Aykırı Çiçek 55.Bölüm
55.BÖLÜM
“Belini bir kenara bıraktım ama yeşillerine de yazık
artık zümrüt göz. Saatlerdir kıpırdamadın yerinden.”
Acar, bahsettiği saatler boyunca oturduğu koltuktan pek
kıpırdamadan birkaç adım ilerisindeki manzarasını seyre dalmıştı. Fakat kendi
bulunduğu yer konforlu bir koltukken, İzgi’nin yüksek bir taburede oturuyor
olması durumlarını oldukça farklı kılıyordu.
Sabah saat on sularında Yaman’dan aldığı arama sonucunda
kendisini apar topar evden atıp, yan binasında bulunan atölyeye yol almıştı. ‘Deniz’i eve girmeye ikna edemedim, burası
karmakarışık. Atölyeye gideceğim diyerek çıktı.’ demişti Yaman ona. ‘Yanına
git’ gibi bir şeyler eklemesine gerek kalmamıştı, Acar’a gitme dese de
gideceğini biliyordu zaten.
Acar kendisinde de bulunan yedek anahtar sayesinde
atölyeye İzgi’den önce girmiş ve onu içeride beklemişti. Dün akşam, daha
doğrusu gece onlarla havaalanına kadar gitmişti; sevgilisini de en son o zaman
görmüştü. Gece boyunca -hatta uyuyamadığı için sabaha kadar- İzgi’yi aramamak
ya da mesaj yazmamak için kendisini zor tutmuştu.
İzgi atölyeye girdiğinde, Acar’ın içeride olmasına bir an
bile şaşırmamıştı. Üzerindeki fazlalık parçaları birer ikişer döküp kendisini
uzun zamandır dokunmadığı tuvalinin başına atmıştı. Atış o atıştı, İzgi saatlerdir
oradan hiç kalkmamış, Acar’ın tek tük sorularını cevapsız bırakmış ve acelesi
varmış gibi tam odakla resim yapmaya başlamıştı.
Birkaç ay öncesinde genel olarak sıkça yalnız hissettiği,
yapacak bir şeyler bulamadığı bir hayata sahipti. Bu da kendisini hep renkler
ve çizgilerle oyalama ihtiyacı duymasına yol açıyordu. Sonraları ise tam tersi
şekilde, tuvalin başına oturacak pek zaman bulamamıştı. Hayatına yeni eklenen
kişiler, önceden var olan ancak yıllar sonra tekrar günlerine dahil olmuş
kişilerle birleşmiş ve İzgi’ye resim yapacak çok da zaman bırakmamışlardı.
Şimdi kendisini buraya bırakışı ise ne oyalanma
ihtiyacından ne de can sıkıntısındandı. İzgi ne hissetmesi gerektiğini
şaşırdığı, içindeki seslerden bile ürktüğü bir sürecin içindeydi. Çizgilere ve
özellikle renklere sığınmaya, onların kendisini anlatmasına ihtiyacı vardı.
Dilinden bir şeyler dökesi yoktu. Onu, onun elinden çıkanlar anlatsın
istiyordu.
İçeriye girdiğinde çıkarttığı kazağı yüzünden üzerinde
yalnızca kalın askılı yarım bir atlet vardı. Acar ona kıyafetini geri giydirmek
yerine kaloriferlerin el değmeyecek kadar sıcak olmasını sağlamakla yetinmişti.
Ev bu nedenle fazlasıyla sıcaktı. Bileğine ne zaman geçirdiğini bilmediği
tokasıyla saçlarını dağınıkça toplayışı da bu yüzdendi İzgi’nin. Ensesine
yapışıp darlanmasına sebep olan saçlarını ancak böyle engelleyebilmişti.
“Kime diyorum güzelim, duymuyor musun beni?” Acar,
cevapsız kalmaya ve gözünün önünde zarif bedenine işkence eden sevgilisine
artık dayanamadığında koltuktan doğruldu. Ayağa kalkıp birkaç adım attığında,
göğsü neredeyse İzgi’nin sırtına değecek kadar yakınlardı artık.
Sol elinde duran boya paletine uzandığında, paleti ondan
almanın zor olacağını zannetmişti. Fakat yanılıyordu, İzgi sakince ona bu izni
vermiş ve palet Acar’ın eline geçmişti. Acar elindekini kenarda bulduğu ilk
boşluğa bıraktıktan sonra, bu kez sağ elinde duran fırçaya yöneldi. Fırça,
halen tuvale temas ediyor; ucundaki koyu kırmızı renk, beyaz kumaşa belirgin
izler bırakıyordu.
Acar, İzgi’nin ince parmaklarına kendi parmaklarını
dolayarak fırçanın hareketini kestiğinde tuvale değmemesi için yavaşça ellerini
geriye doğru çekti. “Daha sonra devam edersin, şimdilik yeterli.”
İzgi’nin bunu duyduğunda fırçayı aniden bırakacağını
hesaba katmamıştı. Bu nedenle kadının parmakları arasından ayrılan fırçayı
tutmak için gerektiği kadar hızlı hareket edememişti. Fırça, parkeye tok bir
ses eşliğinde temas ettiğinde Acar gözlerini birkaç saniyeliğine kapalı tuttu.
Gözlerini araladığında başını eğerek, yüzünü yavaşça
İzgi’nin toplu ama dağılmış saçlarının arasına yasladı. Alışkın olduğu koku
burnundan içeri akın etmeye başladığında saatlerdir koltukta oturmuyormuş da
sanki biri ona masaj yapıyormuş gibi gevşemişti. Dudaklarını bulunduğu yere
sertçe bastırıp öptü.
İzgi saç telleri arasında kaybolan yüzün ağırlığıyla
sessizce iç çekti. Sağ eli hâlâ Acar’ın elinin içerisindeydi. Parmaklarının da
tıpkı bedeni gibi güçlü bir kuşatma altında olduğunun farkındaydı. Sırtına
yaslı duran sert göğsü, parmaklarını sıkıca tutan parmakları ve saçlarına yaslı
olan kafası; Acar’ın İzgi üzerindeki etki alanını katbekat genişletmişti.
Acar birleşik olan ellerini hareketlendirip İzgi’nin
soluna, kalbinin tam üzerine kendi eli altta kalacak şekilde yasladı.
Üzerindeki yarım atlet sayesinde, elinin büyük bir kısmı çıplak tenine
değiyordu. Aklı da ruhu da bambaşka diyarlardaymış gibi görünen kadının kalp
atışlarının avucunu bu denli hızlı dövmeye başlamasını beklemiyordu. İzgi’nin
onun yanındayken hızlanan kalp atışlarına alışkındı, kendisi de ondan farksız
hatta belki de beter halde olduğundan bunu garipseyemezdi zaten.
Acar’ı şaşırtan, sabahtan beri sorduğu basit sorulara
dahi cevap vermemeyi seçip kendisini kapatmış olan kadından böylesine hızlı
atışlar duyumsamasıydı.
“Kalk ayağa,” dedi büyük bir dinginlikle. İzgi’nin onu
dinlemeyip, harekete geçmeyişinin ardından ise sakinliğini korudu fakat boştaki
elini uzatıp sandalyenin dönebiliyor olmasını kullanarak kadını kendisini
çevirdi.
Normal bir sandalyeye göre yüksek olmasına rağmen,
sandalye İzgi’ye Acar karşısında boy avantajı sağlayamamıştı. “Kalkmayacaksın
öyle mi?” diyerek bu kez sorar gibi konuştuğunda İzgi boynunu hafifçe geriye
doğru attı. Böylece Acar’ın gözlerine bakabilmişti.
Başını iki yana salladıktan sonra aniden havalanmayı ise
kesinlikle beklemiyordu. Koltukaltlarının biraz aşağısından sıkıca kavrayan
Acar, oyuncak kaldırıyormuş gibi basit bir hamleyle sevgilisini sandalyeden
ayırmıştı. İzgi ayaklarının yere basacağını zannetti, ama öyle olmadı. Acar onu
kaldırabildiği kadar havaya kaldırıp, bacaklarını beline dolayabileceği bir
pozisyon yaratmıştı.
Refleksle bacaklarını Acar’ın kalçasının biraz üstünde
çaprazlayan İzgi, şu ana dek yüzünde hiçbir belirtisini göstermediği
yorgunluğunu daha fazla saklamaya çabalamadan ortaya çıkarttı. Acar, İzgi’nin
yanında göstermeyi bıraktığı bencilliğini uzun zaman sonra serbest
bıraktığında; İzgi’yi ensesinden kavrayarak boynuna bastırdı.
Yorgun bakışlarını, yüzünün her santimine yayılmaya
başlamış olan acısını görmeyi reddederek; bencil bir istekle yapmıştı bunu.
Dayanıklı olduğunu sandığı, yıllarca soğukluğuyla dış etkenlere kapalılığıyla
övündüğü kalbi kaldıramayacak gibiydi çünkü. İzgi ona kırgın, küçük bir kız
çocuğu gibi baktığı zamanlarda Acar hem dünyadaki en güçsüz adammış hem de
karşısındaki kadını korumak için tüm dünyayı karşısına alırmış gibi
hissediyordu.
İzgi, itiraz etmeden yaslandığı boyunda sessiz nefeslerle
soluklanırken Acar’ın koltuğa oturup kendisini bırakmadan kucağına
yerleştirdiğini fark etmişti. Acar’ın iki yanına düşen bacaklarıyla iyice
kucağına sinmekte tereddüt etmedi.
İzgi’nin üzerindeki parça, Acar’ın elinden bile küçük bir
alanı kapatmaya anca yetebildiğinden sırtını okşamaya başlayan el büyük
çoğunlukta çıplak tenine temas ediyordu. Acar’ın soğuk eli, sırtında ürpertici
dokunuşlarla gezinirken diğer eli belinde hareketsizce duruyordu. İzgi,
sevgilisi tarafından bu şekilde çepeçevre kuşatılmaya alışkındı, ama alışkın
olması bunun eski anlamını yitirdiğini göstermiyordu. İlk günkü tazeliğiyle,
Acar onu ilk kez sarıyormuş gibi hissediyordu.
“Kimden kaçıyorsun güzelim? Ne korkutuyor seni? Anlat
bana, buradayım, yanındayım.” Acar sorduğu soruların cevaplarını bilmiyor
sayılmazdı. Kucağındaki bedenin korkusunun da yorgunluğunun da nedenini tahmin
ediyordu, anlıyordu. Yine de ondan duymak, onu artık konuşturmak istiyordu.
Birkaç dakika boyunca etrafa hâkim olan sessizlik,
Acar’ın beklediği gibi İzgi tarafından bozuldu. Bir nebze de olsa rahatlamıştı
onu duyduğunda.
“Acar,” diye başlayan kadını duyunca gözlerini yavaşça
kapattı. Sırtındaki eli hızını ve rotasını hiç değiştirmeden orada gezinmeye
devam ediyordu. “Ben abimi ve Pamir’i, Sinem’den ayırmışım.” derken derin bir
nefes almayı denedi. “Çok korkunç bir his bu, ben… Ben aldığım nefeslerden hiç
bu kadar nefret etmemiştim.”
Acar bedeninin kasıldığını fark etse de buna engel olmak
için çaba göstermedi. Boynunda duyumsadığı nefeslere o şükrederken, kadından
böyle bir şey duymak sarsılmasına sebep olmuştu.
Dün mektupta yazanları okuyuşu ve devamında odada
İzgi’nin abisine olanları anlatışından sonra Acar sürekli kendisini Yekta’nın
yerine koymaya başlamıştı. Bu o kadar illet bir refleksti ki Acar ne
engelleyebiliyor ne de müdahale edebiliyordu.
Havaalanından sonra kendisini eve attığında da gözünü
kırpmadan sabah etmesinin en büyük etkenlerinden biri buydu. İzgi’nin elinden
kayıp gideceği düşüncesiyle delirmişti, var olmayan bir senaryoyu tekrar tekrar
oynatan zihni nefesini kesmişti. Olmaz denilen, imkânsızın kıyısında gezinen ne
varsa gerçekleşiyordu son dönemlerde hayatlarında. Bu da Acar’ı her düşündüğü
gerçekleşebilirmiş gibi hissetmeye itiyordu, elinde değildi.
“Sen kimseyi kimseden ayırmadın Feris, böyle bir yükün
altına kendini atmana; özellikle en masum olanlardan biri senken bunu yapmana
izin vermem.”
“Yansaymışım… Ben o yangında yansaymışım keşke m-…”
“Sakın! Sakın dedim, bak bana!” Acar, yükselen sesiyle
araya girdiğinde İzgi’nin irkilmesini umursamadan onu boynundan kaldırdı.
Çenesini iki parmağıyla sertçe kavrayıp göz göze gelmelerini sağlamıştı
sonrasında.
“Sen beni hiç tanımamış olurdun bu karmaşalarla uğraşmak
yerine hayatına devam ederdin, ölümüme çoktan alışmış olan ailem yirmi yılın
sonunda beni bulup geç kalmışlıklarına yanmak zorunda olmazlardı, Sinem
kocasından ve oğlundan ayrılmazdı…” Peş peşe sıraladığı cümleler hiçmiş gibi
dudaklarından dökülse de Acar donakalmıştı. Onu bu düşüncelerden nasıl
arındıracağını düşünüp bulmaya çalışıyordu. “Şeyda bile ölmemiş olurdu. Ben
hayatına dokunduğum herkesi yakıyorum görmüyor musun? Yanan ben olsaydım,
kimseye bir şey olmayacaktı.”
Saydıkları tek doğru olanlarmış gibi kendinden emin bir
tavırla konuşan İzgi, son kelimesinin ardından yorgunluğun bastırdığı bedenini
dik tutamayıp başını eğdi. Acar duyduklarının etkisiyle afallamıştı, bu sayede
çenesinde duran eli de gevşemişti. İzgi yavaşça yanağını Acar’ın omuzuna
bıraktı. Yüzü boynuna değil, salonun kapısına doğru dönüktü.
“Acı çekmek ve çektirmek için yaşıyorsam, hiç
yaşamasaymışım.” diye mırıldanabildi son gücüyle.
“Sen benim en büyük şansımsın, en güzel hediyemsin.
Bunları… Bunları nasıl düşünürsün Feris? Ne demek hiç yaşamasaymışım?” Acar
elini sanki kendisine ait değilmiş gibi iğreti bir biçimde kucağındaki bedenin
sırtına bıraktı yeniden. Onu göremiyordu ama omuzuna bir bir düşüyor olan
yaşları hissedebiliyordu.
“Tamam, tamam ben seni tanımamış olurdum. Ot gibi
yaşamaya devam ederdim bu siktiğimin dünyasında. Madem bu kadar basite
indirgeyebiliyorsun, evet öyle olurdu. Peki ailen Feris?” büyük bir şaşkınlıkla
konuşuyordu. Duyduklarının bir anda oluşan düşünceler olmadığını, hep içten içe
sevgilisinin aklında bir köşede bekleyenler olduğunu haykırıyordu mantığı.
Sinem olayı yalnızca patlamanın fitilini ateşleyen kıvılcımı yaratmıştı.
Biriken tüm olaylar aslında kucağındaki kadında kocaman
yaralar açmış, oluk oluk kanayan yaralar kapanıyormuş gibi çevresindeki herkesi
kandırmayı başarmıştı. Gülüşleriyle, kahkahalarıyla o kadar iyi kandırmıştı ki
onları…
Ne onu en çok tanıdığıyla övünen Koray, ne tüm
çıplaklığıyla kendisine geldiğini düşünen Acar ne de canı yanacak diye gözünün
içine içine bakıyor olan ailesi fark edememişti hiçbir şeyi. İzgi, iyi bir oyuncuydu.
“Ailen de mi tanımamış olurdu seni? Seni bulduklarında
neler yaşandığını hatırlamıyor musun? Sence Deniz Göktürk’ün ölmüş olduğuna
alışmış gibi mi duruyorlardı? Eğer sen onlara hiç dönemeyecek şekilde gitmiş
olsaydın, şimdi olduğundan daha mı mutlu olurlardı?”
İzgi onu dinliyor muydu emin değildi. Omuzuna düşen
yaşlar hızlanmış, bedenine yaslı beden hafif titremelerle sarsılmaya
başlamıştı. “Olurlardı.” diye cevap aldığında kendisini dinlediğini, duyduğunu
kesinleştirmişti.
“Hiç annenin ve babanın ortamda sen varken sana nasıl
baktıklarını görmedin o halde, abilerinin yanlarında sen varken başka kimseye
bakmadıklarına şahit olmadın. Seninle birlikte tamamlanan üçüzlerine de gözün
çarpmadı hiç değil mi?” Duraksamadan konuştuktan sonra dudaklarını sanki
kaybolmasını engelleyecekmiş gibi peş peşe saçlarına bastırdı. “Ben senin
yerine de gördüm Feris. Sen sızının tazeliğine yenik düşüp, hiç olmayacak
şeyler düşünüyorsun sadece. Sana yemin ederim etrafında bulunan kimse sensiz
bir hayatı hiç hayal etmemiştir. Bu sandığın gibi her şeyi düzeltecek olan değil,
en korkunç olan olurdu.”
Kollarıyla sarabildiği kadar sardı onu, sıkıca sarıldı
kucağındaki kadına. “Sensizlik çok korkunç olurdu zümrüt göz, yalvarırım bir
daha aklından bile geçirme bunu.”
~
“Anlattıkların gerçek gibi gelmiyor. Ben anlayamıyorum ki
hiç.”
Yekta gözlerini, kendisiyle konuşuyor olsa da sanki içine
içine mırıldanıyormuş gibi sessizce cümleler kuran karısının gözlerinden hiç
ayırmıyordu. Onu kucaklayıp o evden çıkarttığından beri bakışlarının
birbirinden ayrılmaması için çabalıyordu.
Varlığının bir rüyadan ibaret olmadığına Sinem’i nasıl
inandırabileceğini düşünüp duran aklının öne sürdüğü ilk çözüm buydu. Sürekli
ona bir şekilde temas ediyordu bir yandan da. Ya elleri birleşikti, ya karısını
kucağına hapsediyordu ya da mutlaka bedenini kendisine doğru yaslıyordu. O
evden çıktıklarından beri tüm bunları devam ettirmişti Yekta.
Sinem’in bebeklerini hatırlamadığını belli ettiği andan
sonra, bu konuyu ayrıntılarıyla açıklamak yerine bir kenara bırakmaya karar
vermişti. Eve ulaştıklarında, Pamir’i kendisi gördüğünde inanması daha kolay ve
sağlıklı olacak diye düşünmüştü.
Hatırlamadığı tek şeyin bebekleri olduğunu babasını,
amcasını ve abisini gördüğünde verdiği tepkilerden anlayabilmişti. Ortada
hafıza kaybı gibi bir durumun var olmadığını böylece kesinleştirmişti. Sinem
bir buçuk yıl öncesine dair her şeyi hatırlıyordu. Oğulları hariç her şeyi…
“Anlamlandırmak için acele etmen gerekmiyor ki.” dedi
Yekta güven verir bir tonla. “Yavaş yavaş her şey anlamlı hale gelecek Sinem,
söz veriyorum öyle olacak.”
Mardin’den dönüşleri, bulabildikleri ilk uçağın sabah
saatlerine sarkması nedeniyle biraz gecikmişti. Havaalanına ulaşmaları, orada
bekledikleri süre ve devamında uçak yolculuğu derken Sinem hem afallamış hem de
fazlasıyla yorulmuş haldeydi. Yekta’nın bir anda kaybolacağına dair kuşkuları
yerli yerindeydi, tek yapabildiği sürekli ona bakmak ve ona tutunup gücü
yettiğince gidişine engel olabilmek için tetikte durmaktı.
Yekta, Sinem’in kendisine bir sürü soru soracağını
zannediyor olsa da karısının ağzını açmaya bile hali var gibi durmuyordu. Yol
boyunca sadece ara sıra adını mırıldanmış, sesini duymak istediğinde kendisine
‘Yekta’ demekle yetinmişti.
Havaalanından onları almaya gelen Ufuk ve Toprak’tı. İki arabayla
gelmişlerdi. Sinem’i gördüklerinde ilk yaşadıkları şoku atlattıktan sonra
kadını korkutmamak için pek yaklaşamamışlardı.
Yekta, Sinem ile birlikte Toprak’ın aracına geçerken
Savaş ‘hadi’ dercesine elini İzgi’nin sırtına yaslayarak onu da o arabaya
yönlendirmeyi denedi. Denemekle de kalmıştı. İzgi, yola çıktıklarından beri
bıçak açamayan ağzını ilk kez aralamıştı çünkü. “Ben Ufuk’la gelirim. Sen
abimlerle git.”
Savaş, anlamlandıramadığı bu itiraza bir şeyler söylemek
istese de sustu. “Tamam, ben de geleyim seninle. Ufuk’la gideriz.”
İzgi başını iki yana salladı. “Onlarla git, yanlarında
dur.” Savaş, bunu söyledikten sonra küçük adımlarla Ufuk’un arabasına doğru ilerleyip
çoktan arka tarafa yerleşen kızına şaşkınca bakakaldı. Olanlardan
etkilendiğinin farkındaydı fakat o an kendisi de büyük bir karışıklığın
ortasında olduğundan kızının neden uzaklaşmaya çalıştığını mantığına
oturtamamıştı.
“Abi geç sen diğer arabaya, ben Deniz’leyim zaten. Yaman
da bırakmaz, bak oturmuş çoktan yanına.”
Barış, müdahale etme ihtiyacı hissederek durumu
yatıştırdıktan sonra Savaş kimseyi daha fazla bekletmemeyi seçerek Toprak’ın
arabasına doğru ilerledi. Aklı kızındaydı, aklı bu garip sürecin etkilerinden
nasıl kurtulacaklarındaydı.
Şimdi ise arabalar çoktan Göktürklerin bahçesine ulaşmış,
büyük çoğunluk eve girmiş haldeydi. Eve girmemiş olan isimlerden ilki İzgi’ydi.
Yaman’ın tüm dil dökmelerine rağmen eve girmemiş, yalnızca Ufuk eşliğinde
atölyeye doğru yola çıkmıştı. Yaman telefonundan Acar’ın ismini bulmuşken, bir
yandan da eve doğru gidiyordu. Böylece bahçede yalnızca Yekta ve Sinem ikilisi
kalmıştı.
Sinem, Yekta’nın havaalanı dönüşünde yarım yamalak da
olsa kendisine anlattığı olayları aklında düzenlemeye çalışırken zorlanıyordu.
Eve ilerlemeden önce onu durdurup kendisini anlamadığını belirtmesi de bu
yüzdendi.
“Ben… Sanki buraya gelmeden öncesinde neden burayı
unutmuş gibiyim ki?” dedi kendi kendini sorgularken. Bu evin, kocasının ailesine
ait olduğunu biliyordu. Şimdi içeri girse tek başına her odayı tek tek bulurdu,
hafızasında kolayca ulaşabildiği detaylardı bunlar. Fakat bu ana dek sanki
böyle bir evin varlığından hiç haberi yokmuş gibi zihni bu bilgiyi ondan
gizlemişti. Bu, Yekta dışında kalan insanlar için de geçerliydi. Onları
gördüğünde hatırlıyordu, ancak düne kadar hiçbiri ne ismen ne de sima olarak
aklında değillerdi. Hiç var olmamış gibi kayıplardı.
Yekta’nın aklında bu soruya cevap olabilecek birkaç şey
vardı. Yine de önce Selim’le konuşmak istiyordu. Sinem’in, uzak kaldığı ve
özlem duyduğu şeyleri daha fazla acı çekmemek için kendisine unutturmuş olması
mümkün müydü değil miydi tam olarak emin olamamıştı.
“Hava soğuk güzelliğim, içeri girelim artık. Yorma
aklını, her şeyi konuşup çözeceğiz.” Cevap vermekten kaçınarak konuyu bu
şekilde değiştirdiğinde Sinem itiraz etmedi.
Onlar içeriye adımlarken, evin salonunda da Yaman dört
yanı kuşatılmış şekilde kız kardeşini neden eve getirmediğiyle ilgili
sorgulanmaktaydı. Savaş, Toprak ve Barış içeriye önden girdikleri için geriye
kalanların ne yaptıklarından habersizlerdi. Yekta ve Sinem’in geç kalışlarını
anlayabilmişlerdi, konuştuklarını camdan baktıklarında görebiliyorlardı zaten.
Fakat içeriye tek giren Yaman ile, Ufuk ve İzgi’nin nerede olduğu konusu
sorgulanmıştı.
“Ne demek eve girmek istemedi abi? İstemedi, sen de tamam
git mi dedin?” Rüzgar hayretle ve sesine hakimiyet kuran siniriyle konuştuğunda
Yaman alnını ovuşturdu. “Israr ettim ama bir yere kadardı Rüzgar, ona nasıl yaklaşmam
gerektiğini bilmiyorum. Her şeyi daha da bok etmek istemedim abim, tamam mı?
Anladın mı?”
Selim, yanında yengesiyle omuz omuza oturan annesinden
uzaklaşıp ayakta dikilerek birbirlerine yükselen kuzenlerine yöneldi. “Doğru
olanı yapmışsın zaten, Sinem’i ve onun bizimle karşılaşma sahnesini görmesi
gereken son kişi Deniz. Herkes bu gerçeği bir sindirsin, hem Deniz’e hem
Sinem’e yetecek hale gelelim; öyle bir arada olalım. Halimize bakın kimse
birbirini anlamıyor şu an.”
Savaş, kendisine ‘kızım nerede’ der gibi bakan karısına
yeğenini işaret etti. “Duydun yavrum, bak ne diyor.” Pınar, kalbine baskı yapan
annelik güdülerini Selim’in mantıklı açıklamasıyla birden sonlandıracak
değildi. Yine de kızının eve gelmemiş olmasını aklında bin türlü sonuçla
bağdaştırmıştı.
Kapıdan gelen adım sesleri salondaki konuşmaların
kesilmesine sebep olurken artık evde iki aileden eksik olan yalnızca iki isim
vardı. Ufuk ve İzgi dışında herkes aynı çatı altındaydı şimdi.
Pınar, destek aldığı eltisinden yavaşça ayrılırken Aylin
yine de onu tam bırakmadan ayağa kalkmasına yardımcı olmuştu.
Salonun kapısından ilk giren Yekta oldu. Elini
bırakmadığı, bir adım arkasında tuttuğu Sinem de hemen ardından içeri
adımlamıştı.
Salondaki büyük çoğunluk Sinem’i ikinci kez görmüş
olduğundan, şaşkınlık oranı ilk anlara göre düşüktü. Pınar ve Aylin dolu
gözlerle ona bakarken, Rüzgar da halen bedeninden tam atamadığı sinirini köşeye
itmiş ve durumun gerçekliğini kendisine kanıtlamak ister gibi gözlerini
yengesine dikmişti.
Sinem’e doğru hamle yapmak, şu ana kadar Yekta dışında
kimsenin niyetlenmediği bir iş olsa da Pınar hiç düşünmeden kapıya doğru
ilerledi. Sinem’in yanına vardığında onu kollarının arasına alması da
saniyelerini almıştı.
Sinem, kendini Pınar’ın kollarında bulduğunda salondakiler
onun geri çekileceğini ya da belki afallayacağını düşünmüşlerdi. Özellikle
Yekta pür dikkat karısının hareketlerini izliyordu. Düşüncelerin aksine Sinem
ne geri çekilmiş ne de yüzüne şaşkınlık içeren bir ifade kondurmuştu. Yekta’nın
elini bırakmadan, diğer koluyla kendisine sarılan kadının sırtını kavradığında
Pınar dayanamayıp hıçkırdı. “Canım benim, hoş geldin güzel kızım.”
Karşılaması, Sinem bir buçuk yıldır ölü biliniyormuş gibi
değil de sanki uzun süre onlardan uzakta kalmış ve geri dönmüş gibiydi. Saf
özlemden ibaretti, şaşkınlığını hiç dışarı yansıtmamıştı. Sinem’e iyi gelen de
buydu. Aklı yeterince karışıkken karşısındaki insanların ona şaşkın balıklar
gibi bakması daha da boğulmasına yol açıyordu çünkü.
Hissettiği sıcaklık, gözlerinden birkaç damla yaş firar
etmesine neden olurken dudaklarını ısırdı. Ağlamaya başlaması için kendisini
zorlayan hisleri kontrol etmek kolay değildi ama deniyordu.
“Pınar anne,” diye mırıldandığında Pınar’ın ağlayışı
Sinem’in aksine durdurulamaz hale geçmişti çoktan. “Söyle canım.” diyebildi.
“Sana bir şeyler sorabilir miyim?” Sinem’in soru sormak
için neden Pınar’ı seçtiği odadaki herkesi meraka sürüklerken en şaşkınları
şüphesiz Yekta’ydı. “Sor tabii, kış bahçesine gidelim birlikte gel. Sen çok
seviyorsun orayı.”
Yekta bir şey diyemeden Pınar ve Sinem birlikte salondan
çıktıklarında geride kalanlar oldukça şaşkınlardı. Tek bir kişi hariç.
Gözlemlemeye alışkın olan, içinde bulunduğu grubun en objektifi olan Selim az
önceki diyalogların nedenini gayet iyi kavramıştı. Açıklama yapmakta da
gecikmedi.
“Hepimiz onu görür görmez sanki dünyada var olmayan bir
şey görmüş gibi şaşkınlıkla baktık. Eminim ilk karşılaştığınız andan beri böyle
gelişti bu, ama yengem sadece uzun zamandır onu görmemiş ve özlemiş gibi
bakıyordu. Sinem, onun hayatta olmadığını düşündüğümüzü biliyor mu emin değilim
ama bana kalırsa bilmiyor. Şaşkın bakışlar onu ürkütmüş olmalı.”
Taşlar yerine otururken, daha önce bu açıdan bakamamış
olan herkes biraz da anlamlandırmış haldeydi durumu.
Bir saate yakın bir süre Pınar ve Sinem’den ses
çıkmazken, Yekta birden fazla kez yanlarına gitmek için ayaklanmış ancak her
seferinde babası tarafından durdurulmuştu. Aylin, Barış ve Selim üçlüsü kendi
evlerine geçip buradaki kalabalığı azaltmaya yardımcı olduklarından salonda
Savaş, Yaman, Toprak ve Rüzgar vardı sadece.
Ne konuştuklarına dair fazlasıyla merak duyan Yekta
yerinde duramazken salona giren küçük bedeni gördüğünde yüzünde buruk bir
gülümseme belirdi.
Pamir, babaannesinin zorlukla yatırdığı uykusundan yeni
kalkmış; gözlerini ovuştura ovuştura tökezleye tökezleye salona kadar gelmişti.
“Ben yuyandım, ama kimşe gelmedi.” derken buna ne kadar üzülmüş olduğunu sesini
kısık tutarak belli ediyordu.
“Duymamışız uyandığını amcacım, bak gelmişsin sen
yanımıza işte.” Toprak ona açıklama yaparken, Pamir pek dinlemeden kendisini
babasının yanına atmıştı. Sabah uyandığında evdekilerin birçoğunu göremeyince
fazlasıyla mızmızlanmıştı. Rüzgar, sevdiği ve hayır diyemediği oyuncaklarıyla
onu oyalamış, yorgun düştüğünde de babaannesi tarafından yeniden uyutulmuştu.
Öğle uykusu saatinden önce uyutulunca dengesi şaşmıştı, şimdi de bu yüzden
huzursuzlanıyordu.
Yekta, oğlunu kucağına alıp göğsüne yaslarken burnunu
saçlarının üzerine yaslayıp soluklandı. “Güyaydın baba.”
“Günaydın babacım, günaydın.”
Uykusunda üşümemesi için sıkıca örtülere sarındığını
belli eder gibi bedeni sıcacıktı. Yekta onun sıcaklığını kendi üzerinde
hissederken gözleri huzurla kapandı. “İş bitti mi?”
Babasının işe gidip gitmeyeceğini merakla sorgularken
omuzuna gömülmüştü. “Bitti oğlum, gitmeyeceğim işe bugün. Yanındayım.”
Pamir hevesle anlamsız mırıltılar çıkarttı. Babasının
evde olduğu günleri diğer tüm günlerden daha fazla seviyordu.
Pamir’in gelişinin ardından da yarım saat geride kalmış,
dolayısıyla Sinem ve Pınar’ın odadan çıkışından itibaren neredeyse iki saate
yaklaşan süre geçip gitmişti. Salonda Pamir babasına sessiz sessiz bir şeyler
anlatırken, başka kimseden ses çıkmıyordu.
Savaş, yaşananların yorduğu bedeni ve aklını toparlamaya
çalışırken oturduğu tekli koltukta başını geriye doğru atmıştı. Toprak,
Rüzgar’ın her an ayaklanıp üçüzlerinin yanına gidecekmiş gibi duruşunu fark
ettiğinden onun dibindeydi. Selim abisinin söylediklerinden sonra, ona hak
vermişti. Rüzgar’a oranla daha az fevri olduğundan bu konuda ona sahip çıkacak
isim kendisiydi.
Yaman ise mesaj atıp durduğu Acar’a, biraz daha kendisine
geri dönüş yapmazsa nasıl saldırmasını gerektiğini düşünmekteydi. İzgi’nin
atölyeye geldiğini, resim yaptığını söylemişti. Sonra ise sesi soluğu
çıkmamıştı. Bu kadar saat resim mi yapıyor diye düşünüp bu şıkkı elese de, kız
kardeşi gerçekten bu dakikaları tuvalinin başında geçiriyordu.
Salonun kapısından görünen isim yalnızca Pınar olunca,
hepsi tereddütle annelerine baktılar. Savaş da hareketliliği fark etmiş ve karısına
dönmüştü. “Sinem nerede anne?” Yekta duraksamadan sorunca Pınar sakince
gülümsedi. Hem huzurlu hem de yorgun bir gülümsemeydi.
“Kış bahçesinde, seni bekliyor.” dedi önce. Ardından
gözleri oğlunun kucağında duran torununa kaydı. Uykulu gözlerle kendisine bakan
Pamir’e öpücük attığında Pamir gülerek babasının omuzuna kapanmıştı. “Sizi
bekliyor diyecektim, yanlış oldu.”
“Anne,” diyebildi Yekta şaşkınlıkla. Onları iki saat baş
başa bırakmıştı, annesi Sinem’le ne konuşmuş olabilirdi de karısı onu ve oğlunu
bekliyordu. Saatler öncesine döndü aklı, heyecanla ‘oğlumuza gidiyoruz’ dediği
kadın sanki ilk kez böyle bir şey duyuyormuş gibi afallamıştı. Sorgulamaya
başlamıştı. Yekta, eğer kendisini ve ailesini ilk görüşte hatırlamıyor olsaydı
karısının hafızasını kaybettiğinden emin olacaktı. Oğullarını hatırlamaması ne
demekti?
“Bekletme karını, yürü Yekta. Hadi annem, sizi bekliyor
diyorum.”
Yekta, Pamir’i sıkıca tutarak ayaklandığında salonun
çıkışına yönelirken yanından geçtiği annesinin alnına derin bir öpücük bıraktı.
“Ne anlattın ona bilmiyorum ama teşekkür ederim anne.”
“Kuru teşekkür kabul etmiyorum, sonra hesaplaşırız.”
Pınar, uzun bir süre ağladığı belli olan kızarık gözlerine rağmen muzip bir
şekilde gülmeye çalıştı. Yekta da onun bu çabasını karşılıksız bırakmayarak
dudaklarını kıvırmıştı.
Yekta ve Pamir salondan çıktıklarında, Pınar kendisine
konuşması için büyük bir merakla bakan eşine ve oğullarına göz atıp derin bir
nefes aldı. Yaman’ın yanındaki boşluğa bedenini bırakıp oğluna sokulduktan
sonra dudaklarını aralamıştı hemen anlatmaya başlamak için.
Yekta salondan çıktığında, nereye gittiklerini anlamadığı
için gözlerini kısmış etrafa bakan oğlunu sıkıca tutarak kış bahçesine doğru
adımlamaya başlamıştı. “Baba neyeye gidiyoyuz?” diye sorduğunda Yekta adımlarını
yavaşlattı.
“Pamir,” dedi dikkatini çekmek için. “Odandaki fil
oyuncağının yanında ne vardı? Hatırlıyor musun?”
Pamir beklemediği soru karşısında biraz düşünceli bir
hale büründü. Fil oyuncağı kocamandı, hep aynı yerinde duruyordu. Onu kaldırmak
istediğinde zorlanıyordu, bu yüzden babası oyuncağını çekmeceli dolabının
üstüne yerleştirmişti. Beşiğinden kolayca görebileceği bir yerdeydi fili.
Aklına filin yanında duranın ne olduğunu getirmeye çalıştı. Kısa bir süre
içerisinde de bulmuştu.
“Buldum!” diye heyecanla sesi yükseldi. “Yesimleyimiz
vay, Pamiy çok çüçük yesimleyde ama.” *(Resimlerimiz
var, Pamir çok küçük resimlerde ama.)
“Evet babacım, Pamir küçük o fotoğraflarda. Daha bebektin
sen onlar çekildiğinde.” Fotoğraflardaki minik bebeğin kendisi olduğuna Pamir
ilk öğrendiğinde hiç inanmamıştı. Hep bu boyutta var olduğunu düşündüğünden
kırmızı suratlı, küçücük bir şey olmak aklına yatmamıştı. Babası zar zor ikna
etmiş, hatta kendi bebekliğini de gösterip onun da bir zamanlar küçük olduğunu
görsün istemişti. Pamir memnun olmasa da en azından ikna olmuştu.
“Şimdi bebek deyilim ama, büyük oldum.” Bebek olma
fikrine tahammül edemediğinden hemen araya girince Yekta onun bu tepkisine
gülümsedi. “Kocaman oldun hem de, çok büyüdün.” dedi onu destekleyerek.
“Fotoğraflarda senden başka kimse var mı peki babacım? Hım?”
Pamir heyecanla konuştu. “Baba var.” dedi ilk aklına
gelen bu olurken. Bebek olan Pamir’i kucağında tutan adam babasıydı. Onaylar
bir ses çıkarttı Yekta. “Başka biri daha var mı?”
Pamir, fotoğraftaki üçüncü kişiyi hatırladı. Filini
görmek isteyip kucağında olduğu kişileri oraya yaklaştırdığında o çerçeveyi de
sık sık görüyordu. Ayrıca o fotoğraf hakkında soru sormayı da seviyordu. Bu
yüzden babasına, bazen de babaannesine sorduğu üçüncü kişiyi tabii ki
hatırlamıştı.
“Pamiy’in annesi vay bi’ de.” derken üzgünce dudak büktü.
“Pamiy’in annesi işe gitti, ama çok işi vay. Gelemiyo eve hiç.”
Yekta, Pamir ilk annesini sorduğunda donakalıp oğluna tek
kelime edemeden onu babasına bıraktığı ve kendini odaya kapattığı günü
hatırlıyordu. Üzerinden çok zaman geçmiş sayılmazdı. Saatlerce hıçkıra hıçkıra
ağladığı o günü, Yekta belki de hiç unutmayacaktı. O anki çaresizliğini aklı
silse, kalbi silemeyecekti.
Pınar’a evde ‘anne’ diye seslenen dört kişi varken, Pamir
kendisinin neden bir anneye sahip olmadığını anlamakta tabii ki güçlük
çekmişti. Az önce dile getirdiği beyaz yalanın kaynağı da dedesiydi. O gün,
Pamir’i kucağına bırakan oğlunun ardından torununa bu açıklamayı yapma görevi
kendisine kalmıştı. Babasının işe gidip bazen geç gelişlerine az çok alışkın
olan torununu böyle ikna edebileceğini ve en az böyle yara alacağını
düşünmüştü. Sonrasında da herkes Pamir’e böyle açıklama yapmaya başlamıştı her
annesini sorduğunda.
“Oğlum,” derken cümlesine devam etmeden önce kucağındaki
bedenin yanaklarını öptü birer kez. “Annenin işi bitmiş. İşlerinin hepsini
bitirmiş.”
Pamir duyduklarıyla heyecanla kıpırdanırken Yekta o
düşmesin diye sıkı sıkı bedenini sarmıştı. “Pamiy’in annesi eve gelşin o
saman.”
“Geldi bile.” dedi Yekta. Annesinin, Sinem ‘sizi’
bekliyor demesine büyük bir güven duyuyordu. Karısına tüm her şeyi anlatıp
anlatmadığını bilmiyordu henüz fakat en azından oğlunu benimsediğini
hissediyordu. Pamir’e bu kadar açıklama yapmış ve onu heveslendirmişken içeri
girdiklerinde oğlunun hayal kırıklığına uğraması son istediği şey bile değildi.
“Neyde?” diyerek neredeyse çığlık atarken konuşan Pamir’i
gülerek zapt etmeye çalıştı. “Gidiyoruz yanına, camlı odadaymış anne.”
Pamir kış bahçesine normalde pek çıkmasa da halasıyla
orada olmaya alışmıştı son zamanlarda. Adının kış bahçesi olmasını
anlamlandıramamış, oraya camlı oda demeye başlamıştı kendi kendine.
“Biz de gidelim anneye, lüffen baba.” Pamir, küçük
kalbinin hızlanmasıyla babasına sıkı sıkı tutunurken heyecandan kesik kesik
konuşuyordu.
Yekta hem oğlunu hem de kendisini daha fazla oyalamadan
koridorun köşesini dönerek kış bahçesine açılan kapının yanına ulaştı.
Kapı yarı aralık haldeydi. Tek eliyle kapıyı tamamen
açarken, diğer eliyle oğlunu tutmaya devam ediyordu. Kapı açılıp içeri
girebilecekleri boşluk oluştuğunda Yekta içeri adımladı. Ardından kapıyı da
iterek kapanmasına yol açmıştı.
İlerideki oturma grubunun iki kişilik koltuğuna yerleşmiş
olan Sinem, içeriye girenleri gördüğünde nefes almayı unutmuş gibiydi.
Boğazında takılı kalan soluğu, öksürmesine sebep olacak kadar canını yakmıştı. O
öksürdüğünde, Pamir çekingence babasının omuzuna sakladığı başını biraz
kaldırıp ona doğru baktı. Bunun kimse tarafından fark edilmediğini düşünse de
dikkatle kendisini izliyor olan ikili tabii ki görmüşlerdi.
Yekta durmadı. Aralarında duran kısa mesafeyi, hızlı ve
büyük adımlarıyla saniyeler içinde katedip sıfıra indirdi. Koltukta Sinem’in
bıraktığı boşluğa, Pamir’i bırakmadan yerleştikten sonra gözlerini ayıramadığı
karısına birkaç saniye büyük bir dinginlikle baktı. Onun verdiği bu huzuru
hissedemediği bir buçuk yılı nasıl geçirmişti? Bilmiyordu.
Sinem’in kendisine değil, kucağındaki oğullarına bakıyor
olduğunu gördüğünde dudakları iki yana kıvrıldı. Gözlerinde şaşkınlık ya da
yabancılık yoktu. İçi gidiyormuş gibi bakıyordu. Yekta, her ikisine; Sinem de
oğluna içi gidiyormuş gibi bakmayı sürdürürken dakikalar birbirini kovaladı.
Sessizliğe dayanamayan, şaşırtmayan bir biçimde Pamir
oldu. “Baba…” diye mızmızlandı harfleri uzatarak. Sinem, duyduğu sesle birlikte
katıla katıla ağlamaya başlamamak için bedenini kuvvetle kasmıştı. “Söyle
babam,” Yekta’nın tepkisiyle Pamir yavaşça başını gömdüğü omuzdan kaldırmak
için hareketlendi.
“Annesi Pamiy’e niye sayılmıyo?”
Yekta, temas bağımlısı oğlunun bu kadar dayanabilmesine
bile şaşırmıştı zaten. Sinem ise sarılma isteğiyle çoktan karıncalanmaya
başlayan kollarını boşu boşuna kontrol etmeye çalıştığını anlayabilmişti
böylelikle. Küçük bedeni ürkütmek istemediğinden ne sesini çıkartabilmiş ne de
elini uzatabilmişti dakikalardır. Onun isteğinin bu yönde olduğunu anladığında
ise önünde durduğunu sandığı engeller ortadan kaybolmuşlardı.
“Sarılayım mı?” Sinem hevesle sorarken, Yekta ikisi de
sarılmak için birbirinden hamle bekleyen karısı ve oğluna müdahale etmezse
durumun devam edeceğini anlayarak Pamir’in bedenini kaldırıp yavaşça kendi
üzerinde ters çevirdi. Şimdi sırtı babasının göğsüne yaslanmıştı Pamir’in.
Bakışlarını saklayabileceği bir omuz kalmadığından
kırptığı gözleri aniden annesine
çarptı. Hızlı hızlı nefeslenirken bedeni heyecanının etkisiyle yerinde
kıpırdanıp duruyordu. Filinin yanındaki çerçevedeki kadını tanımakta biraz
zorlanmıştı. Fotoğrafta omuzlarına zar zor değen kısa saçlara sahip kadın,
şimdi neredeyse karnına inen saçlarıyla Pamir’e farklı gelmişti. Doğum sonrası
henüz tamamını vermediği kilolarıyla çekilmiş olan fotoğrafın aksine, yanakları
kemiklerini belli edecek kadar incelmişti aynı zamanda da. Tüm bunlara rağmen
gözleri, dudakları ve burnu Pamir’in fotoğraftan gördüğü sima ile tıpatıp aynı
görünüyordu.
Sinem, daha fazla konuşamayacağını hissettiğinde titreyen
kollarını iki yana açtı. Pamir, bunun bir çağrı olduğunu anlamakta zaman
kaybetmemişti. Kalçasını babasının kucağından kaldırıp bedenini öne doğru
attığında, annesinin kollarının arasındaydı artık.
Sinem’in bir bacağı Pamir’in bacakları arasında kalacak
şekilde kucak kucağa halde duruyorlardı. Pamir başı kucağında olduğu bedenin
boynuna düştüğünde geri çekilmeyi denemek yerine oraya daha çok sindi. Sinem
dudaklarından dökülen hıçkırığı kontrol edemeyerek dışarı döktüğünde kolları
sıkıca oğlunun üzerine kapanmıştı. Güçsüz görünen, dokunsanız parçalara
ayrılacakmış gibi zayıflamış bedeni Pamir’e öyle sıkı tutunmuştu ki ayırmaya
çalışsalar kimsenin gücü buna yetmezmiş gibiydi o an.
Saçlarından buram buram burnuna dolan bebek kokusuyla
Sinem, zihninde binlerce kilit varmış da o kilitler peş peşe açılmaya başlamış
gibi sarsılmıştı. Az önce uzun uzun dinlediği, Pınar tarafından kendisine
anlatılan her şeyin aslında hafızasındaki sisli bulutların ardında zaten
bulunduğunu böylece kavramıştı.
Kocasından, oğlundan, sevdiklerinden ve evinden neden
uzakta olduğunu Sinem hep biliyordu. Fakat yaşayabilmeye devam etmesi için
bunları unutmuş gibi davranmaya, aklına uyup Yekta dışındaki tüm gerçekleri
unutmuşçasına zihnini boşaltmaya karşı koyamamıştı. Bunu yapmasaydı bir buçuk
yılı tamamlayabilir miydi, orası büyük bir soru işaretinden ibaretti.
“Annecim,” diye mırıldandı hıçkırığının hemen ardından. “Bebeğim,”
derken sesi titriyordu.
Yekta, araya girmemek için sessizce onları izlemekten
başka bir şey yapamıyordu. Ağlamaya başlamış olan karısını sakinleştirmek için
ona uzanma güdüsüyle savaşmak kolay değildi, ancak ikisine zaman tanıması
gerektiğinin de farkındaydı.
Pamir’in bedeninin sarsıldığını gördüğünde Yekta’nın
kopmaya zaten çok yakın olan ipleri koptu. O konuşmaya başlamadan Sinem
konuşunca, arkasına yaslanarak onların birbirlerini anlamaya çalışmalarını
izlemeye başladı.
“Ne oldu annecim, ağlama, niye ağlıyorsun?” Sinem telaşla
sorular sorarken bir yandan da boynuna inci tanelerini döken oğluna bakmak için
onu geriye doğru çekmeye çalıştı. Pamir, kafası geriye doğru geldiğinde kızaran
yüzüyle Sinem’e baktı. Bakışları iki yaşında olan o değilmiş gibi derindi.
Omuz silkmeye çalıştı. Neden ağladığını anlayamamıştı,
annesinin ağlayışından etkilendiğini algılamayacak kadar küçüktü. Sinem,
oğlunun yüzünde bulduğu boşluklara tek tek öpücükler bırakırken sırtını ve
saçlarını okşuyordu.
Pamir, alışkın olmadığı anne öpücükleriyle şaşkın şaşkın karşısındaki kadına bakakalırken
gözyaşları yanaklarına inmeyi bırakmıştı. Sinem, onu sakinleştirmeyi
başardığında aferin bekleyen küçük bir çocuk gibi yanında oturan adama döndü.
Yekta, karısının kendisine çevrilen bakışlarından ne
istediğini anlamıştı. Değil bir buçuk yıl, on buçuk yıl da geçse karısının
bakışlarından içini okuyabilirdi. Gözlerini yavaşça kapatıp açarak,
dudaklarındaki gülümsemeyle onlara bakarken Sinem istediğini aldığı bakışların
ardından oğluna dönmüştü yeniden.
Pamir küçük avuçlarını kaldırıp annesinin yanaklarına
yasladı. Yaşlarla ıslanan yanakları silmeye çalışırken bir yandan da annesinin
yanaklarını okşadığının ve bunun kadına neler hissettirdiğinin farkında
değildi.
“Baba!” diyerek telaşla Yekta’ya dönüşü ise anne ve babasını
şaşırtmıştı.
“Söyle babam.”
“Yanakları çok soyuk, anne üşümüş.”
Yekta, gözlerinin yanmaya başladığını hissederken bunu
karşısındaki ikiliye belli etmeden toparlandı. Dün karısına ilk kez
dokunduğunda hissettiği soğuk yanakları, onu geçmişe götürmüştü apar topar.
Sinem’in yanaklarının sıcak olduğu bir zaman neredeyse hatırlamıyordu. Buz gibi
yanaklarla gezerdi karısı hep. Isıtma işi de kendisine kalırdı, kendisine
sokulan karısını ‘istemem yan cebime koy’ tavrıyla seve seve ısıtırdı.
Şimdi ise görevini ikisinden kopup can bulan parçayla
paylaşıyordu. Bu sahnenin hayalini kurmuştu elbette, kurmamış olması garip
olurdu ancak hayallerinin gerçeğe dönüşebileceğine olan inancı yitip gitmişti. Düne kadar…
“Isıtalım anneyi, üşümesin o zaman.”
Pamir bu öneriyi oldukça mantıklı bularak babasına kafa
sallarken Sinem onları yanak içlerini ısırıp ağlayışını kontrol etmeyi denerken
izliyordu. Pamir’in kendisi yüzünden yine ağlamaya başlamasından çok
korkuyordu.
Yekta, Sinem’in beline sardığı tek koluyla bedenini kendisine
yasladığında hafif yan dönüp karısının göğsünü sırtına doğru yaslamıştı. Pamir
halen annesinin kucağında olduğundan şimdi üçü iç içe geçmiş gibi yakın
haldelerdi.
Çenesini Sinem’in saçlarının arasına bıraktıktan sonra
ellerini Pamir’in küçük ellerinin üzerine bıraktı. Sinem, yanaklarında gezinen
iki çift elin verdiği sıcaklıkla iç çekerek gözlerini kapatmıştı.
Pamir ellerini annesinin yanağından çekmeden, halen
etkisinde olduğu uyku sersemliğini geri kazanarak Sinem’in koynuna doğru
yaslandı. Yekta’nın çenesi karısının saçlarında, karısının çenesi ise oğlunun
saçlarında kaybolmuş hale geldi böylece.
Pamir’in odasındaki filin yanına yerleştirilecek olan
ikinci çerçevenin fotoğrafı da bu saniyelerde çekilmişti. Kocasının yanından
tüm ısrarlara rağmen sıvışıp kış bahçesini çaktırmadan kontrol eden Pınar, bu
anı gördüğü gibi ölümsüzleştirmişti.
Dört aylıkken bulunduğu fotoğraf karesi, bu kez iki
yaşına basmasına azıcık bir zaman kalan Pamir’i ağırlıyordu. Yekta’nın saçları
o zamana göre daha kısa, Sinem’in saçları oldukça uzundu. Değişmeyen sayılı
şeylerden biri ise şüphesiz, o kareden etrafa yayılan huzurdu.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder