ın kalması
için…” dedi Cevahir biraz şaşkın bir şekilde. Az sonra daha da şaşıracaktı.
“Gitmem için,”
dedim sessizce.
Cevahir alev alan
bakışlarıyla bana döndü aniden. “Ne? Ne saçmalıyorsunuz şu an, ben
anlamıyorum.” Anlıyordu aslında. Yani anlayabilmesi zor değildi ama anlamamak
sığınabileceği son limandı.
“Kocasının oy
vermesi ile kayınpederinin oy vermesi arasında bir fark olmadığı saçmalığını
öne sürmek için son anı bekledim, beklemesem amcam kuruldan önce başka bir şey
uydururdu. Öyle ya da böyle Seray’ı gönderecekti.”
Cevahir’in tutmayı
bırakmadığım kolundan hissedebildiğim her yeri kaskatıydı. Zihninde bir şeyler
oturtmaya başladığını düşünüyordum ama doğru yola sapabilmesi mümkün değildi.
“Kuruldaki
doktorları da yine ben değiştirttim, son dakika. Hatta değişim onayını sen
verdin, ayarlamayı yapanın ben olduğumu bilmiyordun sadece.”
Tek tek, adım
adım ilerliyordu. Levent’in alaycı tavrından sıyrılmış olmasına güvenerek
tamamen susmuş ve ona konuşma fırsatı tanımıştım.
“Ben onayladım,”
dedi Cevahir kendi kendine. “İyi de neden?” dedi dümdüz karşıya, aslında
Levent’e bakıyorken. “Seray’ın gidip gitmemesi ne diye seni bu kadar
ilgilendirdi?”
Sorusunun sonuna
doğru kaşları çatılmış, düşündükleri yüzüne yansımıştı.
“Beni
ilgilendiren kısım karın değildi, gitmesi de kalması da beni zerre ilgilendirmiyordu.
Başka bir durumda gitmesi işime gelirdi hatta belki, sizin ‘yıldız çift’
görüntüsü çiziyor oluşunuz beni oyunda dezavantajlı hale getiriyor.”
“O zaman ne halt
etmeye karıştın bu işe? Birkaç hafta önce onu ‘Muhsin’le köşeye sıkıştıran
sendin, şimdi iyilik meleği mi kesildin?”
Levent
bakışlarını bir an için Cevahir’den çekerek yüzüme çevirdi. Bu çok kısa bir
andı. Cevahir masaya elini sertçe bastırarak dikkati tekrar üzerine almıştı.
Levent ona döner dönmez dudaklarını araladı. Bu kez dilinden dökülenler
öncekilerden çok çok daha ağırdı.
“Boktan ebeveynlere sahip olan tek kişinin
karın olmadığını, onunkiler yerine kendimizinkilerle uğraşmamız gerektiğini
fark ettim sevgili kuzenim. Ailemizde dengelerin nasıl bozuk ve bu
bozukluğun nasıl mide bulandırıcı olduğunun farkına vardım.”
“Cevahir?” diye
mırıldanırken sesim ilk kez ona karşı bu denli çekingendi. Ona bağırıp
çağırmaya, belki alayla konuşmaya alışkındım ama bir şeyleri kırıp dökmekten
çekinerek sesimi kısmak zorunda olmakla yeni tanışıyordum.
Yüksek tepkiler
vereceğini, onu yanımda tutamayacağımı düşünerek kafeye girmeden önce söz
almaya çalışmıştım fakat tepkisi tepkisizlik olunca ne yapacağımı bilemez halde
kalakalmıştım şimdi.
‘Baban ve annem arasında yasak bir ilişki var, ne
zamandır var bilmiyorum ama kısa süreli olmadığını çok iyi biliyorum artık’ diyen Levent’in sesini ve sesindeki
iğrenir tonu hızlıca aklımdan silebilmem mümkün değildi.
Levent
konuştuktan sonra Cevahir’den gelecek olan kıyameti aratmayacak tepkiyi
beklemiştim gözlerim yarı kapalı halde. O tepki hâlâ daha gelmiş değildi.
İki elim de ona
yaslıydı. Bir elim göğsünde diğeri ise kolunda konaklıyorken, kolundaki elimi
ondan kopararak yüzüne doğru çıkarttım. Yanağını hafifçe kavradığımda sakalları
avuç içimde küçük dikenler varmış gibi tenimi çizmişti.
Levent’in
söylediklerinden sonra apar topar kalkıp gidişinin asıl sebebi kendisinin de
dudaklarından dökülenlerden sonra iyi hissetmiyor olmasıydı, biliyordum. İki
gün öncesinde yine bu dört duvar arasında bana kurul konusundan bahsederken ve
ben bu sayede yalnızca kendi bildiğimi düşündüğüm sırra onun da ortak olduğunu
anlarken takındığı hal de farklı değildi.
Cavit’in bana
karşı cephe alışına şaşırmadığımda direkt olarak şüphelenmişti. Şüphesinin
üstüne gittiğinde ise ikimizin de bu yasak ilişkiden haberdar olduğunu
anlamıştık.
Levent gittikten
sonra artık masada yalnızdık. Bedenim tamamen ona doğru dönük, bakışlarım hep
yüzündeydi. Ellerim de bir şekilde ona teması kesmiyorken varlığımı ona
hissettirebilmeyi amaçlıyordum.
Levent’in bu
ihanete olan tepkisi ile Cevahir’inki örtüşemezdi bana kalırsa. Nilgün
Avcıoğlu’nun bu hikâyede kurban edilmiş olması, taşlar yerine oturduğunda yanlış
tedavi konusundaki tek suçlunun Zerrin olamayacağının açıkça görünmesi… Bunlar
terazinin Cevahir’e ait tarafını yere değdirecek kadar ağır yüklerle
doldurmuştu.
“Dün bana duyacakların
benimle ilgili değil dediğinde… Ben basit bir şey dinleyeceğime kendimi
inandırmıştım, sadece arkamdan iş çevirdiniz diye size kızacağımı sandım. Bu…
Seray bu ne demek?”
Bakışları
dalgınca masaya odaklıyken sessizce konuşuyordu. Adımı geçirse de aslında kendi
kendisine konuşuyor gibiydi.
Söyleyecek bir
şeyler bulmakta zorlandığım için dudaklarımı birbirine bastırarak sessizce
bekledim.
Bütün bunların
gerçekliğini sindirdiğinde daha farklı tepkiler vereceğinden emindim. Şu an
beklemediği anda beklemediği kişiden beklemediği şekilde darbe yemiş olmanın
verdiği afallamayı yaşıyordu.
Yanağına
yasladığım elimle onu hafifçe kendime doğru çevirdim. Bakışlarının masadan
kopup bana çevrilmesine neden olduğumda gözlerimi gözlerine hiç çekinmeden
sabitlemiştim.
“Annene uğrayalım
mı?” diye mırıldandım. Ona şu an iyi gelebilecek olanın annesinin sıcaklığı
olduğunu hissediyordum. Daha önce Cevahir’i en savunmasız gördüğüm yer
annesinin dizleriydi.
Geçtiğimiz
haftalarda Nilgün teyzeyle birden fazla kez görüşmüştüm. Cevahir’in onu
yerleştirdiği evde -yeşilliklerin arasında tatlı bir evdi bu- iki günde bire
denk gelen psikiyatrist görüşmelerini yapıyor, çok seviyor olduğunu kendisinden
öğrendiğim bahçe işleriyle uğraşmak için de gününün kalanını harcıyordu.
Her seferinde bir
önceki görüşümden daha iyi olduğunu, gülümsemelerinin daha bilinçli ve uzun
haller aldığını gördükçe onun umudu beni de yeşertiyordu.
Özellikle
Cavit-Zerrin meselesinden sonra ona karşı -hiçbir suçum olmamasına rağmen-
mahcup hissediyordum. İyi olduğunu gözlerimle görmek her ne kadar hoş olsa da,
olan bitenden haberdar olduğunda tüm düzenin bozulacağını bilen tarafım beni
rahat bırakmıyordu.
“Hayır,” diye
yanıtladı beni Cevahir. “Aklımı toplamadan yanına gidemem.”
Benim kontrolüm
dışında, belki daha önce varlığını bile bilmediğim bir dürtüyle yüzündeki elim
kıpırdadı. Başparmağım sakallarının seyrekleşerek bittiği, elmacık kemiğine
denk gelen yere sürtündü. “Ama sana iyi gelirdi,” diye konuştum.
“Bana iyi
gelebilecek hiçbir şey yok şu an,” dedi soğuklaşan sesiyle. “İyi olmak gibi bir
isteğim de yok zaten, kötü kalmaya ihtiyacım var.”
Kötü kalmaya
duyduğunu sandığı ihtiyacı aslında acı verme isteğiydi. Aklından Zerrin’e ve
babasına dair neler geçtiğini bilmiyordum ama içimden fısıldayan seslerin
tahminleri doğruysa bu iş pek sakin sonlanacak gibi değildi.
~
“Yardımcı olayım
mı Seray Hanım?”
Elimde tuttuğum
tepsinin dengesini tek elimle sağlayıp diğer elimi kapıyı kapatmak için
kullanıyorken duyduğum sesle birlikte omuzumun üstünden sesin kaynağına doğru
baktım.
Bahçede görmeye
alışkın olduğum, artık benim için tanıdıklaşan güvenliklerden biriydi.
“Teşekkür ederim,” dedim gerek olmadığını belli ederek başımı olumsuz anlamda
sallarken.
Bu sırada kapıyla
işim bitmiş, tepsiyi yeniden iki elimle tutabilmeye başlamıştım.
“Aynı yerde mi?”
diye sordum adam benden uzaklaşmadan önce. “Evet, arkadaki oturma alanında.
Küçük olan tarafta.”
Tepsiyi sıkıca
tutarken üstündeki sıcak çayla dolu fincanın devrilmemesi ve yanında duran
tabağa doldurduğum keklerin zarar görmemesi için adımlarım dengeli ve yavaştı.
Yavaşlığım tepsiyi devirmek dışında belki biraz da göreceğim görüntüyü erteleme
isteğimdendi.
Kafeden eve
gelişimizin ardından Cevahir’i neredeyse hiç görmemiştim. Evden çıkmadığını
biliyor olmama rağmen, ben evde dolanıyorken hiçbir şekilde önüme çıkmamış
olması sanki yok olmuş gibi hissetmeme neden olmuştu.
Evin arka
bahçesinde kalan, diğer bahçe mobilyalarına kıyasla az sayıda ve dar alana
sıkıştırılan kısımda olduğunu ise bir saat kadar önce yine az önceki
güvenlikten öğrenmiştim. Ne yaptığını sorduğumda bana verdiği tek cevap ‘oturuyor’
olmuştu.
Onu kendiyle baş
başa bırakmak mı yoksa sürekli dibinde durmak mı doğru olandı, seçememiştim.
Saatlerdir ilk seçeneği uygulamışken artık bir şekilde müdahale etmem
gerektiğini söyleyen tarafıma uyarak yaptığım çayla ve dün kalanını dolaylı da
olsa benim yüzümden yiyemediği için içime oturan kekle birlikte bahçedeydim.
Papatya ve melisa
çaylarının gücünden aynı anda yararlanabilmek için ikisini karıştırmış,
muhtemelen tadını sevmeyecek olduğu bir karışım oluşturmuştum. Bitki
çaylarından haz etmiyordu, bu kesindi. İkisi birlikteyken hiç istemeyecekti.
Ama bedenindeki gerginliğin yüzde biri bile azalsa kârdı.
Bahçenin uç
tarafında kalan, evin arkasındaki koruya bakan alana vardığımda gelişimi
görebilmesi mümkün değildi. Buraya, şu anda oturuyor olduğu küçük masa-sandalye
setini taşıma fikri aslında benimdi. Normalde daha eve yakın bir yerde duran,
iki geniş tekli koltuk ve bir yüksek sehpadan oluşan mobilyaları koruyu
düzgünce izleyebilmek için buraya taşıtmıştım.
Cevahir buraya o
zamandan beri ‘senin köşen’ diyordu, şimdi benim köşeme kendi saklanmıştı.
Adımlarım birbiri
ardına gelirken artık elimdeki tepsiyi sehpaya bırakabilecek kadar
ilerlemiştim. Yavaşça tepsiyi bıraktığımda Cevahir’in hiç hareket etmemesi,
gelişimi yeni fark etmediğini gösteriyordu. Çıkan küçük sese tepki vermemişti,
adım seslerimi daha geriden duymuş olmalıydı.
“Kahvaltıda da
bir şey yememiştin pek, saatler oldu.” diyerek neden geldiğimi yarı yarıya
açıklamaya çalıştım. Tek amacım bir şeyler yemesi değildi gerçi.
Boş kalan koltuğa
oturmak yerine onun oturduğu koltukla sehpa arasında bir yerde durdum.
Ayaktaydım, oturuyor olduğu için ona tepeden bakabiliyordum.
Bakışlarını
ilerideki ağaçlıktan çekmeyip başını hiç kıpırdatmadığında sıkıntıyla iç
çektim. Ona nasıl ulaşacağım hakkında bir fikrim yoktu. Ona neden böyle çok
ulaşmak istediğimi de bilmiyordum.
Dün o sana kucak açarken, ömründe ilk kez
yalnızlık dışında bir şey hissedebildin çünkü diye fısıldayan iç sesim hem kırgın hem sakindi.
Dün -ve aslında tüm bu ameliyat olayının en başından beri- Cevahir’in yanımda
bir yerde, yanımda değilse de arkamda olduğunu o kadar net hissetmiştim ki
şimdi aynısını ona verebilmek için kıvranıyordum.
Bana ‘buradayım’
diye telkinlerde bulunduğu anların etkisinden çıkmış görünmenin tek sebebi değişen
gündemdi. Eğer Levent o mesajı atmamış olsaydı, Zerrin’in televizyondaki
görüntüsü karşımıza çıkmasaydı; şu an tek düşündüğüm dün mahzende olup
bitenlerden ibaret olurdu.
“Kekten yemek
istemezsen de çayı iç, iyi gelecek. Kendini sıkmaktan başını ağrıttığını
görebiliyorum.”
Şakağındaki
belirginleşen, atmaya başlayan damarın baş ağrısı belirtisi olduğunu
biliyordum. Düşündükleri ve düşünmeyi bile göze alamadıkları ona bu ağrıyı
hediye etmişti belli ki.
Çayı ve keki ne
yapacağının kararını buradan sonra ona bırakarak, yalnız olmanın ona daha iyi
geldiğini düşündüğümden arkamı dönüp gidecekmiş gibi hareketlendim.
Bedenimi
çeviremeden, oturduğu yerden çok da kıpırdamasına gerek kalmadan beni koluyla
sararak durdurdu. Belim kolunun altında ezilirken halen ondan yüksekteydim ama
bunu umursuyor gibi değildi.
Belimdeki kolu
sıkı değildi, hareket etsem tutuşundan kaçabilirdim; kıpırtısızca durdum.
Başını hafifçe geriye doğru kaldırıp yüzüme bakabilir hale geldiğinde sönük
görünen kahverengi irisleri yüzüme saplanmıştı.
“Başımın
ağrıdığını görebiliyorsun ama ağrıyı çayın değil senin geçirebileceğini
göremiyorsun,” dedi dümdüz bir sesle. “İşine gelene kör bir kadınsın.”
Duraksadım. “Masaj
mı yapayım?”
Yüzümü süzdü
birkaç saniye. Aradığı her neydiyse, onu bulamamış gibiydi.
“Hayır,” dedi
geçiştirir gibi. “Boş ver.”
“İçmeyecek misin
çayını?” diye sordum konu dağılsın diye. Bakışlarını bir anlığına sehpada duran
fincana çevirdi, sonra yeniden boynunu biraz geriye atıp bana baktı. Tüm bunlar
olurken belimdeki kolu yerinde sabitti.
“Ne var içinde?”
“Papatya ve
melisa,” dedim dürüstçe. “Sedatiftir her ikisi de, gerginsin ya iyi gelir
biraz.”
“Sedatif?” dedi
sorar gibi. Dudaklarım kıvrıldı belli belirsiz. “Sakinleştirici yani.”
“Lavanta yok mu?”
“Lavanta çayı mı
istiyorsun? O da olur evet, baş ağrına iyi gelebilir. Yapayım mı?”
Kısa bir nefes
aldı. Yerinden aniden kalkmasını beklemediğim için bir anda önümde duvar gibi
dikildiğinde geri adımladım refleksle. Belimdeki tutuşunu sıkılaştırarak
uzaklaşmama engel oldu.
“Çay falan
istemiyorum,” dediğinde kaşlarım havalandı. “Lavanta sordun ama..?”
“Beni
sakinleştirmek mi istiyorsun?” diye sordu gözlerimin içine bakarken.
Yalanlamadım, inkâr etmedim. Gözlerimi ‘evet’ der gibi yavaşça kapatıp açtım.
“Güzel,” dedi
kısık bir sesle. “Uyut o zaman beni.”
Hiçbir şekilde
uykusu varmış gibi görünmüyordu. Uyku haplarından bahsediyor olma ihtimalini
düşünmeye başladığım sırada birden yüzü boyun boşluğuma kapandı.
Öylece ensemde
topuz haline getirdiğim saçlarımın yarattığı açıklık sayesinde yüzünü direkt
olarak tenime gömmüş, tişörtümden açıkta kalan her yeri kendi teniyle
kapatmıştı.
Lavanta,
sakinleştirme, uyku… Parçalar birleştiğinde benden ne istediğini anlayabilmem
mümkün hale gelmişti.
“Uyandığında daha
iyi olacak mısın?” diye sordum söz ister gibi. Bu ne kadar olasıydı bilmiyordum
ama en azından bana vereceği cevap onun için az da olsa bağlayıcı olur diye
düşünmüştüm.
Bir kolu zaten
belimdeydi, o koluna diğeri de eşlik etmeye başladığında artık belimin biraz
üstünde iki kolu birbirine değecek şekilde üst üsteydi. Yüzü boynumda, kolları
belim ve sırtımdayken bana daha önce denk gelmediğim kadar sıkı sarılıyordu.
Annesinin
kucağındayken iyi olacağını, kendini savunmasız bırakabileceği tek yerin orası
olduğunu düşündüğüm anlarda hesaba kendimi hiç katmamıştım. Şu an beni saran
kollar ve yaşamımın attığı damara çarpan sıcak nefesleri ise yaptığım
hesaplamanın yanlışlığının kanıtıydı.
“Uyutalım o zaman
seni Avcıoğlu,” diye fısıldadım dudaklarımın altında kalan saçlarına doğru.
O benim kokumu
anıp dursa da ben onun kokusunun yarattığı sıcak çemberi hiç dile
getirmiyordum. Uyuduğum yatakta, eğer benden önce girdiyse banyoda, kıyafet
dolaplarını araladığımda giyinme odasında… Her yerde kokusu vardı, onun
takıntısı kadar ağır bir yenilgide değildim belki ama bende de onun kokusuna
dair alışkanlıkların başladığı kesindi.
Sırtına
yasladığım avucumla bir bebeği sakinleştirir gibi tişörtünün üstünden sırtını
sıvazladım.
“Kucağıma alayım
mı seni?” diye sorduğunda gözlerimi kırpıştırdım. Şaşkınlığım hem soru soracak
kadar nazik bir adama dönüşmesine hem de sorunun içeriğineydi.
“Ne?” dedim
afallamış bir sesle. “Hayır, tabii ki.”
“Peki,” dedi
sakince.
Ben şu anda kime
sarılıyordum? İsteklerini direkt uygulamaya koymak yerine soru soran, aldığı olumsuz
cevaba da öylece onay veren kişi kırk günlük kocam olabilir miydi gerçekten?
Biraz geri
çekilmesini ve içeriye girmek üzere yürümemizi beklerken aradan geçen birkaç
dakikayı oyunbozanlık yaparak yıkmadım. Boynumda soluklanmasına, kollarının
beni sıkıca sarmasına sesimi çıkartmadan ayrılmak için kendisinin doğru anı
bulmasını bekledim.
Dakikaların sonu
geldiğinde önce yüzü boynumdan ayrıldı, sonra kollarından biri yavaşça
sırtımdan çözüldü.
“Gidelim
odamıza,” dedi gözlerime bakarken. “Gidelim,” diye mırıldandığım anda ise az
önce yaşadığım ‘bu benim kocam mı’ sorgusunun boşa gittiğini belli ederek beni
bir anda tepetakla etmişti.
Belimdeki kolu
biraz aşağıya, kalçamın altına kayar kaymaz bedenimi havalandırıp sağ omuzundan
sarkmama neden olduğunda dudaklarımdan panik dolu bir ses çıktı. “Cevahir!”
diye bağırdım sertçe.
“Karım?” diye
yanıtladığı sırada omuzunda beni değil ceketini taşıyormuş gibi rahat bir adım
attı öne doğru.
“İndir beni,”
dedim sakin kalmaya çalışarak. Sırtıyla tersten bakışıyordum şu an.
“Yatağımıza
varalım, indireceğim.”
“Geleceğimi
söylediğim yere beni neden kaçırır gibi götürüyorsun manyak herif?” diye
tısladım midem ağzıma gelmişken. Sırtına elimin tersiyle vurmuştum bu sırada.
“Sen ayak
diremediğinde yeterince keyif almıyorum, inat edip uyumam desen böyle olmazdı
mesela.”
Dalga geçiyordu.
Sesindeki
soğukluk ve yorgunluk kaybolmuş değildi ama bir şekilde o dalgın halinin anlık
olarak dahi kaybolmuş olması güzeldi.
“Ben keyif
almıyorum, gülmüyorum şu an bu şakana. İndirir misin?”
Bahçeyi
adımlayarak gerimizde bırakmaya başladığında sallantıda dengem şaşmasın diye
gözlerimi kapattım.
“Güldüreyim mi?
Gülmene sebep olursam sesin çıkmayacak odaya kadar ama.”
Göz devirdim
kapalı gözkapaklarımın ardından. “Şakalarının sınırları çok belli,
güldürebileceğini mi sanıyorsun beni?”
“Sanmıyorum,
eminim.”
“Güldür hadi,”
dedim kendimden emin bir tavırla. Ne yapacaktı da kendimi tutamadan gülecektim?
Dudaklarından bir
şeyler dökülmesini beklerken, beklemediğim bir başka şeyin altında sıkıştığımda
dudaklarımdan fırlayan çığlığa benzer sese kıkırtılarım karıştı.
Giydiğim şorttan
açıkta kalan bacağımın arkasında, dizkapağımın gerisinde kalan boşlukta parmak
uçlarını yavaşça gezdirdiğinde bacaklarımı sallayarak ondan kurtulmaya
çalışırken bir yandan dudaklarımdan çıkan sesleri kontrol etmeye çalışıyordum.
Belimden,
karnımdan huylanmazdım. Birini gıdıklamaya çalışırken ilk denenecek yerlerde
hiçbir rahatsızlık hissetmezdim. Fakat dizlerimin arkasından deli gibi
huylanıyordum.
“Dur!” diye
bağırdım kesik kesik. Nereden öğrendiği hakkında hiçbir fikrim olmayan zaafımla
uğraşarak beni kıvrandırırken eve mutfağın cam sürgülü kapısından girmeye karar
verdiği için temiz havayla olan bağımız kopmuştu erkenden.
“Ne oldu? Komik
miymiş şakam?”
“Hayır,” dedim
nefes nefese. Boğulsam da inadımı geride bırakmazdım.
Beni biraz daha
aşağı sarkıttı. Sırtı yerine kalçasına doğru denk gelecek kadar aşağı
kaymıştım. Düşeceğim korkusuyla beline kollarımı sardığımda panikle seslendim.
“Bırakma!”
“Bırakmam,” dedi
sakin sakin. Ben kıvranırken ve üstünde tepiniyorken o gayet rahat adımlarla
merdivene yönelmişti.
Beni iyice
sarkıttığı için az önce parmaklarıyla uğraştığı dizimin arka kısmına başını
yaklaştırıp dudaklarını bastırdığında bu kez huylanmak yerine put kesilmiştim.
Dudaklarını
değdirdiği yerden çekmedi. Adımları durdu. İki yanından tutunduğum belini
istemsizce sıktığımda burnu da tenime belli belirsiz değdi.
“Odaya çıkalım,”
dedim bir anda üstüme çöken ağırlığın altında ezilirken. Bana her ‘bırakmam’
dediğinde, ‘buradayım’ diye mırıldandığında göğsümde bir düğüm çözülüp bin yeni
düğüm atılıyordu.
Bedenimi yeniden
normal bir şekilde tuttu. Başım omuzundan aşağı biraz sarkacak kadar düşüktü.
Başımı havada tutmak zor geldiğinde yüzümü yavaşça sert sırtına doğru
bastırdım.
Cevahir söylediği
gibi yatağın yanına geldiğinde beni omuzundan indirdi. Kalçam yatakla
buluştuğunda beni omuzundan indirmesi için diş bileyen kadınla aynı kişi
değilmişim gibi hissediyordum. Beni bir iki kelimeyle böyle dağıtabiliyor
olmasını kendime yediremesem de gerçeklerden kaçamadığım anlar oluyordu ve
yapabileceğim pek bir şey de yoktu.
Saat henüz ertesi
gün olana kadar uyunabilecek bir yere varmamıştı. Üstelik uykum da yoktu.
Üstüme geceliklerimden birini giymek yerine tişört ve şortun yeterli olacağını
düşünerek olduğum şekilde yatakta geriye kaydım.
Cevahir’in de
üstündekilerle uyuyacağını düşünmüştüm ancak kendisi beni zor gözlerimi ise
keyifli bir manzarayla baş başa bırakarak tişörtünü çıkartıp atmayı tercih
etmişti.
Üstü çıplak bir
halde yatağa bir dizini yaslayarak temas ettiğinde ben kendi yastığıma doğru
çoktan kaymıştım.
Boynuma gömülüp
uyumaya çalışacağını düşünüyordum. Onu uyutmamı isterken kastettiği aslında
kokumdu, başka bir şey değildi.
Beklediğim gibi
bedenini yan bir biçimde bana doğru çevirdi. Kendi yastığında uzanır halde
benim sırtüstü yatışımı süzdü.
“Sana dokunma
iznim yokken o cehennemden çıkma ince kumaşları giyiyorsun, iznim varken uyuma
kıyafetin bu mu?”
Geceliklerimi
betimleyiş şekline gülmemek için yanağımın içini sertçe ısırdım. Genellikle
bedenimin çoğunu açık eden, ona hayal edebilecek pek bir şey bırakmayan
geceliklerle derdi biraz derindi belli ki.
“Evet,” dedim
gözlerimi kırpıştırarak. “Bu saatte gecelik mi giyeyim?”
Yüzüme boş boş
baktı. Ardından parmakları karnıma doğru uzanıp birden tişörtümün eteklerini
toparlayarak yukarı itti. Göğsümün sınırına kadar iteklediği kumaş olduğu yerde
birikirken karnım ve kaburgalarımın bir kısmı açıkta kalmıştı.
İri bedenini ben
henüz tişörtü açmasına tepki veremeden aşağı doğru kaydırdı. Çıplak karnıma
yanağını yaslayarak burnunu tenime sürttüğünde karnımı istemsizce içeri doğru
çekerek göğsümdeki kemiklerin belirginleşmesine neden olmuştum.
Aşağıya doğru
kaydığı için yatağa pek sığmıyordu. Bunu zerre umursuyormuş gibi de değildi.
Tenime yasladığı burnundan derin ve yavaş nefesler alırken geriye kalan her bir
detay anlamını yitirmişti.
Bir kolunu belime
doğru sararak gömüldüğü karnımda daha da yer edindi.
Daha önce bu
şekilde yatmışlığı yoktu fakat bu bizim için bir rutinmiş gibi olduğu yere
sinmiş ve orayla bütünleşmişti. Rutine tıpkı Cevahir gibi uyum sağlayan
parmaklarım ise rotasını şaşırmadan saçlarının arasına saplandılar.
Saçlarını
okşamadım, tutamlarını yerinden oynatmadım. Sadece parmaklarım saçlarının
arasına gömülü kaldı ve parmak uçlarım saçlarındaki yumuşaklığı ezberlemek
ister gibi olduğu yerden hiç oynamadı.
Karnıma derin
nefesler halinde çarparak başlayan solukları gittikçe yavaşladı. Aradan belki
dakikalar belki de saatler geçti, nefesleri düzenli hale büründü, belimdeki
tutuşu daha sıkı bir hal aldı.
Kıpırdamadım.
Uykum olmamasına,
yattığım yerde düşüncelerimin arasında boğuluyor olmama rağmen kolumu bile
kıpırdatmadan bedeninin altında uzanmayı sürdürdüm.
Gözlerini
açtığında birden fazla kişiye cehennem azabı çektirecek olan bu adamı küçük bir
bebek gibi sıcaklığımda ve kokumda dinlendirmek damarlarımda güçlü bir şeyler
çağlamasına neden oluyordu.
O gücün kaynağı
da dayanağı da kendisiydi. Gücümü kendi gücüne katarak vereceği savaştan galip
ayrılacak olan da o olacaktı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder