Aykırı Çiçek 42.Bölüm
42.BÖLÜM
Güne nasıl başlarsam devamı da öyle geçer diyen, sabahki
moduna göre davranan biri olmamıştım hiçbir zaman. Tam tersine kötü başlayan
sabahı, güzel bitirebilecek bir akşam yaratmayı denerdim. Bu, bitmek tükenmek
bilmeyen bir umuda sahip oluşumun en büyük örneğiydi bana göre.
Bugüne dek yaşadıklarımın ortalama bir insanın başına
gelebilecek olaylardan çok daha fazla olduğunun bilincindeydim. Umudum
olmasaydı belki de şu anda olduğum noktadan çok daha farklı bir yerde bulunuyor
olmam kaçınılmazdı.
Dün, aslında bir haftadır farkında olduğum ama kendime
itiraf etmek yerine görmezden geldiğim gerçekle yüzleşmiştim. Acar’la başlayan,
babamın kendi açıklamalarıyla devam eden sürecin sonunda sanırım herkes benim
onları haklı bulacağımı ve sakinleşeceğimi düşünmüştü. Fakat ilk kez kolayca
geri adımı atmamıştım.
Atamamıştım.
Aynaya baktığımda yüzüme dahi yansımış olan yorgunluğum
buna izin vermemişti.
Babamın yanından kalktıktan sonra kimseye görünmeden
odama kapanmıştım. Herkesten kaçmak istediğimde kendimi attığım sığınağım olan
atölye artık var olmadığından -ve yenisi de Acar’ın dibinde olduğundan- evde
kalmak zorundaydım.
Yalnız kalma isteğime ilk birkaç saat kimse müdahale
etmemiş, odaya uğramamışlardı. Olaydan en az benim kadar habersiz olan annem,
uykuya dalmama yakın yanıma gelmişti. Sessizce göğsünde yatıp uyuyakalmak
dışında hiçbir şey yapmamıştım.
Sabah olması gerekenden çok daha erken uyanıp hazırlanmış
ve ajansa doğru yola çıkmıştım. O kadar erkendi ki Acar’ın uyanır uyanmaz
attığı ‘beni almaya geleceğine’ dair mesajını aldığımda çoktan yolu
yarılamıştım zaten.
Ajanstayken Acar başta konuşmak için her ne kadar ısrar
ettiyse de bir şekilde onu atlatmıştım, daha doğrusu inadımı kıramayacağını
anlamasını sağlamıştım. Öğle yemeğinde zaten dün söz verdiğim gibi Yağmur ve
Polat’la dışarı çıkmıştım, şimdi ise gün tamamen bitmişti.
Çantamı omuzuma atmış giriş kata şimdi varmış olan
asansörün kapılarını açmasını bekliyordum. Benimle birlikte birkaç kişi daha
vardı içeride.
Kapılar açıldığında önümdeki iki kişi çıktıktan sonra ben
de dışarı adımladım. Çıkışa doğru yönelmişken elimin aniden kavranması duraksamama
sebep olmuştu. Elimdeki tutuş tanıdıktı, kimin beni durdurduğunu adım gibi
ezbere biliyordum ama tepkisiz kaldım.
Etrafımızda binadan çıkış yapıyor olan onlarca çalışan
varken, soğuk nevale patronlarının yeni bir çalışanın elini sıkıca tutuyor
olması tabii ki dikkatlerini çekmişti. Adımlarını fark edilmiyormuş gibi
yavaşlatan, kendi aralarında fısıldaşanları umursamadan Acar’a baktım.
“Bir şey mi oldu?”
“Oldu.” dedi net bir şekilde. “Sana yalan söylediğim için
köpek gibi pişman oldum, Feris. Beni süründür ama uzağımdayken yapma bunu.
Kaçma benden.”
Kahverengi irislerinin vereceğim cevap için merakla
genişleyişini, gözlerimi gözlerine diktiğim için anbean görebildim.
“Kaçmıyorum.”
“O yüzden mi bugün beni özleminden öldürmek için
uğraşıyordun?”
Ajansın girişinde olmamızı, yalnız olmayışımızı
umursamadan omuzlarımı dikleştirerek konuştum. “Tek bir şey istedim hepinizden,
çok basit ve tek bir şey. Bana yalan söylemeyin, hiçbir şeyi saklamayın istedim
Acar.”
Gözlerini kaçıracak gibi olduğunda çenesini kavrayıp buna
engel oldum. “Ben, benden saklananlar yüzünden neler yaşadım biliyorsun değil
mi? Hepiniz biliyorsunuz hem de…”
“Feris…” Adımı devamında bir şey söylemeyeceği belli olduğu
halde mırıldandı.
“Benim aynı ağrıları bir kez daha kaldıracak gücüm
kalmadı, bir sonraki darbede düşüp bir daha kalkamayacağımı hissediyorum artık.
Bu sondu, sınırımın en tepesindesiniz.”
Hayatımdaki tüm insanlara yüz çevirmek, hepsinden
günlerce aylarca kaçmak gibi bir şey yapamayacağımı biliyordum. Sadece
sindirmek için zamana ve bir daha tekrarlanmayacağına dair güvene ihtiyacım
vardı.
“Ben de girişteki kalabalığın sebebi ne diyecektim ki,
elimle koymuş gibi buldum.” Çağla ve Caner yanımızda belirirken, konuşan kişi
Caner’di.
“İşe bu kadar odaklansa herkes şu an uçuyorduk herhalde.”
Çağla kısık sesle mırıldandıktan sonra sesini hafifçe yükseltti. “Arkadaşlar
bugün herkes mesaide mi? Çıkmıyorsunuz sanırım.”
Çağla’nın hafif iğneler tondaki sesiyle çalışanlar çıkışa
yöneldiğinde derin bir nefes aldım. Dün çokça umurumda olan, ama bugün son
derdim bile olmayan ‘sevgili olduğumuzun bilinmesi’ durumunu bu saatten sonra
saklayabilmemiz imkânsız olacaktı. Kulaktan kulağa yayılacak ve yarın direkt
kendi ekip arkadaşlarıma kadar ulaşacaktı muhtemelen.
Çağla ve Caner’e pek bir şey söyleyebilecek halim yoktu.
Melih-Çağla cephesini merak ediyordum, Melih bugün ajansta değildi hatta ama
yine de şimdilik üzerinde durmayacaktım. “Pazartesi görüşürüz.” dedikten sonra
bugünün Cuma oluşuna içimden sevinerek arkamı dönüp kapıya yöneldim.
Acar bu kez beni durdurmadı.
Caner ve Çağla’nın sorularını cevaplama yükünü de ona
bırakmış olduğum için başka kimseye yakalanmadan ajanstan ayrıldım.
Üzerimde blazer bir ceket vardı ama yine de hava Ekim
aynın ikinci haftasında olmamıza rağmen gereksiz fazlalıkta serin olduğundan
ürpermiştim çıkar çıkmaz. Sokağın başında bulunan taksi durağına doğru yürümeye
başladım fakat oraya vardığımda bunun boşa gittiğini fark etmiştim.
Durakta taksi yoktu. Eğer beklersem yarım saat içerisinde
taksi geleceği söylenmişti ama burada dikilmek yerine ana caddeye yürüyüp
şansıma güvenmek daha mantıklı gelmişti.
İçim üşüye üşüye de olsa caddeye ulaştım. Yaklaşık on beş
dakikalık bekleyişimin ardından taksi bulmayı başarmıştım.
Yalnız gitmeyi hep unuttuğum ama gitmeyi en sevdiğim yere
gitme fikri aniden aklıma yatarken taksiciye bunu belirtip arkama yaslandım.
İstanbul’un iş çıkış saatlerinde ölümden beter hale gelen trafiği ile zor da
olsa istediğim yere ulaşabilmiştik.
Taksiden indikten sonra belirsiz adımlarımla dümdüz
ilerledim. Karşımdaki sonsuz maviliği yine bir süredir ziyaret etmemiştim,
unuttuğuma en çok üzüldüğüm şeylerden biri şüphesiz buydu.
Havadan dolayı fazla kalabalık olmayan sahilde boş
bulduğum, denize yakın duran banklardan birine yerleştim. Çantamı kucağıma
bırakıp gözlerimi sanki sonunu görebilecekmişim gibi denize diktim.
Denizden esen serin esinti başta ürpertici olsa da
bedenim alıştıkça o esintiyi sevmeye başlamıştım. Aklımı düşüncelerle doldurmak
yerine bomboş bırakmayı deneyerek o bankta öylece ne kadar oturdum bilmiyorum
ama hava çoktan kararmıştı.
Çantamın içinde bıraktığım telefonumu saate bakmak için
çıkarttığımda ekranda gördüğüm cevapsız iki çağrı gözüme çarptı.
Annem aramıştı.
Arayalı neredeyse yarım saat oluyordu, yemeğe çağırmak
için aradığını düşünüyordum. Ancak yine de aramasına dönüp telefonu kulağıma
yasladım. Birkaç kez çaldıktan sonra kulağıma annemin sesi doldu.
“Deniz? Nerede kaldın annecim, geç mi çıktın işten?”
“Dışarıda oyalandım biraz.” dedim fazla ayrıntıya
girmeden. “Gelirim bir saate.”
“Hava soğuk gibi, üstünde kalın bir şey var mı? Sabah ben
uyanmadan çıkmışsın göremedim seni.” Birlikte uyumuştuk, uyandırmadan kalkıp hazırlanmak
zor olsa da başarılı olmuştum.
“İyiyim anne, sorun yok.” Yalan değildi, şu anda
üşümüyordum. Ya da o kadar çok üşümüştüm ki kendi kendime bağışıklık kazanıp
üşümeyi bırakmıştım.
“Tamam bebeğim, iyi o zaman.” dedikten sonra duraksadı.
Konuşmanın başından beri sanki başka bir şey söylemesi gerekiyormuş da bundan
kaçmak için konu değiştiriyormuş gibi bir tavrı vardı.
“Başka bir şey var mı anne? Söylemek istediğin…”
İç çektiğini duyumsadım. “Deniz…”
“Efendim?” diyerek merakla sordum.
“Eğer erken olduğunu düşünürsen buraya hiç görünmeden
amcanlara geçersin, ben idare ederim evdekileri; bunu bil önce.” Kaşlarım
anlamsızca çatıldı. “Nereden nasıl öğrendiler bilmiyorum ama babamlar burada,
seni öğrenmişler.”
Anne tarafım hakkında sahip olduğum bilgi sayısı koca bir
sıfırdan ibaretti. Gündemimiz o kadar yoğundu ki dönüp anneme bunları sormaya
ya da ona anlatması için zaman tanımaya fırsatım olmamıştı.
Babamın babasının hayatımı kararttığı göz önüne alınırsa
‘dede’ konusunda yine şüpheliydim. Nasıl biriydi, benim hakkımda ne düşünecekti
hiçbir fikrim yoktu.
Bir süre öncesine kadar ‘dede’ diyerek seslendiğim tek
bir kişi vardı. Alpay Levendoğlu’nun babasını hiç görmemiştim, ama Reyhan
Levendoğlu’nun babası tanıdıktı. Karısının baskısı altında kalan, sessiz bir adamdı.
Ondan ne bir iyilik ne de bir kötülük görmüştüm yirmi yıl boyunca.
Bülent
Göktürk’ten iyi olduğu kesin diye mırıldanan iç sesime odaklanmadım. Fakat haklı
olduğu açıktı.
“Babanlar mı?” diye tekrarladım istemsizce.
“Evet, özür dilerim annecim. Böyle emrivaki olsun
istemezdim, haberim olsa gelmemelerini sağlamaya çalışırdım da ama babam
inattır. Şu an kafan da karışık, o yüzden eve gelmemişsin gibi davranabiliriz
sorun olmaz. Yengene söylerim ben orada kalırsın, tamam mı?”
Annemin bu duruma gerçekten üzüldüğü açıktı. Çözüm yolu
sunmaya çalışmasına burukça gülümsedim. Anne olmak sanırım bu demekti. Kendisi
zor duruma düşecek olmasına rağmen beni rahat ettirmeye çalışıyordu, bunu
yaparken de zorlanıyormuş gibi değil de büyük bir içgüdüyle davranıyormuş gibiydi.
En fazla ne olabilir ki diye düşündüm, annemin ailesi
bana şu ana kadar hissettirilenlerden kötü ne hissettirebilirdi? Ertelemek
yerine eve gidebilirdim, korkmuyordum.
Bu cesur tavrımda artık olabilecek her kötülüğün bir
şekilde yaşanmış olmasının da payı büyüktü.
“Gelirim eve anne, tanışmak istiyorum onlarla da.”
dediğimde annem bir süre sessiz kaldı. Bu sanırım şaşkınlıktandı.
“Gelir misin?” diye sorarken sesi hevesliydi. Bu,
gerçekten gülümsememe sebep olurken sanki görebilecekmiş gibi başımı salladım.
“Gelirim.”
“Teşekkür ederim güzel kızım, teşekkür ederim annem.
Babana söyleyeyim alsın mı seni? Uzak bir yerde misin?”
“Gerek yok, gelirim ben taksiyle. Çok uzak değil, yarım
saate orada olurum.”
Annem artık çok daha iyi gelen sesiyle birkaç kez ‘dikkatli’
olmamı söyledikten sonra telefonu kapattık. Deniz havasını içime
depolayabilecekmiş gibi derin derin aldığım nefeslerden sonra buz kesen yüzümü
elimle ovuşturup ayaklandım.
Yeniden taksi bulmam ve eve doğru yola koyulmak bana kırk
dakika kadar zaman kaybettirmişti. Muhtemelen yolcu yokken sürekli aracın
içinde sigara içen şoför yüzünden camı açık bırakmak zorunda kalmıştım. Aksi
takdirde arabaya sinen koku beni kusturabilecek kadar yoğundu.
Bu akşamki üşüme seanslarımın beni hasta edebileceğini
biliyordum ama yapacak bir şeyim yoktu. Çok ağır geçirmemeyi umuyordum sadece.
Taksi evin önünde durduğunda ücreti ödeyip indim. İyice
çöken karanlık bahçedeki yer ışıkları dışında kalan her yeri loş bırakırken
kapıya doğru yürüdüm.
Anahtarımı çıkartmak yerine zile basıp elimi geri çektim.
Kısacık bir süre sonra kapı açıldığında karşımda Yekta abim vardı. Kucağındaki
Pamir ile birlikte çizdikleri tatlı görüntüyü biraz izledim.
“Halacım gelmiş!” Çantamı kenardaki dresuara bıraktıktan
sonra heyecanla kendini öne atıp bana sarılmak isteyen Pamir’in yanaklarını
öptüm. “Çok soyuksun, moyntunu mu çıkaydın dışayda?” *(Çok soğuksun, montunu mu çıkardın dışarda?)
Pamir’in cümlesi daha bitemeden abimin avucunu yanağımda
hissettim. “Buz kesmişsin, bu soğukta dışarıda mı oturdun ayka?” Yanağımı
ısıtmak ister gibi sıkıca tutup elini hafifçe sürttü.
Sessiz kaldım. Ceketimi çıkartmamaya karar vererek salona
yöneldim. İçeride kaç kişiyle karşılaşacağım hakkında bir fikrim yoktu.
Salona girdiğimde ilk fark ettiğim yabancı yüz, anneme
benzeyen bir kadına aitti. Yaşı da annemle neredeyse yakındı. Teyzem olduğunu
varsaymıştım. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı, uzun bir süredir ağlıyor gibiydi.
İçeri girdiğim anda ne yapacağımı bilemez halde
kalakaldığım için ayaklanıp yardımıma koşan annem oldu. Elimi sıkı sıkı
tuttuğunda ben de aynı şekilde ona tutundum. Babamı görmeye alışık olduğum
koltukta oturan yaşlı adamı işaret etti ilk önce. Dinç görünüyordu ama yaşının
ilerlemiş olduğu da belliydi.
“Babam, Ayhan Ulusoy.” diyerek tanıttığında adamın bana
nasıl bir tepki vereceğini merakla bekledim. Sanırım son beklediğim şeylerden
biri yanaklarına yaşlar inmeye başlamasıydı, ama bu gerçekleşti.
Oturduğu yerden yavaşça doğrulduktan sonra, ondan birkaç
adım uzakta duran bize doğru geldi. Omuzlarımı kavrayıp sanki gerçekliğimi
sorguluyormuş gibi bakışlarını yüzümde gezdirdi. “Ben yakında başka bir yerde
kavuşacağız diye gün sayarken sen kanlı canlı karşımdasın.”
Bazen, bu odada bulunan tüm insanların beni yıllarca ölü
bildikleri aklımdan çıkıyordu. O kadar garip bir durumdu ki, olayın
başkahramanı da olsam zihnim bunu kabul etmiyor, bana unutturuyordu.
Kastettiği kavuşmanın ne olduğunu anlamak içimi sıkarken
gözlerimi kaçırmak istedim. Karşısında durduğum halde canı acıyormuş gibi
bakıyordu.
Omuzlarımı kavradığı ellerinden biri hafifçe sırtıma
doğru kaydı, ardından beni kendisine doğru çekti. İtiraz etmeden bana
sarılmasına izin verdim. Tıraş losyonu kokuyordu, genzimi yakıp geçen koku
rahatsız edici olmaktan çok uzaktı.
Annem elimi tutmayı bıraktığında ben de kollarımı
kaldırıp karşımdaki bedene sardım. Çok uzun değildi fakat cılız biri olmadığı
için yine benden katbekat büyük duruyordu bedeni.
Bir süre benden hiç ayrılmadan kolları bedenime sarılı
kaldı. Salonda kimseden çıt çıkmıyordu, onları göremiyordum ama herkesin bizi
izlediğini hissedebiliyordum.
“Şu gereksizlere de sarıl, tanış; sonra yamacımdan
ayrılmak yok.”
Gereksizden kastının kendi çocukları oluşu hafifçe
gülmeme sebep oldu. Babama benzetmiştim bu tavrını, abimleri yanımdan kovalayıp
sürekli beni sarıp sarmalamasıyla aynıydı. Dedem yavaşça beni bıraktığında
bakışlarım babama çarptı bu yüzden.
Yeşil gözlerinden akan duyguları tam olarak anlayamasam
da bizi izliyordu dikkatle.
Annemin kendisini tanıtmasını beklemeden ayaklanan,
annemin kopyası gibi görünen kadın bir adımda yanıma geldi. “Ben de sarılabilir
miyim?” Çocuk gibi sorduğu soruya gülümsedim. Kollarımı açarak izin verdiğimde
beni sıkıca sardı.
Kaybolacakmışım gibi sıkı sıkı sarılmıştı.
“Teyzesinin balı, canım benim.” Fısır fısır kendi kendine
konuşurken onu duysam da sessizce durdum. Tek yaptığım sarılışına karşılık
vermekti. Teyzem olduğu da böylece doğrulandığında geriye salonda tanışmadığım
iki adam kalmıştı.
Teyzemin yanında oturuyor olan adam sanırım eşiydi, çünkü
diğer herkeste bulunan ortak saç ve göz renkleri onda hiç bulunmuyordu.
“Eşim, Önder.” diyerek aklımdan geçirdiklerimi sözlü
olarak kanıtlayan teyzem benden ayrıldıktan hemen sonra onları göstermişti.
Başımı hafifçe hareket ettirerek ona selam verdim.
Geriye yalnızca bir kişi kalmıştı. Toprak’ın yanında
oturan, abimlerin kime benzediğini belli etmek için hiçbir çaba sarf etmesine
gerek olmayan en fazla 40 yaşında diyebileceğim bir adamdı.
Kahverengi saçları ve gözleri uyum içindeydi ama annemde
bu renkler yumuşacık bir görüntü yaratırken onda tam tersi etki bırakmıştı.
Dedemin ve teyzemin aksine yerinden hareketlenmedi. Ama
bakışları üzerimden bir saniye olsun çekilmiyordu. Kızgın görünmesinin benimle
bir ilgisi olup olmadığını düşündüm, ama bir bağlantı kuramamıştım.
“Gökhan, en küçüğümüz.” Annem, ona takılı kalan
bakışlarımı fark edip tanıttığında başımı sallayıp ‘anladım’ der gibi yaptım.
Tek boş kalan yerin Toprak ve onun birlikte oturduğu koltuk oluşu, acaba
bizimkilerden birinin yanına mı sıkışsam diye düşündürse de umursamadım. Toprak
ve benim aramda o kalacak şekilde oturdum.
“Sen Gökhan’ın yanına geç, Deniz buraya gelsin.” Dedem
yanındaki Yekta abimi ittirdiğinde gülecek gibi oldum. Yekta abim söylenerek
ayağa kalktı. “İttirmesen de kalkardım dede, sağ ol yardımın için.”
“Çok konuşma dışı Gökhan, içi Savaş.” Tanımlaması
gülüşümü gerçekten tutamamama yol açtı. Görüntüsü dayısına, hareketleri babama
benziyordu ve olabilecek en uyumlu sıfat buydu.
Abimin kalktığı yere oturmak için ayaklanacakken elim
oldukça nazik bir şekilde tutuldu. “Burada kal sen.” diyen dayımdı.
Deminki sert ifadesine kıyasla bambaşka görünen, bana içi
gidiyormuş gibi bakan haline şaşırmıştım. Şaşkın şaşkın ona baktığımda
dudakları kıvrıldı. Elimin üzerini öptükten sonra beni omuzuna yatırır gibi
hareket ettirdi. “Bakışlarım sana değildi, senden başka herkeseydi ama asla
sana değildi.”
“Onlara mı kızdın?” diye mırıldandım.
“Çok kızdım güzelim benim. Bu kadar bekledikleri için,
senin mucize gibi yeniden bizimle oluşunu sakladıkları için çok kızdım.”
Yanağım omuzuna yaslanmışken onu göremiyordum ama bir
kolu sırtımda kendisini hissettiriyordu. Çenesini başımın üzerine dayadıktan
sonra bir şeyler daha fısıldadı ama ne dediğini algılayamamıştım.
Ben de aynı kişilere benden bir şeyler sakladıkları için
kızgındım, ama bu sanırım benimkinden çok daha ağırdı.
Ben gelmeden önce hakkımda konuşmuş oldukları kesin
gibiydi. Kimse herhangi bir soru sormuyordu, tek odakları bendim. Ortamdaki
garip halin devam etmemesi için konu açan çoğunlukla annem, teyzem ya da Önder
abi oluyordu.
Bu konuşmalar sırasında dedemin, teyzemin ve dayımın
Muğla’da yaşadıklarını öğrenmiştim. Anne tarafım Muğlalıydı yani. Teyzem ve
Önder abi butik bir otel işletiyorlardı, çocukları yoktu. Dayım çok fazla
konuşmadığı için onun hakkında öğrenebildiğim tek bilgi nerede yaşadığıyla
sınırlı kalmıştı.
Dedem ve dayım genel olarak sessizlerdi; babam, abilerim
ve üçüzlerim ise belli ki benden çekiniyorlardı. Onlara halen kırgındım,
dillerine kilit vurmalarının sebebi buydu.
Çay içildiği sırada zil sesi duyuldu. Annem ayaklanıp
kapıya ilerledi. Kısa bir süre sonra kapıdan amcam girdi.
“İyi akşamlar, hoş geldiniz.” diyerek başladığı
konuşmasının sonunda bakışları halen dayımın omuzunda yatıyor olan bana değdi.
Kibar gülümsemesi hızla yok olurken bir an koşarak gelip beni çekiştirecek
zannetmiştim.
Onun rahatsızlığını fark ettiğinden mi bilmiyorum ama
dayım da sanki kaçacakmışım gibi beni daha da kendine çekti. Darlanmaya
başladığımı hissederek kıpırdandım. Bu sırada amcam, yemek masasından aldığı bir
sandalyeyi getirip benim tarafımda kalacak şekilde koltuğun yanına yerleştirdi
ve oturdu.
Dayımın ve amcamın tam arasındaydım, tek fark biriyle
aynı koltukta oturuyor oluşumdu.
“Nasılsınız Ayhan amca?” Amcam ve dedem arasında hal
hatır şeklinde başlayan sohbet diğerleriyle de devam ederken gözlerimin içi
yanıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Eve geldiğimde yüzümü yıkamadığım için
rimelimin buna sebep olabileceğini düşündüm.
Dayımın tutuşundan bir şekilde sıyrılıp hareketlendiğimde
bütün bakışların üzerime çevrilmesine sessiz kaldım. Ayağa kalktığımda az çok
nereye gideceğimi anlamışlardı.
Önce odama, ardından banyoya ilerledim. Üzerimi
değiştirip, yüzümü yıkadıktan sonra biraz daha iyi hissediyordum. Banyodan
çıkmadan önce biraz duraksayıp aynada kendimi izledim.
Gözaltlarımdaki kapatıcıyı silince morluklarım kabak gibi
ortaya çıkmıştı. Parmaklarımı bastırdığımda şişliği de hissedebiliyordum.
Burnumdan derin bir nefes verdikten sonra banyodan çıktım. Siyah bir taytın
üzerine gri kalın bir sweatshirt geçirmiştim. Ev normalde hep sıcak olurdu ama
bugün daha serin gibiydi.
Salona yöneldiğim sırada paytak paytak kapıdan çıkan
Pamir ile karşılaştım. “Nereye bebeğim?”
Elimi uzattığımda hemen kavradı. “Su içcem.”
Muhtemelen babasından kaçıp kendi kendine evi dolaşmaya
karar vermişti. Yekta abimin onu su içmesi için tek başına mutfağa yollaması
saçma olurdu. Henüz 1,5 yaşındaydı.
“Yardım edeyim mi sana? Ben de içecektim zaten.”
dediğimde kafasını uysalca salladı. Bu sevimli haline gülümseyerek saçlarını
okşadım. Birlikte mutfağa yürüdük.
Pamir’e onun garip şekilli biberon bozması bardağına su
doldurup verdikten sonra kendim de bir bardak su içtim. “Şimdi de çikolat
yiycez, hala.”
Babasının izin vermediği her şeyi benden şirinlik yaparak
istemeye alışmıştı, abimden köşe bucak kaçarak evin içinde illegal işler
çeviriyorduk.
“Ama küçücük bir tane yiyelim, tamam mı?” Kafasını hızlı
hızlı salladığında Pamir ulaşamasın diye tepeye koyulan abur cubur rafına
parmak uçlarımda yükselip uzandım. Sandalyeye çıkmaya üşendiğim için
gerinebildiğim kadar gerinip almaya çalışıyordum.
“Yardıma ihtiyacınız var gibi görünüyor, evin bebekleri.”
Yaman abimin sesini aniden dibimde duyduğum için korkuyla
yerimde sallandım. Dengemi kaybetmeden beni sıkıca tutup destek olduktan sonra
kenara çekti. “Ne istiyorsunuz buradan, çikolata mı?”
“Evet amca! Heym de en büyüğüsünü iştiyoruz.” *(Evet amca! Hem de en büyüğünü istiyoruz.)
“Pamir!” diyerek uyarır tondan konuştuğumda dudak büzdü.
“Tamam, küçüğüsü de oluy.”
Abim Pamir’in U dönüşüne güldükten sonra zaten Pamir için
ayrılan küçük çikolatalardan birini rahatça alıp açtıktan sonra ona uzattı.
“Yavaş yavaş ye.” diyene kadar Pamir çoktan çikolatanın yarısını henüz
tamamlanmayan dişleriyle ağzına yuvarlamıştı bile.
“Sen de istiyor musun denizkızım?” Küs olsam da
denizkızım dediğinde içimin açılmasına engel olamıyordum. İyi hissettiriyordu.
Başımı iki yana salladım istemediğimi belli etmek için.
Abim rafın kapağını kapattıktan sonra buzdolabına yöneldi. “Çikolata zararlı
zaten, sen bundan ye.”
Mutfak masasına bıraktığı karton kutunun içinde ne
olduğunu kapağını açmadan görmem mümkün değildi. İnatçı tarafım umursamadan
salona gitmemi istese de merak ediyordum işte.
“Bu ney?” diyerek beni her zamanki gibi kurtaran Pamir’e
yarın daha büyük bir çikolata vermeyi aklıma not ettim.
“Ben de bilmiyorum koçum, çilekli en güzel tatlılarını
sordum favori pastaneme, bunu verdiler.” Bu, Pamir’in için fazla komplike bir
açıklamaydı, bana söylendiği belliydi. Zaten Pamir de umursamayıp çikolatasına
dönmüştü.
Acı bir gerçekti ama, Pamir çilek sevmiyordu. Hatta
hiçbir meyveyi sevmiyordu.
Abim benim hamle yapmadığımı gördüğünde kutunun kapağını
açtı, ardından kenarındaki kısımları da ayırıp dümdüz bir hale gelmesine sebep
oldu karton kutunun.
Göz önüne çıkan görüntüye ağzımın sulanması çok normaldi,
taptaze duran çilekli, üstünden krema taşan bir kek vardı çünkü önümde.
Yutkunarak canım hiç çekmemiş gibi gözlerimi kekten ayırıp abime baktım. “Benim
yiyesim yok, içeridekilere sor istersen.”
“Deniz,” dedi yalvarır gibi. “Yapma abicim kurban olayım,
dünden beri sen benden, bizden kaçtıkça canım acıyor. Hatalıydık, seni
düşünerek yaptık ama yine de yapmamalıydık, böyle cezalandırmasan bizi.”
Kimseyi cezalandırmak gibi bir niyetim yoktu, onlar benim
tavrımın sebebini tamamen bu zannediyorlardı ama ben bunu amaçlamıyordum ki.
Omuzlarım aşağıya doğru düşerken sweatshirtümün kollarını
çekiştirip avuç içlerimi örttüm. “Cezalandırmıyorum ben kimseyi.” dedim çatılan
kaşlarımla.
“Bizden uzak durman, kırgın kırgın bakman en büyük ceza
değil mi sanki güzelim? Nasıl acıtıyor biliyor musun?”
Biliyorum,
benim de canım yandı demek istedim ama yapmadım. Ne kadar kırılırsam kırılayım
karşımdaki kimseyi yarasıyla ya da acısıyla vurmayı beceremiyordum. Bunu,
yıllarca bana bir nevi eziyet etmiş olan ‘aile sandığım’ kişilerle dahi
yapamamışken şimdi gerçek aileme, çocukluğumun tek güzel tarafı olan ikinci
aileme ve sevgilime yapamazdım ki.
Bedenimin titrediğini hissettim. Üşüyormuş gibiydim ama
üstümdeki kalın kıyafetle üşümem anlamsızdı. Titreyişim ellerime de ulaştığında
bunun abim tarafından fark edilmesini engelleyebilmek için avuçlarımı sıkı sıkı
kapatıp üzerimdeki kalın kumaşı sıkıştırdım.
Odama kaçıp uykuyla bugünü hemen bitirmek istiyordum ama
içeride henüz beni yeni tanımış olan kişilere bunu yapamayacağımın
bilincindeydim. Masada duran keke göz ucuyla baktım. “Dolaba koy yine, belki
sonra yerim tamam mı?”
Cümlemin altında açıkça belli olan ‘konu kek değil, bana
zaman ver ki size tekrar eskisi gibi bakayım’ mesajını aldığını yüzündeki
aydınlanmadan görebildim. Ben durduramadan şakağıma kokulu bir öpücük bıraktı.
Gerçi durdurmama fırsat tanısa da durdurur muydum emin değildim.
“Tamam denizkızım, tamam.”
Pamir çikolatasını bitirmiş bizim konuştuklarımıza anlam
vermeye çalışıyordu. Pek başarılı olamasa da sesini çıkartmamıştı bu süre
boyunca.
Ağzını kenardan aldığım peçeteyle sildikten sonra
ellerini de aynı şekilde temizledim. Abim keki dolaba kaldırırken ben Pamir’i
elinden tutup mutfaktan çıkartmıştım.
Salona ilerledik birlikte, içeri girdiğimizde Pamir
koştur koştur kendini Rüzgar’ın üzerine attı. Çikolata enerji vermişti sanırım.
Rüzgar onu kucaklayıp göğsüne yasladı. Ben tekrar dayımın yanındaki yere
ilerleyecektim ki amcamın sandalyeden kalkıp koltuğa oturduğunu fark ettim.
Bunu rahat etmek için değil de ben oturmayayım diye yaptığına kalıbımı
basabilirdim.
Ona baktığımda omuz silkti. Çocuksu tavrına gülmemek için
zor durmuştum. Sandalyeye geçmek yerine ben de Yaman abimin boş bıraktığı,
annemle babam arasında kalan yere ilerleyip oturdum.
“Babacım ne yedin sen yine, yalanıyorsun orada kedi gibi
şapur şupur?” Yekta abim Rüzgarın hemen yanında oturuyordu, Pamir’in de
dibindeydi dolayısıyla.
“Çikolat yedim.” diyerek sırıtarak hemen yumurtladığında
abim sabır çeker gibi yukarı baktıktan sonra tekrar oğluna döndü. “Yine halanı
mı kandırdın? Sana kıyamıyor diye her istediğini yaptırtamazsın halana Pamir.”
“Kandıymadım baba, halam bana çikolat vermek istedi. Ben
de üsülmesin diye yedim.”
Bunun yalan olduğunu salondaki herkes bildiğinden gülüş
sesleri yükseldi. Yaman abim de gelmişti bu sırada. “Bu da üçüncü suç ortağınız
herhalde.” Yekta abim, Yaman abimi işaret etti.
“Ne suçu?”
“Çikolat yeme suçusu amca.” Pamir amcasını aydınlatırken
abim sandalyeye geçip oturdu.
“Sanki sen mutfağa girsen, Pamir ve Deniz çikolata istese
vermeyecektin. Oturur kendin yapardın utanmasan lan.” Yaman abim, Yekta abimle
dalga geçerken arkama yaslandım.
Ortam, önceki haline göre daha eğlenceli bir hale
evirildiğinde en azından daha normal hissediyordum. Evin böyle olmasına alışıktım.
Dakikalar saatleri kovalarken annemin ve babamın
arasında, anneme doğru devrilmiş şekilde oturmaya devam ettim. Hareketsizdim,
çünkü bedenimde güç kalmamış gibi hissediyordum. Üşüdüğüm için anneme sokuldum
biraz daha.
“İyi misin annecim?” diye sorduğunda olumlu bir mırıltı
çıkarttım.
“Deniz, bana bir bakar mısın?” Babamın seslenmesiyle zar
zor kaldırdığım başımı ona çevirdim. Babamın kaşları çatıktı. Odaksız gözlerle
yüzünü süzdüğümde aniden yanaklarımı avuçlarının arasına aldı. Ardından
ellerinden biri alnıma kaydı.
“Ateşi var, Pınar sen de bir baksana.” Babamın telaşla
kurduğu cümlesinin ardından bu kez annemin avucu alnımda ve boynumda gezindi.
Elleri o kadar soğuk hissettirmişti ki canım acımış gibi inledim. “Elin çok
soğuk.”
“Değil annem, değil. Sen yanıyorsun, ondan öyle geliyor.”
Açıklamasını umursamadım, kocaman bir battaniyenin altına sığınıp uyumak
istiyordum sadece.
Salonda kimin ne yaptığını göremiyordum ama birkaç
hareketlilik oldu, birileri kalkıp oturdu. Yanımda babam yerine Yekta abim
belirdiğinde onun sıcak olmasını umarak bebek gibi omuzuna sinmeye çalıştım.
“Şş, tamam güzelim. Geçecek birazdan, dereceyi kolunun altına koymama izin
verir misin?”
Yarım yamalak anlayabildiğim sözlerinden sonra dayımı
duydum. “Odasına çıkartalım, abla üstünü değiştirmesi lazım. Çok kalın o
polar.”
Kolumun altına sıkıştırılan ve buz kalıbıymış gibi
hissettiren alet bir dakika içinde geri alındı. “38.7, biraz düşürmeyi
deneyelim olmazsa hastaneye geçeriz.” Yekta abim bunu söyledikten sonra
bedenimi dizlerimden ve sırtımdan destekleyerek havalandırdı.
Kemiklerim ağrıyormuş gibi gerilirken sızlandım. “Canın
mı yanıyor?” sorusuna cevap vermek yerine başımı omuzuna yaslayıp uyumayı
denedim. Uyursam hissettiklerim kaybolabilirdi.
Yarı açık gözlerimle odama girdiğimizi, yatağa
bırakıldığımı fark edebildim. “İçinde tişört var bir de, çıkartalım direkt
Yekta.”
Dayımın sesini yine duymuştum. Biri sweatshirtümün alt
kısmını yukarı doğru kıvırıp çekiştirdiğinde o kişinin ellerine tutunarak bunu
engellemek istedim. “Yavrum çıkartmamız lazım bunu, daha çok yükselir ateşin.
Hiçbir şey yok, birazdan geçecek.” Ellerini tutmayı denediğim kişi dayımdı.
Beni ikna etmeye çalışıyordu ama zaten ona karşı koyacak
kadar gücüm yoktu. Üzerimdeki beni sıcak tutabilecek en büyük parça birden
kaybolduğunda kalın askılı tişörtümle kalakalmıştım. Dişlerim birbirine
çarpıyormuş gibi titredim.
“Hastaneye gidelim mi direkt, çok titriyor?” Yaman abimin
sesini biraz uzağımda olduğunu belli eder şekilde duydum.
“İki tane doktor var yanında Yaman, anneni de
telaşlandırma.” Babam net bir şekilde konuştuğunda ikinci doktorun kim olduğunu
algılamaya yetmeyen aklım karışmıştı.
“İki doktor mu var?” dedim fısıltıyla. Gözlerim merakla
daha çok açıldı. Birkaç gülüş sesi duydum. “Dayın da doktor, bebeğim.”
Annemin cevabından sonra dayıma baktım. Nereden geldiğini
anlayamadığım buz gibi bir kumaş parçası alnıma bırakıldığında çığlık
atarcasına irkilip elimi beze attım. Donuyordum.
“Dokunma abicim, kalması lazım onun.” Alnımdaki korkunç
şey yetmiyormuş gibi kollarıma ve boynuma da aynı soğuklukta bezler
koyulduğunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Üşümekten her zerrem ağrıyordu.
“Çok soğuk.” diyerek içli içli mırıldandığımda biri elimi
tutup avuç içimi okşamaya başladı.
“Doktor olduğuma çok şaşırdın, öyle görünmüyor muyum
güzelliğim?” Dayımın konuşması gözyaşlarımın arasından nefes nefese ona bakmama
sebep oldu. “Ne doktorusun?” diye sordum. Hem kendimi soğuk hissinden
uzaklaştırmak istiyordum hem de onunla konuşmak hoşuma gitmişti.
“Çocuk doktoruyum, dayıcım.”
Burnumu çektim. Ateşin verdiği sersemlikle şaşkınca
konuştum. “Ama ben çocuk değilim.”
Herkes gülünce sinirlenerek kaşlarımı çattım. Bezin
altında kaldıkları için pek belli olamamışlardı.
“Kalp hastası da değilsin, Yekta da işe yaramaz o zaman.”
dediğinde abime baktım. Gülümseyerek beni izliyordu. “İşe yaramıyorsa çıksın,
annem kalsın bir tek.” dedim küskünce. “Ben hepsine çok küstüm.”
Sesli olarak dile getirmediğim, içimden düşündüğüm
şeyleri dilimi tutamadan döküyordum. Bu iyi miydi kötü müydü henüz
kestirememiştim.
“Neden?” Dayımın bu halime şaşırdığını anlayabilmiştim.
“Bana yalan söylediler.” dedim gözlerimden birkaç damla daha akarken.
Bedenimin çeşitli yerlerindeki bezler ısınmaya
başlamışken bir anda yerlerine yine soğuk olanlar gelince sıkıntıyla yerimde
kıpırdandım. “Annem, sonra düşünürsün bunları. Yorma kendini şimdi, kurban
olurum gözyaşlarına. Ağlama.”
Annem yatağın kenarına oturup onun tarafındaki elimi
tuttu.
“Gerçekten çıkalım istiyorsan, çıkarız denizkızım. Nasıl
rahat edeceksen.” Abimi duymuştum ama sesi o kadar kısıktı ki büyük bir
isteksizlik ve üzüntüyle söylediği açıktı. Ateşten kapanan algılarıma rağmen
bunu anlayabilmiştim.
“Yanımda olmadığınızda da çok üzülüyorum,” dedim kendime
kızar gibi. “Ama bana yalan söylediğinizde de çok üzüldüm.”
“Bir daha söylemeyeceğiz, ilk ve sondu. Yemin ederim.”
Rüzgar, Yekta abimi kenara çekip kendisi yatağa oturdu. Benim gibi uzanır hale
geçti. Diğer tarafıma da aynı şekilde Toprak yattı.
Onların arasında uzanmayı çok seviyordum, bunu birlikte geçirdiğimiz
bir hafta boyunca çok daha iyi anlamıştım. İki tarafımı sarıp sarmalayan iki
koca duvar varmış ve bu duvarlar hiç aşılamazmış gibi güvende hissediyordum.
Annem yataktan kalktı, ardından ellerim üçüzlerim
tarafından ayrı ayrı kavrandı.
İlerleyen dakikalarda herkes sessizdi, bedenimdeki bezler
bir kez daha değişti ardından dayım tekrar ateşimi ölçüp ‘hastaneye gerek
olmadığını’ söyledi. Hepsinin rahatladığını fark etmiştim bu cümleden sonra.
Ateşim biraz düşse de halen üşüyordum, ama üzerimi örtmeme
ya da bir şeyler daha giyinmeme izin vermemişlerdi. Ben de hangisi daha sıcak
diye önce ortam araştırması yapmış, ardından Toprak’ın daha sıcak olduğunu
algıladığım gibi ona yapışmıştım. Rüzgar elimi tutmayı bırakmamıştı bu sırada.
Ciddi bir sorun olmadığı halde, azıcık ateşim yükseldiği
anda bütün ilgilerini bana yöneltmiş olmaları özellikle çocukluğundan beri bu
konuda kırgın olan İzgi’nin yaralarından birkaçını merhemlemişti.
Onlarlayken Deniz
olmayı öğrendikçe, İzgi’yi iyileştirebiliyordum.
Toprak ve Rüzgar’la birlikte uzandığım yatakta uykuya ne
zaman yenik düştüğümü tam olarak hatırlayamıyordum.
Terlediğimi ve gördüğüm anlamsız rüya-kabus karışımı
görüntülerin beni rahatsız ettiğini hissederek olduğum yerde kıpırdandım.
Gözlerimi biraz aralamaya çalıştığımda oda karanlık olduğu için zorlanmamıştım.
Toprak ve Rüzgar yanımda değillerdi, ama bu yatakta tek
olduğum anlamına gelmiyordu. Sol tarafımda sırtı yatağın başlığına yaslı olacak
şekilde oturuyor olan biri vardı.
“Baba?” diye seslendim kısıkça. Uyandığımı belli etmek
için. Gözleri örtülüydü ama derin bir uykuda gibi değildi. İrkilerek gözlerini
aralayıp bana döndüğünde korkuttuğumu düşünerek seslendiğim için pişman
olmuştum.
“İyi misin can suyum? Ne oldu?” Eli hemen alnıma kapandı.
Tenimin sıcaklığının normal olduğunu, o dokunduğunda soğukluk hissetmediğim
için ben de anlayabilmiştim.
“Neden yatmadın?” diye sordum dikkatle yüzüne bakarken.
Elini alnımdan tamamen kopartmak yerine geriye doğru kaydırıp saçlarımı tarar
gibi okşadı.
“Uykum yoktu.” dediğinde saçlarımdaki elini bileğinden
tuttum. “Yine yalan söylüyorsun.”
“Ateşin yükselirse diye saat başı kontrol ediyordum,
uyuyakalmışım az önce.” Hemen gerçeği söylemesinin, dünden beri bir yalan
yüzünden ona çok kırgın olmamla ilgisi kesinlikle vardı.
“İyiyim ben, uyu sen de.” dedim gözlerimi yeniden
kapanmamaları için zorlayarak. Halsizdim halen, bu da uykuya geri dönmek için
bedenime uyarılar yolluyordu.
“Hep iyi ol sen,” Kısık bir sesle mırıldandıktan sonra
eğilip alnımı öptüğünde gözlerimi kapattım. “Seninle uyuyabilir miyim?” Pamir’i
aratmayan bir heves ve umutla sorduğu soruya cevap vermeden önce duraksamadım.
Karanlık odaya rağmen yüzünün aydınlandığını fark ettim.
Hiç beklemeden yatakta kayıp yastığa başını yasladı. Yan dönerek kolunun
üzerine yattı, bana dönüktü. “Seni çok seviyorum, unutma olur mu? Unutmaman
için çok daha sık da söylerim zaten.”
Onu taklit ederek ben de yan döndüm. Saçlarımdaki elini
tutup omuzlarıma bıraktım ve ona doğru yanaştım. Bu ‘bana sarıl’ demenin benim
açımdan beden diliydi. Babam anlar anlamaz beni boynuna doğru yasladığında iç
çekerek kokusunu soludum. “Ben de seni çok seviyorum baba, senin beni sevdiğini
de unutamam merak etme.”
Unutamamamın nedeninin her bakışında sevgisinin bana dolup taştığı olduğunu sesli olarak
dillendirmedim.
Sırtım ve saçlarım büyük avucuyla sıvazlanırken gözlerimi
ilkinden çok daha huzurlu bir uykuya kapattım.
Dünden beri hissettiklerimin sebebi olan yalan, şu anda
boynunda dinlendiğim adamın zihninden dökülmüştü. Mantıken en çok ona
kırılmalıydım, ona kızmalıydım.
Affetmeye ondan başlamam ironikti, ama kimsenin
alınacağını sanmıyordum. Babama olan kırgınlığımın geçmesi, geriye kalan
herkesin de bu şansı otomatik olarak elde ettiği anlamına geliyordu.
Bugün köşe bucak kaçtığım Acar, yanıma gelmeye dahi yüz
bulamayan -ikinci kez bir yalana imza atan- Koray, ‘en çok sana kırıldım’
diyerek büyük bir yükün altında bıraktığım Selim ve bir şekilde benden bu
durumu saklayan diğer herkes… Onları affetmek için acele edip etmediğimi bana
zaman gösterecekti. Aynı hata bir kez daha karşıma çıkarsa, bilin ki şu an
yaptığım aptallıktan başka bir şey değildi.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder