Düşten Farksız 55.Bölüm
55.BÖLÜM
“Ben yaptım o tatlıyı,” diyerek daha önceki
bilmem kaç seferde olduğu gibi bilgilendirmede bulundum Özgür’e doğru.
“Öyle mi?” diye şaşırmış gibi konuşan ve
ağzını eliyle kapatıp birkaç saniye bekleyen Özgür’e gözlerimi kısarak baktım.
Dördüncü saniyede elini çekmiş ve düz bir ifadeyle yüzüme odaklanmıştı. “Bin
kere söyledin kızım ya, tatlıyı sen yaptın evet.”
“Birlikte yaptık bu arada…” diyerek konuşan
kişiye döndüğümde yüzümde büyük bir hayal kırıklığı vardı.
“Baba…” dedim acıyla.
“Bebeğim?”
“Neden söyledin?” Soruma Özgür sırıtırken ben
üzgün üzgün masanın kenarındaki sivri kısımla uğraşıyordum.
Sadece fırının önünde beklediysem, tatlının
başka hiçbir aşamasına karışmadıysam ne olmuştu yani? Yanmasın diye çabalayan
bendim işte, bakmasam tatlı falan yiyemezdi kimse.
“Yavrum bu tek hücreli birazdan unutur,
unutmazsa da ben unuttururum. Bakma öyle, tamam.”
Omuz silktim ikna olmadığımı ve affetmediğimi
belli ederek. Özgür bunu asla unutmaz, önüne gelene de söylerdi.
İkisini mutfakta bırakmak üzere ayaklandığımda
yüzümde yalandan memnuniyetsiz bir ifade vardı. Yalandı çünkü bu akşamki
keyfimi hiçbir şeyin bozmasına izin vermiyordum.
Yaşadığımız yılın sonu, gelecek yılın ise
habercisi olan o gündeydik. Dört beş saat sonra gece yarısına varacak ve yeni
bir yıla başlayacaktık.
Mutfaktan çıkıp salona geçtiğimde baktığım ilk
yer ışıl ışıl parlayan yılbaşı ağacıydı. İçeri girer girmez dikkat çekiyor,
bakışları üstüne çekiyordu. Süslediğim günden sonra bir nevi hayatım değişmişti
aslında ama son zamanlarda hayatının değişip durmasına fazlasıyla maruz kalan
ve doğal olarak alışmak zorunda olan biriydim; buna da elimden geldiğince uyum
sağlıyordum.
Ben değişime uyum sağlarken, etrafımdakileri
kendimden daha çok yoruyordum. Onların planları arasında her şeyi yok saymak
bulunmuyordu fakat bana karşı gelemediklerinden elleri kolları bağlıydı.
Hastaydım.
Öyle yeni başlamış, çok erken fark edilmiş bir
hastalık da değildi bu. Ben bir süredir hastaydım, belirtilerine kör kalarak
ipleri iyice düğümleyen bir kanser hastasıydım.
Hasta olduğumu benden önce öğrenen, benden
fazla yıkılan insanlarla birkaç gündür ‘umursamama’ savaşı veriyordum. Babamla
birlikte gittiğim, herkes gelmek için ısrarcı olsa da bunu inatla reddettiğim
doktor görüşmesi sonrasında tahmin edemediğim bir şey duymamıştım.
Annem beni bugüne hazırlamıştı zaten. Gün gün,
hafta hafta neler yaşayacağımı az çok biliyordum. Tıpkı sonumu da bildiğim
gibi.
Doktorun odasından çıktığımızda babam önceki
akşam kendini zar zor sıkarak tuttuğu patlamayı bana sarılarak yaşamıştı. Ona
müdahale etmemiş, ne isyanını ne de sızlanışlarını bölmemiştim. Uzun bir süre
ağlamıştı, onun ağlaması beni de ağlatır sanmıştım ancak sadece yorgun bir
sessizlikle eşlik etmiştim.
Önce ilaçlarla başlayıp, sonrasında bedenime
daha ağır gelecek olan tedavi yöntemleriyle devam edecek olan süreç için yeni
yılı bekliyorduk. Bedenime hiçbir kimyasal karışmadan yaşadığım son günlerin
tadını çıkarıyordum ben de. O ilaçların beni sömüreceğini biliyordum çünkü.
Ben görünürde eski bendim ancak eve girip
çıkan kimse birkaç gün önce olduğu kişiyle aynı değildi. Hepsi rol
yapıyorlardı. Benim için…
“Kovdular mı seni mutfaktan?”
Bir anda ses duyduğumda irkilerek yerimde
kıpırdandım. Salona girdiğimde kimseyi göremeyince abimi odasında sanmıştım.
Balkonda olduğunu şu an fark ediyordum.
“Küstürdüler,” dedim nazlanarak.
Gülümsedi hafifçe. Kollarını araladığında ona
doğru gittim. Beline sarıldığım zaman o da bir kolunu sırtına sarmıştı.
Kapattığı balkon kapısından uzaklaştık birlikte. Bu soğukta orada ne yaptığını
sormuyordum çünkü burnuma sigarasının kokusu geliyordu yeterince.
“Küs ikisine de, ben buradayım.”
Onlara küsmemden kârlı çıkacak olan kendisiydi
tabii. Desteklemesine şaşırmamıştım.
Abimle aramızdaki garip gergin elektriğin son
bulması, onun o günkü derdini öğrenmemle gerçekleşmişti. Kalbimdeki kırgınlığın
silinmesi hasta psikolojisine hızlı adapte olmamdan değildi.
Bir arkadaşının öldüğünü, ölüm şeklinin de
-bana ayrıntısı verilmemişti- pek iç açıcı olmadığını öğrenmiştim. Ölümler
zaten iç açıcı olmazdı ancak trajik olanlar elbette diğerlerinden daha
yakıcıydı.
O gün savaşıyor olduğu şey ben değildim,
yalnız kalma telaşı da belli ki acısındandı. Uzatmamıştım konuyu. Bunu bana
itiraf ediyorken bile gözleri dolmuş, canının çok yandığını dile getirmese de
göstermişti açıkça.
“Kulis mi yapıyorsun lan sen burada?”
Kapıdan girdiğini abime kızarak belli eden
babama doğru baktım. Ne dediğini anlayamadığım için dudaklarımı soru sormaya
aralayacakken kapı çalmıştı. Heyecanla yerimden kalktım.
“Hayırdır?” diyen abimdi.
“Kapı çaldı,” dedim heyecan sebebim buymuş
gibi.
“Ee?”
Ofladım hiç uzatmadan. “Sevgilimi özledim,”
dedim açıkça.
Babam yüzünü elleriyle ovuşturup sakinleşirken
onun yanından kıkırdayarak geçmiş, abime de ayıplar bakışlar atmıştım. Sırf
babam kızsın diye yapıyordu.
Beni oyaladıkları için kapıya ilk varan ben
olamamıştım. Özgür kapıyı açtığı sırada anca yetişebilmiştim.
Kapı sonuna kadar açıldığında karşımda duran
ikiliye gülümsedim. “Hoş geldiniz!”
İçeri girdiği gibi sevgilisini es geçerek bana
sıkıca sarılan Mayıs’a gülerek karşılık verdim. “Aşkım seni çok özledim,”
dediğinde yandan Özgür’e baktım. Dudaklarımı kıpırdatarak ‘bana aşık’ dediğimde
Özgür homurdanarak kapının eşiğinden geçmekte olan Pars’a baktı.
“Sen de bana sarıl birader, bunlar yeni bir
çift olduysa biz de böyle devam edeceğiz.”
Mayıs benden biraz uzaklaşınca hızlı hızlı
Pars’ın önüne geçtim. “Olmaz,” dedim hemen. “Benim sevgilim o.”
Sırtımı göğsüne doğru yapıştırarak
koruduğum(!) Pars beni karnımdan koluyla sardığında keyifle sıcağına sokuldum.
“Neyinmişim?” dedi kulağıma doğru eğilerek.
Başımı geriye doğru atıp omuzuna çarptırdım.
“Sevgilim,” dedim direnmeden.
“Cilveleşmeyin lan, rahat dursanıza!”
Dil çıkartıp onu umursamadığımı gösterirken
kafasını salona doğru çevirip bağıracakmış gibi ağzını açtı. Göz devirdim.
“Götün sıkışınca babamı çağırma,” dedim ters
ters.
Mayıs ve Pars’ı şaşkınlıkla güldüren tepkim
Özgür’den kötü bakışlar almama neden oldu. “Kim öğretti bunu?”
“Abim,” dedim sevinçle. “Sana söylemem için
öğretti.”
“O abinin de a-…” diye başladığında salondan
bir haykırış geldi. “Özgür!”
Abimin sesi hole dolduğunda Özgür duyuluyor
olduğunu fark ederek yüz ifadesini abartıyla yumuşattı. “Canım abim?” derken
beni taklit ediyordu. Ama işe yaramayacaktı. Abimi kızdırınca buna başvurmak ve
onu yumuşatmak bana özeldi.
“Canın abin değil, canını alacak abin. Gel sen
bi’, gel.”
Özgür elini Mayıs’a uzattı. Mayıs mecburen
destek vermek için elini tuttuğunda ikisi birlikte salona girdiler.
Arkalarından kıkırdadım.
Hâlâ arkamda duruyor olan Pars aniden yanağıma
sıkı bir öpücük bıraktığında gözlerim kısılmıştı hemen. Karnımdaki koluna elimi
yaslayıp hafifçe parmaklarımı kıpırdattım.
“Bir daha baş başa olmadığımız zamanlarda
kırmızı tercih etme,” diyerek belime denk gelen elini olduğu yere sürttü.
Üstümdeki uzun kollu, mini kırmızı elbisenin pek bir olayı yoktu aslında. Rengi
en büyük süsüydü.
“Niyeymiş?” derken yerimde dönerek göğsümü
göğsüne çarpacak şekilde konum değiştirdim.
“Boğalara kırmızı gösterilince ne olduğu
hakkında bir fikrin var mı?” diye sorduğunda kıkırdadım. “Ama sen boğa
değilsin… Parssın.”
“Demek ki parslar da kırmızıya pek sakin
tepkiler vermiyormuş,” diyerek başını salladı. Bu elbisenin altına normalde şık
bir topuklu giymeliydim ancak evde kendime işkence edecek kadar delirmediğimden
çıplak ayaklarımla geziniyordum. Onu öpmek için parmak uçlarımda zorlukla yükselme
nedenim de buydu.
Önce çenesine, ardından dudaklarına
dudaklarımı bastırdığım sırada beni belimden kavrayarak hafifçe kaldırmış ve
ağırlığımın neredeyse tamamını o taşımıştı.
İlk tanıştığımız zamanlara göre daha zayıftım
artık ama Pars için bedenimin ağırlığı azalmak yerine artsa da sorun teşkil
edecek gibi değildi. Tek koluyla taşıyabileceği oyuncak tavşanıymışım gibi
hissediyordum bazen.
Dudaklarımı ondan ayırdığımda bu kez kollarım
boynuna dolanarak temas ettim. Beni tek koluyla belimden tutuyorken diğer
elinin neden herhangi bir şekilde bana değmediğini sorgularken bulmuştum
kendimi.
Fırsat varsa, Pars temas edebileceği her
zerresiyle her zerremde olurdu. Aksi pek mümkün olmuyordu.
Bana dolanmış olmayan eline baktım hemen
yandan. Elinde parıldayan bir şey gördüğümde telaşla kollarımı boynundan
çözmüştüm. “Hediye!”
“Daha erken fark edersin sanmıştım ama…
Gözlerin benden başka bir şey görmedi tabii bir süre.”
Ayaklarım yeniden düzgünce yere bastığında onu
dinlemek yerine elindeki hediye paketine bakıyordum şu an. “Bana mı?” diye
sordum.
Pars olumsuz bir ses çıkarttı. “Yok, Özgün’e
aldım. Sence sever mi?”
Şaşkınca ona döndüğümde yüzünde benimle dalga
geçtiğini belli eden bir ifade bulmuştum. Kaşlarımı çattım yalandan. “Komik
mi?”
“Senden başka birine hediye alacakmışım gibi
soru sorman mı? Evet, komik güzelim.”
“Açayım o zaman,” dediğimde pakete uzandım.
Elini geriye doğru çekti hemen. “Yılbaşı hediyesi bu, hemen açamazsın.”
Ofladım sabırsızca. “O zaman göstermesene!”
dedim sitemle. “Nasıl bekleyeceğim?”
“Döv bir de beni hediye aldım diye, Ahu.”
Çok mu kızmıştım?
Elimi kaldırıp yanağına uzattım. Döv dedikten
sonra elimi yanağına kaldırınca gözleri hafifçe büyüdü. Cidden vuracağımı
sanmıştı belli ki.
Yanağını avucumun içine alıp başparmağımı
teninde kıpırdattım. “Sevgilim sen benden korktun mu az önce?”
“Senin için korktum,” dedi hemen. “Daha önce
yumruk atacağım diye parmağını çatlatan bir kadınsın…”
Tatsız bir anıydı. Hatırlamaya gerek yoktu.
Geçiştirir gibi başımı salladım.
Parmağım göz altlarına doğru kaydı. Koyu bir
renge bürünen, normalde olduğundan biraz daha çukurlaşan yeri okşadım. Bunun
sebebinin ne olduğunu bildiğimden sorgulamamıştım ağzımı açıp ama sorgum içimde
sürüyordu.
Hepsine göz altı kızarıklıkları, çukurları ya
da şişkinlikleri hediye eden bendim.
Yanımdalarken -ki son birkaç gündür olabilecek
her an hepsi yanımdalardı sürekli- gülmeye, olağan davranmaya çabalıyorlardı
ama yanlarında olmadığım ya da belki uyuduğum her anın onlar için çöküş olduğu
gerçeğinden kaçamazdım.
Belki uykularını kaçıracak kadar beni
düşünmekten, belki ağlamaktan ve belki de ağlayamamaktan izler kalıyordu
yüzlerinde ve gözlerinde.
“Pars,” dedim usulca. ‘Söyle’ demek yerine
dudağımın kenarını öptü hafif bir baskıyla. Bir şey demeyeceğimi biliyordu.
Adını -onun deyimiyle korktuğum kediler gibi- mırıldanasım geliyordu zaman
zaman.
Dakikalar birbirini kovalarken her şey
olağandı.
Pars ve Mayıs geldikten sonra neredeyse bir
saate yakın zaman geçmişti ama bir türlü yemek için masaya yönelmemiştik. Başta
dikkatimi çekmemiş olsa da artık garipsemeye başlamıştım.
“Yemek yemeyecek miyiz?” diye sordum Özgür’ün
anlattığı konuya ortadan dalarak.
Babam duvar saatine doğru baktı. Ardından
dudaklarını araladı. “On dakika daha bekleyeceğiz.”
Anlamsızca ben de saate baktım. On dakika daha
bekleyince ne olacaktı?
“Neden?”
“Kapı çalacak çünkü on dakika sonra.”
Başımı omuzuma doğru eğdim ona bakarken.
“Kim?” diye sormuştum ama hemen sonrasında durumu anlayabilmiştim zaten.
“Dedemler geliyor,” diyerek kendi soruma kendim yanıt verdim.
Babam onaylar anlamda kafasını salladı
hafifçe. “Bizimle ilk yılbaşın bu, fikir de halanındı zaten.” Kendisinin ısrar
etmediğini belirtmişti hemen. Halamın bu planın sahibi olmasına hiç
şaşırmamıştım.
Geliyor olmalarına, onları görecek oluşuma
sevinirken kaçırdığım detay aniden aklıma düştüğünde duraksadım. “Haberleri mi
var?” dedim bakışlarım tek bir yere, babama doğru odaklıyken.
“Ne?” dedi babam yüzü hafifçe kasılırken.
“Hasta olduğumdan haberleri mi var? Söyledin
mi onlara?”
Anmayı reddettiğim, öğrendiğimden beri özenle
lafını bile etmediğim hastalıktan böyle açıkça bahsetmemin salonda soğuk bir
esinti yarattığının farkındaydım. Ben söylemesem de gerçek değişmiyordu tabii
ama benden duyduklarında yaydıkları enerjinin daha yoğun değiştiğini fark
etmiştim böylece.
“Ahu,” dedi babam gözlerime ‘yapma’ der gibi
bakarak. Oturduğum koltuk ondan biraz uzaktı, bakışları o uzağı yakın ederek
bana çarpıyorken aynı şekilde karşılık verdim elalarına.
“Söyledin mi?” diye tekrarladım sorumu inatla.
Başını iki yana salladığında rahat bir nefes almaya çabaladım. “Tamam,” dedim
sakin kalarak. “Söylemeyeceksin hiçbir şey,” dedikten sonra bakışlarımı
diğerlerinde gezdirdim. “Kimse söylemeyecek.”
“Abim,” diyerek beni ikna etmeye odaklandığı
ılımlı sesiyle konuşan abime doğru döndüm. “Bu saklanacak bir şey değil,
saklaman gereken bir konu değil güzelliğim.”
Omuzlarımı kıpırdattım fevri bir şekilde.
Anlamıyorlardı. Beni tam anlamıyla, her detayıyla anlayabilmeleri mümkün müydü
bilmiyordum zaten. Ama şu an hiç anlayışlı bakmıyorlardı.
“İstemiyorum,” dedim hiç uzatmadan. “Söylemek
istemiyorum.”
Babamın burun kemerini parmaklarıyla sıktığını
ve başını hafifçe eğdiğini gördüm göz ucuyla. Göğsü yavaşça şişip sönmüştü.
Kendisini rahatlatmaya çalışırcasına nefesleniyordu.
“Üzülecekler diye-…” şeklinde konuşmaya
başlayan Özgür’e doğru döndüm sertçe. Mayıs ve Pars müdahale etmiyorlardı.
Mayıs konudan uzak kalmaya çalışıyor olmalıydı, Pars ise onun söyleyeceklerini
diğerleri söylüyor diye tarafsız rolü yapıyordu. Benim nabzımı ölçtüğünün farkındaydım.
“Üzülecekler öyle mi?” dedim Özgür’ü susturup
kendim konuşarak. “Sadece üzülecekler mi? Ben bu insanların hayatına bir anda
girip, girdiğim gibi koca bir karmaşa getirdim peşimden Özgür. Biri kaç yıllık
karısıyla, diğerleri anneleriyle aynı evin içinde benim gelişimden beri
yaşananların etkisi yüzünden saçma sapan bir halde yaşıyorlar. Düzenleri altüst
oldu, kim için?”
Söylediklerimin tersine bir şeyler
anlatacağını belli ederek ağzını açtığında elimi kaldırdım susması için.
“Hayatlarına girişim onları aylardır yeterince yordu,” dedim ellerimi yavaşça
kapatıp sıkı sayılmayacak yumruklar haline getirirken. Ellerim kucağımda,
hepsinin görebileceği şekilde ortadaydı. Kapadığım avuçlarıma bakışlarının
takıldığını görüyordum. “Şimdi bir de aylarca…” dedikten sonra devamını
getiremeden sesim kısılarak içimde kayboldu.
“Şimdi bir de ne?” derken Pars’ın sesinin
yüksekliği az önce onu tarafsız bölge rolü yapıyor sanmamı yalanlayacak kadar
fazlaydı.
Titriyor olan alt dudağımı ağzımın içine
çekerek ısırdım sertçe. Sustum. Dilimin ucuna kadar gelen, haykırmak istediğim
o şeyi biraz daha erteledim.
“Sen…” dedi Pars gözlerimi ondan kaçırmama
izin vermeyecek şekilde bakışlarıyla yakalamışken. “İkiyüzlülük yapıyorsun,”
dediğinde bu kelimenin anlamını bilmiyor olmayı diledim ama biliyordum.
Anlamını da bana şimdi neden böyle söylediğini de biliyordum.
“Pars.” Adını söyleyerek onu durdurmaya
çalışan ben değildim. Abim konuşmuştu. Bir bana bir ona bakıp dudaklarını
aralamıştı. Ancak bu çabası Pars’ın durması için yeterli değildi. Çünkü
durabileceği o eşiğin ilerisine çoktan adım atmıştı.
“Her şey normal, bir şey yok. Konuyu açmayın,
bana farklı davranmayın.” Sırayla saydıklarının tümü benim birkaç gündür onlara
tekrarladığım cümlelerimdi. “Kendini ikna etsene sen önce!” derken hem yalvarır
hem de beni azarlar gibiydi sesi.
Yutkunduğumda boğazımdan aşağı bir parça ateş
inmiş, ciğerlerime kadar alevden bir yol çizilip değdiği her yeri yakmıştı.
Kendimi
ikna etmeliydim önce. Haklıydı. Her şeyin normal
olduğuna onlar kadar ben de ikna olmalıydım. Hem de onlardan önce başarmalıydım
bunu.
“Abi,” diyerek bu kez Pars’ı durdurabilmek
için Mayıs konuşacak oldu. Onun sesi abime kıyasla titrekti, endişesi
sesindeydi. “Yanlış bir şey mi söylüyorum ben?” derken çaresizce kendini gösterdi
Pars. Kardeşinden yardım ister gibi biraz ona dönmüştü şimdi.
“Bilmiyorum,” dedi Mayıs sessizce. “Ama yanlış
zamanda söylediğini biliyorum. Yine ona yanlış şekilde yanlış anda
yükseliyorsun, biz bu anı daha önce yaşadık abi.”
Avuç içlerime batırdığım tırnaklarım tenimde
derin izler bırakıyor olmalıydı. Sızılarını ara ara hissedebiliyordum. Mayıs’ı
dinlerken bahsettiği o ‘an’ aklıma geldiğinden bastırmıştım tırnaklarımı
kendime.
Pars’ın bana kızdığı, kontrolünü biraz da olsa
kaybettiği anlar bir elin parmağından azdı. O anlardan biri şimdiydi, diğerinin
üstünden de haftalar geçmişti. Mayıs’ın kastettiği an, İshak Eraslan’ın bizim
önümüze çıktığı andan hemen öncesiydi.
“Ölecekmiş gibi konuşuyor!” dedi Pars aklını
yitirmiş gibi. Mayıs’ın söyledikleri onu biraz duraklatmıştı ama tamamen
durulmasına yetememişti. “Karşımda oturmuş, aylar geçecek ve sonra o ölecekmiş
gibi saçmalıyor. Öyle bakıyor, öyle düşünüyor.”
Derin bir sessizlik doğurdu bu cümleler.
Sessizlik büyüdü. Kimse ortada olanı reddedemezdi çünkü.
Öyle düşünüyordum. Öyle hissediyordum.
Onlardan bencilce normallik beklerken kendi zihnimde sonlanış zamanı belirsiz
fakat sonlanış şekli kesin bir sayaç açmıştım çoktan.
Pars’a kızmadım, kırılmadım, kalbim titremedi
hiç. Kendimi birkaç saniyeliğine yerine koyduğumda bile organlarım patlayacak
gibi içim darmaduman oluyordu.
Bakışlarımı kimseye değdirmeden kucağımdaki
ellerime bakmaya başladım. Dudaklarım aşağı bükülmüş, omuzlarım düşmüştü.
Anneme karamsar konuştuğu anlarda çok
kızardım. Onun yanında durup her an nefeslerini sayacak kadar delirmişken,
yanımdan hiç gitmesin diye gözlerinin içine bakarken ölecekmiş gibi
konuştuğunda canım çok acırdı.
Şimdi ondan farkım yoktu.
Üstelik annem bir tek bana yapmıştı bunu,
bense bu salonu dolduran herkese yaşatıyordum aynısını. Annemden daha
acımasızdım.
“Özür dilerim,” dedim dudaklarım zar zor
kıpırdarken. Sesimi duyup duymadıklarından bile emin değildim. Aynı anda salonu
holden yükselen zil sesi doldurunca bunu sorgulamaya da vaktim kalmamıştı.
Babamın bahsettiği on dakika dolmuş olmalıydı.
Yüzümün ne halde olduğunu bilmiyordum ancak
dışarıdan bakınca kimsenin bir şey anlamayacağı kadar normal görünmediğimden
emindim.
“Yüzünü yıkayalım mı Despoşum?” diyen Mayıs’ı
duyduğumda başımı salladım hemen. Konuşurken sesi biraz boğuktu. Ağlayacak ama
ağlayamıyor gibiydi yani.
Mayıs ayaklandı. Elimden tutarak beni
kaldırdığında elimi onun eline sıkıca sararak peşine takıldım. Bizimle birlikte
abim de ayaklanmıştı. Kapıyı açacak olan da oydu belli ki.
Salonun kapısından çıktığımızda biz banyoya
doğru gitmek üzere yürümeye devam edecekken abim sırtıma avucunu yaslayıp
adımlarımı kesti anlık olarak. Eğilip şakağımdan öptü sakince. Hiçbir şey
söylemedi. Bıraktığı öpücüğün ardından sırtımı da hafifçe sıvazladı ve kapıya
yöneldi.
Mayıs’la birlikte banyoya giderken titrek bir
iç çekmiştim adımlarımın arasında.
Evdeki tüm oksijeni içime çeksem de rahat
edemeyeceğimi bile bile, çaresiz bir çabayla uğraşıp duruyordum. İnsan son
nefesini vermeye yakın hissederken şimdi aldıklarını nasıl ciğerlerine rahatça
doldurabilirdi?
~
“Et ye biraz, et.”
Tabağıma bırakılan kırmızı et parçasının
büyüklüğüne şaşkınca bakarken onu uzatan kişiye doğru döndüm. “Doydum ben, bu
kadar eti daha nasıl yiyeyim amca ya?”
“Böyle tatlı tatlı amca diyerek beni ikna edebileceğini
mi düşünüyorsun?”
“Hım?” dedim bir an anlayamayarak. Yanımda
oturuyor olduğu için bedenimi ona doğru çevirmiştim iyice. İç çekti. Ardından
iki yanağımı birden elleriyle tutup beni kendisine doğru çekerek düşürdü.
“Emre yavaş,” diyen babamı duyduğunu
sanmıyordum çünkü göğsünde can çekişmeye devam ediyordum şu anda.
Amcam beni öpüp sararken eti yemem konusunda
ısrar etmediği için sesimi çıkartmadan uyum sağlamıştım ona. Yeterince yemek
yemiştim, bir lokma daha yiyecek yerim yoktu.
“Boş boş durma, şu kadehleri doldur tekrar
oğlum sen de.”
Dedem başıyla Özgür’e onun yanında duran
şişeleri işaret ettiğinde Özgür normalde söyleneceği bu işi üstlenerek uslu
uslu herkesin bardağını doldurdu tekrar. Halam ve Mayıs şarap içiyordu, masanın
kalanının önünde ise rakı bardakları vardı.
“Boncuğuma da doldur, ilk rakısını dedesiyle
içsin.”
Özgür’ün eli duraksadı. Babamla bakışlarımız
kesişti.
Alkol alamazdım.
Yemeğe oturduğumuzda şarap dahi istememiş,
dolapta benim için hep bir şişe bulunan vişne suyumu içmeye başlamıştım.
Kimsenin ilgisini çekmemişti tabii ki, zorla içki içirecek değillerdi.
Ancak şimdi dedeme ‘tadına bile bakmam’
diyerek yanıt vermem garip olacaktı. Daha önce şarap içmiştim ve bunu masadaki
herkes biliyordu. Sigaraya yaptığım gibi hiç ağzıma sürmediğimi öne sürerek
dedemden kaçamazdım.
“Babasıyla baş başa içecek, bana sözü var
baba.”
Babamın konuşmasıyla oluşan kısa sessizlik son
bulduğunda kısa bir nefes aldım. Amcam beni biraz serbest bıraktığı için
doğrulabilmiş ve sandalyemde arkama doğru yaslanmıştım.
Dedemin itiraz etme ihtimali vardı. Ancak
babam ‘sözü var’ deyince o ihtimal kaybolmuştu.
“Öyle olsun bakalım,” dedi dedem. Özgür’ün
yeniden doldurduğu rakısından bir yudum almıştı. “Sen benimle içmiştin, kızın
da seninle içsin. Ne yapalım…”
Gülümsedim burukça. Dedemle babam arasındaki
ilişkinin karmaşıklığı beni zaman zaman hayrete sürüklüyordu.
Amcamın tabağıma bıraktığı eti çaktırmadan
sağımda oturan abimin tabağına koydum. “Sen yer misin bunu?”
Göz ucuyla bana baktı. “Çok az yedin, Despina.
İki kaşık salatayla mı doydun güzelim?”
“Yoğurtlu şeyden de yedim ki,” diyerek kendimi
savunduğumda gülecek gibi oldu. “Hadi ya, o zaman iyi. Yoğurtlu kereviz
doyurmuştur seni.”
Başımı salladım ona katıldığımı
gösterircesine. Abimle konuşurken ona daldığım için masanın diğer ucundan gelen
ses irkilerek oraya dönmeme neden oldu.
“Ay!” diyerek yerinden sıçrayan ve ayaklanan
halama baktım. Üstündeki krem renkli elbisenin karın kısmından aşağıya sızan
kızıl renkli şarabı gördüğümde yüzümü buruşturdum. Mahvolmuştu elbisesi.
“Kadeh tutmayı bir öğrenemedin kızım sen de,”
diyerek onunla dalga geçen amcama ters ters baktı halam. “Çok konuşma Emre ya,
elbiseme bak rezil oldu. İlk kez giymiştim.”
Pars kendisine doğru da geliyor olan şarap
akıntısını durdurmak için peçeteleri masaya bastırırken onun zorlu çalışmasına
güldüm. Mayıs’a döndüm. “Ben halama başka bir şeyler vereyim, siz masayı
halledersiniz.”
“Hallederiz Despoşum, siz gidin.”
Halamın mutsuz surat ifadesi eşliğinde odama
vardığımızda biraz keyfi yerine gelsin diye onu dolabımın elbiselerimi saklayan
kısmıyla karşı karşıya getirmiştim.
Kendi aldıklarım, beklemediğim anlarda bana
hediye alınanlar falan derken onlarca elbisem olmuştu bu eve geldiğimden beri.
Birçoğunu daha hiç giymemiştim hatta.
“Ben mi seçeyim? Sen verseydin çok
giymediklerinden birini keşke canımın içi. Ona da bir şeyler dökebilirim her an
bak.”
Kıkırdadım. Yan yana dolabımın önünde
duruyorduk. Bundan faydalanarak omuzuna yaslandım ayaktayken. “İstediğini giy,
istediğini de kirlet. Önemli değil. Sen seç ve rahat rahat giyin, gelirsin
içeri.”
Başını çevirip dudağının denk geldiği yerden,
alnımdan öptü. Omuzundan kalkıp ben de yanağından öptüm bir tane.
Halamı odamda bırakıp kapıyı kapattıktan sonra
yeniden içeri geçtim. Masanın şarapla lekelenen kısmı boşaltılmış, oradaki her
şey diğer kısma taşınarak örtünün o kısmı katlanmıştı.
Özgür’ün elindeki bezi alıp garip bir şekilde
sildiği köşeyi düzgünce sildim. “Bez seni ısırmaz, bastırabilirsin hırsızcım.”
“B12 ilacı öneriyorum, hırsız konusu kapandı
bitti kül oldu; sensin kızım hırsız.”
“Yok, ben çığırtkandım,” dedim asıl b12
eksikliğini onun yaşadığını göstermek için.
Sırıtarak bana yanaştı. Sırtımdan sarılıp beni
kendisine doğru çekti. “Yerim bak seni, benim koyduğum ismi daha çok seviyorsun
değil mi? Bak doğru söyle; Ahu’ymuş Afrodit’miş falan boş ver bunları. En iyisi
çığırtkan değil mi?”
“Aynen,” dedim ağlamasın diye. “En iyisi bu,
canım abim.” İnandırıcılığı arttırmak için sona da ‘canım abim’ iliştirmiştim
hemen.
Özgün Kılıç’tan direkt olarak bir öksürük
yükseldi tabii. Özgür’ün kollarındayken ona baktım. “Üzülmesin diye dedim,
yazık.”
“Duyuyorum lan ben,” diyerek yalandan
abarttığı siniriyle beni göğsünden iten Özgür’e baktım tatlı tatlı. “Neyi
duyuyorsun? Canım abim olduğunu mu?”
İfadesini bozacak gibi oldu ama direnişi
kuvvetliydi, bozulmadı.
Beni kurtarmaları için sırasıyla masada
oturanlara doğru baktım. Yardım eli en güçlü olan yerden uzandı.
“Gel sen böyle boncuk, sarsma ulan kızı sen
de.”
“Evet,” dedim dedeme doğru giderken.
“Sarsmasın beni, dede.” Özgür kalktığı için boşalan sandalyeye, dedemin yanında
durana yerleştim.
İçeriden bir patırtı sesi geldi buraya kadar.
Halam giyinirken odamı biraz dağıtıyordu sanırım.
Sesi benimle birlikte duyan amcam konuştu.
“Evi de başımıza yıkacak şimdi, odanda tek bırakmasaydın bu sakarı sen amcam.”
“Çok ayıp, ikizine öyle deme.” diyor olsam da
dayanamayıp gülmüştüm.
Halamın benim elbiselerimden birini seçmiş,
üstüne giymiş ve hevesle bana göstermek ister halde içeri gireceğini tahmin
ediyordum.
Onu kapıdan girerken rengi atmış bir yüz ve
dolu gözlerle görmeyi beklediğim söylenemezdi. Hiçbir ayrıntı beni buna
hazırlayamazdı.
Az önce ikiziyle dalga geçiyor olan amcam,
halam içeri dağılmış bir halde girdiğinde ilk ayaklanan oldu. “Cemre,” dedi
endişeyle. “Ne oldu güzelim? Bir yerine bir şey mi oldu?”
Halam başını iki yana salladı. Bu basit
hareketi bile zar zor yapmış gibiydi.
O sırada bakışlarım halamın yüzünden ayrıldı,
refleksle bedeninde gezindi. Siyah, inci askıları olan bir elbisemi bulmuş ve
giymişti. Seçimi beni şaşırtmadı ancak sağ elinde sallanıyor olan kâğıdı
gördüğümde kalbim sıkışarak göğsüme baskı yapmaya başlamıştı.
Doktorun elime tutuşturduğu tedavi planımı
elinde tutuyordu.
Adımın yazılı olduğu, önümüzdeki ay hafta
hafta neler yapacağımı gösteren bir kâğıttı bu ve okuduğu anda her şeyi
öğrenmemesi mümkün değildi.
Aptaldım.
Gelecekleri son ana kadar bilmediğim için ve
evdeki herkes zaten o tedavi planını ezberleyecek kadar çok incelediği için
saklamadan öylece makyaj masamda bırakmıştım. Halamın giyindikten sonra o
masadan bir şeye uzanacak olması ihtimali yüksekti ve ben bunu asla
öngörmemiştim.
Titreyen elleriyle o kâğıdı kaldırdı. Kâğıdı
tutan eliyle beni gösterdi. “Sen…” diyebildi fısıldar gibi.
Amcam çatık kaşlarıyla ona doğru yaklaşmış ve
elindekini almıştı. Kendisini bu hale getirenin elindeki kâğıt olduğu gayet
açıktı çünkü.
Nefeslerim boğazıma dizilmiş, biraz sonra
olacak olanları tam olarak bilememenin verdiği endişeyle oturduğum sandalyede
küçülebildiğim kadar küçüldüm.
Burada görünmez hale gelsem de çare değildi.
Benim derdim görünmemek değil, görmemekti. Apar topar ayaklandığımda ne zaman
yanımda bittiklerini bilmediğim babam ve Pars önümde belirdi.
“Odam…” dedim babama doğru bakarak yalvarır
gibi. “Odama gideyim, lütfen gideyim.”
Sesleri duyamaz, olanları anlayamaz hale
geldiğimde bedenimin kim tarafından kucaklandığını bile anlayamamıştım. Bütün
günün yükü omuzlarıma dağılıp beni de dağıtırken bu yılı böylece kapatıyor
olmak aklımın hayalimin alamayacağı kadar uçuktu.
~
- Pars’tan
“Uyandırsak olmaz mı?” diye mırıldanan
Mayıs’ın sesi zar zor duyuluyordu. Özgür’ün omuzunda uzun bir süredir sessizce
yatıyor ve ortamdaki sessizliğe eşlik ediyorken onu konuşturanın yılın
sonlanmasına kalan yarım saatten az süre olduğunu biliyordum.
“Dinlense daha iyi sanırım.” Özgün bunu
söylerken emin değildi belli ki.
Bugün için ne kadar hevesli olduğunu günler
öncesinden ezberletmişti hepimize. Eğer birkaç gün önceki kıyamet kopmasaydı bu
akşamı cıvıl cıvıl geçireceğine, bir an bile durmadan bizi de zorla
heveslendireceğine şüphem yoktu.
Mirza amcalar gelmeden hemen önce, ona sesimi
kontrolsüzce yükselttiğim andan sonra baş başa kalmamıştık hiç. Yemekti oydu
buydu derken zaman geçmiş, en sonunda da Cemre ablanın elinde hastane çıktısı
bir kâğıtla içeri girmesiyle her şey dağılmıştı.
Gözlerinin örtüleceğini anlayarak onu yere
düşmeden sıkıca kucaklayan bendim. Kollarımın arasında hiçbir ağırlığı olmadan
uzanırken onu odasına götürene dek dizlerim tonlarca ağırlık taşıyormuşum gibi
titremişti.
Hastalığını yeni öğrenen üçlüye o anda
bilincini kapatarak küçük çaplı bir kalp krizi yaşatmıştı. Ancak bu bilinç
kaybının çok üzüldüğü anlarda yaptığı, derin uykuya dalma hali olduğu açıkça
belliydi. Benimle aynı fikirde olacak ki Timur abi de hastane işine hiç
girişmemişti.
Ahu’yu yatağına bıraktığımda onu sıkıca
yorgana sarma görevi de peşimden endişeyle koşuşturan kız kardeşimindi.
Mayıs için Ahu’nun ne demek olduğunu
kaçırıldıkları zamanda zaten anlamıştım ama bu süreçte anlamadığım tek tük
kısımlar da hızla yerlerine yerleşmişlerdi.
Odasında onunla saatlerce kalabilir, kimseye
gerek olmadan her an başında bekleyip nefeslerini sayarak oyalanabilirdim.
Odaya Timur abi ve Mirza amca gelince bu düşüncem sağlamlaşamadan kaybolmuş ve
Mayıs’ı da alarak odadan çıkmam gerekmişti.
Üstelik çıkarken ona doğru eğilip kokusunu
depolayamamış, dudaklarımı tenine de bastıramamıştım. Yoksunluğunu daha yoğun
çekeceğim kesindi.
Salona döndüğümüzde Cemre ablanın
sakinleşmesi, Emre abinin durulması derken bayağı zaman geçmişti. Ahu’nun
odasında kalan baba-oğul buraya geri dönmemişlerdi bu süre boyunca.
Cemre abla ağlamayı bırakacak gibi değildi, o
durmayınca artık Emre abi dayanamamış ve bir açıklama bekler gibi bize
dönmüştü.
Normalde ikimizin de takmayacağı yaş farkını
sanki bu kez çok önemliymiş gibi sayarak sözü Özgün’de bıraktığımızda o
konuşmuştu biraz. Ne zamandır bildiğimizi, nasıl öğrendiğimizi, bundan sonra
neler yapılacağını… Hepsini anlatmıştı.
O sustuktan sonra daha da kimse konuşmamıştı.
Odadakiler orada, biz burada kalmış ve evin
tamamına yayılan bir sessizlik bulutunun altında çaresizce beklemiştik.
Yanımda olmamasıyla sınandığım olmuştu.
Kâbustan farksızdı o anlar. Ancak daha önce yanımda olduğu halde gideceğini
düşünerek kendimi paraladığım anlar olmamıştı hiç, bütün bu his yabancıydı
bana.
“Ballım benim, minicik ki o daha. Nasıl
savaşacak o illet şeyle?”
Cemre abla kendisiyle konuşur gibi söylenip
sorular sorarken derin bir nefes verdim. Öyle bir savaşırdı ki akılları
dururdu. Onun bugüne kadar nelerle savaştığını herkes biliyordu, sikik bir
hastalıkla mı savaşamayacaktı?
“Daha bile kötüleriyle savaşmış zamanında,
abla. Bu dişinin kovuğunu doldurmaz onun.”
Özgür’le aklımızın aynı anda aynı yönde
işlemesine şaşırmamıştım. Ben içimden konuşurken o sesli olarak dile getirmişti
aynı şeyi.
“Diş kovuğu ne demek?” diye şaşkın bir sesle
sorar gibi yaptı Mayıs. Burnumdan kısa bir nefes vererek güldüm. Ahu’luk
yapıyordu.
“Dalga geçtiğini duyarsa, görürsün sen o
zaman.”
Özgün bilmiş bilmiş Mayıs’ı uyarırken benim
görüş açımda olmayan, sırtımın gerisinde kalan salon kapısından bir ses
yükseldi.
Duymak için canımı, unutmamak için ömrümü
verebileceğim bir ses… “Duydum ki zaten,” dediği anda salonda kim varsa benimle
aynı anda kapıya doğru dönmüştü.
“Uyutmadılar mı seni? Başında çok mu
konuştular abicim?”
Özgün bir şeyler söylüyordu ama benim tıpkı
gözlerim gibi kulaklarım da Ahu’ya dikkat kesilmiş haldeydi.
Ahu içeri adımlarken peşinden geliyor olan
ikiliye bakmadım. Dedesini ve babasını kuyruk gibi peşinde gezdiriyor olmak
normal şartlarda onu bayağı güldürürdü. İkisi de ilk adımlarına şahit oluyormuş
gibi arkasındalardı.
“Hala…” dedi Ahu kaşlarını çatarak. Cemre
ablanın yüzündeki ‘ben susmadan ağladım, hiç iyi değilim’ ifadesini fark
etmişti muhtemelen.
“En sevdiğim yeğenim,” diyerek kısılan sesiyle
konuşurken Cemre abla sanırım durumu toparlamaya çalışıyordu.
“Başka yeğenin mi var?” dedi Ahu. Omuzunun
üstünden babasına doğru baktı. “Baba…”
Belli belirsiz birkaç gülüş sesi duyuldu.
Hiçbiri çok neşeli gülüşler değillerdi ama Ahu’nun mateme bürünen havayı
dağıtma çabasına eşlik etmek zorundaydık. Herkes bunun farkındaydı.
“Emre’nin vardır belki çocuğu, benim tek
bebeğim sensin Ahu’m.”
Suç üstüne kalsa da sessizce Ahu’yu izlemekle
yetinen Emre abi, Ahu’nun yanına oturmasına yol açmıştı.
Saatler önce ona kızdığım, bizden
istediklerini kendi yapmıyor diye yüklendiğim küçük sevgilime tam şimdi mahcup
hissetmeye başlamıştım.
Korktuğunu, bu hastalığın onun için nasıl bir
kâbus olduğunu biliyordum. Buna rağmen çabalıyor, elinden geleni yapıyordu. Şu
an ilgi toplaması gereken oydu, biz ondan ilgi bekleyerek bencillik yapıyorduk.
Kaybetme korkusuydu bunun kaynağı.
Ahu’nun uyanışıyla birlikte geçen dakikalardan
sonra kimsenin dakikaları takip etmediğini, ediyorsa da sesini çıkartmadığını
fark ettiğimde saat on iki buçuğa geliyordu artık.
Çoktan yeni bir yıl başlamış, yılın ilk yarım
saati geride kalmıştı.
Kimsede ne son saniyeleri geri sayacak ne de
yılın başladığı anı coşkuyla karşılayacak bir hal yoktu. Farkında bile olmadan,
ancak hep birlikte başlamıştık yıla.
Mirza amcalar ayaklandığında ben sohbetleri
pek takip etmediğimi, Emre abinin omuzunda kısık gözlerle dinlenen Ahu’yu
izleyerek zaman geçirdiğimi anlamıştım. Saat biri de geçmiş, onların gitme
vakti gelmişti.
Ahu’yla sıkıca sarılmaları ve her birinin
ayrılma süreleri uzasa da bir şekilde çıkmışlardı. Buradan ayrıldıktan sonra
ilk tepkilerinden daha ağır tepkiler vereceklerinden emindim. Buna kendimden
aşinaydım.
“Ee, senin misafirlik de uzadı koçum. Mayıs
yorulmasın eve kadar, o kalabilir.”
Özgün evin kapısı kapanıp salona geri
girdiğimiz anda konuşunca ona doğru dönme gereği duymadım. Benim bu ev
sınırlarındayken vekilliğimi yapan bir avukatım vardı.
“İkisi de kalsın, saat çok geç oldu.”
Avukatım savunmasını yapmakta gecikmediğinde
ben yerimde daha da geriye yaslanıp kollarımı göğsümde kavuşturdum. Yiyorsa
karşı çıkıp beni kovmaya çalışabilirlerdi, zevkle direnmelerini izlerdim.
“Nerede uyuyacak bu kadar insan? Küçücük ev.”
Özgün homurdandığında Ahu ona doğru baktı uzun
uzun. “Mayıs benimle uyur, babam salonda kalır.” dedikten sonra omuz silkti.
“Pars da senin yatağına misafir olur, yatağın kocaman. Oraya sığar anca.”
Özgür ve Mayıs’ın hiç çekinmeden gülmesine
Timur abinin yanaklarını şişirerek kendini tutuşu eşlik ederken benim yüzüm buruşmuştu.
“Ben bununla uyumam,” dedim midem çalkalanır
gibi.
Ahu omuzlarını düşürdü. “Tamam canım, Özgür’le
uyursun.”
“Ahu…” dedim gözlerimi kısıp ona bakarken.
Gülümsedi. Gülümseyerek beni babasıyla uyumaya bile ikna edebilirdi, hatta
dudaklarını kıpırdatmadan bakışlarıyla dahi beni her türlü işe alet edebilmesi
mümkündü.
“Ben meraklınım sanki anasını satayım, gelse
de bu insan irisiyle uyusam diye dilek diledim bu gece yılbaşı diye.”
Özgün söylenerek bana konuşunca ona döndüm.
“Trip mi atıyorsun seni beğenmedim diye? Tamam lan, gelirim koynuna.”
Dudakları uzunca kıpırdadı. İnsani ve insani
olmayan tüm değerlerime sövdüğünü duymasam da hissediyordum şu an.
Ayaklandı. “Çay içeceğim ben, uykum falan
kalmadı.”
“Çayı dökmüştüm ben,” diyerek Mayıs da kalktı.
“Yeniden yapayım Özgün abi, bu saatte içilmez diye temizlemiştim.”
“Normal insanlar içmiyor zaten Mayıs çiçeği,
abim değişik olduğundan…”
“Boş yapma da kalk, sen dururken bu kız mı
yorulsun? Kalk sen yap çayı.”
Üçü peş peşe, birbiriyle atışan abi-kardeşin
benim kardeşim tarafından durdurulmaya çalışılmasıyla birlikte mutfağa doğru
yol aldılar. İçeriden buraya ulaşan uğultuları dışında salonda bir gürültü
kaynağı kalmamıştı.
“Bebeğim, senin uykun gelmedi mi tekrar?
Bunlar uyumuyor diye bekliyorsan hepsini dizeyim yataklarına, uyusunlar.”
Timur abi yanında oturan Ahu’ya doğru
konuştuğunda olumsuz bir baş sallamayla yanıt aldı önce.
“Sesli söyle bakayım,” dedi Timur abi.
“Uykum gelmedi,” diye yanıt aldı bu kez.
Ahu’nun yüzüne doğru tırmanmayan elindeydi Timur abinin bakışları. Kendi
kendime gülümsedim. Yalan söyleme ikaz sistemi vardı kızının, o yüzden sesli
cevap almaya çalışıyordu.
Kısa bir sessizlik oldu. Oturduğum yerde
hafifçe kayıp başımı geriye yaslayacakken birden adımı duyduğumda hızla
doğruldum. “Pars!” diye heyecanla konuşan Ahu’ya bakmıştım direkt.
“Ne oldu?” Bakışlarımla baştan ayağa taradım
bedenini. Alarmlıydım. Normal şartlar altında da konu oyken evhamlı bir adama
dönüşme ihtimalim sıfır değildi ama şimdi… Şimdi hiç olmadığı kadar yüksekti o
ihtimal.
“Hediyem,” dedi gözleri parlarken. “Hediyemi
vermedin, hani nerede?”
Rahatça nefeslendim.
“Ne hediyesi?” diye soran babasına o yanıt
verdi. “Yeni yıl hediyesi, bana almış Pars.”
“Bana alsa şaşardım zaten,” dedi Timur abi.
Tavır aldığı şey ona hediye almamam gibi durunca hepimiz duraksamıştık.
“Bakmayın suratıma, ne demek istediğimi
biliyorsunuz işte.”
Ahu kıkırdayarak ayaklandı. Vücudunun,
içindeki enerjiyle uyumsuzluk çıkarmaya başladığı bir süreçteydik. Hoplayıp
zıplayan, koşuşturan hali ortalarda değildi artık. Daha uyuşuk, daha yavaş
hareket ediyordu.
“Nerede hediyem?”
“Özgür’ün odasına bırakmıştım,” dediğimde
nezaket dolu bir halde beni hiç takmadan salondan çıkmaya niyetlendi.
Arkasından baktım bir an.
“Rica ederim ya,” dedim omuz silkerek.
“Düşünmem yeterdi değil mi?”
Timur abinin benim mal gibi ortada
bırakılışıma güldüğünü görünce ona döndüm. “Ayıp yalnız,” dedim acıklı bir
şekilde.
Neden durumu abarttığımı anlaması uzun
sürmedi.
“Tamam,” dedi ‘istemem yan cebime koy’
ifadesiyle. “Defol git içeri. Bakma suratıma.”
Hiç oyalanmadan salondan çıkıp Özgür’ün
odasına adımladım.
İçeri girdiğimde hediyeyi kucaklamış yatakta
oturuyor olan Ahu’yu görmüştüm. Ben, paketi açmaya çalışan bir Ahu bulurum
sanıyordum aslında.
“Neden sarılıyorsun güzelim? Aç diye o hediye.”
“Sen gel diye bekledim, birlikte açalım.”
Gözlerime irileşen, parlayan irisleriyle çocuk
gibi bakıyordu. Her gün, her saat hediyelerle onu şımartabilir ve tepkilerini
doyasıya izleyebilirdim. Bu fikri mutlaka değerlendirecektim.
Yatakta yanına oturdum. Bacaklarımız birbirine
değerken hiç oyalanmadan kendisini de bana doğru devirdi hemen. Yanımdayken
sıvı bir maddeymiş gibi benim şeklimi almasına bitiyordum.
Kolumu sırtına sararak onu sıkıca tuttum. Koyu
kırmızı bir ambalajı olan paketi bantlı yerlerinden sökerek düzgünce açtı.
Hediye paketi tamamen ayrılabilecek bir hale gelince onu çekiştirip yatakta
başka bir uca doğru bıraktı.
Bakışlarımı ellerinden çekip yüzüne çevirdim,
gördüğü anda ne tepki vereceğini izlemek istiyordum.
Açık mavi gözleri önce elinde tuttuğu kalın
parçanın üstünde gezindi.
Ön kapakta duran kedili fotoğrafı gördüğünde
kıkır kıkır güldü. Ona, onu korkutan bir şeyle kaplı hediye alma fikri biraz
çelişkiliydi ama kedilerin kendisine değmesinden korkuyordu; onları görmekten
değil. Hatta bir ara, bize her geldiğinde özgürlüğünden ettiği kedi için oturup
ağlamışlığı vardı; çok tatlı ama korkuyorum ondan diyerek sızlanmıştı.
Kedi fobisini paldır küldür yenemezdik
sanırım, bir ara bunun da çözülmesi gerekiyordu.
“Sizin kedinize benziyor,” diyerek kapaktaki
kediyi sevdi parmak ucuyla. Rengi evdeki kedimizle aynıydı, haklıydı.
“Benziyor, evet.”
Elinde tuttuğu, kalın bir kitaba benzeyen
eşyayı açmadığı sürece ne olduğunu anlayamazdı. Kapaktaki kediyle oyalandığı
için de hediyenin aslını göremiyordu.
“Süs mü bu?” diye sordu en sonunda. “Kedili
süs…”
Başımı eğip saçlarının üstünden öptüm. “Hayır,
Ahu. Kedili süs ne sevgilim? Açsana kapağı, kitap gibi düşün.”
Merakla kalın kapağı kaldırdı. Onu bölmelerden
oluşan boş sayfalar karşılamıştı.
Elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu anladığında
ise omuzları titremeye başladı hemen.
İç çekerek sırtından daha sıkı sarıldım.
“Fotoğrafları koymak için…” derken sesi kısık
ve kesik kesikti.
Onaylar bir mırıldanma çıkarttım
dudaklarımdan. Bedeninin ağırlığını kendime doğru çektim. Elindeki albümü sıkı
sıkı tutuyordu, göğsüme doğru yaslandığında ben ona o fotoğraf albümüne
sarılıyordu denilebilirdi.
Bana bu hediyeyi aldıran, bir miktar geride
kalmış bir anıydı.
Özgür’ün odasındaki dolap yenilenmek üzere
sökülmüştü birkaç hafta önce. Ahu kıyafetlerini baştan incelemek, elemek ve
dizmek görevini çok istekle üstlenince Özgür dolabı boşaltma işini de ona
atmıştı.
Ben yanında değildim. Yanında olsam bu anıyı
düşünürken daha da içim burkulurdu. İkinci ağızdan, Özgür’den dinlemiştim.
Ahu o dolapta Özgür’ün bir köşeye iliştirdiği
fotoğraf albümlerini bulmuştu.
Özgür, Ahu’nun özellikle Timur abinin
bulunduğu her kareyi uzun uzun izlediğini ve saatlerce o albümlerle uğraştığını
söylediğinde ise göğsüme bir yük bindirmişti.
Annemin, İshak’ın haberi olmadan bizi çekip
biriktirdiği; tek tek dizdiği fotoğrafların bulunduğu albümler vardı. Bizim
evdelerdi. Çocukluğumu ve annemi yan yana görmeyi severdim, elim onlara giderdi
zaman zaman.
Ahu’yu babasının gençlik fotoğraflarını içerleyerek
baktıran da bu eksiklikti. Çocukluğunu ve o genç adamı aynı karede hiç
görememek, böyle bir ihtimal kalmamış olmasıyla yüzleşmek ağır gelmişti belli
ki.
Ona geçmişi değiştirme hakkı tanıyamazdım ama
bugünden sonra doldurmaya başlayıp yıllar geçince bakabileceği boş bir albüm
hediye etmek elimden gelebilmişti.
“Bu albümün içinde tam beş yüz fotoğraflık
boşluk var,” dedim saçlarının üstünde nefeslenirken. “Doldurduğunda sana yeni
bir fotoğraf albümü alacak olan yine ben olacağım, bittikçe yenisi eklenecek ve
sen bu albümleri biriktireceksin Ahu.”
Yüzünü görmeme izin vermeyecek şekilde göğsüme
yanağını yaslamıştı. Fakat yüzünü görmemek onun hislerini anlamamam demek
değildi.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum sessizce. Cevap
vermesini beklemeden ben cevapladım kendimi. “Bu kadar fotoğraf biriktirmeden
önce gideceğini düşünüyorsun değil mi? Akşam söylediklerim pek işe yaramadı.”
Bedeni sarsıldı kollarımın arasında. Onu daha
da sıkı tuttum.
“Tamam,” dedim boş vermiş gibi. “Madem
gideceğinden çok eminsin, biraz da benim de senin peşinden gelecek oluşumu
konuşalım minik tanrıça. Sen aldığın nefesler son bulursa, benim nefeslenmeye
devam edebileceğime inanıyor musun mesela?”
“Pars,” diye mırıldandı adımı kedi gibi.
“Pars’ın yaşam sebebi?” diye yanıtladım. “Pars’ın aradığını bile bilmeden
bulduğu, kaybetmeye gücü olmadığı…”
Denklem basitti.
Ahu gelmişti, ben yeniden doğmuştum; Ahu giderse, ölürdüm.
Yorumlar
Yorum Gönder