Gözyaşı Kadehleri 24.Bölüm

 24.BÖLÜM



Hakkında hüküm verilmesini bekleyen, işlediği suçun ne olduğundan emin ancak cezası hakkında hiçbir fikre sahip olmayan biri gibi koltuk köşesine tünemiş halde durduğum süre uzun sayılamazdı.

Darbeyi duvardan alan ve bin parçaya bölünüp parkeye yayılan gümüş vazonun öylesine seçtiğim bir parçasına gözlerimi dikmişken kulaklarıma dolan sesi tahammülsüzdü. Tahammül edemediği birden fazla şey olduğunu ben biliyordum ancak kulağına yaslı duran telefonun ötesindeki kişi bundan bihaberdi.

“Sizin telefonu açmanız için beklediğim iki dakikayı da hesaba kattım, beş dakikadır bu saçmalığın sonlanmasını bekliyorum İbrahim Bey.”

Ulaştığı kişinin kim olduğunu tahmin etmek zor değildi. Cevahir’in yüksek sesle değil, sözcükler ve tonlamayla sızdırdığı öfkenin hedefinde hâlâ salonu dolduruyor olan televizyon programının yapımcılarından biri vardı muhtemelen. Ulaşabilse direkt kanal sahibini de arardı; vakit kısıtlı olduğundan biraz daha alttan iş yürütmesi gerekmişti.

“Bahaneleriniz de, sözleşmeleriniz de beni ilgilendirmiyor. Bu yayın duracak. Telefonu kapatıyorum, birkaç dakika içinde bu yayın sonlanmazsa eğer… O zaman başka bir dil konuşmaya başlayacağım sizinle.”

Son sözcüklerinin ardından telefonu kulağından çektiğini ve kapattığını anlamak için yolum ona bakmak değil, koltukta benim yanıma doğru attığı ve yastıklarının arasına gömülen telefonunu görmek olmuştu.

Oturduğum koltuğun arkasında, ayaktaydı. Salona geri girip adımı seslendiğinden beri bulunduğu konumu terk etmemişti.

“Oraya çıkacak cesaretin var ama bir sik anlatacak cesaretin yok senin,” diye hırladı karşısında duran televizyona doğru. Sesindeki fırtına beni göz ucuyla kendisine bakıyor hale getirmişti.

Zerrin’in ekranda görünüşünün ardından Cevahir ilk olarak vazo parçalamak gibi fevri bir hamleyle hareket ettiyse de sonraki adımı telefonunu çıkartıp üst üste bir iki görüşmek yapmak olmuştu. Aradığı iki kişinin ardından az önce konuştuğu adama ulaşmış ve bir süre de onunla konuşmuştu.

Tüm bunlar olurken ekrandaki program aynı akışında devam ediyordu. Sunucu bir şeyler soruyor, Zerrin yüzündeki oldukça samimiyetsiz gülümsemeyle onu yanıtlıyordu. Başta çok şey anlatacakmış gibi açtığı ağzı, kısacık bir an sonra bunun bir gövde gösterisi olduğunu belli ederek kapanmıştı.

Saçma sapan şeylerden bahsediyordu.

Avcıoğlu ailesiyle ilgili bahsedebileceği ve o programı yarın sabahın bombası haline getirebileceği bin şey bulurdu belki ama yapmıyordu.

Bu programa çıkışının konuşmak için değil, konuşma ihtimalini duyurmak için olduğu az biraz belliydi artık. Bunca yıl içinde olduğu ailenin üyelerini tanımıyor olabilir miydi gerçi? Zira bana bu akşamdan sonra Zerrin’in bir daha değil televizyona çıkmak, televizyon izlemeye bile fırsatı olmaz gibi gelmişti.

Arkamdan yükselen sık nefes sesleri eşliğinde, Cevahir’in bu kadına ne yapacağını düşünüyordum. Bunu düşünen yanım ufacıktı. Geriye kalan parçalarım başka başka şeyler peşindelerdi çünkü.

Televizyondaki saçma soru-cevap sürecek diye düşünmeye başladığım anda sunucu kadının sesini bu kez bir soru ile değil, açıklama ile duydum.

“Bir reklam arası verelim sevgili izleyiciler, reklam dönüşü burada bizimle olmay-…” Kadın devam ediyorken televizyon birden kapandığında ne olduğunu anlamayarak başımı çevirdim. Cevahir’i elinde kumandayla görmüştüm. Dakikalar önce telefonla konuşurken koltuktan alıp ses kısmak için kullandığı kumandayı bu kez televizyonu tamamen kapatmak için kullanmıştı.

Sunucunun şaşkınlık içerisinde ve beklenmeyen anda üstelik soru soracak gibiyken reklam anonsu geçmesi bizim dışımızda kalan izleyiciler için garipti. Reklam arasının verilme sebebiyle aynı odada olduğum için beni pek şaşırtmamıştı.

Kumanda da telefonunu attığı yere, oturduğum koltuğa geri düştüğünde kendimi tutamayarak yerimden kalktım. “Beni de kaldırıp at duvara ya da koltuğa! Öyle rahatlarsın belki.”

Öfke kontrolü olmayan bir çocuk gibi eşya fırlatmayı kesmezse birazdan ben de bulduğum ilk eşyayı kafasına atacaktım.

Kırılan vazo umurumda değildi ama kuru lavantalarım yerde kırıkların arasında kalmışlardı. Derince nefeslenerek kırıkların biriktiği yere adımlayıp dizlerimi büktüm. Yere dizlerimi yaslamadan yerdeki parçalara uzandığımda parmağımın ucu bile onlara temas edemeden dirseğimden kavranarak ayağa kalkmaya zorlanmıştım.

Kırıklardan uzaklaşacağım şekilde beni bir iki adım çekiştirip ardından dirseğimi tutmayı bırakan Cevahir’le karşı karşıyaydım şimdi.

“Her şeyi hallettik vazon mu kaldı?” diye soludu sabrının sınırındaymış gibi.

“Benim vazom değil o!” dedim hiddetle. “Bu evde hiçbir şey benim değil, istersen başıma yık her parçasını. Çiçeklerimi mahvettin sadece.”

“Sen…” dedi siniri ne diyeceğine karar vermesine engel oluyormuşçasına duraksadıktan hemen sonra. “Aklımı oynattırıyorsun var ya sen bana!”

Gözlerimi hiç kaçırmadan gözlerine denk düşürmüştüm. Başım biraz geriye eğikti, boynumu ona doğru açmış gibiydim.

“Hiçbir şey yapmıyorum ben.”

“Levent’le mesajlaşıp buluşmaktan vaktin mi kalmıyor yoksa?”

Ani bir tepki vermemek için kaskatı kesildim. Her yanım kramplar girmiş gibi sızlarken burnumdan zar zor bir nefes aldım.

Öfkeli dedim kendi kendime. Her şey üst üste geldi, öfkesi katlandı. Üstelik baktığı yerden durumun elle tutulur bir tarafı da yok.

“Aynen,” dedim kontrollü kalma sürem beş saniyeden kısa olduğu için. O deliyse ben de deliydim. “Yoğundum.”

“Seray,” dedi duru bir sesle adımı seslendirip. İnatçı bir çocuk ikna etmeye çalışır gibi anlık bir sabır sırtlanmıştı. “Bak ben şu an bu sorunun cevabını ondan almaya gitmiyorsam eğer… Bil ki sana ondan daha çok güvendiğimden.”

Az önce burnunu dikip ona en az onun kadar ters yaklaşan bir başkasıymış gibi, düğmem varmış da Cevahir düğmemi bulmuş gibi kanım yavaşladı. Deli akan kanımın yavaşlamasıyla birlikte açıklama yapması gereken tarafta olduğumu, üstelik tek açıklamamın Levent’le buluşma sebebim olamayacağını hatırlamıştım.

“Oturalım mı bi’, ayakta kaldık?” dedim misafiri kapıda lafa tutmuş ev sahibi edasıyla. Bana sakin yaklaşması, ona sakin yaklaşmam demekti. Tırnaklarımı çıkartmamaya son birkaç haftadır alışmıştım. Bu akşam uzun zaman sonra ilk kez dengem şaşmıştı.

“Ulan…” diye başlayan bir şeyler mırıldandı ama ilk kelimesindeki nidadan fazlasını anlayamamıştım. Bir şeye yakınır gibiydi sadece, bunu anlayabilmiştim.

Oturacağını belli ederek hareketlendiğinde ben de koltuğun diğer tarafından dolanacaktım ki elimden yakalandım. “Çıplak ayaklarınla kırıklara bas ama Seray, tamam mı? Mantıklı davran böyle.”

Gözü öfkeden kör gibiyken benden daha algısı açıktı. Bu gerçekle çok uzun süre yüz yüze kalmak istemediğimden tutuşuyla birlikte onun olduğu taraftan koltuğa geçmeye direnmedim.

“Oturduk,” dedi koltuğa yerleştiğimiz saniyede. “Konuşmaya başlamadan çay da yapalım diyecek misin? Benim sabrım tükendi tükenecek çünkü, belli olmuyorsa hani…”

Belli oluyordu aslında. Gözlerindeki karartı ve çatık kaşları yeterince büyük ipuçlarıydı.

“Ben dün Levent’le buluştum,” dedim bir avazda. Bu kısım ortada olan kısımdı gerçi… Neyi açıklamıştım tam olarak?

Gözlerini bir iki saniyeliğine kapalı tuttuktan sonra geri açtı. “Evet,” dedi bakışlarını yüzüme dikerek. “Yani?”

“Yarın da buluşacağım belli ki,” dedim omuzlarımı kıpırdatarak. Gelen mesaj bu yöndeydi.

Cevahir güldü.

Böyle dolu dolu, uzun uzun güldü.

“Kâbus mu amına koyayım?” diye hayretle kendi kendine konuştu. “Anası ayrı oğlu ayrı… Ne oluyor aynı gecede?”

“Anasına ne olduğu hakkında bir fikrim yok,” dedim sessizce.

“Oğlundan niye var?” dedi bir anda patlayarak. “Seray sen beni mi sınıyorsun?”

Başımı iki yana salladım. Şu an ağzımı açıp uzun açıklamalar yapmak için doğru an değildi ki, ne yapabilirdim?

“Ben bu gece sussam,” dedim tereddütle. “Yarın sen de gelsen, Levent’in yanına ikimiz gitsek..?”

Eli birden yüzüme uzandı. Avucunu alnıma kapatmasını beklemediğim için irkilir gibi olmuştum. “Ateşten mi saçmalıyorsun diye baktım ama ateşin de yok.”

Alnımdaki temasını kesmesi biraz uzun sürdüğünde ben bu süreyi düşünerek değerlendirmeye çalışmıştım. Yarına kadar Cevahir’i nasıl sakin sakin susmaya ikna edebilirdim?

“Cevahir,” dedim adını mırıldanır gibi seslenip.

“Söyle yavrum,” diye yanıt aldığımda anlık bir bocalama yaşamıştım. Bu bocalama baş başa olduğumuz salonda bana böyle seslenmesinden mi yoksa tüm gerginliğine rağmen bana sakin yaklaşabilmesinden miydi, seçemiyordum.

“Levent’le neden buluştuğumu o da varken anlatsam, olur mu? Yarına kadar beklesen…”

“Olmaz.”

Hızlı ve net gelen cevabına karşı dudaklarımı birbirine bastırdım. Ağzımın içine doğru katladığım dudaklarım bakışlarına bir anlık esir düştüğünde bacaklarımda duran ellerimi kendi tenime bastırdım.

Duştan sonra üstüme geçirdiğim yumuşak kumaşlı şortun açıkta bıraktığı üst bacağıma tırnaklarım saplanmıştı.

“Neden olmasın ki?” dedim kaskatı kesilen omuzlarımı kıpırdatmayı deneyerek. “Sabırlı bir adamsın bence sen,” diye cesaretlendirmeyi amaçlamıştım onu.

“Sabırlı bir adamdım,” dedi bu özelliğinin geçmişte kaldığını vurgulayarak. “Ama sen sabrımı toplam üç ayda o kadar hor kullandın ki, kalmadı doktor.”

Yüzümü buruşturdum. Üç ay dediği zamanın ilk bir ayında sadece yöneticimdi, ikinci ayında beni zorba bir şekilde evlenmeye sürükleyen bir manyaktı ve son kırk gündür de kocamdı.

“Almasaydın beni hayatına,” dedim rahatça. “Ben kapında yatmadım bunu yapman için.”

“Kapımda yatma zaten,” dedi gözleri belli belirsiz kısılırken. “Amacım yatağımda yatmandı, kapımda değil.”

Ona yetiştirecek laflarım boldu, bu konuda tükenmez bitmez kaynaklara sahiptim. Fakat konu hazır dağılmışken ve kaçabilecek bir geçit bulmuşken fırsatı itemezdim.

“O zaman ben gidip yatağa bi’ yatayım, amacına ulaş bir kez daha.”

Yerimden apar topar kalkıp kendime odaya atmak ve ölü gibi uyumak istiyordum.

“Ben buradayken, onu da seni de duyuyorken arayacaksın o pezevengi Seray.”

Komik bir şey olmuş gibi güldüm. “Bu ani şakaların beni kalp krizinden götürecek bir gün.”

“Seray,” dedi adımı ezberler gibi on saniyede bir tekrar edip durarak. “Ben mi arayayım, sen mi arıyorsun?”

“İkimiz de aramıyoruz.” Bu gece öfkeden patlıyorken daha fazla öfke gerekçesine ihtiyacı yoktu. Kaldıramazdı. Duyacaklarının ona nasıl tepkiler verdireceğini kestiremediğim için uyuyup uyanmayı ve yarın daha durgun olmasını istiyordum.

Birden eli oturduğum koltukla kalçam arasına sızdığında dudaklarımdan tiz bir ses çıktı. “Ne yapıyorsun manyak herif?” dedim sertçe.

“Seni avuçlamıyorum, sakinleş. Avuçlanmayı değil, sert bir tokadı arzuluyor o kıçın zaten. Telefonumu aldım.”

Telefonunu oturmadan önce koltuğa attığı için geri yerleştiğimizde yarı yarıya telefonuna kalçamı yasladığımı fark edememiştim. Kafam karışıkken kalçamda his kaybı oluyordu belli ki.

Cevahir telefonunun ekranına dokunuyorken eline yapışıp ona engel olmadan önce gözlerimin önüne bir iki saniyeliğine gelen görüntüyü sessiz çığlıklarla kararttım.

Sert bir tokadı arzuluyor o kıçın derken sesi alay ediyor gibi değildi. Onun her daim ciddi bir adam olduğunu kendime hatırlattım. Tutup da bunu yapacağından değil, alaycı konuşmayı bilmediğindendi belki de bütün bu tavrı.

“Aramasana!” dedim ben saçma deryalara dalmışken rehberinden isim bulup arama yapıyor olan Cevahir’in elini iki elimle birden kavrayarak. Çekiştirdiğim elinden telefonunu almak için koltukta dizlerimin üstünde yükselip ona tepeden baktım biraz. Telefonu kendime doğru çektiğimde sadece cihaz değil eli de bana doğru geliyordu.

“Lütfen,” dedim son çare. “Neden beni dinlemiyorsun hiç?”

Kendimi acındırarak konuştuğumda duraksadı. “Bu gece öğrenmem ile yarın öğrenmem arasında ne fark var?”

Başımı iki yana salladım. “Çok sinirlisin, Zerrin’e sinirlendin yeterince.”

“Kızağım bir şey yani,” dedi kaşları havalanırken. “Onla buluşma sebebin her ne sikimse, ben çok mu kızacağım sana?”

“Bana değil,” dedim sesim kısıklaşırken. “Bu olayın merkezinde ben yokum.”

Anlamlandırmak, dediklerimi daha düzgün algılamak ister gibi birkaç saniye bekledi. Gözlerimin içine keskin bakışlar atıyorken söylediklerimde dürüst olup olmadığımı ölçüyordu sanırım. Ona, bana inanması için gereken zamanı tanıyarak sustum.

Dizlerimde yükselmekten yorularak koltuğa olduğum gibi geri oturduğumda bacaklarım altımda kalmıştı. Elini ellerimle çevrelemeyi bırakmadan durmaya devam ettim.

“Konu sen değilsin?” dedi sorar gibi. Hızlıca başımı salladım. “Değilim.”

Alıp verdiği nefesle göğsü şişti. Öne doğru yükselen geniş göğsü üstündeki tişörtü delip geçecek kadar sert duruyorken gözlerim istemsizce oraya kaymış, sonra yeniden yüzündeki bir çift kahverengi irisi bulmuştu.

“Eğer…” dedi başını biraz yana eğerek. “Yarın tam aksine bir şey olursa, elimden alamazsın kendini gamzeli.”

“Sen bir iki haftadır benim tırnaklarımı görmedin diye gaza geldin herhalde?” dedim alayla. “Elinden alamazmışım…”

Telefonunu diğer eline alıp gelişigüzel şekilde koltuğa bıraktıktan sonra boş elini tutmayı keseceğim sırada iki bileğimi aynı anda tek eliyle yakaladı. Kelepçelenmişim gibi esir ettiği bileklerim onun kontrolünde aramızda duruyordu.

“Tırnaklarınla mı korkutuyorsun beni?”

Mecaz olarak kullandığım tırnakları çıkartma konusunu o başka bir yerden tutuyordu, bundan emindim. Gözlerindeki dalgalanmadan ve biraz boğuklaşan sesinden belliydi.

“Korkmaz mısın?”

“Her zerremde gezinip her noktamı karış karış çizebilirsin tırnaklarınla,” dediğinde göğsüm titredi hafifçe. Birkaç saat önce çırılçıplak karşısında kaldığım anda ve avucunu örttüğü yerde duran aklımı acilen işinin başına dönmeye davet ediyordum.

“İstemez,” dedim ses çıkarabildiğim ilk anda. “Senin ayı postunu ne diye çizecekmişim?”

Gülecek gibi bakıyordu ama dudakları kıvrılmadı. “Çığlıkların boğazını incitmesin diye, Seray. Benim için gelişlerinin kendini okşarkenki gelişlerinle aynı olacağını mı sanıyorsun? Elini ağzına örterek çığlıklarını susturabileceğini mi düşünüyorsun?”

Gözlerim açıldı. Gözkapaklarımı acıtacak kadar ani şekilde açtım gözlerimi irice.

“Sen,” dedim zihnimde yapboz parçaları yerlerine paldır küldür yerleşirken. Banyodayken yaptığı imalar ve şu an söyledikleri birbirini tamamlıyordu. Kendimi tatmin etmemle ilgili bana yaptığı imayı yem atmak için dillendirdi sanmıştım. “Beni mi izledin?”

“Çok isterdim,” dedi keyifli bir ifadeyle. “Fakat kısa bir göz ve kulak misafirliğiydi. Evde olmadığım anlarda karımın kendisini okşuyor olduğuna dair sadece iki haftadır bilgiliyim.”

Hafta içleri eve geliş gidiş saatlerimiz ortaktı, gündüz evdeysem de evde yardımcılar oluyordu. Hafta sonları ise yardımcılar yoktu ancak Cevahir çoğunlukla(!) evdeydi. Yani yalnız kaldığım anlar kısıtlı hatta yok denecek kadar azdı.

Bahsettiği iki haftalık sürenin ardından, göz ve kulak misafirliğinin ne zaman olduğunu anlamam da bu nedenle kolay olmuştu.

İki hafta önceki Cumartesi günü… Kahvaltıdan sonra evden çıkışı…

“İşim var deyip çıkmıştın,” diye tısladım dişlerimin arasından. Kirli bir gülümseme belirdi dudaklarında.

“Telefonumu unutmuşum karım,” dedi bastıra bastıra. “Sevaplarla donanmış bir adam değilim ama fark etmediğim bir iyiliğim beni senin günahına seyirci yapmış olmalı.”

Elim havalandı, havalanan elimin kafasında bir yerde patlayacak bir darbe olduğunu anlaması tahmin ettiğimden de kısa sürmüştü. Elimi yakaladı.

“Şşş,” dedi usulca. “Aile içi şiddet oluyor bu artık.”

“Polis çağır istersen, yakalasın tutuklasın beni.” dedim ters ters.

“Ben yakalarım seni, başka kimseye gerek yok.”

“Kes artık,” derken sinirim en çok kendimeydi fakat onu hedef almış haldeydim. “Ben yatıyorum.”

“Ne tesadüf,” dedi benimle aynı anda ayaklanırken. “Ben de yatacaktım.”

“Sen burada koltukta zıbar,” dedim göğsünden ittirip. Milim kıpırdamadı tabii.

“Karımın koynunda zıbaracağım, canım lavanta çekiyor.”

Lavanta dediğinde koltuğun kenarında yerde kalan dağınıklığı hatırlayarak başımı çevirdim. Kırıkların arasındaki kuru çiçeklere bakarken dudaklarım bükülür gibi olmuştu.

“Onları kırıkların arasından toplamaya kalkışma sakın,” dedi düz bir sesle.

Omuz silktim.

“Yenilerini kurutursun, sabah alırım lavantalarını. Dilediğin kadar alırım, merak etme.”

Sessizleştim. Aslında bir süredir sessizdim ama cümlelerinden sonra daha da sessizleşeceğimi belli ederek beden dilim de kapanmıştı. Yerime sindim.

Benim için bir şeyler yaptığında, ufacık bir çözüm üretişinde bile garipleşiyordum. Bu garipliğim, yabancılamaktandı.

“Anlaştık varsayıyorum,” dedi sessizliğimi mühürleyerek. Tepki vermedim. Mühür daha da soğudu, kırılamayacak bir hal aldı.

O gece koltukta uyumadı. Koynumda da uyumadı.

Sanırım o gece ikimiz de uyumadık.

Aynı yatakta, farklı yastıklarda uzanıp tavanın yükseltisini izlerken saatlerce sessizlikle sarmalandık.

Kıyametle biteceğini sandığım gece, ılık bir esintiyle ferahlayarak son bulduğunda kalbimdeki atışlar düzenli ancak aklım karmakarışıktı.

 

 

~

 

 

Arabanın camlarından içeri sızan Mayıs ayına yakışır güzellikteki bahar güneşi gözlerimi alıyor olsa da güneş gözlüğüme uzanmak yerine etrafı kısık gözlerle izlemeyi tercih ediyordum.

Levent’in attığı mesajın ‘saat iki gibi’ şeklinde bir zaman dilimi içeriyor olması, solumda araba kullanıyor olan adam için hiçbir şey ifade etmiyordu. Buluşmayı kargalar kahvaltısını yapmadan gerçekleşecek olan bir saate çekmesi tamamen kendi kararıydı. Levent’in benden gelen daha erken buluşma isteğini garipsediği kesindi, yanına vardığımızda arkamda duruyor olan kuzenini görünce taşlar muhtemelen yerine otururdu.

Ertesi güne zar zor ikna ettiğim Cevahir’i bu sabah da ‘biraz daha bekle’ diye oyalasaydım beni almadan Levent’in yanına gideceğinden emindim. Bu nedenle kendimi yormadan, kahvaltıyı kısacık sürede tamamlatmasına ve evden apar topar çıkmamıza uyum sağlamıştım.

Araba yavaşlayarak durduğunda bulunduğum yerin tanıdık gelmesini ve geçen günkü kafeyi görebiliyor olmayı beklemiştim. Beklentilerimi karşılamayan manzarayla bakışırken merakla soluma doğru döndüm. “Ne oldu? Niye durduk?”

“Geliyorum, inmene gerek yok.” Kısa ve aydınlatıcı olmayan açıklamasının ardından arabadan indiğinde bakışlarımla onu takip ettim. Nereye gidiyor olduğunu görüş açımdan çıkınca anlayamamıştım, kendimi çok zorlamadan bakışlarımı yeniden ön cama çevirdim.

Anlık bir dalgınlık yaşadığımı, Cevahir’in dönmesini beklediğim sürenin ne kadar olduğunu hesaplayamayacak kadar aklımın uçtuğunu fark edişim kapım açıldığında gerçekleşti.

Refleksle sağıma dönüp açılan kapıdan dışarı bakacakken gözlerim odağını bulamadan kucağımda bir ağırlık hissettim. Ağırlığın sebebini gördüğümde dudaklarım hafifçe aralanmış ancak sessizliğim bozulmamıştı.

Bacaklarımın üstünü tamamen kaplayacak kadar büyük, büyüklüğüne tezat bir biçimde ince dallarla dolu bir buket vardı önümde. Lavanta dallarıyla dolu bir buket…

Hiçbir şey söylemedi. Kapım yavaşça kapandı. Kucağımdaki buketle birlikte birkaç saniye yalnız kaldım arabada. Cevahir ön taraftan dolanıp sürücü koltuğuna oturana dek tüm arabayı dolduran kokuyla ve o kokunun kaynağından gelen ağırlıkla baş başaydım.

Arabayı çalıştırmak için elini uzatacağı sırada başımı ona doğru çevirdim. Omuzuma doğru değmese de hafif eğdiğim başımla birlikte ona biraz yan bakmıştım.

Düşüncelerim yüzünden anca sabaha karşı dalabildiğim uykumdan, birkaç saat sonra sıyrıldığımda Cevahir’i gece boyu gördüğüm yerde yani yanı başımda bulamamıştım. Banyoda ve odada biraz oyalanıp aşağıya indiğimde ise eve hakim olan sessizlik eşliğinde biraz içeride gezinince beni ilk karşılayan detay artık yerde olmayan kırık vazo parçaları ve lavantalarımdı. Hepsini toplanmıştı.

Dün beni ‘yenilerini alırım’ diyerek geçiştirdiğini sanıyorken sabah gerçekten kucağıma lavantalar bırakacağını düşünmemiştim.

“Gerek yoktu,” diyebildim çok yüksek olmayan bir sesle. Birazdan ona kıyametten farksız gerçekler savuracakken şimdi kollarımda onun tarafından verilmiş çiçekler tutuyor olmak bencilce gelmişti.

Bir şey söylemedi. Sabahtan beri üzerinde çoğunlukla sessizlik örtüsü örtülüydü. Üstüne gitmeden sessizliğine uymuş ve ben de susmuştum.

“Teşekkür ederim,” dedim buna da sessiz kalacağını düşünerek. Buketi kucağımda tutmayıp arka koltuğa bırakabilir konumdaydım ama araba tekrar durana dek parmaklarımı küçük çiçek tomurcuklarında gezdirme fikri daha cazip gelmişti.

“Kurutursun bunları da,” diye bir anda konuştuğunda başımı kaldırıp ona baktım. Kendisi yola odaklıydı. “Kuruturum,” dedim onaylayarak. “Çok fazlalar ama, daha küçük bir buket de yeterdi.”

“Hepsini aynı yere koymazsın, farklı odalara dağıt.”

Bunu benim için mi söylüyordu yoksa lavantaları görmeyi benim kadar olmasa da alışkanlık haline mi getirmişti, bilmiyordum. Öğrenmek için de çırpınmadım. Bazen bilmemek, bilmenin bin katı ferahlıktı.

Birkaç dakika öylece geçip giderken bakışlarım bir anlığına direksiyonda duran eline takıldı. Elinin üstünde küçük bir iz vardı. Arabadan inmeden önce o izin var olmadığından emindim.

“Islak mendil ya da peçete var mı arabada?”

Kendim için istediğimi düşündüğünden olsa gerek hiç sorgulamadan yanıtladı. “Torpidoya bak.”

Kucağımdaki lavantalarımdan ayrılmak istemesem de onları ezmektense ayrılmak daha doğruydu. Dikkatlice buketi arka koltuğa bıraktıktan sonra önüme döndüm. Torpidoya uzanıp açtığımda önüme çıkan ıslak mendil paketini görünce güldüm. Bu kırmızı paket tanıdıktı.

“Benim mi bu?” diye sordum.

“Arabadan her inişinde arkanda bir şeylerini bırakıyorsun, evet senin.”

Söylenir gibiydi ama bundan rahatsız olmadığı da belliydi.

“Başka nelerimi bırakıyorum?” dedim merakla. “Burada mı hepsi?” Torpidoda küçük bir araştırmaya gireceğim sırada bileğimden yakalandım. “Başka bir şey yok.”

Kaşlarım havalanmış halde ona döndüm. Yoldan birkaç saniyeliğine ayırdığı bakışlarıyla bana baktıktan sonra yine yola dönmek zorunda kalmıştı. “Şüpheli hareketler bunlar, Avcıoğlu.”

Bakmamı istememesi beni şu an bakmaya iyice itmişti. Ne görecektim ki?

Özel hayatın gizliliği hakkına bulaşıyor olmayı pek umursamadan diğer elimi torpido gözüne daldırdım. Saçma sapan bir iki eşya vardı, eline geçen ve bir yere ait olmayan şeyleri buraya atmış gibiydi.

“Seray,” dediğinde uyarır gibi konuşmasını takmadan dudaklarımı büktüm yalandan. “Bir şey yokmuş zaten,” dedim hevessizce. Elimi geri çekmek için hareket ettirdiğimde parmaklarıma çarpan, diğer her şeyden farklı bir dokuya sahip kumaş yüzünden hareketim sekteye uğradı.

İpek bir kumaşa değdiğimi hissetmiştim.

Cevahir’in takım elbiselerinin cebinde durması gereken mendilleri takmaktan hoşlanmadığını, onları evde bir yere tıktığını biliyordum. Dokunduğum kumaş da buna benzerdi. Bir tanesi de arabada mıydı acaba?

Parmaklarımla kavradığım kumaşı bulunduğu yerden çektiğimde artık kumaş görünür halde ve elimdeydi.

Diğer elimin bileğini esir etmeyi ben kumaşı çıkarttıktan sonra kesen Cevahir, görmemi istemediği şeyi elimde tutuyor olduğumu doğrulamıştı. Kaybedecek bir şeyi kalmayınca elimi bırakmıştı.

“Fularım,” diye mırıldandım. Koyu mavi, kaygan kumaşlı parça bana aitti. Bu fuların başıma açtıklarından sonra yokluğunu hiç hissetmemiştim ama şu an fark ediyordum ki ben o zamandan beri bu fuları dolabıma hiç geri götürmemiştim.

“Senin miydi o?” şeklinde oldukça saçma bir soru sorduğunda kıstığım bakışlarımla yüzüne doğru baktım. Dümdüz karşıya baktığı için sadece yandan görebildiğim yüzünde nasıl bir ifade var olduğunu tam çözümleyememiştim.

“Dalga mı geçiyorsun?” diye sordum. “Düşürdüm diye bana ithamlarda bulunduğun fular işte, alıp buraya koymuşsun.”

“Düşürmeseydin orada burada,” dedi zeytinyağı gibi üste çıkarak. “Cevahir,” dedim adını bastıra bastıra seslendirip. “Kleptoman mısın sen? Eşyalarımı ben düşürmüyorum da sen mi çalıyorsun acaba?”

“Saçma sapan konuşma istersen,” dediğinde fuları salladım ona doğru. “Saçma olmayan sebebini sen anlat o halde.”

“Geri alabilirsin değerli fularını, sorun değil.”

“Takmak istiyorsan kalabilir,” dedim sırıtarak. Aklıma birkaç fikir geliyordu ama hangisinin doğru olduğunu bulmak için Cevahir’in ağzından bir şeyler daha kaçırmasına ihtiyacım vardı.

Bir şeyler homurdandı. Anlayabileceğim kadar yüksek ve net çıkmayan sesi yüzünden merakta kalmıştım.

“Çantama koyayım o zaman,” dedim oturduğum koltukta benden kalan boşluğa doğru bıraktığım küçük çantamı kavrarken. “Ama dersen ki, sen bu fuları biraz tak sonra bana geri ver… Onu da yapabiliriz.”

Keskin bakışları beni buldu. Ben zaten ona bakar haldeydim. Anlık olarak çarpışan bakışlarımız, araba sürüyor oluşu yüzünden hızla kopmuştu. Ara ara bana bakmaya devam ederken dudaklarını araladı. “Bu mu silahın?” dedi sakince. “Kokunla nasıl bir savaş verdiğimi çoktan duydun benden, neyle vuruyorsun beni doktor?”

“Fuları kokum var diye mi sakladın buraya?” Söylediklerine ve söylerken takındığı kendinden emin tavrına sendelemeden düzgünce sormuştum.

“Öyle ya da değil, senin için neyi değiştirir?”

Omuz silktim. Çantama uzanan parmaklarım içindeki küçük gözde duran cam şişeyi kavradı. Parfümümün en küçük boyunu çantamdan ayırmıyordum hiçbir zaman.

Şişenin kapağını açıp diğer elimde duran fuların üstüne bir iki defa sıktım. Araba arkadaki lavantaların taze kokusu ve parfümümdeki notalarla birlikte farklı bir aromayla kaplanırken fuları torpidoya geri bırakmadan önce Cevahir’in yüzüne doğru uzattım. “İdare eder mi bu seni Avcıoğlu?”

“İdare etmediği anlarda gelip boynuna gömülebilecek miyim?”

Saklamakta zorlandığım bir gülümsemeyle dudaklarım gerilirken toparlanıp fuları torpidoya ve parfümü de çantama attım.

Araba tekrar durana dek ben sağımdaki camdan dışarıyı izledim, onun da bakışlarının -bana saniyelik bakışlar attığı zamanlar dışında- yolda olduğunu biliyordum. Çiçekler, kokular derken bugünün asıl gündeminden bir süreliğine koptuğumu anımsadığımda göğsüme battığını hissettiğim dikenler geri gelmişlerdi.

Araba nihayet durdu ve bu kez bulunduğumuz yer iki gün önceki kafenin önüydü. Levent’in gelmiş olduğunu düşünmüyordum. Gelse telefonuma bir mesaj ya da arama düşerdi muhtemelen.

Aynı anda indiğimizde Cevahir yanıma doğru geldi. Adımlamaya başlamadan önce kolunun omuzuna yakın bir yerine alelade dokunarak onu durdurdum. “Her ne yapacaksan, ben de yanında olacağım. Bunu erkenden söylüyorum çünkü yanımdan apar topar kalkıp gittiğin senaryoda seni bulabilmem mümkün değil. Bensiz gitmeyeceğinin sözünü verebilir misin?”

İki gündür ona ‘gitmemesi’ ile ilgili zırvalanıyordum. Dün kendim için, bugünse onun için giriştiğim bu işten olumlu sonuçla ayrılabileceğimden emin değildim ama deniyordum işte.

“Veremem,” dedi dürüstçe. “Geceden beri, her ne söylenecekse bana öyle fazla şey düşündüm ki… Hiçbirinin sonu iyi bitmiyor, nasıl hareket edeceğimin sözünü de veremem.”

Omuz silktim. “Tamam,” dedim usulca. “Sen gidersin, ben de Levent’le otururum biraz daha. Baş başa k-…”

Bel boşluğumdaki avucunun baskısı sertti. Karnım belindeki kemere çarpacak kadar ona yakın bir yerdeydim.

“Tamamlama o cümleyi,” dedi gözlerindeki yangını gizlemeden. “Bu benimle oynayabileceğin bir konu değil, deneme bile.”

‘Bu’ diyerek kastettiği sadece Levent değildi, genel olarak andığım herhangi bir adamdan kıyameti kopartabilecek bir deliydi. Cevahir’i delice sahiplenir hale sokan yalandan bir soyadı paylaşımıydı bizim hikâyemizde, aksi olsa ve ruhu gerçekten birine bağlı kalsa nasıl bir kıskançlık performansı sergileyeceğini düşünmek tüyler ürperticiydi.

“Neden ki?” dedim sabrını sınamayı sevdiğimden. Ayağımda daha az resmi giyindiğim için sade bir spor ayakkabı vardı, ona uzanıp dudaklarının üstüne doğru konuşabilmek için yerimde yükselmem gerekmişti.

Farazi soruma yanıt vermedi. Gülümseyerek sessizliğini izledim. Üstündeki etkimi seviyor, o etkinin bana kattığı gücü hissettikçe daha fazlasına sahip olma isteğiyle doluyordum. Onda başka birilerinin bırakamadığı fevri ve kontrolsüz tepkiler doğurtmak bir keyifti.

Dışarıda öylece durmayı aniden kesip kafeye geçtiğimizde oturduğumuz masada karşılıklı değil, yan yanaydık. Levent geldiğinde onun karşısına otursun diye çantamı alarak benim karşımdaki sandalyenin üstüne bırakmasına içimden gülmüştüm.

Hesaplar ve planlar adamıydı. Konu her ne olursa olsun, o değişmiyordu.

Yanımıza yaklaşan garsondan kahve istediğimde bunun sebebi sabah Cevahir’e çay içerken eşlik etmiş olmamdı. Kahvaltılarımı onla yapa yapa kahve yerine çay içmeye alışmaya başlamıştım. Vildan Hanım sabahları her ikisini de hazırlasa da hafta sonları kahve yapmaya gerek duymadan çaya gömülüyordum.

Sabah ben ona eşlik etmişken, bu kez de o bana uyarak kahve istedi benim gibi. Garson siparişleri alarak uzaklaştığında arkasından bakmayı bırakıp Cevahir’e doğru çevirdim bedenimi. “Levent’i beklese miydik acaba?”

“Zıkkımın kökünü içsin, geldiğinde ben içireceğim hatta.”

Direkt olarak cevaplanmıştım. Cevap verirkenki ciddiyeti cevabın kendisiyle pek örtüşmüyordu.

Levent gelene kadar konuyu o geldiğinde gideceği noktalardan uzakta tutmayı görev edinmiş gibi saçmaladım. Aklıma eseni söylediğim ve Cevahir’in hiç garipsemeden beni dinlediği anların arasında kahvelerimiz de servis edilmişti.

İçinde süt ve şeker olan kahvesini süzdüm. Kendi önümde ise asfalttan hallice bir görüntüyle beni bekleyen koyu kahvem vardı.

“Bu evliliğin prensesi sensin galiba,” dedim başımı hafifçe sallayarak. Yüzündeki şaşkın ifadeyle bana döndüğünde ise kendimi tutamayarak sesli bir şekilde gülmeye başladım.

Güldükçe daha fazla gülesim gelmiş ve yerimde sallanmıştım. Sandalyemin arkasına doğru uzattığı kolunu indirerek sırtımı sardı.

“Kocayla dalga geçilmez,” dedi önemli bir kural dillendirir gibi.

“Öyle miymiş?” dedim alaycı tavrımı bozmadan bakışlarımı yüzüne dikerek. Gözlerini olumlu anlamda yavaşça kapatıp açtı.

“O zaman boşanalım,” dedim fısıldayarak. “Ben dalga geçmek istiyorum seninle.”

Gözlerinden kayıp geçen her şeyi yakalayabilmem ve herbirini düzgünce anlayabilmem mümkün değildi. Keza o sırada Cevahir’in karşısındaki sandalye sert sayılabilecek şekilde çekilmiş ve ikimizin de dikkati dağılmıştı.

“Günaydın yılın çifti,” şeklinde alayına maruz kaldığımız Levent’e boş boş baktım. Aynı şekilde karşılık verdi bana. “Camdan cilveleşmeniz herkese yeterince ilan oldu, biraz daha az gülebilirsiniz.”

Duraksadım.

Ben kendi şakama gülerken ve Cevahir beni sırtımdan durayım diye sarmışken dışarıdan daha farklı bir görüntü çizmiştik belli ki. Ağzımı açıp bu durumu düzeltmedim.

Levent’in buraya geldiğinde beni geçen günkü gibi tek bulmayı beklediğini düşünüyordum. Cevahir’i gördüğünde en azından yüzünde gözle görülür bir şaşkınlık belirtisi bulurum sanmıştım fakat her şey normalmiş gibi tepkisizdi.

Levent çaprazımda kaldığı için ona bakabilmek adına hafifçe yanımdaki bedene doğru dönük olmayı sürdürdüm. Cevahir sırtımdaki kolunu çekmek bir yana, kıpırdatmadı bile.

“Sipariş vermek için de beklememişsiniz, ne nezaket yoksunu bir ikilisiniz… Yakıştıramadım.”

Levent’in Cevahir’le taşıdığı genetik ortaklıklar dışında hiçbir karakteristik özelliğinin ona benzemediğini kavramam bugün gerçekleşmemişti. Biri aksa diğeri karaydı, fiziksel birkaç özellik dışında iki farklı dünyadan gibilerdi. Durumun gerginliğine ve beklenmedik oluşuna rağmen rahat görünen, gevşek bir biçimde konuşuyor olan Levent bu gerçekliğin altını çizmişti sadece.

Kuzenindeki rahat tavrın Cevahir için bir tetikleyici olduğunu fark ettiğimde boğazımı küçük bir öksürükle yumuşattım. Ertelemeye de, bazı kısımları saklı tutmaya da bu saatten sonra girişmek mümkün değildi. Bu yüzden açık açık her şeyin dökülmesi gerekiyordu.

“Çarşamba akşamı dünkü gibi bir mesaj aldım Levent’ten,” dedim ilk buluşmayı düzgünce açıklayabilmek için en baştan başlayarak.

“Ve hiçbir şey olmamış gibi ‘tamam’ deyip buraya mı geldin ertesi gün?” Yoğun bakışları yüzümü bulduğunda başımı iki yana salladım. Göz ucuyla Levent’e baktığımda ne için baktığımı anladığını biliyordum.

“Yeterince yalvarttı beni, için rahat olsun. Eğer araya başka şeyler sokup bir nevi tehdit etmiş olmasaydım benimle buluşmak gibi bir düşüncesi yoktu.”

Cevahir’in bakışları bu kez sertçe karşıya çevrildi. “Tehdit ettin..?” dedi garip bir sesle. “Karımı tehdit ettin, pişkin pişkin de bana bunu itiraf ediyorsun. Öyle mi?”

Levent’in yüzünde okuyamadığım, farklı bir ifade belirdi. “Öyle,” dedi sakince. “Kızdın mı?”

“Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle?” Cevahir’in kontrolsüzce yükselmek üzere olduğunu dişlerini sıka sıka konuşmasından anlayabildiğimde bir elim göğsünü buldu. Avucumu göğsüne bastırdım. Bunun onu en başından beri öyle ya da böyle sakinleştirme yolum olduğunu biliyor ve zaman zaman kullanıyordum.

“Sen bu kısımda öfkelenmeye başlarsan, biz bu konuşmanın devamını getiremeyiz. Karın belli ki senin her şeyi öğrenmen konusunda aceleci davranmaya karar vermiş.”

“Gecenin köründe mesaj atarken ne bekliyordun?” diye sordum Levent’e. Karmaşanın asıl sebebi buydu zaten.

“Birbirinizin telefonunu mu karıştırıyorsunuz? Siz cidden vıcık vıcık bir çiftsiniz anasını satayım, şüphelendiğim hiçbir şey doğru çıkmıyor hakkınızda.”

Şüphelenmekten kastı en başından beri evliliğin bir oyun olduğunu savunan yegâne kişi olmasıydı. Doğrulardan şüphelenmiş ancak oyuna yenik düşmüştü. Şüphelerini silenin bu saçmalık oluşunu umursamadım. Zira şu an çok daha önemli bir kısımdaydık.

“Öğreneceğim şeyler, kızacağım şeyler… Dünden beri aynılarını duyuyorum; ne halt dönüyorsa ortada, konuşun artık biriniz.”

Levent’i dinlemenin onu daha da gerdiğini anladığımda derin bir nefes alarak kolunu hafifçe kendime doğru çekiştirdim. Bana bakmasını, benden dinleyeceğini anlamasını beklerken çok zaman geçmemişti.

“Kurulda senin olmayacağını, babanın senin yerine oylamada söz sahibi olacağını o odaya girmeden önce az çok biliyordum.” dedim tane tane. Kaşları hafifçe çatıldı. “Nereden biliyordun?”

Gözlerimle karşımızda oturan bedeni işaret ettim. Benden kopan bakışları Levent’i buldu. “Bunu söylemek için mi buluşma saçmalığını ortaya attın? Babamdan mı duydun?”

“Amcamdan duydum, evet. Kulak misafiri oldum. Kurulda kendisinin bulunacağını, kendiyle birlikte oy çokluğu sağlayacak şekilde birilerini daha ikna edeceğini duydum.”

Bu haliyle sevgili kayınpederim benim hastanede kalmam için emek verecekmiş gibi doluyordu kulağa her şey fakat ortadaki durum bunun tam tersiydi.

“Seray’ın kalması için…” dedi Cevahir biraz şaşkın bir şekilde. Az sonra daha da şaşıracaktı.

“Gitmem için,” dedim sessizce.

Cevahir alev alan bakışlarıyla bana döndü aniden. “Ne? Ne saçmalıyorsunuz şu an, ben anlamıyorum.” Anlıyordu aslında. Yani anlayabilmesi zor değildi ama anlamamak sığınabileceği son limandı.

“Kocasının oy vermesi ile kayınpederinin oy vermesi arasında bir fark olmadığı saçmalığını öne sürmek için son anı bekledim, beklemesem amcam kuruldan önce başka bir şey uydururdu. Öyle ya da böyle Seray’ı gönderecekti.”

Cevahir’in tutmayı bırakmadığım kolundan hissedebildiğim her yeri kaskatıydı. Zihninde bir şeyler oturtmaya başladığını düşünüyordum ama doğru yola sapabilmesi mümkün değildi.

“Kuruldaki doktorları da yine ben değiştirttim, son dakika. Hatta değişim onayını sen verdin, ayarlamayı yapanın ben olduğumu bilmiyordun sadece.”

Tek tek, adım adım ilerliyordu. Levent’in alaycı tavrından sıyrılmış olmasına güvenerek tamamen susmuş ve ona konuşma fırsatı tanımıştım.

“Ben onayladım,” dedi Cevahir kendi kendine. “İyi de neden?” dedi dümdüz karşıya, aslında Levent’e bakıyorken. “Seray’ın gidip gitmemesi ne diye seni bu kadar ilgilendirdi?”

Sorusunun sonuna doğru kaşları çatılmış, düşündükleri yüzüne yansımıştı.

“Beni ilgilendiren kısım karın değildi, gitmesi de kalması da beni zerre ilgilendirmiyordu. Başka bir durumda gitmesi işime gelirdi hatta belki, sizin ‘yıldız çift’ görüntüsü çiziyor oluşunuz beni oyunda dezavantajlı hale getiriyor.”

“O zaman ne halt etmeye karıştın bu işe? Birkaç hafta önce onu ‘Muhsin’le köşeye sıkıştıran sendin, şimdi iyilik meleği mi kesildin?”

Levent bakışlarını bir an için Cevahir’den çekerek yüzüme çevirdi. Bu çok kısa bir andı. Cevahir masaya elini sertçe bastırarak dikkati tekrar üzerine almıştı. Levent ona döner dönmez dudaklarını araladı. Bu kez dilinden dökülenler öncekilerden çok çok daha ağırdı.

Boktan ebeveynlere sahip olan tek kişinin karın olmadığını, onunkiler yerine kendimizinkilerle uğraşmamız gerektiğini fark ettim sevgili kuzenim. Ailemizde dengelerin nasıl bozuk ve bu bozukluğun nasıl mide bulandırıcı olduğunun farkına vardım.”

“Cevahir?” diye mırıldanırken sesim ilk kez ona karşı bu denli çekingendi. Ona bağırıp çağırmaya, belki alayla konuşmaya alışkındım ama bir şeyleri kırıp dökmekten çekinerek sesimi kısmak zorunda olmakla yeni tanışıyordum.

Yüksek tepkiler vereceğini, onu yanımda tutamayacağımı düşünerek kafeye girmeden önce söz almaya çalışmıştım fakat tepkisi tepkisizlik olunca ne yapacağımı bilemez halde kalakalmıştım şimdi.

‘Baban ve annem arasında yasak bir ilişki var, ne zamandır var bilmiyorum ama kısa süreli olmadığını çok iyi biliyorum artık’ diyen Levent’in sesini ve sesindeki iğrenir tonu hızlıca aklımdan silebilmem mümkün değildi.

Levent konuştuktan sonra Cevahir’den gelecek olan kıyameti aratmayacak tepkiyi beklemiştim gözlerim yarı kapalı halde. O tepki hâlâ daha gelmiş değildi.

İki elim de ona yaslıydı. Bir elim göğsünde diğeri ise kolunda konaklıyorken, kolundaki elimi ondan kopararak yüzüne doğru çıkarttım. Yanağını hafifçe kavradığımda sakalları avuç içimde küçük dikenler varmış gibi tenimi çizmişti.

Levent’in söylediklerinden sonra apar topar kalkıp gidişinin asıl sebebi kendisinin de dudaklarından dökülenlerden sonra iyi hissetmiyor olmasıydı, biliyordum. İki gün öncesinde yine bu dört duvar arasında bana kurul konusundan bahsederken ve ben bu sayede yalnızca kendi bildiğimi düşündüğüm sırra onun da ortak olduğunu anlarken takındığı hal de farklı değildi.

Cavit’in bana karşı cephe alışına şaşırmadığımda direkt olarak şüphelenmişti. Şüphesinin üstüne gittiğinde ise ikimizin de bu yasak ilişkiden haberdar olduğunu anlamıştık.

Levent gittikten sonra artık masada yalnızdık. Bedenim tamamen ona doğru dönük, bakışlarım hep yüzündeydi. Ellerim de bir şekilde ona teması kesmiyorken varlığımı ona hissettirebilmeyi amaçlıyordum.

Levent’in bu ihanete olan tepkisi ile Cevahir’inki örtüşemezdi bana kalırsa. Nilgün Avcıoğlu’nun bu hikâyede kurban edilmiş olması, taşlar yerine oturduğunda yanlış tedavi konusundaki tek suçlunun Zerrin olamayacağının açıkça görünmesi… Bunlar terazinin Cevahir’e ait tarafını yere değdirecek kadar ağır yüklerle doldurmuştu.

“Dün bana duyacakların benimle ilgili değil dediğinde… Ben basit bir şey dinleyeceğime kendimi inandırmıştım, sadece arkamdan iş çevirdiniz diye size kızacağımı sandım. Bu… Seray bu ne demek?”

Bakışları dalgınca masaya odaklıyken sessizce konuşuyordu. Adımı geçirse de aslında kendi kendisine konuşuyor gibiydi.

Söyleyecek bir şeyler bulmakta zorlandığım için dudaklarımı birbirine bastırarak sessizce bekledim.

Bütün bunların gerçekliğini sindirdiğinde daha farklı tepkiler vereceğinden emindim. Şu an beklemediği anda beklemediği kişiden beklemediği şekilde darbe yemiş olmanın verdiği afallamayı yaşıyordu.

Yanağına yasladığım elimle onu hafifçe kendime doğru çevirdim. Bakışlarının masadan kopup bana çevrilmesine neden olduğumda gözlerimi gözlerine hiç çekinmeden sabitlemiştim.

“Annene uğrayalım mı?” diye mırıldandım. Ona şu an iyi gelebilecek olanın annesinin sıcaklığı olduğunu hissediyordum. Daha önce Cevahir’i en savunmasız gördüğüm yer annesinin dizleriydi.

Geçtiğimiz haftalarda Nilgün teyzeyle birden fazla kez görüşmüştüm. Cevahir’in onu yerleştirdiği evde -yeşilliklerin arasında tatlı bir evdi bu- iki günde bire denk gelen psikiyatrist görüşmelerini yapıyor, çok seviyor olduğunu kendisinden öğrendiğim bahçe işleriyle uğraşmak için de gününün kalanını harcıyordu.

Her seferinde bir önceki görüşümden daha iyi olduğunu, gülümsemelerinin daha bilinçli ve uzun haller aldığını gördükçe onun umudu beni de yeşertiyordu.

Özellikle Cavit-Zerrin meselesinden sonra ona karşı -hiçbir suçum olmamasına rağmen- mahcup hissediyordum. İyi olduğunu gözlerimle görmek her ne kadar hoş olsa da, olan bitenden haberdar olduğunda tüm düzenin bozulacağını bilen tarafım beni rahat bırakmıyordu.

“Hayır,” diye yanıtladı beni Cevahir. “Aklımı toplamadan yanına gidemem.”

Benim kontrolüm dışında, belki daha önce varlığını bile bilmediğim bir dürtüyle yüzündeki elim kıpırdadı. Başparmağım sakallarının seyrekleşerek bittiği, elmacık kemiğine denk gelen yere sürtündü. “Ama sana iyi gelirdi,” diye konuştum.

“Bana iyi gelebilecek hiçbir şey yok şu an,” dedi soğuklaşan sesiyle. “İyi olmak gibi bir isteğim de yok zaten, kötü kalmaya ihtiyacım var.”

Kötü kalmaya duyduğunu sandığı ihtiyacı aslında acı verme isteğiydi. Aklından Zerrin’e ve babasına dair neler geçtiğini bilmiyordum ama içimden fısıldayan seslerin tahminleri doğruysa bu iş pek sakin sonlanacak gibi değildi.

 

 

~

 

 

“Yardımcı olayım mı Seray Hanım?”

Elimde tuttuğum tepsinin dengesini tek elimle sağlayıp diğer elimi kapıyı kapatmak için kullanıyorken duyduğum sesle birlikte omuzumun üstünden sesin kaynağına doğru baktım.

Bahçede görmeye alışkın olduğum, artık benim için tanıdıklaşan güvenliklerden biriydi. “Teşekkür ederim,” dedim gerek olmadığını belli ederek başımı olumsuz anlamda sallarken.

Bu sırada kapıyla işim bitmiş, tepsiyi yeniden iki elimle tutabilmeye başlamıştım.

“Aynı yerde mi?” diye sordum adam benden uzaklaşmadan önce. “Evet, arkadaki oturma alanında. Küçük olan tarafta.”

Tepsiyi sıkıca tutarken üstündeki sıcak çayla dolu fincanın devrilmemesi ve yanında duran tabağa doldurduğum keklerin zarar görmemesi için adımlarım dengeli ve yavaştı. Yavaşlığım tepsiyi devirmek dışında belki biraz da göreceğim görüntüyü erteleme isteğimdendi.

Kafeden eve gelişimizin ardından Cevahir’i neredeyse hiç görmemiştim. Evden çıkmadığını biliyor olmama rağmen, ben evde dolanıyorken hiçbir şekilde önüme çıkmamış olması sanki yok olmuş gibi hissetmeme neden olmuştu.

Evin arka bahçesinde kalan, diğer bahçe mobilyalarına kıyasla az sayıda ve dar alana sıkıştırılan kısımda olduğunu ise bir saat kadar önce yine az önceki güvenlikten öğrenmiştim. Ne yaptığını sorduğumda bana verdiği tek cevap ‘oturuyor’ olmuştu.

Onu kendiyle baş başa bırakmak mı yoksa sürekli dibinde durmak mı doğru olandı, seçememiştim. Saatlerdir ilk seçeneği uygulamışken artık bir şekilde müdahale etmem gerektiğini söyleyen tarafıma uyarak yaptığım çayla ve dün kalanını dolaylı da olsa benim yüzümden yiyemediği için içime oturan kekle birlikte bahçedeydim.

Papatya ve melisa çaylarının gücünden aynı anda yararlanabilmek için ikisini karıştırmış, muhtemelen tadını sevmeyecek olduğu bir karışım oluşturmuştum. Bitki çaylarından haz etmiyordu, bu kesindi. İkisi birlikteyken hiç istemeyecekti. Ama bedenindeki gerginliğin yüzde biri bile azalsa kârdı.

Bahçenin uç tarafında kalan, evin arkasındaki koruya bakan alana vardığımda gelişimi görebilmesi mümkün değildi. Buraya, şu anda oturuyor olduğu küçük masa-sandalye setini taşıma fikri aslında benimdi. Normalde daha eve yakın bir yerde duran, iki geniş tekli koltuk ve bir yüksek sehpadan oluşan mobilyaları koruyu düzgünce izleyebilmek için buraya taşıtmıştım.

Cevahir buraya o zamandan beri ‘senin köşen’ diyordu, şimdi benim köşeme kendi saklanmıştı.

Adımlarım birbiri ardına gelirken artık elimdeki tepsiyi sehpaya bırakabilecek kadar ilerlemiştim. Yavaşça tepsiyi bıraktığımda Cevahir’in hiç hareket etmemesi, gelişimi yeni fark etmediğini gösteriyordu. Çıkan küçük sese tepki vermemişti, adım seslerimi daha geriden duymuş olmalıydı.

“Kahvaltıda da bir şey yememiştin pek, saatler oldu.” diyerek neden geldiğimi yarı yarıya açıklamaya çalıştım. Tek amacım bir şeyler yemesi değildi gerçi.

Boş kalan koltuğa oturmak yerine onun oturduğu koltukla sehpa arasında bir yerde durdum. Ayaktaydım, oturuyor olduğu için ona tepeden bakabiliyordum.

Bakışlarını ilerideki ağaçlıktan çekmeyip başını hiç kıpırdatmadığında sıkıntıyla iç çektim. Ona nasıl ulaşacağım hakkında bir fikrim yoktu. Ona neden böyle çok ulaşmak istediğimi de bilmiyordum.

Dün o sana kucak açarken, ömründe ilk kez yalnızlık dışında bir şey hissedebildin çünkü diye fısıldayan iç sesim hem kırgın hem sakindi. Dün -ve aslında tüm bu ameliyat olayının en başından beri- Cevahir’in yanımda bir yerde, yanımda değilse de arkamda olduğunu o kadar net hissetmiştim ki şimdi aynısını ona verebilmek için kıvranıyordum.

Bana ‘buradayım’ diye telkinlerde bulunduğu anların etkisinden çıkmış görünmenin tek sebebi değişen gündemdi. Eğer Levent o mesajı atmamış olsaydı, Zerrin’in televizyondaki görüntüsü karşımıza çıkmasaydı; şu an tek düşündüğüm dün mahzende olup bitenlerden ibaret olurdu.

“Kekten yemek istemezsen de çayı iç, iyi gelecek. Kendini sıkmaktan başını ağrıttığını görebiliyorum.”

Şakağındaki belirginleşen, atmaya başlayan damarın baş ağrısı belirtisi olduğunu biliyordum. Düşündükleri ve düşünmeyi bile göze alamadıkları ona bu ağrıyı hediye etmişti belli ki.

Çayı ve keki ne yapacağının kararını buradan sonra ona bırakarak, yalnız olmanın ona daha iyi geldiğini düşündüğümden arkamı dönüp gidecekmiş gibi hareketlendim.

Bedenimi çeviremeden, oturduğu yerden çok da kıpırdamasına gerek kalmadan beni koluyla sararak durdurdu. Belim kolunun altında ezilirken halen ondan yüksekteydim ama bunu umursuyor gibi değildi.

Belimdeki kolu sıkı değildi, hareket etsem tutuşundan kaçabilirdim; kıpırtısızca durdum. Başını hafifçe geriye doğru kaldırıp yüzüme bakabilir hale geldiğinde sönük görünen kahverengi irisleri yüzüme saplanmıştı.

“Başımın ağrıdığını görebiliyorsun ama ağrıyı çayın değil senin geçirebileceğini göremiyorsun,” dedi dümdüz bir sesle. “İşine gelene kör bir kadınsın.”

Duraksadım. “Masaj mı yapayım?”

Yüzümü süzdü birkaç saniye. Aradığı her neydiyse, onu bulamamış gibiydi.

“Hayır,” dedi geçiştirir gibi. “Boş ver.”

“İçmeyecek misin çayını?” diye sordum konu dağılsın diye. Bakışlarını bir anlığına sehpada duran fincana çevirdi, sonra yeniden boynunu biraz geriye atıp bana baktı. Tüm bunlar olurken belimdeki kolu yerinde sabitti.

“Ne var içinde?”

“Papatya ve melisa,” dedim dürüstçe. “Sedatiftir her ikisi de, gerginsin ya iyi gelir biraz.”

“Sedatif?” dedi sorar gibi. Dudaklarım kıvrıldı belli belirsiz. “Sakinleştirici yani.”

“Lavanta yok mu?”

“Lavanta çayı mı istiyorsun? O da olur evet, baş ağrına iyi gelebilir. Yapayım mı?”

Kısa bir nefes aldı. Yerinden aniden kalkmasını beklemediğim için bir anda önümde duvar gibi dikildiğinde geri adımladım refleksle. Belimdeki tutuşunu sıkılaştırarak uzaklaşmama engel oldu.

“Çay falan istemiyorum,” dediğinde kaşlarım havalandı. “Lavanta sordun ama..?”

“Beni sakinleştirmek mi istiyorsun?” diye sordu gözlerimin içine bakarken. Yalanlamadım, inkâr etmedim. Gözlerimi ‘evet’ der gibi yavaşça kapatıp açtım.

“Güzel,” dedi kısık bir sesle. “Uyut o zaman beni.”

Hiçbir şekilde uykusu varmış gibi görünmüyordu. Uyku haplarından bahsediyor olma ihtimalini düşünmeye başladığım sırada birden yüzü boyun boşluğuma kapandı.

Öylece ensemde topuz haline getirdiğim saçlarımın yarattığı açıklık sayesinde yüzünü direkt olarak tenime gömmüş, tişörtümden açıkta kalan her yeri kendi teniyle kapatmıştı.

Lavanta, sakinleştirme, uyku… Parçalar birleştiğinde benden ne istediğini anlayabilmem mümkün hale gelmişti.

“Uyandığında daha iyi olacak mısın?” diye sordum söz ister gibi. Bu ne kadar olasıydı bilmiyordum ama en azından bana vereceği cevap onun için az da olsa bağlayıcı olur diye düşünmüştüm.

Bir kolu zaten belimdeydi, o koluna diğeri de eşlik etmeye başladığında artık belimin biraz üstünde iki kolu birbirine değecek şekilde üst üsteydi. Yüzü boynumda, kolları belim ve sırtımdayken bana daha önce denk gelmediğim kadar sıkı sarılıyordu.

Annesinin kucağındayken iyi olacağını, kendini savunmasız bırakabileceği tek yerin orası olduğunu düşündüğüm anlarda hesaba kendimi hiç katmamıştım. Şu an beni saran kollar ve yaşamımın attığı damara çarpan sıcak nefesleri ise yaptığım hesaplamanın yanlışlığının kanıtıydı.

“Uyutalım o zaman seni Avcıoğlu,” diye fısıldadım dudaklarımın altında kalan saçlarına doğru.

O benim kokumu anıp dursa da ben onun kokusunun yarattığı sıcak çemberi hiç dile getirmiyordum. Uyuduğum yatakta, eğer benden önce girdiyse banyoda, kıyafet dolaplarını araladığımda giyinme odasında… Her yerde kokusu vardı, onun takıntısı kadar ağır bir yenilgide değildim belki ama bende de onun kokusuna dair alışkanlıkların başladığı kesindi.

Sırtına yasladığım avucumla bir bebeği sakinleştirir gibi tişörtünün üstünden sırtını sıvazladım.

“Kucağıma alayım mı seni?” diye sorduğunda gözlerimi kırpıştırdım. Şaşkınlığım hem soru soracak kadar nazik bir adama dönüşmesine hem de sorunun içeriğineydi.

“Ne?” dedim afallamış bir sesle. “Hayır, tabii ki.”

“Peki,” dedi sakince.

Ben şu anda kime sarılıyordum? İsteklerini direkt uygulamaya koymak yerine soru soran, aldığı olumsuz cevaba da öylece onay veren kişi kırk günlük kocam olabilir miydi gerçekten?

Biraz geri çekilmesini ve içeriye girmek üzere yürümemizi beklerken aradan geçen birkaç dakikayı oyunbozanlık yaparak yıkmadım. Boynumda soluklanmasına, kollarının beni sıkıca sarmasına sesimi çıkartmadan ayrılmak için kendisinin doğru anı bulmasını bekledim.

Dakikaların sonu geldiğinde önce yüzü boynumdan ayrıldı, sonra kollarından biri yavaşça sırtımdan çözüldü.

“Gidelim odamıza,” dedi gözlerime bakarken. “Gidelim,” diye mırıldandığım anda ise az önce yaşadığım ‘bu benim kocam mı’ sorgusunun boşa gittiğini belli ederek beni bir anda tepetakla etmişti.

Belimdeki kolu biraz aşağıya, kalçamın altına kayar kaymaz bedenimi havalandırıp sağ omuzundan sarkmama neden olduğunda dudaklarımdan panik dolu bir ses çıktı. “Cevahir!” diye bağırdım sertçe.

“Karım?” diye yanıtladığı sırada omuzunda beni değil ceketini taşıyormuş gibi rahat bir adım attı öne doğru.

“İndir beni,” dedim sakin kalmaya çalışarak. Sırtıyla tersten bakışıyordum şu an.

“Yatağımıza varalım, indireceğim.”

“Geleceğimi söylediğim yere beni neden kaçırır gibi götürüyorsun manyak herif?” diye tısladım midem ağzıma gelmişken. Sırtına elimin tersiyle vurmuştum bu sırada.

“Sen ayak diremediğinde yeterince keyif almıyorum, inat edip uyumam desen böyle olmazdı mesela.”

Dalga geçiyordu.

Sesindeki soğukluk ve yorgunluk kaybolmuş değildi ama bir şekilde o dalgın halinin anlık olarak dahi kaybolmuş olması güzeldi.

“Ben keyif almıyorum, gülmüyorum şu an bu şakana. İndirir misin?”

Bahçeyi adımlayarak gerimizde bırakmaya başladığında sallantıda dengem şaşmasın diye gözlerimi kapattım.

“Güldüreyim mi? Gülmene sebep olursam sesin çıkmayacak odaya kadar ama.”

Göz devirdim kapalı gözkapaklarımın ardından. “Şakalarının sınırları çok belli, güldürebileceğini mi sanıyorsun beni?”

“Sanmıyorum, eminim.”

“Güldür hadi,” dedim kendimden emin bir tavırla. Ne yapacaktı da kendimi tutamadan gülecektim?

Dudaklarından bir şeyler dökülmesini beklerken, beklemediğim bir başka şeyin altında sıkıştığımda dudaklarımdan fırlayan çığlığa benzer sese kıkırtılarım karıştı.

Giydiğim şorttan açıkta kalan bacağımın arkasında, dizkapağımın gerisinde kalan boşlukta parmak uçlarını yavaşça gezdirdiğinde bacaklarımı sallayarak ondan kurtulmaya çalışırken bir yandan dudaklarımdan çıkan sesleri kontrol etmeye çalışıyordum.

Belimden, karnımdan huylanmazdım. Birini gıdıklamaya çalışırken ilk denenecek yerlerde hiçbir rahatsızlık hissetmezdim. Fakat dizlerimin arkasından deli gibi huylanıyordum.

“Dur!” diye bağırdım kesik kesik. Nereden öğrendiği hakkında hiçbir fikrim olmayan zaafımla uğraşarak beni kıvrandırırken eve mutfağın cam sürgülü kapısından girmeye karar verdiği için temiz havayla olan bağımız kopmuştu erkenden.

“Ne oldu? Komik miymiş şakam?”

“Hayır,” dedim nefes nefese. Boğulsam da inadımı geride bırakmazdım.

Beni biraz daha aşağı sarkıttı. Sırtı yerine kalçasına doğru denk gelecek kadar aşağı kaymıştım. Düşeceğim korkusuyla beline kollarımı sardığımda panikle seslendim. “Bırakma!”

“Bırakmam,” dedi sakin sakin. Ben kıvranırken ve üstünde tepiniyorken o gayet rahat adımlarla merdivene yönelmişti.

Beni iyice sarkıttığı için az önce parmaklarıyla uğraştığı dizimin arka kısmına başını yaklaştırıp dudaklarını bastırdığında bu kez huylanmak yerine put kesilmiştim.

Dudaklarını değdirdiği yerden çekmedi. Adımları durdu. İki yanından tutunduğum belini istemsizce sıktığımda burnu da tenime belli belirsiz değdi.

“Odaya çıkalım,” dedim bir anda üstüme çöken ağırlığın altında ezilirken. Bana her ‘bırakmam’ dediğinde, ‘buradayım’ diye mırıldandığında göğsümde bir düğüm çözülüp bin yeni düğüm atılıyordu.

Bedenimi yeniden normal bir şekilde tuttu. Başım omuzundan aşağı biraz sarkacak kadar düşüktü. Başımı havada tutmak zor geldiğinde yüzümü yavaşça sert sırtına doğru bastırdım.

Cevahir söylediği gibi yatağın yanına geldiğinde beni omuzundan indirdi. Kalçam yatakla buluştuğunda beni omuzundan indirmesi için diş bileyen kadınla aynı kişi değilmişim gibi hissediyordum. Beni bir iki kelimeyle böyle dağıtabiliyor olmasını kendime yediremesem de gerçeklerden kaçamadığım anlar oluyordu ve yapabileceğim pek bir şey de yoktu.

Saat henüz ertesi gün olana kadar uyunabilecek bir yere varmamıştı. Üstelik uykum da yoktu. Üstüme geceliklerimden birini giymek yerine tişört ve şortun yeterli olacağını düşünerek olduğum şekilde yatakta geriye kaydım.

Cevahir’in de üstündekilerle uyuyacağını düşünmüştüm ancak kendisi beni zor gözlerimi ise keyifli bir manzarayla baş başa bırakarak tişörtünü çıkartıp atmayı tercih etmişti.

Üstü çıplak bir halde yatağa bir dizini yaslayarak temas ettiğinde ben kendi yastığıma doğru çoktan kaymıştım.

Boynuma gömülüp uyumaya çalışacağını düşünüyordum. Onu uyutmamı isterken kastettiği aslında kokumdu, başka bir şey değildi.

Beklediğim gibi bedenini yan bir biçimde bana doğru çevirdi. Kendi yastığında uzanır halde benim sırtüstü yatışımı süzdü.

“Sana dokunma iznim yokken o cehennemden çıkma ince kumaşları giyiyorsun, iznim varken uyuma kıyafetin bu mu?”

Geceliklerimi betimleyiş şekline gülmemek için yanağımın içini sertçe ısırdım. Genellikle bedenimin çoğunu açık eden, ona hayal edebilecek pek bir şey bırakmayan geceliklerle derdi biraz derindi belli ki.

“Evet,” dedim gözlerimi kırpıştırarak. “Bu saatte gecelik mi giyeyim?”

Yüzüme boş boş baktı. Ardından parmakları karnıma doğru uzanıp birden tişörtümün eteklerini toparlayarak yukarı itti. Göğsümün sınırına kadar iteklediği kumaş olduğu yerde birikirken karnım ve kaburgalarımın bir kısmı açıkta kalmıştı.

İri bedenini ben henüz tişörtü açmasına tepki veremeden aşağı doğru kaydırdı. Çıplak karnıma yanağını yaslayarak burnunu tenime sürttüğünde karnımı istemsizce içeri doğru çekerek göğsümdeki kemiklerin belirginleşmesine neden olmuştum.

Aşağıya doğru kaydığı için yatağa pek sığmıyordu. Bunu zerre umursuyormuş gibi de değildi. Tenime yasladığı burnundan derin ve yavaş nefesler alırken geriye kalan her bir detay anlamını yitirmişti.

Bir kolunu belime doğru sararak gömüldüğü karnımda daha da yer edindi.

Daha önce bu şekilde yatmışlığı yoktu fakat bu bizim için bir rutinmiş gibi olduğu yere sinmiş ve orayla bütünleşmişti. Rutine tıpkı Cevahir gibi uyum sağlayan parmaklarım ise rotasını şaşırmadan saçlarının arasına saplandılar.

Saçlarını okşamadım, tutamlarını yerinden oynatmadım. Sadece parmaklarım saçlarının arasına gömülü kaldı ve parmak uçlarım saçlarındaki yumuşaklığı ezberlemek ister gibi olduğu yerden hiç oynamadı.

Karnıma derin nefesler halinde çarparak başlayan solukları gittikçe yavaşladı. Aradan belki dakikalar belki de saatler geçti, nefesleri düzenli hale büründü, belimdeki tutuşu daha sıkı bir hal aldı.

Kıpırdamadım.

Uykum olmamasına, yattığım yerde düşüncelerimin arasında boğuluyor olmama rağmen kolumu bile kıpırdatmadan bedeninin altında uzanmayı sürdürdüm.

Gözlerini açtığında birden fazla kişiye cehennem azabı çektirecek olan bu adamı küçük bir bebek gibi sıcaklığımda ve kokumda dinlendirmek damarlarımda güçlü bir şeyler çağlamasına neden oluyordu.

O gücün kaynağı da dayanağı da kendisiydi. Gücümü kendi gücüne katarak vereceği savaştan galip ayrılacak olan da o olacaktı.

 

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm