Dert Bebesi 46.Bölüm

 46.BÖLÜM



- Nil

 

“Bu şekeri de şuraya takalım. Abla bak! Çok güzel oldu.”

“Bence de öyle olmuş.”

“Ama bakmadın!” Tuna’nın mızmızlanmasıyla birlikte bakışlarımı salonun bir köşesinde kendine yer edinmiş olan çam ağacına çevirdim.

Boyu benim boyuma neredeyse yetişiyordu. Oktay abimin fikriyle eve alınmış olsa da en mutlu isim tabii ki Tuna’ydı. Süsler alındığından beri hepsini -en azından boyu yeten kısımlardakileri- her gün takıp çıkarmaya devam ediyordu.

Yılbaşına henüz dört günden fazla olduğunu hesaba katarsak süslerin son hali kesinlikle bu olmayacaktı.

“Bakıyorum ablacım, çok güzel olmuş böyle.”

Tuna pek tatmin olmuş gibi durmasa da benimle uğraşmamaya karar vermiş olacak ki yeniden süslerle ilgilenmeye başladı.

Ben de yarı uzanır halde köşesine sindiğim koltukta iyice küçülmeye çabalıyordum. Dizlerimi göğsüme doğru yapıştırıp üzerimdeki örtüyü bedenime daha sıkı doladım. Günlerdir üzerimdeki kırgınlıkla cebelleşiyordum.

Başta duygusal olan kırgınlığım beni tamamen güçsüz düşürünce fiziksel olarak da enerjim kalmamış, sürekli uyuşmuş halde gezmeye başlamıştım.

Bazen gözlerim kapanıyor, uykuya dalmasam dahi saatlerce gözlerimi açasım gelmiyordu. Bunu düşüncelerimin yoruculuğuna bağlıyordum.

Bütün bunların ateşleyicisi olan gerçeği öğreneli tam olarak iki hafta oluyordu.

İki hafta geçmişti, ama ilk iki gün geçtiğinde nasılsam şimdi de öyleydim. Bir farklılık yoktu, zaman ilaç falan değildi.

“Aa!” Tuna’nın çığlığımsı sesiyle irkilerek ona döndüm. Süslerden birini elinde sıkıca tutuyordu. “Eline mi battı?” diyerek telaşla doğrulup ayağa kalktım.

“Kırıldı burası, bak!” Ben yanında diz çöker çökmez avucunu açıp birkaç parçaya ayrılmış olan top şeklindeki süsü gösterdi. Sivri görünen parçaları hızla elinden alıp kendi avucuma doldurdum.

“Önemli değil Tuna, ama daha dikkatli olmalıyız değil mi? Eline batıp canını acıtabilirdi.”

“O zaman sen de bırak, senin canın da acımasın.” Elime dokunup parmaklarımı açmaya çalışırken dayanamayıp yanağını sertçe öptüm. “Dikkat ediyorum ben, çöpe atacağım şimdi bunları.” İkna olmuş halde diğer süslere dönerken ben de elimdekileri mutfaktaki çöpe atmak üzere hareketlendim.

Yeniden salona geçmek üzereyken kapı çaldığında yönümü değiştirmek zorunda kalmıştım. Tuna, her kapı çaldığında depar atarak koşmayı görev bilmiş olsa da çam ağacını bırakıp gelmeyi tercih etmemişti.

Kapıya ulaştığımda ilk işim kapıdaki minik delikten bakmak oldu. Ardından oyalanmadan kapıyı açtım.

“Merhaba.” diyerek önce tam karşımda duran Giray’a, ardından da onun elini sıkıca tutmuş bekleyen Aras’a baktım.

Aras’ın anneannesini ziyarete geldiğini biliyordum, dün bizzat ben Tuna’yı onlara bırakmıştım. “Aras iade-i ziyaret yapma konusunda biraz ısrar etti.” Giray eliyle yeğenini işaret ederek konuştuğunda hafifçe güldüm.

“Ben öyle bir şey yapmadım dayı, o ne demek? Yaramazlık mı?”

İade-i ziyaretin ne demek olduğunu bilse büyük bir şoka uğrayabilirdim zaten. Şaşkınca dayısına bakması gülüşümü arttırdı. “Kötü bir şey söylemedi dayın Aras, Tuna’yı görmek için gelmişsin onu söyledi. Salonda Tuna, geçebilirsin.”

Aras gözlerini kısarak Giray’a hafif sinirli bir bakış attı. Söylediklerime ikna olmuş gibi durmuyordu. Ama Tuna’nın yanına gitmek daha cazip gelmiş olmalı ki bir şey söylemeden ayakkabılarından kurtulduğu gibi içeriye koşturdu.

Aras yanımızdan ayrıldığında Giray’la biraz garip bir bakışma yaşamıştık. İçeri davet etmem gerekip gerekmediğini hesaplamaya çalışırken o da sanırım benden bir tepki bekliyordu ki sessiz kalmıştı.

“İçeri gelsene.” dedim bu bakışmayı sonlandırmak ister gibi. Şu anda aksi bir senaryonun kaba duracağını düşünmüştüm. Abimlerin yavaş yavaş eve gelme saatleri yaklaşıyordu zaten.

“Rahatsız etmeyeceksem?” dedi sorar gibi. Başımı iki yana salladım. “Yok, ne rahatsızlığı.”

Salona doğru yöneldiğimizde gir çık yapmamak için kapıdan geçmeden konuştum. “Ben kahve yapayım, sen geçebilirsin salona.”

“Eşlik edeyim, yardım etmiş olurum.”

Pekâlâ, kesinlikle ‘hayır’ diyemeyeceğim durumlar yaratmayı başarıyordu. İnsanlara ‘hayır’ deme konusunda zaten iyi sayıldığım söylenemezdi.

Bir şey söylemeden mutfağa geçtiğimde o da peşimdeydi.

Ben kahveler için hazırlığa girişmişken çaprazımda kalan tezgaha hafifçe sırtını yaslayarak beklemeye başladı.

“Türk kahvesi yapabilirim istersen, ya da sevmezsen başka bir şey?” Başımı omuzumun üzerinden ona doğru çevirdiğimde omuz silkti. “Türk kahvesi olur, fark etmez.”

“Nasıl içiyorsun?”

“Sade.”

Başımla onaylayıp cezveyi bulma işine giriştim. Giray’ın bakışlarının üzerimde dolandığının farkındaydım, ama sonuçta mutfakta boş duvara bakacak hali yoktu. Hareket halinde olan tek varlık bendim.

“Yorgun görünüyorsun biraz, uğraşmasaydın keşke.” Ben fincanla su ölçerken yeniden konuştu. “Yorgun değilim.”

“Her zamanki halinin bu olduğuna inandıramazsın beni, gözlerin içeri kaçmış gibi duruyor Nil.”

Oturup kendisine açıklama yapmamı mı bekliyordu bilmiyorum ama bunun gerçekleşmeyeceği kesindi. Yorgunluk olarak adlandırdığı şeyin iki haftanın, hatta öncesinde de birkaç gün Uras’ın benden kaçtığı süreyi katarsak neredeyse üç haftanın ağırlığıydı.

“Uykusuzum.” dedim kısaca. Geçiştiriyor olduğumu muhtemelen anlayacaktı, ama bir de bunun için dertlenecek değildim.

“Anladım.”

Ocağa koyduğum cezveyi gözlerimi ayırmadan izlerken Giray yeni bir konu açmak için hareketlenmemişti. Sessizce duruyor olmamız dışarıdan garip görünse de daha rahattım.

Kahveler hazır olana dek sessizlik devam etti. Küçük bir tepsiye koyduğum fincanlarla birlikte arkamı döndüm. Arkamı döndüğümde Giray’ın mutfakta olmadığını fark etmiştim.

Kaşlarım çatılırken çıktığını nasıl anlayamadığımı düşünüyordum. Salona geçmiş olduğunu varsayarak tepsiyle birlikte yürümeye başladım.

Salona yaklaştıkça Tuna ve Aras’ın konuşma sesleri belirginleşmeye başlamıştı. İçeri girdiğimde ise ikisini ağacın dibinde yeniden süsleri takıp çıkartırken bulmuştum. Tepsiyi orta sehpaya bırakırken Giray’ın burada olmamasına anlam veremedim.

Lavaboda olabilirdi, fakat öncesinde nezaketen bir sorabilirdi diye düşünmüştüm. Kendi kendine evin içinde gezinmesi fazla rahat değil miydi?

İçim rahat etmediğinde nereye kaybolduğuna bakmak için yeniden koridora çıkacakken hızlı hareket ettiğim için kapıda burun buruna gelmiştik. Duraksamadan geri çekildim. “Sana bakmaya geliyordum ben de, merak ettim göremeyince.” dedim imasını saklayamadığım bir tondan.

“Lavaboya gitmiştim, işin bitmiş ben de mutfakta göremedim seni.”

“Anladım, her neyse. Kahveni bıraktım masaya.”

“Teşekkür ederim.”

“Afiyet olsun.” diyerek kendi fincanımı aldıktan sonra tekli koltuklardan birine yerleştim. Tuna ve Aras’ın ağaç üzerine olan sohbetini dinlerken kahvemi içiyordum. Giray’a elimden geldiğince dönmemeye çalışmıştım.

Kabalık olmasın diye eve davet ettiğim birinin kafasına göre takılacak kadar umursamaz olması boşa çabalamışım gibi hissettirmişti. Tavırlarını fazla gözlemlememeye karar vermiştim. Aklımı karıştıracak bir sonuca ulaşmak istemiyordum, zaten aklım yeterince karmaşıktı.

Kahvemin çoktan dibini bulmuşken kapı bir kez daha çaldı. Ya Demir ya da Mert abim olmalıydı. Oktay abimin nöbeti vardı zaten.

Elimdeki fincanı tekrar orta sehpaya bırakıp ayaklandım. Kapıya doğru ilerleyip biraz beklettiğim için hızlıca açtığımda Mert abimle karşılaştım.

“Hoş geld-…” diyecekken abimin arkasında duran ikinci bedenle birlikte kelimemi tamamlayamadan susmuştum.

Abimin arkasında aniden görmeyi beklediğim -en azından şu sıralar- son kişiydi.

“Uras?” Gerçekliğini sorgulamak ister gibi adını mırıldandığımda öylece bekledi. Asıl tepkimi anlamaya çalıştığının farkındaydım, Mert abimin de ondan bir farkı yoktu. İkisi de beklentiyle yüzüme bakıyorlardı.

“Yolda önümü kesti, eve gelmek için tehdit edince de…” Mert abim, benim tepkisizliğimi birazdan ikisine de patlayacak olmama yormuştu galiba, durumun bu olmadığına fazlasıyla emindim çünkü.

Hatta Uras’ın gelişini kendisi bile planlamış olabilirdi. Demir ve Oktay Özkan’ın aksine benim kendi kendime bir süre sonra bunu atlatacağımı söylememiş, Uras’la direkt olarak konuşmam gerektiğini ve bunu ancak böyle çözebileceğimizi söylemişti birkaç kez.

O an, Uras’a olan özlemimin kırgınlığıma ağır basacağını ve bir anda kendimi ona sırnaşıp sarılır halde bulacağımı düşündüm. Ona duyduğum hisleri ne kendime ne de bir başkasına tam olarak anlatabiliyor olduğumdan emin değildim.

Her şey çok yoğundu. Olumlu hisler de olumsuz hisler de…

“İçeri girelim o zaman, siz isterseniz daha sonra çıkarsınız dışarı. Tuna benimle olur.” Mert abim bunları söyledikten sonra kapıdan girip montunu çıkartmaya başladı. Uras halen bakışlarını yüzümden çekmemiş, dikkatle bana bakıyordu. Bu bakışların tepkimi ölçmekten çok, özlem gidermek için üzerimde dolandığını düşünüyordum. Aynı hislerle ben de sık sık ona bakmak zorunda hissetmiştim çünkü.

Kapının tam önünde durmayı bırakıp hafifçe arkasına doğru geçtim. Bedenimi kapıdan destek alarak daha sağlam ayakta tutmayı deniyordum bir yandan da.

İkisi de evin içine girince kapıyı kapattım. Mert abim çoktan gözden kaybolmuştu.

Fazla geniş sayılmayan koridorda Uras ile aramda pek mesafe bulunmazken kokusu burnuma dolduğunda kısık bir nefes aldım. Olabildiğince derin almaya çalıştığım nefes hem içimi ferahlatmış hem de burnumu sızlatmıştı. Bu sızının neyin habercisi olduğunu biliyordum, ama kendimi bırakmayacaktım.

“Kendimi sana sarılmaya yüz bulmayacak hale soktum ya Peri… Bundan sonra hiçbir şey koymaz bana biliyor musun?”

Sessiz kaldım. Bu sessizlik çığ gibi büyüyüp aramıza sıkıştı, öylece kalakaldım.

Uras’ı yorgun, güçsüz görmeye alışık değildim.

Enerjisi kolay kolay düşmez, düşse de ben anlamayayım diye belli etmezdi. Bana bakarken gözlerinden, yüz hatlarından pırıltılar saçıldığını görür gibi olurdum. Şimdi ise o pırıltılar ortaya çıkmak isterken kocaman bir engele takılmış gibiydi.

Bu andan sıyrılmak ister gibi, Mert abimin asmak yerine öylece bıraktığı montuna uzandım. Portmantoya asmaya çalışırken Uras’a sırtımı dönmüştüm.

Ben montu asarken saçlarımın sırtıma dökülen uçlarında parmaklarının belli belirsiz dokunuşunu hisseder gibi olduysam da farkında değilmişim gibi tepkisiz kaldım.

“Bunu da sen asar mısın?” Ona döndüğümde kendi montunu da bana uzatıp sormuştu. İtiraz etmeden aynı şekilde askıyla uğraşmaya başladım.

Parmakları yine saçlarımı buldu, ben de onun dikkatinin saçımda olmasına güvenerek montu asarken burnumu hafifçe montun yakasına sürttüm. Tenindeki kokunun aynısı değildi belki, ama buna bile o kadar ihtiyacım vardı ki umurumda olmamıştı.

Montu asıp sakince arkamı döndüm. Uras, bakışlarını kaçırmak yerine az önce beni dikkatle izliyor olduğunu belli eder gibi bakıyordu.

Yoğunlaşmaya başlayan kahverengi irislerinden kaçarak yürümeye başladım. Salona doğru yönelmişken içeride olan Giray-Aras ikilisini bir anlığına unuttuğumu fark etmiştim.

Aras’ın varlığı tabii ki sorun değildi, ama Giray’ın bu eve önceki gelişi yine Uras varken gerçekleşmişti. Pek iç açıcı sonuçlar doğurduğu da söylenemezdi.

Aklım bir anda o güne gitti. Uras’ın Giray’ı eski sevgilim sanmasını anımsarken buruk bir gülümsemeyle dudaklarım kıpırdadı. Kendinden yola çıkarak mı böyle bir tahminde bulunmuştu acaba?

Salona girdiğimde diğerleri aynı yerdeyken Mert abim de koltuklardan birine yerleşmişti. Tuna, abime bir şeyler anlatırken benim kapıda yarattığım hareketlilik hepsinin buraya dönmesine sebep oldu. Hemen ardından Uras’ın göğsünün sıcaklığını sırtımda hissetmiştim.

Aramızın bozuk olması temas bağımlılığından bir şey kaybettirmiş gibi durmuyordu. İçimden bir ses buna itirazsız uyum sağlamam için yalvarsa da bu çok fazlaydı. Bir adım öne atacağım sırada Tuna, Uras’ın varlığını fark edip heyecanla ayaklandığı için ben çekilemeden Uras öne geçmişti.

“Uras!” Kollarını kocaman açıp havaya kaldırarak yanımıza geldiğinde Uras basit bir hamleyle Tuna’yı kucaklayıp havalandırdı. “Sen bize sürpriz mi yaptın?”

“Evet sarı kafam, sevdin mi sürprizimi?”

“Çok sevdim.” derken sıkıca Uras’a kollarını sarıp omuzuna yatan Tuna’yı izliyordum. Mutluluğu halinden oldukça belliydi.

Uras, Tuna’yı kucağından indirmeden koltuğa doğru ilerlerken dikkatlice onlara baktığım için Uras’ın Giray’ı fark ettiği anı rahatça görebildim. Saniyeler içinde onu tanıdığını ve bedeninin kasıldığını da görmüştüm.

Tuna, ağacıyla ilgili şimdi de Uras’ı bilgiye boğarken Aras da ona destek çıkıp yorum yapıyordu.

“Aras!” diye seslenen Giray çok geçmeden bu sohbeti böldüğünde Aras’la birlikte hepimiz ona döndük. “Artık kalkalım dayıcım, annen eve gelmiştir.”

Giray’ın ani gitme isteğinin ateşleyicisi Tuna ve Aras ile konuştuğu halde ona dik dik bakan Uras mıydı, yoksa ortamın garipliğinden mi rahatsız olmuştu emin değildim. Aras, yoğun çalıştığını bildiğim annesinin geleceğini duyduğunda ona olan özleminden olsa gerek itiraz etmeden ayaklandı.

Tuna ile kısaca vedalaştıklarında Giray ayaklandı. Aras da peşi sıra ilerlerken oturduğum yerde kıpırdandım. Kapıya geçirmek için kalkacağım sırada Mert abim hareketlendi. “Ben geçireyim sizi.”

“İyi akşamlar Nil.” Giray tamamen bana bakarak konuştuktan sonra ben cevap dahi veremeden salondan çıkarken Aras ve Mert abim de arkasından ilerlediler. Salonda Tuna, Uras ve ben kalmıştık.

“Yine bir sürü gün bizde kalacaksın değil mi Urascım?” Tuna, heyecanlı heyecanlı sorarken Uras çok kısa bir an bana bakıp yeniden kucağındaki Tuna’ya döndü. “Ne kadar kalacağımı bilmiyorum abicim, erkenden dönmem gerekebilir.”

Tuna’nın modu direkt düştü, destek ister gibi bakışları bana çevrildi. “Abla, gitmesin Uras. Sen de söyle.”

“Kendisi nasıl isterse bebeğim, işleri varsa gitmesi gerekir.”

Tuna, oflayarak bundan hiç memnun olmadığını açıkça belli ederken kısa bir süre sonra boşa vakit geçirdiğini düşünmüş olacak ki Uras’ın kucağından inip yine ağaca yönelmişti. Bugünkü yüzüncü değişimini yapmak üzere işine odaklanırken ben de en önemli işim buymuşçasına onu izlemeye başladım.

“Tuna! Kaçıncı kez diziyorsun oğlum süsleri, aşındı artık hepsi.” Mert abim kapıdan girer girmez Tuna’yla uğraşmaya başlarken Tuna ona dil çıkartıp önüne dönmüştü.

Birkaç ay önce, her şey çok daha karmaşıkken Tuna’nın ne denli çekingen olduğunu düşününce şu anki hali benim için çok özeldi. Duygularını kolayca anlatması, gerektiğinde tepkisini koyabilmesi… Hepsi abileriyle arasındaki ilişkiler düzeldikten sonra gelişmeye başlamıştı.

Tüm bunların asıl başlama noktası ise hemen çaprazımda oturan, gergince sol dizini sallayıp duran adamdı. Hayatıma öyle güzel yerlerden dokunmuştu ki bir anda yanlış giden ne varsa doğruya evrilmişti. Her şey yoluna girdiğinde ise bu kadarının fazla olduğuna kanaat getirmiş olacak ki, beni beklemediğim bir yerden vurmuştu.

“Bakın… Abilik iç güdülerimi bir kenara bırakıp bu işe burnumu direkt soktum, bu herifi kaldırdım getirttim İstanbul’a, bunu da siz sessiz sessiz oturun diye yapmadım. Birazdan Demir Özkan damlar yuvamıza, o gelmeden çıkın. Konuşmanız gerekenleri konuşun, yüzleşin. Bunu yapmayı birbirinize çok görmeyin.” Mert abimin aniden bize dönüp konuşmasıyla bakışlarımı kaçırmak zorunda kalmıştım.

Bahsettiği konuşmayı yapmaktan nedensizce korkuyordum. Konuyu kendi içimde dahi sık sık açmamaya düşünmemeye çalışmıştım. Sesli olarak konuşulmaya başladığımızda sonunun nereye gideceğini, nasıl tepkiler vereceğimi kestirmekte zorlanıyordum.

Aynı bahanelerle benden günlerce kaçmaya çalışan Uras’la bir nevi aynı durumdaydım, ama tabii ki eşit sayılmazdık.

“Kime diyorum ya? Aloo?”

“Peri nasıl isterse öyle olacak Mert, kalk git derse geldiğim yolu geri döneceğim. Bir ay sonra konuşalım derse bir ay sonra konuşacağız, ben onu konuşmaya zorlamak için gelmedim. Biraz daha görememeye dayanamayacağım için geldim.”

“Edebiyat yapma bana, yemin ederim Demir ve Oktay’ın insafına bırakırım seni feleğin şaşar. İyilik de yaramıyor herife.” Mert abim yalancı bir ayıplamayla konuşurken Tuna anlamsızca bizi inceliyordu. Onun bu konuşmalara şahit olması canımı sıktığında ayağa kalkmak için hamle yapmışken Uras’ın kısık sesli mırıldanmasını zar zor da olsa duydum.

“Feleğim şaşmış benim zaten, daha ne olabilir?”

Duymamazlıktan gelerek koltuktan kalktım. “Üzerimi değiştireyim, geliyorum.” diyerek kapıya yürüdüm.

“Sıkı giyin.” Aynı anda hem abimin hem de Uras’ın sesinden bu cümle yankılanırken Tuna arkamdan mızmızlanıyordu. “Aynı anda söyleyeceğimizi bana niye anlatmadınız?”

Dudaklarımı birbirine bastırarak tebessümümü gizlerken odama geçtim.

Kapıyı kapatır kapatmaz sırtımı odamın kapısına yaslayarak derin bir nefes almıştım. Peş peşe hissettiğim duygular ve bunların hızla değişmesi göğsümde bir baskı yaratmış, kalbimi sıkıştırmıştı.

Çaprazımda duran boy aynama gözüm takıldığında bir adım atarak tam karşısına geçtim.

Birbirine karışmış sarı buklelerim omuzlarıma dağılmış, tenim sabahki haline oranla hafifçe canlanmıştı. Gözlerim aynı duruyordu, bu hallerini Uras’ın da fark ettiğine emindim. Arada gözlerimin içine bakarken çenesinin kasıldığını görmüştüm.

Bakışlarım aynada hafifçe kayıp boynuma indi. Göğüs arama doğru düşen kolyemi gördüğümde omuzlarımı düşürdüm. Uras’ın Ankara’ya gidişimde bana hediye ettiği kolyeydi.

Sahip olduğumdan beri nadiren çıkartmış, genelde boynumda taşımıştım bu kolyeyi. Bu iki haftada da elim sıkça kolyenin ucundaki parçaya gitmiş oynayıp durmuştum.

Çıkartmayı birkaç saniye düşündüysem de bundan vazgeçtim. Ama göğsü kapalı bir kazak giyerek kolyeyi yalnızca kendi hissedebileceğim hale getirmiştim.

Altıma da elime ilk gelen pantolonu geçirdikten sonra çantama bir iki şey atıp onu da alarak odadan çıktım. Ne kıyafetlerime, ne saçıma ne de makyajıma özenecek enerjiyi bulamamıştım.

“Hazırım.” Salonun kapısından yalnızca kafamı uzatarak seslendiğimde Uras beklemeden ayaklandı. Mert abimin ona bir şey uzattığını fark ettim. Araba anahtarıydı.

Tuna bizimle gelmek için ısrar etmediğine göre ben giyinirken muhtemelen bir şeylerle kandırılmış olmalıydı. Ona el salladığımda uzaktan öpücük atmasına kıkırdadım. Fazla tatlıydı.

Uras yanıma ulaşmadan arkamı dönüp kapıya yürümeye başladım. Montuma uzanıp üzerime geçirirken o da gelip aynısını yaptı.

Evden çıkıp arabaya ilerlerken tek kelime etmemiştik. Uzun zamandır evden çıkmadığım için binadan çıkar çıkmaz üzerime akın eden rüzgârla irkilerek montuma sarındım. Aralık ayının son günlerindeydik, hava oldukça soğuktu.

“Üşüdün mü?”

“Biraz.” dedim kısaca.

Arabaya bindiğimizde arabayı çalıştırır çalıştırmaz klimayı sıcak ayarın üst seviyelerine getirmesini izledim. Hareket etmeden önce arabayı tatlı bir sıcaklık kaplamaya başlamıştı. “Kemerini tak yavr-… Peri.” Dediğini ikiletmeden yaptığımda kendisi de kemerini takıp arabayı hareket ettirdi.

“Gitmek istediğin bir yer var mı?”

Yoktu. Ama insanların arasına karışmak istemediğimden emindim. “Sahile inebiliriz, arabada kalırız.”

Uras’ın isteğime itiraz etmeyeceğini bildiğimden telefonumu çıkartıp navigasyonu açarak telefonumu görebileceği şekilde ön kısma taktım.

Yirmi dakikaya yakın bir sürenin ardından denizi görebiliyor konumdaydık. Uras boş bulduğu park alanlarından birine park ederek denize arabayla yaklaşabileceğimiz kadar yakında durdu.

Konuşmaya başlamak için buraya ulaşmamız gerekiyormuş gibi şu ana dek ne o ne de ben hiçbir şey konuşmamıştık.

Kemerimi açıp daha rahat bir şekilde oturmayı denedim. Bakışlarım ön camdan denize odaklıyken kollarımı göğsümde kavuşturmuştum.

Bir hafta önce söylemiş olmam gereken haberi şimdi vermeye karar vererek konuşmaya başladım.

“Bahsettiğin fotoğraflar atıldı bana.” dedim sakince. “Bir hafta falan oluyor.”

Direksiyondan çekmediği sağ eli parmakları beyazlayacak kadar kuvvetli bir biçimde direksiyonun kenarını sıktı. “Üzgünüm.” dediğinde omuz silktim.

“Üzgün olman gereken konu bu değil Uras, fotoğrafları görmek benim için bir şey ifade etmiyor. Aslında daha açıkça, eski bir sevgilinin olması, ona sarılman, onu öpmen benim için bir şey ifade etmiyor.” Bastıra bastıra konuşmuştum. Bu kısımda anlaşmamız gerekiyordu, benim neye kızdığımı, neye kırıldığımı anlaması gerekiyordu.

“Geçirdiğimiz birkaç ayda ben sana kendimi nasıl tanıttım bilmiyorum ama senin her konuda ilkin olmayı isteyecek bir kadın değilim Uras. Bir şeyi ilk kez benimle yapıyor olman hoşuma gider, ama yapmamış olman beni senden soğutmazdı.”

Ön cama bakmayı bırakıp başımı hafifçe çevirerek ona döndüm. O ise tam karşıya bakmayı sürdürüyordu. “Ne düşündüm bu iki haftada biliyor musun? Aramızda defalarca kez Esin’in konusu geçti, adı anıldı, bazen şakayla bazen kıskançlıkla… Eğer köşeye sıkıştığında değil de o anlardan birinde anlatsaydın, ne kadar gecikmiş olursan ol bu kadar sarsılmazdık Uras.”

Söyleyeceklerimin büyük çoğunluğunu bir solukta anlatmış, ardından susup önüme dönmüştüm.

“Ben… Onun bu şekilde ileri gideceğini düşünmemiştim yemin ederim, bunu senden en başında saklamamalıydım evet biliyorum. Ama sonrasında bir anda dönüp gerçeği anlatmak çok büyük bir riskti Peri, konu kapandı ve bir daha açılmayacak sandım. Bu bir bahane değil senin için anlıyorum, ama olan buydu.”

Konuşurken telaşlıydı, benim söylediklerine inanmıyor oluşumu düşündüğünden üzerine yapışan tedirginliği hissedebiliyordum. Bir kez yalan söylemişti, ona olan güvenimi boşa çıkarttığını söylemiştim. Şimdi de söylediklerinin benim için güven verici olmadığını düşünüyordu belli ki.

Aslında bu konuda bir tereddüdüm olup olmadığından emin değildim.

Uras, bana yalan söylemişti. Tek bir yalan, fakat uzunca bir süre devam eden garip bir yalandı bu. Ben de ona çok fazla güveniyor olduğumu ve bu güvenimin sarsıldığını söylemiştim, yalanı öğrenir öğrenmez.

Sana bu kadar çok güvendiğim için özür dilerim, bu sanırım sana biraz fazla geldi demiştim gözlerinin içine bakarak. İfadesinin nasıl döküldüğünü, canının acıdığını yüzünden okuyabildiğimi hatırlıyordum. O an hissettiğim kırgınlığın henüz taze oluşuyla ağır konuşmuş olduğumu ise geçtiğimiz iki haftada düşünüp algılamıştım.

Uras, benim en kırık olduğum dönemlerden birinde hayatıma girmişti. Ailemle olan sorunlarımın ortasına düşmüş, ben yerdeyim diye kaçıp gitmek yerine önce yanıma oturmuş sonra da ayağa kalkmama yardım etmişti.

Ona olan bu bahsettiğim ‘aşırı güven’ duygumun kaynağı da buradandı.

Her şeyi bir kenara bırakıp Uras’ı hiçbir şey olmamış gibi affetmek ve kaldığımız yerden devam etmek isterdim. Bu benim için de iyi hissettirecek olandı belki de, ama ikimizin de kafasının karışık olduğunu biliyordum.

Bu süreç yorucuydu, kırıcıydı.

“Peri?” diyerek seslendiğinde kendi düşüncelerimde fazla gezindiğimi anladım. Uzun süre sessiz kalmamdan hoşlanmamış gibiydi. Bakışları bana çevrilmişti. Aynı şekilde ben de ona dönüktüm.

Aramızdaki mesafe uzak sayılmasa da bunun Uras için yeterli olmadığını biliyordum. Direksiyonda olan eli bana doğru hareketleniyor gibi olmuş fakat yarı yolda vazgeçerek kendi dizine düşmüştü. Çenesi kaskatıydı, bunun kendini sıkıyor olmasından kaynaklandığı da açıktı.

“Hım?” gibi bir ses çıkarttım.

“İçinden düşünmek yerine hepsini bana söylesen olmaz mı? Sessizliğin beni ürkütüyor.” Ürkütmekten kastının ne olduğunu az çok anlamıştım.

“Sen içinden geçen her şeyi bana söylemiyorken benim bunu yapmam adil olur mu?”

Başını iki yana salladı. Tuna’dan farkı kalmayan hüzünlü ifadesine bakmayı kaldıramayarak gözlerimi sıkıca kapattım. Böyle baktığında onu kendime doğru çekip göğsüme bastırma isteğimi kontrol edemiyordum.

Gözlerim kapalı haldeyken kucağımda duran sol elimin Uras’ın avuçları arasında kaybolduğunu hissettim. Arabanın içi sıcacık olsa da buz kesen ellerim onun sıcak avuçlarına karışırken elimi geri çekmeye çalışmadım.

“Bitmesin Peri, bitmesin güzelim. Bendeki sen zaten bitmezsin, ne kadar zaman geçerse geçsin ben seni yaşatırım kendimde. Ama sendeki ben de bitmesin, yapma bunu.”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm