Düşten Farksız 19.Bölüm

 19.BÖLÜM



“Özgür’ü arıyorum.” dediğini duyduğum anda Pars’a doğru dönüşüm bir saniyeden fazla sürmemişti. Başımı iki yana sallayarak aramasını istemediğimi belli ederken yanaklarımdan aşağıya doğru akan yaşların yol alışlarını hızlandırmıştım.

Son yarım saattir dış dünyayla bağlantımı kesecek kalınlıkta duvarlar arasında sıkışıp kalmış bir haldeydim. Çalan telefonum ve ardından arabadan inip yaptığım konuşmaya kadar zihnim berraktı. Devamında neredeyse bilincimi yitirmeme sebep olacak kadar kuvvetli yaşadığım krizi ise tam olarak algılayabildiğimi söyleyemezdim.

Kaldırımın kenarına çöküşüm ve kendimi yeniden arabanın ön koltuğunda buluşum arasında birkaç saniyeden fazlası yokmuş gibiydi. Oturduğum koltuğa Pars’ın göğsüne yaslı halde geldiğimi biliyor, ancak kucağına aldığı ana dek neler yaşandığını doğru düzgün aklıma getiremiyordum.

“Aramayayım,” dedi ben ona dönüp olumsuz anlamda başımı salladığım anda. “Sen bir yarım saat daha içli içli ağla yanımda. Ben böyle bekleyip hiçbir şey yokmuş gibi dururum, evet.”

Odamda uykuyu beklerken ya da en azından yalnız olduğum başka bir anda gerçekleşmek yerine Pars’ın yanında beni bulan krizin, günlerdir üzerimde asılı duran her ne varsa hepsini içeren bir kriz olduğu belliydi. Kontrolümü kaybetmiştim. Nerede ya da kiminle olduğum gibi soruların yanıtlarını umursamadan içimi döküyordum.

“Aramayalım.” derken dakikalardır hiç konuşmadığım ve bu süreyi ağlayarak geçirdiğim için sesim kısıktı. “Ağlamıyorum ben artık, bitti.”

Arabanın tavan ışığının yettiği kadar aydınlıktı içerisi. Sürücü koltuğundaydı, hemen yanında da ben vardım. Mavileri yüzümde gezinirken anbean bakışlarını takip edebilmem de kolaydı bu yüzden.

“Mayıs ve Özgür’ün yemeği bu halde olmandan daha mı önemli?” diye açıkça sormasını beklemediğim için bir an duraksadım. Sorusuna geçiştirerek öylece bir cevap vermek yerine kendime gerçekten düşünebileceğim bir zaman tanıdım.

Ben yeterince kendi kendini sorgulayan biriydim. Bir başkasının beni kendimi sorgulamaya itmesine ise yabancıydım. Şimdi Pars’ın sorusuyla kalakaldığımda bu yabancılığın kucağında sıkışmış hissediyordum.

“Düşünmene gerek olmamalıydı,” derken gözleri belli belirsiz kısıldı. Dikkatle gözlerine bakmıyor olsam asla fark edemeyeceğim kadar küçük bir detaydı bu. “Canın yanıyor, Despina. Benim teklif etmeme gerek kalmadan Özgür’ü aramayı sen istemeliydin hatta.”

İsteyemezdim. İstemeyeceğim o kadar belliydi ki, Pars’ın da bunu görebiliyor olmasını dilerdim.

“Eve bırakabilir misin beni? Ya da taksi bulabileceğim bir yer-…”

“Kaçma.” dedi cümlemi bitirmeme izin vermezken. “Kaçmak hiçbir şeyi çözmüyor, kaçmaya çalışma.”

Eve gitmek isteyişimin beni sıkıştırdığı köşeden bir kaçış denemesi olduğunu anlamıştı hemen. Dudağımın kenarını dişlerimle ezdim. Fiziksel bir sızının, ruhumdakini kısa süreliğine de olsa gölgeleyebileceğine tutunmuştum.

“Kanatacaksın,” demeden önce bakışları gözlerimden ayrılıp dudağımın dişlerim tarafından işkence gören kenarını bulmuştu. Sözlü bir uyarıyı umursamayacağımı, daha doğrusu bunun bana yetmeyeceğini sanki çok iyi biliyormuş gibi konuştuktan hemen sonra eli havalandı.

Hedefi bedenim olan ve beklemediğim anlarda hareketlenen ellere ve bedenlere duyduğum o yoğun korkuyu hissetmek için bekledim. Sonuçsuz bir bekleyişti. İstanbul’a ayak bastığımda yerli yerinde olan o korku, gün geçtikçe silikleşmeye başlamıştı. Bunun mimarı zaman değildi, zaman geçtikçe korkum kaybolmamıştı. Üzerime uzanan ellerin bana zarar vermek için değil, bambaşka ve iç ısıtan sebepleri olabileceğini öğrenmiştim kısacık bir zamanda.

Yanağımın parmaklar arasında sıkıştırılmasına, sırtımda sıcak bir avuç hissetmeye, saçlarıma ulaşan dokunuşların can yakıcı olmayışına alışıyordum. Pars’ın havalanan eline tepkisizliğim bundandı.

Uzanıp iki parmağıyla çeneme belli belirsiz bir dokunuş bıraktığında dudağım kurtulmak için bu desteğe ihtiyaç duyuyormuş gibi dişlerimin arasından sıyrılıp serbest kaldı. “Saklanmaya çalışsan da, gizlediğini sansan da bakışların hiç sır saklayamıyor. Sen sessizce beklesen de, gözlerin hiç durmadan çığlıklar atarak yardım istiyor.”

Gözlerim yavaşça kapanıp açıldı. “Neden kimse duyamıyor o çığlıkları peki?”

Bu kez sorulan soruya yanıt vermekten kaçan taraf Pars oldu. Bakışlarımı ondan çekmedim, elbisemin ince omuz askısı düşüyormuş gibi hissettiğimde parmaklarım orayı buldu. Askımla uğraştığım birkaç saniyenin sonunda düzeleceğini umduğum taşlı ip daha da rahatsız edici bir hale gelmişti. Her omuzumda iki ayrı askı olduğundan, sorunun birbirlerine karışmaları olduğunu anlayabilmiştim.

Omuzuma düzgünce bakmak için başımı çevireceğim sırada beni bundan alıkoyan bir şey yaşandı. Pars, çenemde duran parmaklarını kıpırdatmadan diğer elini omuzuma doğru uzatıp iki saniye bile sürmeyen bir zamanda askımı normal haline çevirdi.

Parmaklarının tersi çıplak omuzuma dokunduğunda hissettiğim akım, uzun süredir benimle olan sızıdan çok başkaydı; bambaşkaydı. Sızıların aksine hiç tanıdık gelmeyen ve kısacık bir anı kaplamasına rağmen yoğunluğuyla afallamama yol açan temas ortadan kaybolduğunda omuzumu kıpırdatıp askımı yeniden bozmak istedim. Bu istek… Bu istek içerisinde hiç hissetmediğim farklılıkta bir şeyler saklıyordu ve ben şu an bunu düşünemeyecek kadar çok karmaşıktım.

“İnan bana, çığlıklarını duymalarına rağmen sana ilaç olamamalarını tercih etmezdin minik tanrıça.”

Cümlesinin sonunda bekleyen iki sözcük, beni dakikalar öncesine taşıyıp sertçe yere bıraktı. ‘Benim canım da yandı, minik tanrıça…’

Dudaklarım aralandı. Doğal olarak çenem de hareketlendi ve bu Pars’ın kemikli parmaklarının çeneme sürtünmesine yol açtı. “Senin canın da yandı,” dedim fısıltıya karışan sesimle. Yarım saat öncesiyle aramda duran kalın perde, sihirli sözcükleri söylemiş gibi ortadan kalkmıştı. Bunu o da bilsin isteyerek fısıldamıştım.

“Damdan düşenin halini damdan düşen anlar değil mi?”

Gözlerimi şaşkınca kırpıştırdım. “Hı?”

Dudaklarını birbirine bastırdı. Pekâlâ, bu ifadesini tanıyordum. Özgür’ün benimle birlikte kapılarına dayandığı, iki gece öncede kalan anlarda da gülmemeye çalışırken yüzü bu hale gelmişti.

“Atasözü,” dedi burnundan kesik bir nefes verirken. Gülüp gülmeme konusunda net bir karar vermişe benzemiyordu henüz.

“Özgür mü öğretti beni atasözü ve deyimlerle vurman gerektiğini?” diye sordum. Kaşları birbirlerine değecekmiş gibi çatıldı. Gülme ikilemi ortadan kalkmıştı böylece. “O gereksizden öğreneceğim bir şey yok benim.”

Öyledir tabii, der gibi başımı salladım. Pars arabada koca bir alan kaplamasına rağmen yerinde kıpırdandı. “Kime diyorum? Geçiştirir gibi kafa sallamasana bana.”

Dudaklarım gülüşümle birlikte gerildi. “Çabuk sinirleniyorsun, gerodeménos.

*(iri yarı, çam yarması gibi)

“Ne?” derken suratıma benim atasözüne verdiğim tepkiden daha karmaşık halde bakıyordu. Zaferin verdiği keyifle gülüşüm büyüdü. “Tüh,” dedim dudaklarım acıyana kadar yana gerilmişken. “Yunanca bilmiyordun değil mi?”

“Ne demekti o?” derken merakının oranını saklamaya çalışsa da o kadar yakınımdaydı ki yüzünde bir saniyeliğine bile beliren her ne varsa görebiliyordum.

Omuz silktim. “Bilmem, ne demekti Pars?”

“Bak-…” diye başlayarak giriştiği ısrarların başlangıcı belliydi ancak sonun gelmeyeceğini bilseydim belki de atasözünün intikamı için Yunanca konuşma işine hiç girişmezdim.

Gerçi… Küçük bir çocuk gibi ısrar edip durduğu halini hiç sevmediğimi söyleseydim, bunu söylediğim sırada elim kesinlikle yanağımdaki deriyi aşındırıyor olurdu.

 

~

 

“Bence sen çok iyi sır tutuyorsundur.” derken açmaya çalıştığım emniyet kemerimi çekiştiriyordum.

Pars’ın aldığı derin nefese gülmemeye çalışarak yerime sindim. Benimle birkaç saat geçirmek, ömründen bir iki yıl götürmüşe benziyordu. Yani dile getirmemişti bunu ama yüzünden okumak zor değildi benim için.

“O zaman ben ineyim, sen biraz sıkıldın.”

“Yol boyunca aynı cümleyi on altı kez kurmandan mı sıkılmışım?”

“Uğurlu sayım on altı, o yüzden yapmışımdır.”

Başını salladı. “Kesinlikle o yüzden yapmışsındır.” derken kendi kemerini de açtı. Kaşlarım şaşkınca havalanırken hareketlerini takip ettim. Arabadan inmişti.

“Arabamı sevmiş gibisin, rahat mı orası?”

“Rahat, sevdim.” dedim bir an boş bulunarak. Düşünmeden konuşmama güldüğü sırada ona arabanın içinden bakmak zorlayıcı hale geldiği için kapıma uzanıp açtım. Arabadan çıktığımda artık neredeyse gün sonlandığından serinleyen hava nedeniyle ürpermiştim.

“Gitsene,” diyerek kaldırıma doğru ilerledim. “Çok naziksin.”

“Ama gitmiyorsun,” dedim şaşkınlıkla.

Başını biraz geriye düşürerek daha yüksek sesle güldü. “Eve ulaştığından emin olmam gerekiyor, kapıdan geçtiğinde gideceğim.”

Çantamı omuzuma asarken topuklularımın üzerinde dengemi koruyarak ona doğru yanaştım. Kaldırımda oluşum ve topuklularım bizi aynı boya getirmişti. Burnumu havaya diktim. “Kıyasa kıyas yapıyorsun sadece.”

“Ne yapıyorum, ne?” derken gözleri irileşti. Yüksek bir tepki vermeden önce yaşanan o bekleme anını yaşıyordu şu anda. Yanlış bir şey söylediğimi haykıran tepki gelmeden panikle ellerimi kaldırdım. “Gülme!”

“Gülmüyorum,” dedi sakin bir sesle. “Bir daha söyle, gülmeyeceğim.”

“Kıyasa kıyas…” dedim mırıltıyla. Çenesi kasılmıştı. Dişlerini birbirine bastırıyor gibi görünmesinin sebebi neydi, anlayamamıştım.

Başını iki yana salladı. “Kısasa kısas, Despina.”

“Küçücük hata yapmışım.” dedim kendimle gurur duyarken. Daha korkunç bir hata bekliyordum.

“Öğrendin şimdi.”

“Evet, kısasa kısas yapıyormuşsun.” dedim bastıra bastıra söyleyip. Başını iki yana salladı. “Nasıl yapıyormuşum bunu?”

“Özgür, Mayıs’ı eve kendisinin bırakacağını söyledi. Hatta benim de beklememi, onlarla gideceğimi söyledi sana. Ama kız kardeşini aldıysa, sen de aynısını ona yapmaya çalıştığın için beni eve getirdin. Şimdi de abartıp yukarı da gelmeye çalışıyorsun. Tek derdin Özgür.”

“Tek derdim…kesinlikle Özgür.”

Biliyordum zaten, dercesine omuz silktim. “Ben yukarı kadar geldiğini ona iletirim, sen yorulma.”

“Benim yüzümden yalan söylemene içim el vermez. Düş önüme Despina.”

Hiç duraksamadan yürümeye başladığında ben arkasından birkaç saniye bekleyerek ‘içim el vermez’ ne demek diye düşünmüştüm. Cevaba kendim ulaşamadığımda ise ince topuklularımın üzerinde peşinden koşturmam ve binaya girdiğimiz sırada ona bunu sormamak için kendimi tutmam gerekmişti. Yine dalga geçmesine müsaade edemezdim.

Asansöre bindiğimizde on altı yazan butona uzanacağım sırada, Pars daha yakın olduğundan hemen panele dokunmuştu. Buraya ilk kez gelmiyor olduğunu zaten yolu bilmesinden anlamıştım ama yukarı da çıkmış olduğunu ve katı unutmamasını birazdan düşünecektim.

“Baban uğurlu sayın diye on altıncı katta ev edinmiş olabilir mi?” diye sorduğunda sessiz kaldım. Böyle bir ihtimalin var olmadığını açıklamak istememiştim. Babamla yıllardır değil, günlerdir tanışıyor olduğumu nasıl anlatabilirdim ki?

Asansörün kapısı açıldığında kendimi ilk ben dışarı attım. “Gitsene artık,” dedim son kez şansımı deneyerek. Anahtar Özgür’deydi. Aşağıdaki kapı şifreyle açılsa da bu daire kapısı için geçerli değildi. Kapıyı çalacaktım ve babam kapıyı açtığında arkamda koca bedeniyle dikilen Pars’ı görmekten ne kadar keyif alırdı tam kestiremiyordum. Üstelik eve Özgür olmadan dönüşümünün hesabı da Özgür’e yarından itibaren faiziyle kesilebilirdi.

Pars beni takmadığında artık ne olacaksa olsun diyerek zile uzandım. Peş peşe iki kez dokunduğum zilden çıkan ses bina boşluğunda yankılanırken kapının dibindeydim.

Otuz saniye bile geçmeden kapı açıldığında babamı üstündeki siyah tişört ve eşofman ikilisiyle bulmuştum. Uykusundan uyandırılmış bir hali yoktu.

Bakışları doğal olarak hemen önünde duran beni buldu ilk önce. Gülümseyeceğini düşünüp hevesle bekledim. Ben ona kapıyı açtığımda genelde böyle oluyordu çünkü.

Babamın ifade planı ise gülümsemekten kesinlikle çok çok farklıydı.

“Niye ağladın sen?” derken sesi o kadar sert ve netti ki itiraz etmenin bana bir şey getirmeyeceğinden direkt emin olmuştum.

Pars’la uğraşıp durmak bana unutmamam gereken küçük(!) bir ayrıntıyı maalesef unutturmuştu.

Yüzümdeki rimelimin siyahına boyanan yollar, iki saatten fazla zaman geçmesine rağmen kızarıklıkları ve şişkinlikleri pek geçmeyen gözlerimle birleştiğinde on metre uzaktan ağladığım belli olur haldeydim.

Ağzımı aralasam da diyecek bir şey bulamamıştım bir an. Babam o kısa anı, cevap beklediği kişiyi değiştirerek değerlendirdi. Başı bana dönük kaldı ama bakışları sağ arkama doğru kayarak orada olduğunu bilmesem bile hissedeceğim kadar yakındaki Pars’ı buldu.

Sorusunu tekrarlamadı. Pars’ın konuşmaya başlaması için buna gerek de yoktu zaten. Hemen sesini duymaya başlamıştım.

İlk kelimesinin bile tamamlanmasına izin vermeden araya girdim. Nasıl bir şey söyleyeceğini hiç bilmiyordum. Risk alamazdım.

“Ayaklarım acıyor,” dedim. Yalan da değildi bu. “İçeri girsem önce.”

Babamın çekilmesini ve içeri geçebilmeyi beklerken bedenim son birkaç saat içinde ikinci kez havalandı. Babam beni çantasıymışım gibi belimden tutarak ayaklarımı yerden kesmişti. Refleksle omuzuna tutunsam da bulunduğum konumu tam olarak çözebildiğim söylenemezdi.

“Şimdi acımaz ayakların,” dedi beni sıkıca tutarken. “Ne haltlar dönüyor, anlat Pars.”

Benim konuşacağıma dair hiç inancı olmaması çok hoştu. Direkt Pars’tan cevap bekliyordu artık.

Babama tutunurken başımı çevirebildiğim kadar arkaya çevirdim. Pars’a konuşmaması için bakış atmayı ummuştum ama babam beni öyle bir sarmıştı ki asla yetişebilmem mümkün olmamıştı.

“Bilmiyorum Timur abi, duygusal bir akşamdı sanırım Despina için.”

Bedenim gevşerken babama artık panikle değil, sakince tutunur hale geçtim. Pars’ın ayrıntı vermemesini beklemiyordum aslında. Telefon konuşmasından bahsedeceğini sanmıştım özellikle.

“Kaç saattir bu duygusallık ortada?” dedi babam birden.

Pars nefes bile almama fırsat tanımadan “Neredeyse üç saat olacak.” dediğinde az önce hakkında düşündüğüm iyi şeylerin hepsini geri almaya karar vermiştim.

Babamın kasılan bedenini hissetmemem mümkün değildi çünkü tamamen ona yaslıydım.

“Ben artık gideyim,” diyen Pars’ı duyduğumda dişlerimin arasından seslendim. “Git, sen artık git.”

Buraya gelişinin Özgür’le bir ilgisi olmadığını; beni karşılayacak olanın babam olduğunu bildiğini ve ağladığıma dair izlerin yüzümde durduğunu benden daha net gördüğünü anlamıştım.

Derdi kısasa kısas falan değildi. Babama beni sorgulaması için yetecek kadar ipucu verebilmekten başka bir derdi yoktu hatta.

Pars’ın kattan ayrılmamış olan asansöre binmesi ve ardından kapıların kapanması çok hızlıydı. Öyle hızlıydı ki babama şu an ne demem gerektiğini düşünecek kadar bile vaktim olmamıştı.

“Üç saat…” derken kendi kendine mırıldandığını duydum. Beni içeriye doğru çekip, holde ayaklarımın üstünde durmamı sağladıktan sonra kapıya uzanıp kapattığı sırada bir şey daha söylemişti ama onu anlayamamıştım.

Sessizce ayakkabılarımı çıkartmaya giriştim. Kalbim boğazıma tırmanmış, orada atıyor gibiydi.

Ayakkabılarımdan kurtulup, çıplak ayaklarımla soğuk zemine bastığımda sızlayan tabanlarım rahatlamışlardı. Aynı rahatlamanın ruhen de yaşanması için birçok şeyden vazgeçebilirdim.

“Özgür hangi cehennemde?” dedi ben doğrulur doğrulmaz. “Neden eve Pars’la döndün?”

“Özgür’ün nerede olduğunu biliyorsun,” dedim fazla yüksek çıkmayan sesimle. Bu akşamki yemek planından babam da haberdardı. Şu an sadece sinirini benden çıkaramadığından kendine bir kurban arıyordu.

Keşke Pars gitmeseydi, onu kurban edebilirdik belki…

“Sen bu haldeyken, iki eli kanda da olsa yanında olması gerekir Despina.”

Omuz silktim. “Neden ki?” diye sordum sakince. “Özgür benden sorumlu bile değil, nerede ne yaptığımın nöbetini tutması mı gerekiyor?”

“Sabrımı sınıyorsun,” derken gözlerini kısa bir an kapatıp açtı. “Saatlerce ağlamış olduğunu öğrenmem yeterince sınırları zorladı, saçmalamaya devam ederek daha da zorluyorsun beni.”

“Nikolos aradı,” dedim çantamı askılığın altındaki rafa atarken. “Korktum ve ağladım. Birikenler taştı, bugüne dek taşmaması mucizeydi.” Sıradan geçen günümün içeriğini aktarır gibi telaşsızca odama doğru yürürken konuşmaya devam ettim. “Özgür ve Mayıs yemek yerken, Pars’ı yanlarına gitmemesi için ikna etmeye çalışıyordum. Tesadüfen denk geldi, yalnız değildim. Özgür’ün gecesini mahvetmek için hiçbir sebebim yoktu.”

Odamdaki küçük masadan pamuk ve makyaj temizleyici alıp pamuğu ıslattım. Yüzümü çekiştire çekiştire silerken odamın kapısına kadar gelmiş olan babamın tüm hareketlerimi dikkatle takip ettiğini görüyordum. Görüyordum ama umursamıyordum.

“Kendim iyi hissedebilmek için bir başkasının mutluluğunu elinden çalmam. Bu bencillikten başka bir şey değil.” derken yanağımdaki izlerin geçmesiyle yetinerek pamuğu masaya bıraktım. “Bu özelliğimi annemden almamışım, belki sendendir. Yoksa sen de konu iyi hissetmek olduğunda bencil bir adam mısın, yıllar önce âşık olduğun kadından bir farkın yok mu?”

Annemin bencilliğini kendime ilk kez duyuruşum değildi bu. Ancak en ağır duyuruşlarımdan biriydi.

Yüzündeki karmaşık ifadeyi gördüğümde omuz silktim. “Annemin de senin de nedenleriniz, amaçlarınız umurumda değil. Yıllar önce her ne yaşandıysa, yaşanmış. Benim tek derdim, hiç düşünmediğiniz sonuçların yarasını taşıyor olmak.”

Onları birbirlerine âşık olmuşlar diye suçlayacak halim yoktu. Ayrılmaları da umurumda değildi -bir yere kadar- aslında. Ama her şeyin benim başıma patlamasından sıkılmıştım.

Babasız büyüyen bendim, bunun eksikliğiyle iğrenç bir yaratığı hızla babası sanan ve ona kanan yine bendim, asla mutlu olmayı başaramamış bir anneyle büyümüş ve mutlu olmayı öğrenememiş olan da bendim.

“O piç sana ne söyledi, yarana nasıl dokundu da böyle hırçınlaştırdı seni?” Bana doğru adımlarken bir yandan da konuşuyordu. “Hangi ülkenin sınırlarında nefeslendiği fark etmez, onu bulurum Despina. Tükettiği o nefeslerin sonunu getiririm. Titreyen sesinin, kızaran mavilerinin bana bu gücü verdiğinin farkında mısın sen?”

Adımları benim yanıma ulaştığında durdu. Başımı geriye atıp ona bakmak yerine göğsüne dikmiştim bakışlarımı.

“Evden çıkarken cıvıldayan, heyecanla yerinde sallanan kızıma ne söyledi de her şeyi tersine çevirdi; söyle bana.”

“Ben…” diye başladığımda onu gerçekten yanıtlayacağımı düşünmüş müydü bilmiyordum. Sözleri yemin gibi hissettirdiğinden, söyledikleri beni hiç kimsenin aşamayacağı bir koruma kalkanına saklamış gibi etrafıma dizilmişti.

“Sen ne, bebeğim? Sen ne?”

“Seninle uyumak istiyorum.” dedim ağzımdan ne çıktığını, onunla aynı anda algılarken. Konuşmadan önce mantık süzgecimden geçirmeyi unuttuğum isteğim bir çırpıda ona ulaşmıştı.

Az önceki sorularına yanıt almak için ısrar etmedi. Israr ederse bunu kaldıramayacağımı anlamış olabilirdi. “Giyin, sigara içip geleceğim.”

Başımı iki yana salladım. “İçmeden gel.”

“Neden?”

“Sigara gibi kokma, sen gibi kok.”

Duraksadı. Duraksaması beni de ondan farksız şekilde bir an hareketsiz kılmıştı. “İçmeyeceğim.”

Başımı bu kez tamam dercesine salladım. Odamdan çıkıp kapıyı da çektiğinde olduğum yerde düşecek gibi sallanmıştım. Kapı kapanırken bedenim arasında sıkışmış gibi hissediyordum. Son saatlerde üst üste o kadar fazla duygu geçişi yaşamıştım ki kendimi fazla ısınan bir telefon gibi işlevsiz hale getirmek üzereydim.

Üstümü giyinmem, makyajımdan tamamen kurtulup banyodaki işlerimi halletmem uzun sürmedi. Aslında uzun sürebilirdi ama bu işlerin sonunda kollarına girecek olmanın düşüncesiyle güç bulmuş ve hızlanmıştım.

Banyodan çıktığımda yapacak başka bir şeyim kalmamıştı. Seslenmek için salona doğru ilerlediğimde balkonda olduğunu görmüştüm. Kaşlarım çatılarak oraya ilerledim. Balkona çıktığı ve sigara içmediği bir an hiç olmamıştı bugüne dek. Beni mi kandırıyordu?

Balkona adımladığımda beni sandalyede oturur hali karşıladı. Başını geriye yaslamış, duvara dayamıştı saçlarını. İçeri girdiğimi hissettiğinde hemen doğruldu. “Hazırlandın mı?”

Bakışlarım ellerinde ve masada gezinirken herhangi bir sigara görmemiştim. Koku da yoktu.

“İçmeyeceğim dediysem, içmem. Güven bana.”

“Güveniyorum,” diye fısıldadım içime içime. Ayaklanıp bana doğru geldi. “Ne yapıyorsun, ne?”

Dediğimi duyduğunu biliyordum. Ama tekrar duymak için böyle yapması kendimi tutamayıp kıkırdamama yol açmıştı. “Güveniyorum sana.” dedim biraz daha yüksek bir sesle.

“Duyamıyorum böyle, sesin yukarı gelmiyor.” dedikten sonra kollarımın altından kavrayıp beni kaldırdığında tiz bir ses çıkarttım. Uçmuştum bir anda.

Beni bırakması için hiç inat etmeyip telaşla konuştum. “Güveniyorum diyorum, güveniyorum!”

Sesli bir biçimde güldü. Beni yere geri bıraktığında koşmuşum gibi nefes nefeseydim. “Uyuyacaktık.”

“Uyuyalım bakalım.” Benim önden attığım hızlı adımlar, onun normal adımlarına eş olduğundan odama gelişimiz çok da uzun sürmemişti.

“Kapıyı kilitleyeyim mi?” diye sorduğu sırada ben yatağın üstündeki örtüyü çekiştiriyordum. Cevap vermek için beklemedim. Başımı iki yana salladım. “Gerek yok.”

Kısa bir an emin olup olmadığımı anlamak ister gibi yüzüme baktıktan sonra yeterli kanıtı bulmuş olacak ki kapıyı sadece kapatmakla yetindi. Yatağa doğru gelip, ben daha bacağımı yaslayamadan kendini yatağın yarısından fazlasını kaplayacak şekilde bıraktığında kaşlarımı çattım.

“Biraz çekil, bana yer kalmadı.”

“Herkes vücuduna göre yer kaplıyor, mızmızlanma.” dedikten sonra beni dirseğimden yakalayarak yatağa düşürmüştü. Kolumun üzerine, yüzüm ona dönük olacak şekilde uzanmamı sağladıktan sonra altımda kalan kolunu büküp beni kendi göğsüne doğru çekti. “Sığdın mı böyle, oldu mu?”

“Eh işte,” derken burnumu göğsüne yapıştırıp sürtmem ve kolumu ona dolamış olmam söylediklerimi pek desteklemiyordu. Daha önce bu kadar hissettiğim olmuş muydu acaba, kimi kandırıyordum?

“İyi geceler,” dedim ona yapışmışken.

“İyi geceler.”

“Tatlı rüyalar,” dediğimde sırtıma dökülen saçlarımla oynuyordu.

“Tatlı rüyalar.”

“İyi uykular,” derken gülmemek için yanağımın içini ısırdım.

“İyi uykular.”

Söyleyebilecek başka bir şey aradığım sırada biraz sessiz kaldım. “Sabah görüşürüz,” dediğimde göğsü beni de sarsacak şekilde titremişti. Gülüyordu. Bayağı bayağı gülüyordu hem de.

“Ne yapıyorsun sen?”

“Hı?” diye mırıldanarak başımı kaldırdım göğsünden. “Türkçeni mi geliştiriyorsun kalıplar bularak gece gece yavrum?”

“Türkçem gelişmiş zaten, niye geliştireyim?” dedim yalandan kaş çatarak. Kalbim göğsümü delecekmiş gibi atarken dudaklarımı araladım küçücük. “Babam Türk benim.”

“Şanslı bir adammış baban, böyle tatlı bir kızı olduğu için.”

Şımarmak ve utanmak arasında bir yerde sıkışmış haldeydim. Göğsüne geri kapandığımda parmakları saçlarımı buldu. Saçlarımla oynamaya başladığında az önce heyecanla atan kalbim, düzenli atışlarla sakinleşmekteydi.

“Böyle bir kızı olduğu için şanslı, bunca yıl kızından ayrı kaldığı için bir o kadar da şanssız bir adammış baban.” diye mırıldandığını uykuya kucak açmak üzereyken zar zor duymuştum. Duyar duymaz, aklıma Özgür’le tanıştığım gecenin sabahında bana söylediklerini hatırlamıştım.

‘Timur abi gibi bir baban olduğu için şanslı, onu bu kadar geç tanıyacak olduğun içinse bayağı şanssızsın.’ demişti bana Özgür. Şimdi bir benzerini babam söylemiş, ancak özneyi kendisi yapmıştı.

Şanslarımı ve şanssızlıklarımı teraziye koyup ölçsem hangi tarafın ağır basacağını çok iyi biliyordum. Tek umudum ise, ilk on dokuz yılında değişmeyen dengenin belki şimdiden sonra değişebilecek oluşuydu.

Bu gece kâbussuz uyumamın mucize sayılması gerekirdi. En geç sabaha karşı gözlerimi aralamam ve akşam yaşanan krizimin etkisiyle birlikte kâbusların tuzağına düşmem kaçınılmazdı. En azından ben öyle olduğuna kendimi inandırmıştım.

Gece boyunca tek bir kez uyanmıştım. Onda da tek derdim babamın yanımda olup olmadığını kontrol etmekti. Gözlerimi araladığımda onu uyur halde bulmayı ummuştum ancak gözleri hiç uyumadığını belli edecek şekilde açıktı. Neden uyumadığını sorgulayacağım sırada sırtımı bebek uyutur gibi sıvazlamaya başlayınca dudaklarım fermuar çekilmiş gibi kapanarak yeniden uykunun kollarına çekilmiştim.

Bir kez daha gözlerim aralandığında, artık oda aydınlıktı. Uyanma sebebim kasıklarımdaki ağrıydı. Tuvalete biraz daha gitmezsem, tek bebek özelliğimin mırıldanmak ve ilgiye ihtiyaç duymak olmadığı ortaya çıkacaktı.

Babam gece uyumayışının etkisiyle, sanırım sabaha karşı uyumuş olmalıydı ki gayet derin uyuyordu. Kollarından yavaşça sıyrıldığımda derin uyuyor görünmesine rağmen gözleri aralandı. Refleksle beni göğsüne doğru çekmesine gülümsedim.

“Tuvalete gideceğim, uyu sen.” dediğimde kolları gevşedi. Yanından kalkmadan önce sakallarının üzerine dudaklarımı belli belirsiz bastırmıştım.

Fazla ses çıkartmadan odadan çıktım. Kapıyı da çekmiştim ardımdan.

Banyodan geri çıktığımda yeniden doğmuş gibiydim. Babamın sıcaklığından ayrılmamak için bütün gece kendimi sıkmıştım sanırım.

Odaya döneceğim sırada birden bire aklımda ışıklar yanmaya ve etrafı aydınlatmaya başladı. Önce telefonum, sonra Pars ve en son da babam beni o kadar yoğun bulutlara sarmışlardı ki ben dünün asıl gündemini unutuvermiştim.

Polis baskınından farksız bir biçimde Özgür’ün odasına daldığımda kapı duvara çarpmasın diye son anda tutmuştum. Yanlış anlaşılmasın, düşündüğüm kişi Özgür değildi, babamdı. Özgür’ün uyanması işime gelirdi.

Yatağında yayılmış uyuyan Özgür’e doğru yaklaştım. Omuzunu işaret parmağımla hiç durmadan dürtmeye başladığımda bir yandan da nefessizce adını sesleniyordum.

Sanırım yedinci dürtme ve beşinci ad seslenişimin arasında ağlamaklı bir ses çıkartarak yatakta tam tersi yöne döndü. Üşenmeden yatağın etrafında dolandım. Bu kez aynı işleme diğer taraftan devam ederken Özgür gözlerini pat diye araladı.

“Ne oluyor Allah’ın delisi, ne oluyor kızım, ne oluyor sabahın köründe?”

“Uyandın mı?” diye sordum önce. Asıl soruma geçmeden önce bu kısımdan emin olmam gerekiyordu.

“Hayır,” deyip gözlerini kapattığında omuzlarımı düşürdüm. Dürtme ve seslenme işime döndüğüm sırada henüz ikisinden de birer tane yapabilmişken Özgür beni kolumdan tutup sarsmaya başladı. Güç dengesizliğimizden dolayı bütün bedenimle sarsılırken midem ağzıma gelmişti.

“Ay!” diye cırlarken Özgür beni bıraktığında düşecek gibi oldum. Düştüğüm yerin yatak olduğundan emin olduktan sonra bana sırtını dönüp uyumaya geri dönme girişiminde bulunmuştu.

Yatağa oturur hale geldiğim için kafamı Özgür’ün kafasına doğru uzattım. “Özgür, uyanmalısın.”

“Hayır sen zıbarmalısın çığırtkan.”

“Ne yapmalıyım?” dedim. “Zıbarmak ne, bağırmak gibi mi? Tamam bağıray-…”

“N’olur, n’olursun sus.”

Yatakta doğrulup beni omuzlarımdan tuttu. Bakışlarımız kesiştiğinde sırıttım. “Biliyorum, zıbarmak uyumak demek.”

“O zaman hadi zıbaralım, gel bak masal anlatacağım ben sana.”

Heyecanla yerimde sallandım. “Tamam anlat.”

“Bir varmış bir yokmuş,” derken beni yatağa doğru devirdi. “Evvel zaman içinde bir hırsız ve çığırtkan yaşarmış.” derken kendi de kafasını yastığına bırakmıştı. Sustuğunda kaşlarım çatılarak koluna dokundum.

“Sonra, sonra ne olmuş?”

“Hırsız ve çığırtkan uyumuş, Despina. Bu saatte ne yapsınlar, iki aklı başında insan olarak uyumuşlar güzelim.”

Ofladım. Beni oyalamaya ve bu sürede de uyumaya çalışıyordu.

“Sadece bir soru sormak istediğim için geldim, küseceğim bak.”

“Tamam,” dedi doğrulurken. Ben de kalktım hemen. “Sor hadi.”

“Mayıs’la barıştınız mı, dün nasıl geçti, bundan sonra nasıl ilerleyeceksiniz, barışmadıysanız sence ne zaman barışırsın-…”

“Bir soru… Sadece bir soru sormak için geldin öyle mi?”

Az önce nefessiz konuştuğum için kuruyan dudaklarımı ıslattım. “İstediğin sorudan başlayabilirsin,”

“Hiçbirinden başlamak istemiyorsam…”

Omuz silktim. “O zaman ben de dün yemek yediğiniz süre boyunca Pars’la neler yaptığımı hiç anlatmayacağım değil mi?”

Özgür avucunu göğsünün soluna bastırdı. “Kalp krizi… Kalp krizi gibi bir şey, babanı çağır son bir kez göreceğim.”

“Uyuyor, dün görmüştün zaten.” dedim oyunculuğunun yetersizliğine yüzümü buruştururken.

“Dalga geçiyor bir de! Ne yaptınız da anlatacaksın kızım delirtmesene beni!”

Elimi salladım havada. “Koskoca üç saat, neler-…”

“Despina!”

“Özgür?” dedim kaşlarımı havalandırırken. “Barıştınız mı?”

“Bilmiyorum,” dedi sadece.

Pars’la üç saat baş başa kaldığımı öğrenen Özgür’den daha sinirli bir hale büründüm. Bu bir rekor da sayılabilirdi.

“Ne demek bilmiyorum?”

“Bilmiyorum demek işte, çığırtkan. Dün sanki her şey aylar öncesinde nasılsa öyleymiş gibi davranma sözü verdik birbirimize. Yemek bitene kadar, ne laf attık birbirimize ne de kızdık. Sonra da evine bıraktım ve buraya geldim işte.”

“Barışmışsınız işte,” dedim omuz silkerek. Gece boyu yaptığınız şeyi bundan sonra her gün yapacaksınız ve böylece barışmış oluyorsunuz.”

Bu konuyla ilgili bir şey diyecek gibi oldu ama çok kısa bir an sonra yüzü kasıldı. “Sen önce ne çevirdiğini anlat. Pars’mış da üç saatmiş de…”

‘Eheheh’ gibi bir sesle gülüp ani bir hamleyle yataktan kalktım. “Ben gideyim de kahvaltı hazırlayayım.”

“Despina!” diyerek peşimden ayaklanan ve uykusuna dönebilecek olmasına rağmen arkamdan hızlanmaya başlamış olan Özgür’e bakmakla zaman kaybetmeden evin içinde koşmaya giriştim.

Acaba Pars’la yaptığımı hayal ettiğini düşünüp gerildiği şeyler yerine, gerçekleri anlatsam ve ağlamaktan mahvoldum Pars da yanımda durdu desem ne olurdu?

Sanırım hiçbir zaman bilemeyecektik… Çünkü ağladığım halde kendisine haber vermediğimi öğrendiğinde karşı karşıya kalacağım Özgür beni fazlasıyla korkutuyordu.

Hiçbir zaman karşı karşıya kalmamayı umuyordum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm