Düşten Farksız 2.Bölüm
2.BÖLÜM
“Senin
kızınım.”
Fısıltım havaya karışalı çok zaman
geçmemişti. Mavi elbisemin dizlerimin biraz yukarısında biten etek uçlarını
sıkıca kavramışken bakışlarım ondan başka hiçbir yere değmiyordu.
Canan Hanım’ın iç çektiğini duydum.
Tedirgin olduğunu belli ediyordu. Sanırım bu ailede duygularını dışa vuran tek
üye de oydu.
Kıpırdamadan bana bakıyordu. Şaşkınlık ya
da başka herhangi bir şey bulamadığım elalarını kısa bir an Mirza Bey’e
çevirip, aralarındaki saniyelik bakışmanın ardından yeniden bana döndü.
“Ve şimdi beni buldun, çünkü..?” dediğinde
sesindeki boşluğun farkındaydım. Farkında olmamak güçtü. Ne cevap verirsem
vereyim umurunda olmayacak gibiydi sanki.
‘Çünkü kızınım, çünkü senin varlığını
öğreneli sadece altı ay geçti, çünkü bana başka çare bırakmadınız’ gibi
sıralayabileceğim cevaplara sahipken omuz silktim sadece. Madem umursamaz
olmayı bu kadar seviyordu, eşlik ederdim.
“Vicdan yükümden kurtulmam gerekiyordu.”
dedim beni tepeden izleyen adama alttan alttan bakıyorken. “Annem seni bulmamı
istedi, buldum ben de.”
“Bunca sene boyunca değil de şimdi mi
istedi beni bulmanı?”
Dudaklarım kıvrıldı hafifçe. Hiç
düşünmeden konuşuyordu. Bu bencillik miydi yoksa hiç tanımadığımız insanlara
karşı çizmemiz gereken sınırlar aslında böyle belirgin miydi?
“Kendisine sormak ister miydin bu
sorularını?” dedim yavaşça. “İnanır mısın ben çok isterdim.”
Yerimden kalktığımda hareketlerimi
kaçırmaması gerekiyormuş gibi dikkatliydi. Üzerine atlayıp ona zarar
vereceğimden falan mı çekiniyordu acaba?
Çok mesafe kalmamıştı aramızda artık. Ama
benden en az on beş santim uzun bir adam olduğu için dibine de girsem aramızda
belli bir mesafe var olacaktı.
Boynumu gerip yüzüne baktım. “Annem tüm
sorulardan kaçabilmek için, tüm bunları anlatmadan önce ölümün kıyısına
yaklaşmayı bekledi. Ben elime tutuşturduğu üç beş kâğıt parçasını okumaya
fırsat bulamadan da öldü.”
Ezberlediğim bir masaldan bahseder
gibiydim. Sakince, tane tane sözcükleri dilimden döküyor ve gözlerimi kırpmadan
yüzüne bakıyordum. “O yüzden, almak istediğin cevapların çoğuna sahip
olamadığım için kusura bakma lütfen.”
Son kısımda hafif alayla konuşmuştum.
Üzerime gelmesine izin vermeyecektim. Ben bu hikâyede suçlu olan değildim,
suçlanmaya göz yummayacaktım.
Sakallarıyla örtülü çenesi ve yanakları
gerilir gibi oldu. Kasılmıştı. Tepkilerimin değil de annemin ölümünün buna
sebep olduğunu tahmin edebiliyordum.
“Anne,” diyerek birden Canan Hanım’a
seslenmesini beklemiyordum. “Yalnız bırakır mısınız biraz, bahçeye çıkıp hava
alın babamla.”
Yalnız kalmak isteyişi birçok yere
çekilebilirdi. Daha sert konuşacağı için ailesini dışarı çıkartmak istemişti ya
da onların duymasını istemeyeceği detaylar vardı ve onları öğrenecektim
birazdan… Belki de bambaşka bir şeydi.
Nedense Mirza Bey’in inat edip çıkmama
ihtimalini düşünmüştüm. Ancak beni yanıltarak eşinden önce o salondan ayrıldı
sessizce. Ardından Canan Hanım da oğlunun sırtına hafifçe elini yaslayıp
kocasının peşinden gitmişti.
Salonda yalnızca ikimiz kalınca, durumun
gerçekliği az öncekinden daha çarpıcı hale gelmişti. Babamla aynı çatı
altındaydım, aynı odadaydım ve başka kimse yoktu etrafta. Bu, zihnimde
dokunmaması gereken bazı yerlere dokununca kendimi ürkütmemek için anılarımdan
uzağa kaçtım. Karşımdaki adamın yüzüne odaklanıp onu incelemeye devam ettim.
Hareketlenip benim kalktığım koltuğun
ucunda duran, biraz önce babasının kalktığı tekli koltuğa oturdu. Siyah
pantolonu hafifçe toplanmış, kumaş buruşarak gerilmişti. Bedenine yapışan koyu
yeşil tişörtün saklayamayacağı kadar iriydi.
Canan Hanım’ın bana ‘öğrencilerinden biri
misin’ diye soruşuyla, onun öğretmen olduğu fikrine kapılmıştım ama olsa olsa
beden eğitimi öğretmeni olabilirdi sanırım. Daha önce herhangi bir öğretmenin
böyle bir vücuda sahip olduğuna rastlamamıştım. Üstelik yaşına rağmen en ufak
bir bozulmaya sahip gibi durmuyordu. Düzenli olarak spor yapmaya devam ettiği
açıktı.
“Otur,” dediğinde emir verircesine
konuşmasından haz etmesem de inada bindirmeden kalktığım yere geri yerleştim.
“Helen ne anlattı sana?” diye sordu.
Annemin adını anmasını, dizimi istemsizce titreterek karşıladım. “Babamın
ölmediğini, bunun beni oyalamak için uydurduğu bir şey olduğunu…” diyene kadar
yorulmuştum çoktan. İki kelimeyi bir araya getirirken zorlanıyordum.
“Senden haberim yoktu,” dedi bir yükün altından
sıyrılmaya çalışıyormuş gibi hemen. “Helen’in hamile olduğundan haberim yoktu.”
“Olsaydı…” dediğimde çoktan pişman
olmuştum.
“Bilmiyorum,” dedi. “Haberim olsaydı ne
olurdu bir fikrim yok, yirmili yaşlarımın başında nasıl kararlar alıyor
olduğumu hatırlamıyorum.”
Bu kadar realist olmasına ihtiyacım yoktu.
“Anladım,” dedim yalana başvurarak.
Anlamamıştım aslında.
“Benden nasıl bir beklentin var, onu da
bilmiyorum ama hayalini kurduğun adam ben değilim.”
Adımı
sorabilirsin mesela diye mırıldanan iç sesimin
ait olduğu kız kollarını göğsünde kavuşturmuş, o fark etmese de onu izliyordu.
“Bir beklentim yok,” dedim bir kez daha
yalan söyleyerek. Buraya gelene dek beklentim olmadığı yalanına kendimi de
inandırmıştım gerçi. Karşımda onu bulunca işlerin terse döneceğini hesaba
katamamıştım ama. “Sadece küçük bir ricam var.”
Kaşları havalandı hafifçe. “Bir ay,” dedim
derin bir nefes almadan hemen önce. “Bir ay boyunca seninle kalabilir miyim?”
Dudaklarını aralamadan önce panikle
ekledim. “Öncesinde kesinlik için DNA testi yaptırabiliriz, ben annemin sözüne
inanıyorum ama siz inanmıyorsunuz anlıyorum.”
“Benimle kalmak istiyorsun?” dedi sorar
gibi. “Tanımadığın etmediğin biriyle bir ay geçirmek istiyorsun. Neden?”
Dilimin ucuna gelenleri direkt
seslendirirken, hayatımda nasıl bir dönüm noktasına adımladığımı o an için fark
edememiştim.
“Mektup,” dedim gözlerimi sık sık
kırpıştırırken. “Annemin bıraktığı mektup yüzünden.” Omuzumdan düşecek gibi
olan askıyı düzelttim parmaklarımla.
“Adın,” dedi zorlanır gibiyken. “Adın ne?”
Kızı olduğunu iddia eden birine ‘adın ne’
diye sormak ağır mı gelmişti?
“Despina.”
İsmimi duyduktan sonra bugünkü diğer
tepkiler gibi duraksamasını beklemiyordum. Annemin Yunan kökeninden haberdar
olmama ihtimali yoktu. En basitinden o fotoğraf karesinin arkasındaki notta
Atina’da çekildiği belirtilmişti.
“Despina,” diye tekrarladığında nefesimi
neden tuttuğumu bilmiyordum. Adımı seslendirmesini garip mi bulmuştum? Kendimi
kandırmayacaktım, adımı seslenmesinden hoşnuttum. Doğru tonlamayla seslendirdiği
adımı birkaç kez daha söylemesini isteyebilirdim. Eğer korkunç bir denklemde
yer alan iki ayrı faktör olmasaydık, öyle yapardım.
“Benden ne istediğinin farkında mısın
sen?”
“Bir ay boyunca burada olduğumu bile fark
etmeyeceksin. Tek derdim o mektupta yazanı gerçekleştirip, altında
kalabileceğim tüm vicdan yükünden kurtulmak.”
Boş bakışlar atabilen tek kişinin o
olmadığını kanıtlamak istercesine gözlerimde hiçbir his belirtisi olmamasına
dikkat ettim.
“O mektupta bir ay boyunca evimde bir
hayalet gibi yaşaman gerektiği mi yazıyordu?”
Sırıttım. Gözlerimde yaratmaya çalıştığım
hissizliğin sırıtışımda da yer bulduğundan emindim.
“Hayır,” dedim sakince. “Babamı bulmam,
onunla en az bir ay vakit geçirmem ve kendisini tanıma fırsatı bulmam gerektiği
yazıyordu.”
Bir şey söyleyecek gibi olduğunda elimi
kaldırarak beklettim. “Ama bir babaya ihtiyacım yok, biz bu bir ay boyunca
birbirinden kaçan iki ev arkadaşı olalım.”
Yalan söyleyebilme konusunda başarılı biri
sayılır mıydım, bilmiyordum. Fakat beni o kadar tanımıyordu ki cümlelerimde
neyin yalan neyin doğru olduğunu bulabilecek gücü yoktu.
Karşımda babam vardı.
Adını altı ay önce öğrendiğim, adımı biraz
önce öğrenen babam…
~
“Ben de çok yoruldum,” dedim valizimin
üzerine çenemi yaslarken. “Sen tekerleklerinle rahat rahat kayıp giderken ben
bu sandaletlerle ayaklarıma işkence ediyordum bir de.”
Bulunduğum otel odasında sohbet
edebileceğim tek tanıdık, valizimdi.
Gelmeden önce her ihtimale karşı bir otel
odası ayırtmak, sanırım son zamanlardaki en mantıklı kararlarımdan biriydi.
Timur Akdoğan’ın beni tutup evine götürmemesinin de bir ihtimal, hatta yüksek
bir ihtimal olduğunu sık tekrarlamamaya çalışmıştım son haftalarda. Çünkü bu
beni uçak biletimi iptal etmeye itebilecek bir hataydı.
Aslında hata olmayabilirdi de. Belki de en
iyisi buydu. İstanbul’a gelmeyip, aklımda kurduğum senaryolardan herhangi
birinde var olan Timur Akdoğan’ı gerçek olan sayabilir ve bugünü
yaşamayabilirdim.
Mektuptan bahsedip, yanında kalma fikrimi
açıkladıktan sonra doğru düzgün bir şey söylemeden beni -ve valizimi- arabasına
atmış ve fazla gösterişli bir hastanenin önüne varana dek ağzını hiç açmamıştı.
Buraya babalık testi için geldiğimizi anlamıştım. Yine de bana düzgünce
açıklama yapması ilk tercihim olurdu.
Her şeyi o hallederken benim tek yaptığım
sırası geldiğinde hemşireye kolumu uzatmak olmuştu. İğnelerden haz etmezdim,
hastanelerden de iğnelerden olduğu kadar iğreniyordum fakat oturup bunu
paylaşabileceğim kimse yoktu o sırada. Dişlerimi yanak içlerime geçirip
kanatmış, şimdi bile sızlamaya devam eden izler bırakmıştım kendimi sıkarken.
Kanı verdikten sonra hastaneden
çıktığımızda bana yönelik bir şey söyleyeceğini belli eder biçimde yüzüme
bakmıştı. “Kalacak bir yerin var mı?” diye sorduğunda bir gram gururu olan
herhangi bir insanın yapacağı gibi ‘evet, var’ demiştim ona.
Kalacak
yerim yok, babam olduğundan şüphe de duysan beni sığıntı gibi evine alır mısın diye
sorabilirdim aslında.
Valizimi arabasından alıp, oradan geçen
bir taksiye binmem arasında hiçbir diyalog yaşanmamıştı. Taksiye bindiğimde
sonuçlar çıktığında bana nasıl ulaşacağını düşünmek için aklımı yeni
çalıştırabilmiştim.
‘Sonucun ne olduğu o adamın umurunda gibi
durmuyor, Despina’ diyerek beni linçleyen mantıklı tarafımı sustururken otele
varmış, düşüncelerimden az da olsa sıyrılmıştım.
Şimdiyse odamdaydım. Valizimi bir kenara
sürüklemiş, yatağa yürümek yerine valizin yanında yere çöküp ona yaslanmıştım.
Şarjı çoktan biten telefonumu kalkıp şarj
etmeliydim ama hareket edemeyecek kadar uyuşuktum.
Dakikalar boyunca kıpırdamadan kapının
önündeki duvarın dibinde beklemeye devam ettim. Bacaklarım duruşumun
tersliğinden dolayı ağrımaya başladığında sıkıntıyla iç çekip dizlerimin
üzerinde doğrulmuştum.
Kapanan telefonumu şarja takıp açmaya
gerek duymadan yatağın kenarına bıraktım. Valizime dönüp rahat edebileceğim bir
iki parçayı çekiştirdikten sonra da ilk durağım odanın banyosu olmuştu.
Normal duş süremin iki katı uzunlukta bir
duşun ardından suyun etkisiyle hafiflemiş mi yoksa duştayken düşündüklerim
sebebiyle ağırlaşmış mı olduğumu seçmek zordu.
Islak saçlarımı çekiştire çekiştire
taradıktan sonra pijamalarımla yatağa attım kendimi. Açlıktan çığlıklar atan
mideme bu akşam istediğini vermeyecektim. Aç hissetsem de ağzıma bir şeyler
atsam kusacak kadar doluydum bir yandan da.
Yattığım yere uzanan şarj kablosu işime
gelmişti. Şarjı çıkartmadan telefonumu açtım. Telefon kendine gelmeye
çalışırken birkaç dakika geçmişti aradan.
Ekrana peş peşe düşen saçma sapan
bildirimlerin arasından gözüme takılan ilk öbek, cevapsız aramaların sıralandığı
kısımdı. Aynı kişiden gelen yedi cevapsız aramayı gördüğümde gözlerimi
devirdim.
‘Bástardos’
olarak kayıtlı isme ait bildirimleri direkt ekrandan sildim.
(*Piç.)
“Arayanım yok diye üzülebilirdim,
üzülmeyeyim diye aramış nasıl da düşünceli…”
Düştüğüm halle dalga geçmekten başka yolum
yokmuş gibiydi. Elimden gelen hiçbir şey yoktu.
Yolculuğumun kendisinin ve sonuçlarının
verdiği yorgunlukla uykuya yenik düşmeden önce, gözpınarlarıma dolan yaşların
yanaklarıma inememesi için ağır bir savaş vermiştim.
Bilincim uykuyla kucaklaşana dek, kendime
fısıldadım. “Bir şey kaybetmedin
Despina, sahip olmadığın bir şeyi nasıl
kaybedebilirsin ki?”
Gözlerimi araladığımda uyumadan önce
kapatmadığım perdeler ve henüz gece sayılamayacak bir zamanda uyumam yüzünden
saat sabahın erken saatleriydi. Odaya güneş ışıkları dolar dolmaz gözlerim
rahatsızlıkla açılmıştı.
Telefonumun ekranına dokunarak saate
baktığımda altı buçuk olduğunu gördüm. Olduğum yerde dönerek yeniden
uyuyabileceğime dair zayıf inancımla bir süre daha oyalansam da uykum geri
gelmek yerine tamamen benden kaçmıştı.
Odada tıkılı kalmanın bana iyi
gelmeyeceğini biliyordum. Bu nedenle oyalanmak yerine hazırlanmaya giriştim.
Birkaç gün sonra ayrılacağım İstanbul’u az da olsa keşfedebilmek istiyordum.
Valizimi yayvan bir biçimde açıp
içindekilerin tamamını görebileceğim hale getirdiğimde elim sarı elbiseme
gitti.
Mevsim fark etmeksizin beni bir elbisenin
içinde görmek, denizde su görmekle eşdeğer olasılıktaydı.
Annemin ‘başka giyecek bir şeyin yok mu
Despina, elbise dışında bir şey almıyor muyuz biz sana acaba’ yakınmalarını
duyar gibiydim.
Üzerimi değiştirdikten sonra çantamda
ihtiyacım olabilecek her şeyin bulunduğundan emin olup odadan ayrıldım.
Kahvaltı hakkımı otelde kullanmak yerine, bulunduğum semtte kaybolmaya ve
şanslıysam bir yer bulup orada kahvaltı yapmaya odaklanmıştım. Dün sabahtan
beri sudan başka bir şey inmeyen midem bu kararıma isyan etse de direniyordum.
Tamamen de açlıkla sınanıp bir yerde
bayılmamak için otelden ayrılmadan önce girişteki görevlilerden birine ne yöne
ilerlersem böyle bir yer bulabileceğimi sormuştum. Sahil şeridine yakın
olduğumuzu, oraya doğru yürürsem bolca mekân bulabileceğimi söylemişti.
Saat kaçta açıldıklarını bilmiyordum ama
açılmadılarsa da vaktimi sahilde yürüyerek geçirebilirdim. Denize hasret biri
değildim. Denizle kucak kucağa büyümüştüm hatta. Yine de hayran olunası bir
manzara oluşunu değiştirmiyordu bu.
Öğlene kadar kahvaltı molam dışında hiç
ara vermeden etrafta varış noktam olmadan dolanıp durdum. Ayağıma geçirdiğim
sandaletlerim bu kadar yürümenin acısını çıkartarak çoktan bana işkence etmeye
başlamışlardı. Pes etmeden, çoğu kareyi telefonuma hapsederek otelin olduğu
semti dolaşmaya devam ettim.
Ben ne olduğunu anlayamadan altı yedi adet
gülden oluşan bir buketi elime tutuşturup hızla almam için ikna eden bir kadın
sebebiyle yolumun son iki saatini çiçekçi gibi tamamlıyordum. Gülleri koklamak
hoştu ama taşımak kokuları kadar hoş değildi ne yazık ki.
Kucağımdaki güllerim ve kolumdaki çantamın
ağırlığıyla öğleden sonra artan sıcaklığın beni pes ettirmesi gecikmedi. Otele
dönmek için telefonumdan açtığım konumu takip ederken bir ekrana bir önüme
bakmaktan başım dönmeye başlamıştı artık. Otelden bu denli uzaklaştığımın
farkına varamamıştım asla. Taksiye binmem için beni teşvik eden iç sesime kulak
vermedim. Otele yatıracağım param dışında çok büyük bir miktarla gelmemiştim
buraya. İkide bir taksi kullanıp paramı bitirmek istemiyordum.
Dönmem gereken sokağı kaçırmamak için
yeniden telefona döndükten sonra birkaç saniye bile geçmeden bedenimi savuracak
sert bir darbe aldım.
Acıyla inlememe yol açan darbenin neyden
kaynaklandığını görmek için başımı kaldırdığımda benden biraz kısa, kıvırcık
saçlı esmer bir kızı buldu bakışlarım. Aynı yaşlarda görünüyorduk.
“Özür dilerim,” dedi soluk soluğa. “Acıdı
mı?” diye sorarken aceleciydi.
“Ben de özür dilerim, önüme bakmıyordum.”
dedim bu kadar telaşlanmasını biraz garipseyerek. Bana çarptığı için değildi
sanırım bu aceleci ve telaş dolu tavrı.
“Gitmem lazım, tekrar pardon.” dedikten sonra
ilerlemeden omuzunun üzerinden arkasına doğru baktı. Gördüğü her neydiyse, onu
yanımızdaki binanın kapısına düşecek kadar hızlı şekilde adımlamaya itmişti.
Şaşkınca hareketlerini takip ederken
birden beni de kendisine doğru çekti. Kollarını boynuma sıkıca sarıp bana
sarıldığında ne yapacağımı bilememiştim.
“Birkaç dakika, yalvarırım birkaç dakika
bekle. Boyun beni görmelerine engel olacak, çiçeğin de kocaman.”
Kimlerin görmesine engel olmam gerektiğini
anlayamadığım saniyeler geçerken kız bana sıkıca sarılmayı asla bırakmadı.
“Birinden mi kaçıyorsun?” diye sordum kulağına doğru kısık sesle.
Kıvırcık saçları yüzüme doğru yayılmıştı.
Dediği gibi boyum ondan en az on santim uzundu ve buketim de bedeninin bir
kısmını kapatıyordu. Bina girişine doğru geçtiğimiz için yoldan geçen birinin
görebileceği tek şey benim sırtım ve birine sarıldığımdı.
“Fazla mı belli oluyor?” derken şaka
yapmaya çalışarak ortamı yumuşatma çabasına güldüm. “Birazcık.”
Sorgulamam gerekir miydi bilmiyorum ama
ona yardımcı olmakta bir sakınca görmedim. O, geri çekilene dek bana
sarılmasına izin verdim.
Yüzünü görebileceğim kadar geri
çekildiğinde saçlarını düzeltirken koyu kahve gözlerini gözlerime çevirdi.
“Teşekkür ederim, Hızır gibi yetiştin yardımıma.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Hızır neydi?
“Hızır…” dedim kafamın karışıklığı sesime
yansırken. Bu kez de onun kafası karışmış gibi göründü.
“Deyim miydi?” diye sordum. “Bazılarını
anlayamıyorum.”
“Türk değil misin?” derken başı omuzuna
doğru eğilmişti. “Türk’üm,” dedim Mirza Bey’in görse tansiyonunun normale
ineceği şekilde. “Yani yarı Yunan yarı Türk’üm.”
Gözlerini kocaman açtı. Heyecanlı
görünüyordu ama neye heyecanlandığını anlayamamıştım.
“Ti
kánis? Pos se léne?” Telaffuzu bolca hata
içerse de birden bire Yunanca konuşmaya başlaması şaşkınca kıkırdamama sebep
oldu.
(*Nasılsın?
Adın ne?)
“Kalá,
efharstó. Milás elliniká?” Yarı şaşkın yarı gülerek
konuştuğumda iri gözlerindeki parıltı söndü.
(*İyiyim,
teşekkür ederim. Yunanca konuşabiliyor musun?)
“Yunancam kendi iki sorum kadardı, bitti
ki. Ne dediğini anlamadım.”
Hüzünle mırıldanmasına gülümsedim. “Olsun,
o kadarı da güzeldi bence.”
“Ama sen Türkçeyi benden iyi konuşuyorsun,
rezil hissettim azıcık.”
Kırk yıllık arkadaşmışız gibi sohbet
etmemiz, az önce garip bir an yaşamamışız gibi olağan gelişmişti.
“Hızır’ı bilemedim ama bak.”
Yüzünü buruşturdu. “Ne yapacaksın kızım
Hızır’ı, kullanmasan ömrün kısalmaz bu deyimi boş ver.”
Bir şey söyleyeceğim sırada telefon sesi
böldü beni. Bana ait değildi. Giydiği şortun arka cebine uzanıp telefonunu
çıkarttı. Ekrana bakar bakmaz telefonu hızla açıp kulağına yaslamıştı.
“Efendim canımın en içi?” diyerek
yanıtladığı telefonun aksine yüzünde korku dolu bir ifade vardı. “Evet, evin
kapısına birkaç adımım kaldı. Şimdi o birkaç adımı da atıyorum hatta, sen merak
etme olur mu? İşine bak, öptüm koskocaman.”
Apar topar telefonu kapattı. “Yunanca
bilgime bir iki kalıp eklemek isterdim ama on dakika içinde evime ulaşmam
gerekiyor ve inanır mısın evime uçakla gitsem de on dakikada ulaşamam sanırım.”
Kendi tezini kendi çürütürken dudak büktüm
üzgünce.
“Xárika
ya tin gnorimía.” dedim önünden hafif kayıp yol
açarken.
(*Seninle
tanışmak güzeldi.)
“Ne dedin?”
“Seninle tanışmak güzeldi,” dedim
çevirisini de yapıp.
Kıkırdadı. “Biraz karışıkmış, Yunanca
tekrarlayacak vaktim yok sanırım. Ama seninle tanışmak da öyleydi. Kurtarıcım
oldun.”
Binanın girişine doğru çıktığımız birkaç
basamağı indikten sonra ben ona hafif tepeden bakarken son kez konuştu.
“Bu arada sevgiline söyle, kırmızı gül
klişesiyle senin gibi güzeli götürmeye çalışmasın. Hangi Türk ayısını buldun
Allah bilir? Kanma bu hödüklere tamam mı safım benim?”
Kucağımdaki güllere daha sıkı sarılıp
göğsüme çektim. O sırada kız hızla gözden kaybolmuştu bile.
Hödük ne demekti bilmiyordum ama iyi bir
şeye benzemiyordu. Gülleri kendi kendime aldığımı duysa sanırım çok daha fazla
dalga geçerdi. Kadını kırmak istememiştim, ne yapsaydım? Hem elbisemin bana ne
kadar yakıştığından bahsetmişti, teşekkür etmek için çiçeklerinden satın
almasam ayıp olabilirdi…
~
İstanbul’daki üçüncü günümün
başlangıcında, dünkü kadar enerjik değildim.
Otelde atıştırdığım birkaç parçanın
ardından dışarı çıkmak yerine odama dönmek için hareketlendim. Restorandan
çıkıp odama geçeceğim asansöre ulaşmam, lobiden geçmemi gerektiriyordu.
Fazla kalabalık olmayan girişten geçtikten
sonra, asansöre doğru yönelmişken kulaklarıma bir ses doldu. Sese dikkat
kesilmiştim, çünkü adımı duyuyordum.
Kolay kolay bir tesadüfe konu olup otelde
bir başkasında da bulunamayacak olan adımı…
“Despina!”
Sesin geldiği yöne doğru döndüğümde,
resepsiyon masasının ilerisindeki geniş oturma alanını bulmuştu bakışlarım.
Şaşkınca kırpıştırdığım gözlerim, henüz
algımı açıp hareket edemediğim için uzak bir mesafede kaldığım kişiye takılı
kaldı. Burada bana seslenmesini beklediğim herhangi biri yoktu elbette. Ancak
Mirza Bey’i görmek daha da afallatıcı olmuştu.
Yerinden kalktığını gördüğümde, daha fazla
oyalanmadan ona doğru yürümeye başladım. Başka kimsenin bulunmadığı
koltuklardan birinin tam önünde karşı karşıya gelmiştik böylece.
“Mirza Bey?” dedim sorgular bir sesle.
Merakım da şaşkınlığım da sesime ve yüzüme yansımıştı.
“Patronun muyum ben senin? Bey nereden
çıktı?”
Dudaklarım ne diyeceğimi bilemeyerek aralı
kaldı. “Mirza mı diyeyim?”
Beklemediğim bir anda yüksek sayılabilecek
bir kahkaha attı. Eğleniyor olmasını fazlasıyla ilginç bulmuştum. İki gün
önceki adamla değil de ikiziyle mi konuşuyordum acaba şu anda?
“Senden kırk yaş büyük birine ismiyle
seslenmek istersen, seslen tabii. Yunanistan’da öyle mi yapıyordunuz?”
Cevap vermeye fırsatım olmadan bana az
önce kalktığı koltuğu işaret etti. “Otur bakalım.”
Benden önce kendisi oturduğunda aramızda
biraz boşluk kalacak şekilde yanına yerleştim. Hafifçe bedenimi ona doğru
çevirip yüzünü görebilir hale gelmiştim bir yandan da.
“Benim burada olduğumu nasıl bildiniz?”
diye sordum en büyük meraklarımdan birini giderebilmek için.
“Sır,” dediğinde kaşlarım havalanmıştı.
“Ne sırrı?”
“Meslek sırrı.” dedi yeşil gözlerini
kısarken.
“Mesleğiniz ne ki?”
“Ne kadar çok soru soruyorsun sen öyle o
boncuklarını açıp açıp.”
Merakım giderilmediği için yerimde
kıpırdandım. Beni bulabilmesine yarayan mesleği ne olabilirdi?
Kıvranmamdan keyif alıyor gibi
görünüyordu. Sakala ya da bıyığa dair hiçbir iz bulunmayan yüzünde, yaşının
hediyesi izler vardı. Onlara rağmen karizmatik bir adam olduğunu itiraf etmek
zorundaydım. Timur Akdoğan’ın, elimdeki fotoğrafın üzerinden geçen yirmi yıla
hiç yenik düşmemesinin kaynağı da belli ki Mirza Bey’di.
Cevap alabilmek için sorumu yineleme
yoluna girecekken oturduğumuz kısma yaklaşan, hatta fazlasıyla yakınımıza
geldikten sonra duran adamla birlikte ona dönmüştüm. Otuzlu yaşlarda olduğunu
tahmin ettiğim biriydi.
“Albayım, başka bir emriniz yoksa
müsaadenizi isteyeceğim.”
Mirza Bey sinirle adama döndü. “İki dakika
gizem yaptırmıyorsun insana, nereye kayboluyorsan kaybol. Gözüm görmesin.”
Mesleğini öğrenmem için beni biraz daha
süründüreceğinden emindim ama adamın gelişiyle hayalleri yıkılmıştı sanırım.
Adam kısa bir selamın ardından uzaklaştı.
Sırıtarak Mirza Bey’e bakıyordum. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde dudakları
gülecek gibi kıpırdadı ama kontrol altında tutarak yeniden dümdüz bir hale
getirdi onları.
“Sırıtma karşımda.”
“Asker olduğun için mi bulabildin beni?”
Sessiz kaldı. “Emekli olup dinlensene,” dediğimde
kaşları çatıldı.
“Niye? Yaşlı mıyım ben?”
Yanlış anladığı için panikleyerek
konuşacağım sırada dayanamayıp güldü. “Emekliyim zaten, bakma öyle suratıma.”
Kafamın karıştığını anlayarak devam etti.
“Askerlikte emeklilik, ast-üst ilişkisini bitirmez. O yüzden öyle seslendi,
yoksa emrimde değiller artık. Saygıdandı.”
Açıklamaları kısmen yeterli geldiğinde
Türkçem izin verdiğince aklımdakileri yerli yerine oturtmuştum.
Tek kesin sonuç, Mirza Bey’in emekli bir
albay oluşuydu.
“Sorularınla aklımı bulandırdın, ben
buraya mesleğimi anlatmaya gelmedim.” Hafif doğrularak bana doğru döndüğünde
artık tam karşı karşıya duruyorduk.
“Neden geldin?”
“Timur’un seni kırk yıl arasa da
bulamayacağını biliyordum, birinin sana sonuçları ulaştırması gerekiyordu.”
Sonuçların bir iki güne çıkacağını
söylemişlerdi hastanede. Ancak nedense çıkmış olmasını öğrenmek şaşırmama sebep
oldu.
“Aramazdı ki,” dedim elimin üzerini sertçe
kaşırken. “Beni bulmak için çabalayacağını zannetmiyorum.”
Sonucun pozitif çıkacağına dair hiçbir
şüphem yoktu. Annemin beni böyle bir konuda emin olmadan bilgilendireceğini
sanmıyordum. Eğer öyle olsaydı bunca yıl beklemez, ölümün birkaç adım uzağına
yürüyene dek benden saklamazdı.
“Babam mıymış?” dedim yine de sormuş olmak
için.
Az önceki ‘aramazdı’ tahminime verecek
cevap ararken zorlanan Mirza Bey’e, bu yeni sorum ilaç olmuş gibiydi.
“Öyleymiş, babanmış.”
Anladım dercesine başımı salladım.
“Teşekkür ederim buraya kadar geldiğiniz için.”
“Kovsan daha iyiydi, hadi git der gibi
oldu bu.”
Şaka yapmaya çalışır gibi görünse de bir
yandan onun da ne yapacağını tam bilemediğini fark edebiliyordum. İlk
karşılaşmamıza oranla, çok da açık kartlarla karşımdaydı. Onu analiz edebilmeme
izin veriyordu. Bunu farkında olarak mı yapıyordu yoksa istemsizce mi böyleydi,
bilmiyordum.
“Öyle demek istemedim,” dedim.
“Kalabilirsiniz burada, ama akşamüzeri uçuşum var zaten.”
Kaşları çatıldı. “Ne demek uçuşum var?
Gidiyor musun?”
Dün gece aldığım bilete göre, evet
gidiyordum. Birkaç gün daha İstanbul’da kalma fikrim aklımın bir kenarında var
olsa da burada olmak bana iyi geleceğe benzemiyordu. Evime dönüp yaşananları
sindirmek, belki de sindiremeyip dışarı püskürtmek daha işe yarar bir
seçenekti.
“Dönüyorum, evet. Burada bir işim kalmadı.
Zaten planım bu şekildeydi.” dedim son kısımda biraz yalana başvurarak.
“İki günlük bir plan için mi koca valizle
geldin İstanbul’a? Neredeyse evin kapısından geçmeyecekti valizin.”
Dikkatli olması işime gelmemişti. Bir
aylık sürenin direkt olarak reddedileceği ihtimalini göz ardı edip valizimi beni
bir süre idare edebilecek kadar eşyayla doldurmuştum.
Sesimi çıkartamadığımda aralı kalan
dudaklarımdan küçük bir iç çekiş koptu. Bu, bana doğru biraz yaklaşıp
bacaklarımızın birbirine neredeyse değeceği kadar yanıma gelmesine yol açmıştı.
“İlk gün verdiğim tepkiler sert geldiyse,
kusuruma bakma sen benim. Canan’la Cemre’nin deyimiyle huysuz bir adamımdır.”
Cemre’nin kim olduğunu bilmesem de sessizce onu dinlemeye devam ettim.
“Şaşkınlıktan hiçbirimiz ne yapacağımızı bilemedik, üstüne geldim istemeden.”
“Sorun değil,” dedim aslında o an sorun
olmuş olsa da. En azından artık değildi.
“Sorun ya da değil, aklı aldığı
darbelerden yerinde olmayan babanın seni hastaneden sonra bırakacağını
bilseydim peşinizden gelirdim. Bizimle kalırdın. Canan da ben de iki gündür o
gün müdahale etmediğimiz için pişmanız. Daha erken de gelirdim, dün sabah
bulmuştum seni elbette ama böyle ılımlı olmayıp beni kovalarsın diye test
sonuçları bahanesini de yanımda getireyim dedim.”
Son kısımda söylediklerine güldüm
istemsizce. Cümlelerinde aklıma takılan bolca detay vardı.
Önceliğimi en garipsediğimden yana
kullandım. “Küçükken dövüyor muydun onu? Ondan mı darbe aldı çok.”
Otelin yüksek tavanına ulaşıp dönecek
kadar yüksek bir kahkaha attı. Bir süre kendine gelemedi hatta. Çok mu komik
bir soruydu? Ya da yanlış mı telaffuz etmiştim bir şeyleri? Kendimi sorgularken
kirpiklerimin arasından onu inceliyordum.
“Sence dövmüş müyümdür?” diye sordu birden
gülüşü sonlandığında. Ne diyeceğimi bilememiştim. Asker oluşunu ve sert
ifadelerini düşününce aklım karışmıştı biraz. Disiplin için bu yola başvurmuş
olabilirdi.
Düşünme sürem onu daha çok güldürdü.
“Bu konuya döneceğiz sonra, ama önce odana
çıkıp valizini topla hadi. Bir ara da akşamki biletini iptal ediver.”
Yanaklarımın içini ısırdım. “Neden?”
“Babaannen ve dedenle kalacaksın da ondan,
Despina. Ben torunumu yaşadığım şehre
gelmişken otellerde konaklatacak bir adam değilim.”
Torunumu…
Torunuydum. Karşımda dedem vardı.
“Çok naziksiniz,” dedikten sonra ‘ama’
diyerek devam edecekken elini kaldırıp susturdu beni.
“Yok, hiç nazik değilimdir.”
Şaşkın şaşkın bakakalmıştım yüzüne. Böyle
bir tepki beklemiyordum.
“Ben evime dönsem herkes için daha iyi
olacak. Sizinle kalmamın doğru olacağını düşünmüyorum, oğlunuz da pek hoş
karşılamayacaktır.”
“Benim misafirimden ona neymiş? Sen dedene
güven, birkaç gün izin ver kendine bir dene. Rahatsız hissedeceğin bir şey
olursa, o zaman geç suratıma tükür.”
Ağzımdan bir nida kaçtı. “Suratınıza mı
tüküreyim?”
“Eve giderken sana bir iki dil bilgisi
kitabı da alalım mı mavi boncuk?”
“Bu da mı deyimdi?” dedim kaşlarım
çatılırken. Tükürmenin konu olduğu deyim mi olurdu? “Hem ben Türkçe biliyorum,
kitaba gerek yok.”
“Bileceksin tabii, Türk’sün. Daha da derin
bilgiler öğreteceğim ben sana, bakarsın bir haftada Yunancayı unutursun da
silinir aklından.”
Kendimi tutamayıp güldüm. “Ana dilimi mi
unutacağım?”
Yüzünü buruşturdu, bunu Yunan olduğumu
öğrendiğinde de yapmıştı.
“Baban nereliyse oralısındır diye bir şey
öğretmediler mi sana boncuk?”
Dudaklarımı sarkıttım. Başımı iki yana
salladığımda doğru bir noktaya parmak basmadığını son anda fark ederek çenesini
kastı.
“Sarılayım mı bir kere sana?” diyerek
konuyu hızla değiştirmesine içim giderken erkeklerle yakın temasta bulunmanın
beni çok mutlu etmediğini bilsem de onu kırmaktan çekinmiştim. Bu kez başımı
onaylar anlamda salladım bu nedenle.
Beni kollarının arasına çektiği ilk
saniyelerde heykel gibi kaskatı dursam da kalbim kime sarılıyor olduğumu
zihnime defalarca kez tekrarlayarak biraz da olsa gevşememe yardım etmeye çabalamıştı.
Dedeme sarılıyordum.
Tanışacağımdan bile haberimin olmadığı,
ilk görüşte beni evden atacağından şüphelendiğim dedeme sarılıyordum.
Aynısını bir gün Timur Akdoğan ile
yaşayacağıma dair sönük de olsa umut beslememeye gayret etsem de, hevesini bir
türlü köreltemeyen; İstanbul’a gelirken babasına kavuşacağını sanan kız
çocuğunu durdurmak çok zordu.
Eksik yanlarım sızlıyordu. Eksik yanlarımdaki boşluklar, yıllar boyu sadece boş kalmakla yetinmiş olsaydı belki her şey daha kolay olurdu ama o boşluklar bir canavarın bıraktığı yara izleriyle çoktandır dolmuştu.
Yorumlar
Yorum Gönder