Aykırı Çiçek 55.Bölüm

 55.BÖLÜM



“Belini bir kenara bıraktım ama yeşillerine de yazık artık zümrüt göz. Saatlerdir kıpırdamadın yerinden.”

Acar, bahsettiği saatler boyunca oturduğu koltuktan pek kıpırdamadan birkaç adım ilerisindeki manzarasını seyre dalmıştı. Fakat kendi bulunduğu yer konforlu bir koltukken, İzgi’nin yüksek bir taburede oturuyor olması durumlarını oldukça farklı kılıyordu.

Sabah saat on sularında Yaman’dan aldığı arama sonucunda kendisini apar topar evden atıp, yan binasında bulunan atölyeye yol almıştı. ‘Deniz’i eve girmeye ikna edemedim, burası karmakarışık. Atölyeye gideceğim diyerek çıktı.’ demişti Yaman ona. ‘Yanına git’ gibi bir şeyler eklemesine gerek kalmamıştı, Acar’a gitme dese de gideceğini biliyordu zaten.

Acar kendisinde de bulunan yedek anahtar sayesinde atölyeye İzgi’den önce girmiş ve onu içeride beklemişti. Dün akşam, daha doğrusu gece onlarla havaalanına kadar gitmişti; sevgilisini de en son o zaman görmüştü. Gece boyunca -hatta uyuyamadığı için sabaha kadar- İzgi’yi aramamak ya da mesaj yazmamak için kendisini zor tutmuştu.

İzgi atölyeye girdiğinde, Acar’ın içeride olmasına bir an bile şaşırmamıştı. Üzerindeki fazlalık parçaları birer ikişer döküp kendisini uzun zamandır dokunmadığı tuvalinin başına atmıştı. Atış o atıştı, İzgi saatlerdir oradan hiç kalkmamış, Acar’ın tek tük sorularını cevapsız bırakmış ve acelesi varmış gibi tam odakla resim yapmaya başlamıştı.

Birkaç ay öncesinde genel olarak sıkça yalnız hissettiği, yapacak bir şeyler bulamadığı bir hayata sahipti. Bu da kendisini hep renkler ve çizgilerle oyalama ihtiyacı duymasına yol açıyordu. Sonraları ise tam tersi şekilde, tuvalin başına oturacak pek zaman bulamamıştı. Hayatına yeni eklenen kişiler, önceden var olan ancak yıllar sonra tekrar günlerine dahil olmuş kişilerle birleşmiş ve İzgi’ye resim yapacak çok da zaman bırakmamışlardı.

Şimdi kendisini buraya bırakışı ise ne oyalanma ihtiyacından ne de can sıkıntısındandı. İzgi ne hissetmesi gerektiğini şaşırdığı, içindeki seslerden bile ürktüğü bir sürecin içindeydi. Çizgilere ve özellikle renklere sığınmaya, onların kendisini anlatmasına ihtiyacı vardı. Dilinden bir şeyler dökesi yoktu. Onu, onun elinden çıkanlar anlatsın istiyordu.

İçeriye girdiğinde çıkarttığı kazağı yüzünden üzerinde yalnızca kalın askılı yarım bir atlet vardı. Acar ona kıyafetini geri giydirmek yerine kaloriferlerin el değmeyecek kadar sıcak olmasını sağlamakla yetinmişti. Ev bu nedenle fazlasıyla sıcaktı. Bileğine ne zaman geçirdiğini bilmediği tokasıyla saçlarını dağınıkça toplayışı da bu yüzdendi İzgi’nin. Ensesine yapışıp darlanmasına sebep olan saçlarını ancak böyle engelleyebilmişti.

“Kime diyorum güzelim, duymuyor musun beni?” Acar, cevapsız kalmaya ve gözünün önünde zarif bedenine işkence eden sevgilisine artık dayanamadığında koltuktan doğruldu. Ayağa kalkıp birkaç adım attığında, göğsü neredeyse İzgi’nin sırtına değecek kadar yakınlardı artık.

Sol elinde duran boya paletine uzandığında, paleti ondan almanın zor olacağını zannetmişti. Fakat yanılıyordu, İzgi sakince ona bu izni vermiş ve palet Acar’ın eline geçmişti. Acar elindekini kenarda bulduğu ilk boşluğa bıraktıktan sonra, bu kez sağ elinde duran fırçaya yöneldi. Fırça, halen tuvale temas ediyor; ucundaki koyu kırmızı renk, beyaz kumaşa belirgin izler bırakıyordu.

Acar, İzgi’nin ince parmaklarına kendi parmaklarını dolayarak fırçanın hareketini kestiğinde tuvale değmemesi için yavaşça ellerini geriye doğru çekti. “Daha sonra devam edersin, şimdilik yeterli.”

İzgi’nin bunu duyduğunda fırçayı aniden bırakacağını hesaba katmamıştı. Bu nedenle kadının parmakları arasından ayrılan fırçayı tutmak için gerektiği kadar hızlı hareket edememişti. Fırça, parkeye tok bir ses eşliğinde temas ettiğinde Acar gözlerini birkaç saniyeliğine kapalı tuttu.

Gözlerini araladığında başını eğerek, yüzünü yavaşça İzgi’nin toplu ama dağılmış saçlarının arasına yasladı. Alışkın olduğu koku burnundan içeri akın etmeye başladığında saatlerdir koltukta oturmuyormuş da sanki biri ona masaj yapıyormuş gibi gevşemişti. Dudaklarını bulunduğu yere sertçe bastırıp öptü.

İzgi saç telleri arasında kaybolan yüzün ağırlığıyla sessizce iç çekti. Sağ eli hâlâ Acar’ın elinin içerisindeydi. Parmaklarının da tıpkı bedeni gibi güçlü bir kuşatma altında olduğunun farkındaydı. Sırtına yaslı duran sert göğsü, parmaklarını sıkıca tutan parmakları ve saçlarına yaslı olan kafası; Acar’ın İzgi üzerindeki etki alanını katbekat genişletmişti.

Acar birleşik olan ellerini hareketlendirip İzgi’nin soluna, kalbinin tam üzerine kendi eli altta kalacak şekilde yasladı. Üzerindeki yarım atlet sayesinde, elinin büyük bir kısmı çıplak tenine değiyordu. Aklı da ruhu da bambaşka diyarlardaymış gibi görünen kadının kalp atışlarının avucunu bu denli hızlı dövmeye başlamasını beklemiyordu. İzgi’nin onun yanındayken hızlanan kalp atışlarına alışkındı, kendisi de ondan farksız hatta belki de beter halde olduğundan bunu garipseyemezdi zaten.

Acar’ı şaşırtan, sabahtan beri sorduğu basit sorulara dahi cevap vermemeyi seçip kendisini kapatmış olan kadından böylesine hızlı atışlar duyumsamasıydı.

“Kalk ayağa,” dedi büyük bir dinginlikle. İzgi’nin onu dinlemeyip, harekete geçmeyişinin ardından ise sakinliğini korudu fakat boştaki elini uzatıp sandalyenin dönebiliyor olmasını kullanarak kadını kendisini çevirdi.

Normal bir sandalyeye göre yüksek olmasına rağmen, sandalye İzgi’ye Acar karşısında boy avantajı sağlayamamıştı. “Kalkmayacaksın öyle mi?” diyerek bu kez sorar gibi konuştuğunda İzgi boynunu hafifçe geriye doğru attı. Böylece Acar’ın gözlerine bakabilmişti.

Başını iki yana salladıktan sonra aniden havalanmayı ise kesinlikle beklemiyordu. Koltukaltlarının biraz aşağısından sıkıca kavrayan Acar, oyuncak kaldırıyormuş gibi basit bir hamleyle sevgilisini sandalyeden ayırmıştı. İzgi ayaklarının yere basacağını zannetti, ama öyle olmadı. Acar onu kaldırabildiği kadar havaya kaldırıp, bacaklarını beline dolayabileceği bir pozisyon yaratmıştı.

Refleksle bacaklarını Acar’ın kalçasının biraz üstünde çaprazlayan İzgi, şu ana dek yüzünde hiçbir belirtisini göstermediği yorgunluğunu daha fazla saklamaya çabalamadan ortaya çıkarttı. Acar, İzgi’nin yanında göstermeyi bıraktığı bencilliğini uzun zaman sonra serbest bıraktığında; İzgi’yi ensesinden kavrayarak boynuna bastırdı.

Yorgun bakışlarını, yüzünün her santimine yayılmaya başlamış olan acısını görmeyi reddederek; bencil bir istekle yapmıştı bunu. Dayanıklı olduğunu sandığı, yıllarca soğukluğuyla dış etkenlere kapalılığıyla övündüğü kalbi kaldıramayacak gibiydi çünkü. İzgi ona kırgın, küçük bir kız çocuğu gibi baktığı zamanlarda Acar hem dünyadaki en güçsüz adammış hem de karşısındaki kadını korumak için tüm dünyayı karşısına alırmış gibi hissediyordu.

İzgi, itiraz etmeden yaslandığı boyunda sessiz nefeslerle soluklanırken Acar’ın koltuğa oturup kendisini bırakmadan kucağına yerleştirdiğini fark etmişti. Acar’ın iki yanına düşen bacaklarıyla iyice kucağına sinmekte tereddüt etmedi.

İzgi’nin üzerindeki parça, Acar’ın elinden bile küçük bir alanı kapatmaya anca yetebildiğinden sırtını okşamaya başlayan el büyük çoğunlukta çıplak tenine temas ediyordu. Acar’ın soğuk eli, sırtında ürpertici dokunuşlarla gezinirken diğer eli belinde hareketsizce duruyordu. İzgi, sevgilisi tarafından bu şekilde çepeçevre kuşatılmaya alışkındı, ama alışkın olması bunun eski anlamını yitirdiğini göstermiyordu. İlk günkü tazeliğiyle, Acar onu ilk kez sarıyormuş gibi hissediyordu.

“Kimden kaçıyorsun güzelim? Ne korkutuyor seni? Anlat bana, buradayım, yanındayım.” Acar sorduğu soruların cevaplarını bilmiyor sayılmazdı. Kucağındaki bedenin korkusunun da yorgunluğunun da nedenini tahmin ediyordu, anlıyordu. Yine de ondan duymak, onu artık konuşturmak istiyordu.

Birkaç dakika boyunca etrafa hâkim olan sessizlik, Acar’ın beklediği gibi İzgi tarafından bozuldu. Bir nebze de olsa rahatlamıştı onu duyduğunda.

“Acar,” diye başlayan kadını duyunca gözlerini yavaşça kapattı. Sırtındaki eli hızını ve rotasını hiç değiştirmeden orada gezinmeye devam ediyordu. “Ben abimi ve Pamir’i, Sinem’den ayırmışım.” derken derin bir nefes almayı denedi. “Çok korkunç bir his bu, ben… Ben aldığım nefeslerden hiç bu kadar nefret etmemiştim.”

Acar bedeninin kasıldığını fark etse de buna engel olmak için çaba göstermedi. Boynunda duyumsadığı nefeslere o şükrederken, kadından böyle bir şey duymak sarsılmasına sebep olmuştu.

Dün mektupta yazanları okuyuşu ve devamında odada İzgi’nin abisine olanları anlatışından sonra Acar sürekli kendisini Yekta’nın yerine koymaya başlamıştı. Bu o kadar illet bir refleksti ki Acar ne engelleyebiliyor ne de müdahale edebiliyordu.

Havaalanından sonra kendisini eve attığında da gözünü kırpmadan sabah etmesinin en büyük etkenlerinden biri buydu. İzgi’nin elinden kayıp gideceği düşüncesiyle delirmişti, var olmayan bir senaryoyu tekrar tekrar oynatan zihni nefesini kesmişti. Olmaz denilen, imkânsızın kıyısında gezinen ne varsa gerçekleşiyordu son dönemlerde hayatlarında. Bu da Acar’ı her düşündüğü gerçekleşebilirmiş gibi hissetmeye itiyordu, elinde değildi.

“Sen kimseyi kimseden ayırmadın Feris, böyle bir yükün altına kendini atmana; özellikle en masum olanlardan biri senken bunu yapmana izin vermem.”

“Yansaymışım… Ben o yangında yansaymışım keşke m-…”

“Sakın! Sakın dedim, bak bana!” Acar, yükselen sesiyle araya girdiğinde İzgi’nin irkilmesini umursamadan onu boynundan kaldırdı. Çenesini iki parmağıyla sertçe kavrayıp göz göze gelmelerini sağlamıştı sonrasında.

“Sen beni hiç tanımamış olurdun bu karmaşalarla uğraşmak yerine hayatına devam ederdin, ölümüme çoktan alışmış olan ailem yirmi yılın sonunda beni bulup geç kalmışlıklarına yanmak zorunda olmazlardı, Sinem kocasından ve oğlundan ayrılmazdı…” Peş peşe sıraladığı cümleler hiçmiş gibi dudaklarından dökülse de Acar donakalmıştı. Onu bu düşüncelerden nasıl arındıracağını düşünüp bulmaya çalışıyordu. “Şeyda bile ölmemiş olurdu. Ben hayatına dokunduğum herkesi yakıyorum görmüyor musun? Yanan ben olsaydım, kimseye bir şey olmayacaktı.”

Saydıkları tek doğru olanlarmış gibi kendinden emin bir tavırla konuşan İzgi, son kelimesinin ardından yorgunluğun bastırdığı bedenini dik tutamayıp başını eğdi. Acar duyduklarının etkisiyle afallamıştı, bu sayede çenesinde duran eli de gevşemişti. İzgi yavaşça yanağını Acar’ın omuzuna bıraktı. Yüzü boynuna değil, salonun kapısına doğru dönüktü.

“Acı çekmek ve çektirmek için yaşıyorsam, hiç yaşamasaymışım.” diye mırıldanabildi son gücüyle.

“Sen benim en büyük şansımsın, en güzel hediyemsin. Bunları… Bunları nasıl düşünürsün Feris? Ne demek hiç yaşamasaymışım?” Acar elini sanki kendisine ait değilmiş gibi iğreti bir biçimde kucağındaki bedenin sırtına bıraktı yeniden. Onu göremiyordu ama omuzuna bir bir düşüyor olan yaşları hissedebiliyordu.

“Tamam, tamam ben seni tanımamış olurdum. Ot gibi yaşamaya devam ederdim bu siktiğimin dünyasında. Madem bu kadar basite indirgeyebiliyorsun, evet öyle olurdu. Peki ailen Feris?” büyük bir şaşkınlıkla konuşuyordu. Duyduklarının bir anda oluşan düşünceler olmadığını, hep içten içe sevgilisinin aklında bir köşede bekleyenler olduğunu haykırıyordu mantığı. Sinem olayı yalnızca patlamanın fitilini ateşleyen kıvılcımı yaratmıştı.

Biriken tüm olaylar aslında kucağındaki kadında kocaman yaralar açmış, oluk oluk kanayan yaralar kapanıyormuş gibi çevresindeki herkesi kandırmayı başarmıştı. Gülüşleriyle, kahkahalarıyla o kadar iyi kandırmıştı ki onları…

Ne onu en çok tanıdığıyla övünen Koray, ne tüm çıplaklığıyla kendisine geldiğini düşünen Acar ne de canı yanacak diye gözünün içine içine bakıyor olan ailesi fark edememişti hiçbir şeyi. İzgi, iyi bir oyuncuydu.

“Ailen de mi tanımamış olurdu seni? Seni bulduklarında neler yaşandığını hatırlamıyor musun? Sence Deniz Göktürk’ün ölmüş olduğuna alışmış gibi mi duruyorlardı? Eğer sen onlara hiç dönemeyecek şekilde gitmiş olsaydın, şimdi olduğundan daha mı mutlu olurlardı?”

İzgi onu dinliyor muydu emin değildi. Omuzuna düşen yaşlar hızlanmış, bedenine yaslı beden hafif titremelerle sarsılmaya başlamıştı. “Olurlardı.” diye cevap aldığında kendisini dinlediğini, duyduğunu kesinleştirmişti.

“Hiç annenin ve babanın ortamda sen varken sana nasıl baktıklarını görmedin o halde, abilerinin yanlarında sen varken başka kimseye bakmadıklarına şahit olmadın. Seninle birlikte tamamlanan üçüzlerine de gözün çarpmadı hiç değil mi?” Duraksamadan konuştuktan sonra dudaklarını sanki kaybolmasını engelleyecekmiş gibi peş peşe saçlarına bastırdı. “Ben senin yerine de gördüm Feris. Sen sızının tazeliğine yenik düşüp, hiç olmayacak şeyler düşünüyorsun sadece. Sana yemin ederim etrafında bulunan kimse sensiz bir hayatı hiç hayal etmemiştir. Bu sandığın gibi her şeyi düzeltecek olan değil, en korkunç olan olurdu.”

Kollarıyla sarabildiği kadar sardı onu, sıkıca sarıldı kucağındaki kadına. “Sensizlik çok korkunç olurdu zümrüt göz, yalvarırım bir daha aklından bile geçirme bunu.”

 

~

 

“Anlattıkların gerçek gibi gelmiyor. Ben anlayamıyorum ki hiç.”

Yekta gözlerini, kendisiyle konuşuyor olsa da sanki içine içine mırıldanıyormuş gibi sessizce cümleler kuran karısının gözlerinden hiç ayırmıyordu. Onu kucaklayıp o evden çıkarttığından beri bakışlarının birbirinden ayrılmaması için çabalıyordu.

Varlığının bir rüyadan ibaret olmadığına Sinem’i nasıl inandırabileceğini düşünüp duran aklının öne sürdüğü ilk çözüm buydu. Sürekli ona bir şekilde temas ediyordu bir yandan da. Ya elleri birleşikti, ya karısını kucağına hapsediyordu ya da mutlaka bedenini kendisine doğru yaslıyordu. O evden çıktıklarından beri tüm bunları devam ettirmişti Yekta.

Sinem’in bebeklerini hatırlamadığını belli ettiği andan sonra, bu konuyu ayrıntılarıyla açıklamak yerine bir kenara bırakmaya karar vermişti. Eve ulaştıklarında, Pamir’i kendisi gördüğünde inanması daha kolay ve sağlıklı olacak diye düşünmüştü.

Hatırlamadığı tek şeyin bebekleri olduğunu babasını, amcasını ve abisini gördüğünde verdiği tepkilerden anlayabilmişti. Ortada hafıza kaybı gibi bir durumun var olmadığını böylece kesinleştirmişti. Sinem bir buçuk yıl öncesine dair her şeyi hatırlıyordu. Oğulları hariç her şeyi…

“Anlamlandırmak için acele etmen gerekmiyor ki.” dedi Yekta güven verir bir tonla. “Yavaş yavaş her şey anlamlı hale gelecek Sinem, söz veriyorum öyle olacak.”

Mardin’den dönüşleri, bulabildikleri ilk uçağın sabah saatlerine sarkması nedeniyle biraz gecikmişti. Havaalanına ulaşmaları, orada bekledikleri süre ve devamında uçak yolculuğu derken Sinem hem afallamış hem de fazlasıyla yorulmuş haldeydi. Yekta’nın bir anda kaybolacağına dair kuşkuları yerli yerindeydi, tek yapabildiği sürekli ona bakmak ve ona tutunup gücü yettiğince gidişine engel olabilmek için tetikte durmaktı.

Yekta, Sinem’in kendisine bir sürü soru soracağını zannediyor olsa da karısının ağzını açmaya bile hali var gibi durmuyordu. Yol boyunca sadece ara sıra adını mırıldanmış, sesini duymak istediğinde kendisine ‘Yekta’ demekle yetinmişti.

Havaalanından onları almaya gelen Ufuk ve Toprak’tı. İki arabayla gelmişlerdi. Sinem’i gördüklerinde ilk yaşadıkları şoku atlattıktan sonra kadını korkutmamak için pek yaklaşamamışlardı.

Yekta, Sinem ile birlikte Toprak’ın aracına geçerken Savaş ‘hadi’ dercesine elini İzgi’nin sırtına yaslayarak onu da o arabaya yönlendirmeyi denedi. Denemekle de kalmıştı. İzgi, yola çıktıklarından beri bıçak açamayan ağzını ilk kez aralamıştı çünkü. “Ben Ufuk’la gelirim. Sen abimlerle git.”

Savaş, anlamlandıramadığı bu itiraza bir şeyler söylemek istese de sustu. “Tamam, ben de geleyim seninle. Ufuk’la gideriz.”

İzgi başını iki yana salladı. “Onlarla git, yanlarında dur.” Savaş, bunu söyledikten sonra küçük adımlarla Ufuk’un arabasına doğru ilerleyip çoktan arka tarafa yerleşen kızına şaşkınca bakakaldı. Olanlardan etkilendiğinin farkındaydı fakat o an kendisi de büyük bir karışıklığın ortasında olduğundan kızının neden uzaklaşmaya çalıştığını mantığına oturtamamıştı.

“Abi geç sen diğer arabaya, ben Deniz’leyim zaten. Yaman da bırakmaz, bak oturmuş çoktan yanına.”

Barış, müdahale etme ihtiyacı hissederek durumu yatıştırdıktan sonra Savaş kimseyi daha fazla bekletmemeyi seçerek Toprak’ın arabasına doğru ilerledi. Aklı kızındaydı, aklı bu garip sürecin etkilerinden nasıl kurtulacaklarındaydı.

Şimdi ise arabalar çoktan Göktürklerin bahçesine ulaşmış, büyük çoğunluk eve girmiş haldeydi. Eve girmemiş olan isimlerden ilki İzgi’ydi. Yaman’ın tüm dil dökmelerine rağmen eve girmemiş, yalnızca Ufuk eşliğinde atölyeye doğru yola çıkmıştı. Yaman telefonundan Acar’ın ismini bulmuşken, bir yandan da eve doğru gidiyordu. Böylece bahçede yalnızca Yekta ve Sinem ikilisi kalmıştı.

Sinem, Yekta’nın havaalanı dönüşünde yarım yamalak da olsa kendisine anlattığı olayları aklında düzenlemeye çalışırken zorlanıyordu. Eve ilerlemeden önce onu durdurup kendisini anlamadığını belirtmesi de bu yüzdendi.

“Ben… Sanki buraya gelmeden öncesinde neden burayı unutmuş gibiyim ki?” dedi kendi kendini sorgularken. Bu evin, kocasının ailesine ait olduğunu biliyordu. Şimdi içeri girse tek başına her odayı tek tek bulurdu, hafızasında kolayca ulaşabildiği detaylardı bunlar. Fakat bu ana dek sanki böyle bir evin varlığından hiç haberi yokmuş gibi zihni bu bilgiyi ondan gizlemişti. Bu, Yekta dışında kalan insanlar için de geçerliydi. Onları gördüğünde hatırlıyordu, ancak düne kadar hiçbiri ne ismen ne de sima olarak aklında değillerdi. Hiç var olmamış gibi kayıplardı.

Yekta’nın aklında bu soruya cevap olabilecek birkaç şey vardı. Yine de önce Selim’le konuşmak istiyordu. Sinem’in, uzak kaldığı ve özlem duyduğu şeyleri daha fazla acı çekmemek için kendisine unutturmuş olması mümkün müydü değil miydi tam olarak emin olamamıştı.

“Hava soğuk güzelliğim, içeri girelim artık. Yorma aklını, her şeyi konuşup çözeceğiz.” Cevap vermekten kaçınarak konuyu bu şekilde değiştirdiğinde Sinem itiraz etmedi.

Onlar içeriye adımlarken, evin salonunda da Yaman dört yanı kuşatılmış şekilde kız kardeşini neden eve getirmediğiyle ilgili sorgulanmaktaydı. Savaş, Toprak ve Barış içeriye önden girdikleri için geriye kalanların ne yaptıklarından habersizlerdi. Yekta ve Sinem’in geç kalışlarını anlayabilmişlerdi, konuştuklarını camdan baktıklarında görebiliyorlardı zaten. Fakat içeriye tek giren Yaman ile, Ufuk ve İzgi’nin nerede olduğu konusu sorgulanmıştı.

“Ne demek eve girmek istemedi abi? İstemedi, sen de tamam git mi dedin?” Rüzgar hayretle ve sesine hakimiyet kuran siniriyle konuştuğunda Yaman alnını ovuşturdu. “Israr ettim ama bir yere kadardı Rüzgar, ona nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyorum. Her şeyi daha da bok etmek istemedim abim, tamam mı? Anladın mı?”

Selim, yanında yengesiyle omuz omuza oturan annesinden uzaklaşıp ayakta dikilerek birbirlerine yükselen kuzenlerine yöneldi. “Doğru olanı yapmışsın zaten, Sinem’i ve onun bizimle karşılaşma sahnesini görmesi gereken son kişi Deniz. Herkes bu gerçeği bir sindirsin, hem Deniz’e hem Sinem’e yetecek hale gelelim; öyle bir arada olalım. Halimize bakın kimse birbirini anlamıyor şu an.”

Savaş, kendisine ‘kızım nerede’ der gibi bakan karısına yeğenini işaret etti. “Duydun yavrum, bak ne diyor.” Pınar, kalbine baskı yapan annelik güdülerini Selim’in mantıklı açıklamasıyla birden sonlandıracak değildi. Yine de kızının eve gelmemiş olmasını aklında bin türlü sonuçla bağdaştırmıştı.

Kapıdan gelen adım sesleri salondaki konuşmaların kesilmesine sebep olurken artık evde iki aileden eksik olan yalnızca iki isim vardı. Ufuk ve İzgi dışında herkes aynı çatı altındaydı şimdi.

Pınar, destek aldığı eltisinden yavaşça ayrılırken Aylin yine de onu tam bırakmadan ayağa kalkmasına yardımcı olmuştu.

Salonun kapısından ilk giren Yekta oldu. Elini bırakmadığı, bir adım arkasında tuttuğu Sinem de hemen ardından içeri adımlamıştı.

Salondaki büyük çoğunluk Sinem’i ikinci kez görmüş olduğundan, şaşkınlık oranı ilk anlara göre düşüktü. Pınar ve Aylin dolu gözlerle ona bakarken, Rüzgar da halen bedeninden tam atamadığı sinirini köşeye itmiş ve durumun gerçekliğini kendisine kanıtlamak ister gibi gözlerini yengesine dikmişti.

Sinem’e doğru hamle yapmak, şu ana kadar Yekta dışında kimsenin niyetlenmediği bir iş olsa da Pınar hiç düşünmeden kapıya doğru ilerledi. Sinem’in yanına vardığında onu kollarının arasına alması da saniyelerini almıştı.

Sinem, kendini Pınar’ın kollarında bulduğunda salondakiler onun geri çekileceğini ya da belki afallayacağını düşünmüşlerdi. Özellikle Yekta pür dikkat karısının hareketlerini izliyordu. Düşüncelerin aksine Sinem ne geri çekilmiş ne de yüzüne şaşkınlık içeren bir ifade kondurmuştu. Yekta’nın elini bırakmadan, diğer koluyla kendisine sarılan kadının sırtını kavradığında Pınar dayanamayıp hıçkırdı. “Canım benim, hoş geldin güzel kızım.”

Karşılaması, Sinem bir buçuk yıldır ölü biliniyormuş gibi değil de sanki uzun süre onlardan uzakta kalmış ve geri dönmüş gibiydi. Saf özlemden ibaretti, şaşkınlığını hiç dışarı yansıtmamıştı. Sinem’e iyi gelen de buydu. Aklı yeterince karışıkken karşısındaki insanların ona şaşkın balıklar gibi bakması daha da boğulmasına yol açıyordu çünkü.

Hissettiği sıcaklık, gözlerinden birkaç damla yaş firar etmesine neden olurken dudaklarını ısırdı. Ağlamaya başlaması için kendisini zorlayan hisleri kontrol etmek kolay değildi ama deniyordu.

“Pınar anne,” diye mırıldandığında Pınar’ın ağlayışı Sinem’in aksine durdurulamaz hale geçmişti çoktan. “Söyle canım.” diyebildi.

“Sana bir şeyler sorabilir miyim?” Sinem’in soru sormak için neden Pınar’ı seçtiği odadaki herkesi meraka sürüklerken en şaşkınları şüphesiz Yekta’ydı. “Sor tabii, kış bahçesine gidelim birlikte gel. Sen çok seviyorsun orayı.”

Yekta bir şey diyemeden Pınar ve Sinem birlikte salondan çıktıklarında geride kalanlar oldukça şaşkınlardı. Tek bir kişi hariç. Gözlemlemeye alışkın olan, içinde bulunduğu grubun en objektifi olan Selim az önceki diyalogların nedenini gayet iyi kavramıştı. Açıklama yapmakta da gecikmedi.

“Hepimiz onu görür görmez sanki dünyada var olmayan bir şey görmüş gibi şaşkınlıkla baktık. Eminim ilk karşılaştığınız andan beri böyle gelişti bu, ama yengem sadece uzun zamandır onu görmemiş ve özlemiş gibi bakıyordu. Sinem, onun hayatta olmadığını düşündüğümüzü biliyor mu emin değilim ama bana kalırsa bilmiyor. Şaşkın bakışlar onu ürkütmüş olmalı.”

Taşlar yerine otururken, daha önce bu açıdan bakamamış olan herkes biraz da anlamlandırmış haldeydi durumu.

Bir saate yakın bir süre Pınar ve Sinem’den ses çıkmazken, Yekta birden fazla kez yanlarına gitmek için ayaklanmış ancak her seferinde babası tarafından durdurulmuştu. Aylin, Barış ve Selim üçlüsü kendi evlerine geçip buradaki kalabalığı azaltmaya yardımcı olduklarından salonda Savaş, Yaman, Toprak ve Rüzgar vardı sadece.

Ne konuştuklarına dair fazlasıyla merak duyan Yekta yerinde duramazken salona giren küçük bedeni gördüğünde yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.

Pamir, babaannesinin zorlukla yatırdığı uykusundan yeni kalkmış; gözlerini ovuştura ovuştura tökezleye tökezleye salona kadar gelmişti. “Ben yuyandım, ama kimşe gelmedi.” derken buna ne kadar üzülmüş olduğunu sesini kısık tutarak belli ediyordu.

“Duymamışız uyandığını amcacım, bak gelmişsin sen yanımıza işte.” Toprak ona açıklama yaparken, Pamir pek dinlemeden kendisini babasının yanına atmıştı. Sabah uyandığında evdekilerin birçoğunu göremeyince fazlasıyla mızmızlanmıştı. Rüzgar, sevdiği ve hayır diyemediği oyuncaklarıyla onu oyalamış, yorgun düştüğünde de babaannesi tarafından yeniden uyutulmuştu. Öğle uykusu saatinden önce uyutulunca dengesi şaşmıştı, şimdi de bu yüzden huzursuzlanıyordu.

Yekta, oğlunu kucağına alıp göğsüne yaslarken burnunu saçlarının üzerine yaslayıp soluklandı. “Güyaydın baba.”

“Günaydın babacım, günaydın.”

Uykusunda üşümemesi için sıkıca örtülere sarındığını belli eder gibi bedeni sıcacıktı. Yekta onun sıcaklığını kendi üzerinde hissederken gözleri huzurla kapandı. “İş bitti mi?”

Babasının işe gidip gitmeyeceğini merakla sorgularken omuzuna gömülmüştü. “Bitti oğlum, gitmeyeceğim işe bugün. Yanındayım.”

Pamir hevesle anlamsız mırıltılar çıkarttı. Babasının evde olduğu günleri diğer tüm günlerden daha fazla seviyordu.

Pamir’in gelişinin ardından da yarım saat geride kalmış, dolayısıyla Sinem ve Pınar’ın odadan çıkışından itibaren neredeyse iki saate yaklaşan süre geçip gitmişti. Salonda Pamir babasına sessiz sessiz bir şeyler anlatırken, başka kimseden ses çıkmıyordu.

Savaş, yaşananların yorduğu bedeni ve aklını toparlamaya çalışırken oturduğu tekli koltukta başını geriye doğru atmıştı. Toprak, Rüzgar’ın her an ayaklanıp üçüzlerinin yanına gidecekmiş gibi duruşunu fark ettiğinden onun dibindeydi. Selim abisinin söylediklerinden sonra, ona hak vermişti. Rüzgar’a oranla daha az fevri olduğundan bu konuda ona sahip çıkacak isim kendisiydi.

Yaman ise mesaj atıp durduğu Acar’a, biraz daha kendisine geri dönüş yapmazsa nasıl saldırmasını gerektiğini düşünmekteydi. İzgi’nin atölyeye geldiğini, resim yaptığını söylemişti. Sonra ise sesi soluğu çıkmamıştı. Bu kadar saat resim mi yapıyor diye düşünüp bu şıkkı elese de, kız kardeşi gerçekten bu dakikaları tuvalinin başında geçiriyordu.

Salonun kapısından görünen isim yalnızca Pınar olunca, hepsi tereddütle annelerine baktılar. Savaş da hareketliliği fark etmiş ve karısına dönmüştü. “Sinem nerede anne?” Yekta duraksamadan sorunca Pınar sakince gülümsedi. Hem huzurlu hem de yorgun bir gülümsemeydi.

“Kış bahçesinde, seni bekliyor.” dedi önce. Ardından gözleri oğlunun kucağında duran torununa kaydı. Uykulu gözlerle kendisine bakan Pamir’e öpücük attığında Pamir gülerek babasının omuzuna kapanmıştı. “Sizi bekliyor diyecektim, yanlış oldu.”

“Anne,” diyebildi Yekta şaşkınlıkla. Onları iki saat baş başa bırakmıştı, annesi Sinem’le ne konuşmuş olabilirdi de karısı onu ve oğlunu bekliyordu. Saatler öncesine döndü aklı, heyecanla ‘oğlumuza gidiyoruz’ dediği kadın sanki ilk kez böyle bir şey duyuyormuş gibi afallamıştı. Sorgulamaya başlamıştı. Yekta, eğer kendisini ve ailesini ilk görüşte hatırlamıyor olsaydı karısının hafızasını kaybettiğinden emin olacaktı. Oğullarını hatırlamaması ne demekti?

“Bekletme karını, yürü Yekta. Hadi annem, sizi bekliyor diyorum.”

Yekta, Pamir’i sıkıca tutarak ayaklandığında salonun çıkışına yönelirken yanından geçtiği annesinin alnına derin bir öpücük bıraktı. “Ne anlattın ona bilmiyorum ama teşekkür ederim anne.”

“Kuru teşekkür kabul etmiyorum, sonra hesaplaşırız.” Pınar, uzun bir süre ağladığı belli olan kızarık gözlerine rağmen muzip bir şekilde gülmeye çalıştı. Yekta da onun bu çabasını karşılıksız bırakmayarak dudaklarını kıvırmıştı.

Yekta ve Pamir salondan çıktıklarında, Pınar kendisine konuşması için büyük bir merakla bakan eşine ve oğullarına göz atıp derin bir nefes aldı. Yaman’ın yanındaki boşluğa bedenini bırakıp oğluna sokulduktan sonra dudaklarını aralamıştı hemen anlatmaya başlamak için.

Yekta salondan çıktığında, nereye gittiklerini anlamadığı için gözlerini kısmış etrafa bakan oğlunu sıkıca tutarak kış bahçesine doğru adımlamaya başlamıştı. “Baba neyeye gidiyoyuz?” diye sorduğunda Yekta adımlarını yavaşlattı.

“Pamir,” dedi dikkatini çekmek için. “Odandaki fil oyuncağının yanında ne vardı? Hatırlıyor musun?”

Pamir beklemediği soru karşısında biraz düşünceli bir hale büründü. Fil oyuncağı kocamandı, hep aynı yerinde duruyordu. Onu kaldırmak istediğinde zorlanıyordu, bu yüzden babası oyuncağını çekmeceli dolabının üstüne yerleştirmişti. Beşiğinden kolayca görebileceği bir yerdeydi fili. Aklına filin yanında duranın ne olduğunu getirmeye çalıştı. Kısa bir süre içerisinde de bulmuştu.

“Buldum!” diye heyecanla sesi yükseldi. “Yesimleyimiz vay, Pamiy çok çüçük yesimleyde ama.” *(Resimlerimiz var, Pamir çok küçük resimlerde ama.)

“Evet babacım, Pamir küçük o fotoğraflarda. Daha bebektin sen onlar çekildiğinde.” Fotoğraflardaki minik bebeğin kendisi olduğuna Pamir ilk öğrendiğinde hiç inanmamıştı. Hep bu boyutta var olduğunu düşündüğünden kırmızı suratlı, küçücük bir şey olmak aklına yatmamıştı. Babası zar zor ikna etmiş, hatta kendi bebekliğini de gösterip onun da bir zamanlar küçük olduğunu görsün istemişti. Pamir memnun olmasa da en azından ikna olmuştu.

“Şimdi bebek deyilim ama, büyük oldum.” Bebek olma fikrine tahammül edemediğinden hemen araya girince Yekta onun bu tepkisine gülümsedi. “Kocaman oldun hem de, çok büyüdün.” dedi onu destekleyerek. “Fotoğraflarda senden başka kimse var mı peki babacım? Hım?”

Pamir heyecanla konuştu. “Baba var.” dedi ilk aklına gelen bu olurken. Bebek olan Pamir’i kucağında tutan adam babasıydı. Onaylar bir ses çıkarttı Yekta. “Başka biri daha var mı?”

Pamir, fotoğraftaki üçüncü kişiyi hatırladı. Filini görmek isteyip kucağında olduğu kişileri oraya yaklaştırdığında o çerçeveyi de sık sık görüyordu. Ayrıca o fotoğraf hakkında soru sormayı da seviyordu. Bu yüzden babasına, bazen de babaannesine sorduğu üçüncü kişiyi tabii ki hatırlamıştı.

“Pamiy’in annesi vay bi’ de.” derken üzgünce dudak büktü. “Pamiy’in annesi işe gitti, ama çok işi vay. Gelemiyo eve hiç.”

Yekta, Pamir ilk annesini sorduğunda donakalıp oğluna tek kelime edemeden onu babasına bıraktığı ve kendini odaya kapattığı günü hatırlıyordu. Üzerinden çok zaman geçmiş sayılmazdı. Saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladığı o günü, Yekta belki de hiç unutmayacaktı. O anki çaresizliğini aklı silse, kalbi silemeyecekti.

Pınar’a evde ‘anne’ diye seslenen dört kişi varken, Pamir kendisinin neden bir anneye sahip olmadığını anlamakta tabii ki güçlük çekmişti. Az önce dile getirdiği beyaz yalanın kaynağı da dedesiydi. O gün, Pamir’i kucağına bırakan oğlunun ardından torununa bu açıklamayı yapma görevi kendisine kalmıştı. Babasının işe gidip bazen geç gelişlerine az çok alışkın olan torununu böyle ikna edebileceğini ve en az böyle yara alacağını düşünmüştü. Sonrasında da herkes Pamir’e böyle açıklama yapmaya başlamıştı her annesini sorduğunda.

“Oğlum,” derken cümlesine devam etmeden önce kucağındaki bedenin yanaklarını öptü birer kez. “Annenin işi bitmiş. İşlerinin hepsini bitirmiş.”

Pamir duyduklarıyla heyecanla kıpırdanırken Yekta o düşmesin diye sıkı sıkı bedenini sarmıştı. “Pamiy’in annesi eve gelşin o saman.”

“Geldi bile.” dedi Yekta. Annesinin, Sinem ‘sizi’ bekliyor demesine büyük bir güven duyuyordu. Karısına tüm her şeyi anlatıp anlatmadığını bilmiyordu henüz fakat en azından oğlunu benimsediğini hissediyordu. Pamir’e bu kadar açıklama yapmış ve onu heveslendirmişken içeri girdiklerinde oğlunun hayal kırıklığına uğraması son istediği şey bile değildi.

“Neyde?” diyerek neredeyse çığlık atarken konuşan Pamir’i gülerek zapt etmeye çalıştı. “Gidiyoruz yanına, camlı odadaymış anne.”

Pamir kış bahçesine normalde pek çıkmasa da halasıyla orada olmaya alışmıştı son zamanlarda. Adının kış bahçesi olmasını anlamlandıramamış, oraya camlı oda demeye başlamıştı kendi kendine.

“Biz de gidelim anneye, lüffen baba.” Pamir, küçük kalbinin hızlanmasıyla babasına sıkı sıkı tutunurken heyecandan kesik kesik konuşuyordu.

Yekta hem oğlunu hem de kendisini daha fazla oyalamadan koridorun köşesini dönerek kış bahçesine açılan kapının yanına ulaştı.

Kapı yarı aralık haldeydi. Tek eliyle kapıyı tamamen açarken, diğer eliyle oğlunu tutmaya devam ediyordu. Kapı açılıp içeri girebilecekleri boşluk oluştuğunda Yekta içeri adımladı. Ardından kapıyı da iterek kapanmasına yol açmıştı.

İlerideki oturma grubunun iki kişilik koltuğuna yerleşmiş olan Sinem, içeriye girenleri gördüğünde nefes almayı unutmuş gibiydi. Boğazında takılı kalan soluğu, öksürmesine sebep olacak kadar canını yakmıştı. O öksürdüğünde, Pamir çekingence babasının omuzuna sakladığı başını biraz kaldırıp ona doğru baktı. Bunun kimse tarafından fark edilmediğini düşünse de dikkatle kendisini izliyor olan ikili tabii ki görmüşlerdi.

Yekta durmadı. Aralarında duran kısa mesafeyi, hızlı ve büyük adımlarıyla saniyeler içinde katedip sıfıra indirdi. Koltukta Sinem’in bıraktığı boşluğa, Pamir’i bırakmadan yerleştikten sonra gözlerini ayıramadığı karısına birkaç saniye büyük bir dinginlikle baktı. Onun verdiği bu huzuru hissedemediği bir buçuk yılı nasıl geçirmişti? Bilmiyordu.

Sinem’in kendisine değil, kucağındaki oğullarına bakıyor olduğunu gördüğünde dudakları iki yana kıvrıldı. Gözlerinde şaşkınlık ya da yabancılık yoktu. İçi gidiyormuş gibi bakıyordu. Yekta, her ikisine; Sinem de oğluna içi gidiyormuş gibi bakmayı sürdürürken dakikalar birbirini kovaladı.

Sessizliğe dayanamayan, şaşırtmayan bir biçimde Pamir oldu. “Baba…” diye mızmızlandı harfleri uzatarak. Sinem, duyduğu sesle birlikte katıla katıla ağlamaya başlamamak için bedenini kuvvetle kasmıştı. “Söyle babam,” Yekta’nın tepkisiyle Pamir yavaşça başını gömdüğü omuzdan kaldırmak için hareketlendi.

“Annesi Pamiy’e niye sayılmıyo?”

Yekta, temas bağımlısı oğlunun bu kadar dayanabilmesine bile şaşırmıştı zaten. Sinem ise sarılma isteğiyle çoktan karıncalanmaya başlayan kollarını boşu boşuna kontrol etmeye çalıştığını anlayabilmişti böylelikle. Küçük bedeni ürkütmek istemediğinden ne sesini çıkartabilmiş ne de elini uzatabilmişti dakikalardır. Onun isteğinin bu yönde olduğunu anladığında ise önünde durduğunu sandığı engeller ortadan kaybolmuşlardı.

“Sarılayım mı?” Sinem hevesle sorarken, Yekta ikisi de sarılmak için birbirinden hamle bekleyen karısı ve oğluna müdahale etmezse durumun devam edeceğini anlayarak Pamir’in bedenini kaldırıp yavaşça kendi üzerinde ters çevirdi. Şimdi sırtı babasının göğsüne yaslanmıştı Pamir’in.

Bakışlarını saklayabileceği bir omuz kalmadığından kırptığı gözleri aniden annesine çarptı. Hızlı hızlı nefeslenirken bedeni heyecanının etkisiyle yerinde kıpırdanıp duruyordu. Filinin yanındaki çerçevedeki kadını tanımakta biraz zorlanmıştı. Fotoğrafta omuzlarına zar zor değen kısa saçlara sahip kadın, şimdi neredeyse karnına inen saçlarıyla Pamir’e farklı gelmişti. Doğum sonrası henüz tamamını vermediği kilolarıyla çekilmiş olan fotoğrafın aksine, yanakları kemiklerini belli edecek kadar incelmişti aynı zamanda da. Tüm bunlara rağmen gözleri, dudakları ve burnu Pamir’in fotoğraftan gördüğü sima ile tıpatıp aynı görünüyordu.

Sinem, daha fazla konuşamayacağını hissettiğinde titreyen kollarını iki yana açtı. Pamir, bunun bir çağrı olduğunu anlamakta zaman kaybetmemişti. Kalçasını babasının kucağından kaldırıp bedenini öne doğru attığında, annesinin kollarının arasındaydı artık.

Sinem’in bir bacağı Pamir’in bacakları arasında kalacak şekilde kucak kucağa halde duruyorlardı. Pamir başı kucağında olduğu bedenin boynuna düştüğünde geri çekilmeyi denemek yerine oraya daha çok sindi. Sinem dudaklarından dökülen hıçkırığı kontrol edemeyerek dışarı döktüğünde kolları sıkıca oğlunun üzerine kapanmıştı. Güçsüz görünen, dokunsanız parçalara ayrılacakmış gibi zayıflamış bedeni Pamir’e öyle sıkı tutunmuştu ki ayırmaya çalışsalar kimsenin gücü buna yetmezmiş gibiydi o an.

Saçlarından buram buram burnuna dolan bebek kokusuyla Sinem, zihninde binlerce kilit varmış da o kilitler peş peşe açılmaya başlamış gibi sarsılmıştı. Az önce uzun uzun dinlediği, Pınar tarafından kendisine anlatılan her şeyin aslında hafızasındaki sisli bulutların ardında zaten bulunduğunu böylece kavramıştı.

Kocasından, oğlundan, sevdiklerinden ve evinden neden uzakta olduğunu Sinem hep biliyordu. Fakat yaşayabilmeye devam etmesi için bunları unutmuş gibi davranmaya, aklına uyup Yekta dışındaki tüm gerçekleri unutmuşçasına zihnini boşaltmaya karşı koyamamıştı. Bunu yapmasaydı bir buçuk yılı tamamlayabilir miydi, orası büyük bir soru işaretinden ibaretti.

“Annecim,” diye mırıldandı hıçkırığının hemen ardından. “Bebeğim,” derken sesi titriyordu.

Yekta, araya girmemek için sessizce onları izlemekten başka bir şey yapamıyordu. Ağlamaya başlamış olan karısını sakinleştirmek için ona uzanma güdüsüyle savaşmak kolay değildi, ancak ikisine zaman tanıması gerektiğinin de farkındaydı.

Pamir’in bedeninin sarsıldığını gördüğünde Yekta’nın kopmaya zaten çok yakın olan ipleri koptu. O konuşmaya başlamadan Sinem konuşunca, arkasına yaslanarak onların birbirlerini anlamaya çalışmalarını izlemeye başladı.

“Ne oldu annecim, ağlama, niye ağlıyorsun?” Sinem telaşla sorular sorarken bir yandan da boynuna inci tanelerini döken oğluna bakmak için onu geriye doğru çekmeye çalıştı. Pamir, kafası geriye doğru geldiğinde kızaran yüzüyle Sinem’e baktı. Bakışları iki yaşında olan o değilmiş gibi derindi.

Omuz silkmeye çalıştı. Neden ağladığını anlayamamıştı, annesinin ağlayışından etkilendiğini algılamayacak kadar küçüktü. Sinem, oğlunun yüzünde bulduğu boşluklara tek tek öpücükler bırakırken sırtını ve saçlarını okşuyordu.

Pamir, alışkın olmadığı anne öpücükleriyle şaşkın şaşkın karşısındaki kadına bakakalırken gözyaşları yanaklarına inmeyi bırakmıştı. Sinem, onu sakinleştirmeyi başardığında aferin bekleyen küçük bir çocuk gibi yanında oturan adama döndü.

Yekta, karısının kendisine çevrilen bakışlarından ne istediğini anlamıştı. Değil bir buçuk yıl, on buçuk yıl da geçse karısının bakışlarından içini okuyabilirdi. Gözlerini yavaşça kapatıp açarak, dudaklarındaki gülümsemeyle onlara bakarken Sinem istediğini aldığı bakışların ardından oğluna dönmüştü yeniden.

Pamir küçük avuçlarını kaldırıp annesinin yanaklarına yasladı. Yaşlarla ıslanan yanakları silmeye çalışırken bir yandan da annesinin yanaklarını okşadığının ve bunun kadına neler hissettirdiğinin farkında değildi.

“Baba!” diyerek telaşla Yekta’ya dönüşü ise anne ve babasını şaşırtmıştı.

“Söyle babam.”

“Yanakları çok soyuk, anne üşümüş.”

Yekta, gözlerinin yanmaya başladığını hissederken bunu karşısındaki ikiliye belli etmeden toparlandı. Dün karısına ilk kez dokunduğunda hissettiği soğuk yanakları, onu geçmişe götürmüştü apar topar. Sinem’in yanaklarının sıcak olduğu bir zaman neredeyse hatırlamıyordu. Buz gibi yanaklarla gezerdi karısı hep. Isıtma işi de kendisine kalırdı, kendisine sokulan karısını ‘istemem yan cebime koy’ tavrıyla seve seve ısıtırdı.

Şimdi ise görevini ikisinden kopup can bulan parçayla paylaşıyordu. Bu sahnenin hayalini kurmuştu elbette, kurmamış olması garip olurdu ancak hayallerinin gerçeğe dönüşebileceğine olan inancı yitip gitmişti. Düne kadar…

“Isıtalım anneyi, üşümesin o zaman.”

Pamir bu öneriyi oldukça mantıklı bularak babasına kafa sallarken Sinem onları yanak içlerini ısırıp ağlayışını kontrol etmeyi denerken izliyordu. Pamir’in kendisi yüzünden yine ağlamaya başlamasından çok korkuyordu.

Yekta, Sinem’in beline sardığı tek koluyla bedenini kendisine yasladığında hafif yan dönüp karısının göğsünü sırtına doğru yaslamıştı. Pamir halen annesinin kucağında olduğundan şimdi üçü iç içe geçmiş gibi yakın haldelerdi.

Çenesini Sinem’in saçlarının arasına bıraktıktan sonra ellerini Pamir’in küçük ellerinin üzerine bıraktı. Sinem, yanaklarında gezinen iki çift elin verdiği sıcaklıkla iç çekerek gözlerini kapatmıştı.

Pamir ellerini annesinin yanağından çekmeden, halen etkisinde olduğu uyku sersemliğini geri kazanarak Sinem’in koynuna doğru yaslandı. Yekta’nın çenesi karısının saçlarında, karısının çenesi ise oğlunun saçlarında kaybolmuş hale geldi böylece.

Pamir’in odasındaki filin yanına yerleştirilecek olan ikinci çerçevenin fotoğrafı da bu saniyelerde çekilmişti. Kocasının yanından tüm ısrarlara rağmen sıvışıp kış bahçesini çaktırmadan kontrol eden Pınar, bu anı gördüğü gibi ölümsüzleştirmişti.

Dört aylıkken bulunduğu fotoğraf karesi, bu kez iki yaşına basmasına azıcık bir zaman kalan Pamir’i ağırlıyordu. Yekta’nın saçları o zamana göre daha kısa, Sinem’in saçları oldukça uzundu. Değişmeyen sayılı şeylerden biri ise şüphesiz, o kareden etrafa yayılan huzurdu.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm