Düşten Farksız 30.Bölüm
30.BÖLÜM
Bulunduğum odada benim dışımda üç kişi
daha vardı. Ancak bakışlarım o üç kişiden ikisini yok sayarak tek bir yüze
odaklı halde durmaktan asla vazgeçemiyordu.
Dudaklarımdan biraz önce dökülen, cevap
beklemediğim sorumun ardından başka hiçbir şey duyulmamıştı odada.
‘Sence
neden buradayız, Eraslan?’ derken tek derdim biraz
da olsa durumun farkına varmasını sağlayabilmekti. Haklı olan taraf olduğunu mu
sanıyordu?
Üzerimde asla bu ortama ait olmadığı belli
olan çiçekli elbisemle, özenle uğraştığım saçlarımla, olduğumdan daha güzel
görünme telaşıyla renklendirdiğim yüzümle karşısındaydım. Ona hiç mi bir şey
algılatmıyordu bu? Onun için hazırlandığımı, beni saatlerce habersiz
bırakmasına rağmen hazırlanmış bir biçimde beklemekte sakınca görmeyecek kadar
ona güvendiğimi hiç mi göremiyordu?
İlkine anbean şahit olmamıştım ancak az
önce gözlerimin önünde yine bir adamın burnundan kanlar boşalmasına neden
olmuştu. Ürkek bir çocuk gibi bundan kaçmalı, ondan korkmalıydım belki; Despina
böyle biriydi, böyle biri olmak zorunda bırakılmıştı. Oysa aklımdaki tek soru
ve sorun, neden beni göz ardı edip buraya geldiğiydi. Sanırım bu da biraz biraz
alışmaya ve kimliğini üstüme giymeye başladığım Ahu’ya ait bir davranıştı.
“İki saati doldurmaya çalışan dizi karakterleri
gibi bakışmaya devam edecek misiniz biraz daha?”
Özgür’ün sesini duyduğumda söylediklerini
doğru düzgün algılamış değildim. Sadece sesi dikkatimi bir anlığına dağıtmış ve
bakışlarımın hareketlenerek Pars’ın yüzünden kopmasına neden olmuştu.
“Dışarı çıkın,” dedi Pars birden.
İrkilmeme sebep olacak kadar sertti sesi. İçimde bir şeylerin paramparça
olduğunu hissettim. Bu hisse aşinaydım aslında, ama o hissi yaşatanın Pars’ı
farkında bile olmadan yerleştirdiğim konumdaki biri olmasına hiç şahit olmamıştım
daha önce.
Üstelemeden, bir an olsun itiraz etmeye ya
da sorgulamaya bile gerek duymadan arkamı dönüp kapıya yöneleceğim sırada
hareketliliğim Pars’ın aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi iki büyük adımda
kapayıp yanımda belirmesine yol açtı.
Sol elimin biraz üstünden, bileğimin
tamamını avucunda saklayabileceği şekilde beni tuttuğunda gözlerimi birkaç kez
kırparak başımı kaldırdım. “Senden bahsetmedim, nereye kaçıyorsun?”
“Biz mi çıkalım?” diye kısık sesle soran
Mayıs’ın tavrındaki çekingenlik belli ki dünden kalmaydı. Pars’a karşı daha
önce böyle geri adım atar halde olduğuna şahit olmamıştım çünkü.
Pars onaylama gereği duymadı. Bileğimi
tutan elinin küçük hareketini, kalın başparmağının avuç içime sürtünüşünü
hissettiğimde az önce beni kovduğunu sanarak parçalandığını söylediğim içim bu
kez başka bir şeylere parçalanmakla meşguldü. Dengelerimi altüst edip, benden
normal davranmamı bekliyordu.
Mayıs diretmeden kapıya uzandı, ancak onun
kadar kolay pes etmeyeceğini çok iyi bildiğim bir isim daha vardı içeride.
Özgür’e döndüğümde bakışlarını ilginç bir
biçimde Pars’ta değil, kendimde bulmuştum. Şu an Pars’a bakıp ne yapmaya
çalıştığını anlaması gerekmez miydi, neden bana bakıyordu?
Dudakları aralandı. Kıyameti kopartacak ya
da muhtemelen uzanıp beni de peşinden dışarı çıkartacaktı. İlk iki güçlü
tahminim bunlardı.
Tahminlerimi boşa çıkartıp, beni de bir
şoka sürükleyen ise Mayıs’tan da önce kapıya uzanması ve açtığı kapıdan çıkmak
için hareketlenmesiydi.
“Beş dakika,” dedi kapıdan çıkıp görüş
açımdan kaybolmadan önce. “Her ne konuşacaksanız, beş dakika sürsün en fazla.”
Özgür’ü bunu yapmaya iten, tıpkı
Mayıs’taki gibi dünün pişmanlığı mıydı yoksa dakikalar önce de ilgimi çeken,
Pars’ın yumruk attığı andaki tavrına olan derin bakışları mıydı seçemiyordum.
Özgür’ün çıkışının ardından Mayıs da
sevgilisinin haline şaşkın şaşkın baktıktan sonra, abisine ufacık bir bakış
atmış ve o da odadan ayrılmıştı. Kapı onun ardından kapandığında artık odada
yalnızca Pars ve ben vardık.
Pars’ın elini bileğimden hâlâ itmemiş
olduğumun farkına vardığımda ilk hamlem elimi çekiştirircesine sallamak oldu.
Sallayışım tek başına tutuşundan kurtulabilmem için yetersizdi, ancak
bırakmasını istediğimi anlarsa kendiliğinden geri çekilir diye ummuştum.
Ummakla da kalmıştım.
Sanki elimi hiç oynatmıyormuşum gibi
tutuşu bir an bile sarsılmadan ve asla hafiflemeden birden bire adımlamaya
başladığında beni sürüklediğini söyleyemezdim. Adımlarım ben farkında olmadan
ona uyarak peşinden ilerlemem için yürümemi sağladığından ortada sürükleme falan
yoktu.
Odanın tam ortasında duran, iki kişinin
rahatça, üç kişinin muhtemelen sıkışarak sığabileceği koltuğa doğru
ilerlediğimizi düşünmüştüm. Oturmam için beni o koltuğa yaklaştırdığını
sanıyorken kendimi o koltuğun çaprazındaki sırtı ahşap, oturulacak kısmı siyah
bir kumaşla kaplı sandalyede buldum.
Pars’ın tepemde, ona bakarken boynumu
ağrıtacak şekilde dikilirken mi konuşacağını anlamaya çalışarak duraksadığım
bir iki saniyenin sonunda dayanamayarak boynumu gerip ona baktım. “Böyle mi
konuşacaksın?”
“Planım sandalyeye oturacak kişi olmaktı,
sen benden önce davranınca…”
Gözlerimi kıstım. “Ben mi ayakta
bekleyecektim?” diye sorduğum sırada göz göze geldik. Bakışlarındaki ani
parlamanın neye işaret ettiğini bulamadan gerilip ayaklanmıştım. İkili koltuğa
hızla ilerleyip oturdum. Sandalye onun olabilirdi.
Boşalan sandalyeye yerleşmek yerine tek
adımda yanımda bitip koltukta bıraktığım koca boşluğu neredeyse tamamen
kapladı. Düz bir biçimde oturup karşıya doğru dönük olmak yerine bedenini bana
doğru çevirmişti.
Onun aksine ben dümdüz karşıya bakar
haldeydim. Gözlerimi ona çevirmemek için kendimle ağır bir savaştaydım ama
şimdilik o savaşı kaybetmiş değildim.
“Kendimi açıklamama izin verecek misin?”
diye konuşmaya başlamayı seçtiğinde gerçek olmadığı çok belli olan bir şekilde
güldüm kısıkça.
“İzin vermiyor olsaydım, bu odada olur
muydum?”
“Günü belli olan bir maç değildi,” dedi
kendi kendine konuşur gibi. Beklemeden onayladım. “Öğrendim,” dedim başımı
öylesine sallarken.
“Öğrendin..?” dediği sırada tam olarak ne
bildiğimi anlayamadığı için sesi sorgu doluydu. Durumun uzadıkça uzaması artık
sinirlerimi yıpratmaya başladığında oturduğumuz yeri sarsacak şekilde ona
döndüm.
Sol bacağımdaki yırtmacın iki yana
açılarak üst bacağımın büyük çoğunluğunu çıplak bıraktığını hissetsem de
bakışlarımı oraya çevirmedim. Ellerimin de düzeltmek için bacağıma uzanmasına
çaba göstermedim.
“Öğrendim,” dedim bastıra bastıra.
“Verdiği sözleri tutmaya bile gücü yetmeyen, yalancı-…”
Kaşları hızla çatıldı. Yüzü kasılırken
beni susturan değişen ifadesi değil birden bire yüzünü yüzümün hemen yanına
yaklaştırıp nefesiyle tenimi okşayacak kadar yakınıma gelmesiydi.
“Gelecektim,” dedi sert bir fısıltıyla.
“Gece yarısını da bulsa gelişim, sana gelecektim. İptal etmek yerine seni
habersiz bırakışım bundandı. Herhangi bir saat veremezdim, verdiğim saatte
geleceğimi kesinleştiremezdim ama gelecektim.”
Koca bir kahkaha attım. Peş peşe duyup
dinlediklerim son bir saattir beni delirtmekte ısrarcıydı.
“Ölüm riski alıp çıkacağın bir maçtan
sonra, hiçbir şey olmamış gibi yanıma gelecektin. Öyle mi?” diye sordum gözümü
bile kırpmadan.
Az önce neyi ne kadar bildiğimi sorgulayan
haline büyük bir yardımda bulunmuştum.
Durdu. Göğsü bana doğru şişip geri indi.
Koca bir nefes aldığını, o nefesin derinliğiyle rahatlamaya çalıştığını
anlamıştım. İşe yaramadığını ise asla gevşemeyen yüz hatları ele veriyordu.
“Bu konuşmayı benimle değil, Özgür’le mi
yapmayı tercih ederdin?”
Dudaklarından dökülen basit birkaç kelime
birleştiğinde, saniyeler sonra zihnimde içinden çıkılmaz bir çukur kazıldı. O
çukurun içine düşer düşmez boğulmaya başlamıştım.
Ben
olmasaydım, Özgür çıkacaktı bu maça demeye çalışıyordu
bana. Açıkça söylememiş ama yeterince delil bırakarak bana yol göstermişti.
“İkinizle de yapmak istemezdim bu konuşmayı,”
diye mırıldanabildim. Onun benden beklediği cevap ‘iyi yapmışsın, Özgür’e bir
şey olmasını istemem’ miydi bilmiyordum ama bunu bekliyorduysa kısa süreli bir
hafıza kaybı yaşıyor olmalıydı. Ben ona böyle mi düşündürtmüştüm?
Duraksamadan verdiğim cevabım, ifadesinde
saklayamayacağı kadar büyük bir sarsıntı yarattı.
Aklım dünde kayboldu. Karşısına geçip ona
sevilmediği haykıran abimi ve bunu yalanlamaya gerek duymayan kız kardeşini
hatırladığımda sertçe yutkundum.
Benim Ahu olmaya çalışırken öğrenmeyi
denediğim ‘değerli hissetmek’, Pars için Despina’da olduğu kadar eksikti.
İlk kez yapmayacaktım belki ama yine de
elimin havaya kalkışı parmaklarımın belli belirsiz titremesiyle sonuçlandı.
Avucumu yanağına kapattım. Dokunuşum, şu ana dek gözlerimden çekmediği koyu
mavilerini benden kaçırmasına sebep olduğunda buna izin vermeden gözlerini
gözlerimle takip ettim.
“Pars,” diye fısıldadım.
Tutulamayan sözler, hissettiğim endişe,
kırgınlığım, hatta yok olduğunu sandığım güvenim bir an için anlamını öylesine yitirdi
ki; tek düşünebildiğim koca bir yanlış olduğunu düşündüğüm inanışından onu
vazgeçirebilmek oluverdi.
Ses çıkartmadan öylece bekledi. Avucuma
bastırdığı yanağı benim yanılsamam mıydı, emin değildim. Yine de gerçek olması
ihtimaline karşın ona istediğini vererek parmaklarımı daha sıkı bastırdım
yüzüne.
Gözlerini kapattı ama sıkıca değil, sanki
bir anda uykuya dalmış gibi sakince yumdu gözlerini.
Odaya girdiğimde ona sinirimi kusmak,
bütün sıkıntımı yüzüne haykırmak gibi planlarım varken kendimi bebek avutur
gibi onu sarmalarken bulmuş olmam fazla zıttı.
“Üzgünüm,” diye soludu kapalı gözlerinin
arkasına saklanmışken. “Böyle… Benim için hazırlanmışken seni hayal kırıklığına
uğrattığım için çok üzgünüm, minik tanrıça.”
Burnumu çektim sertçe. “Senin için hazırlanmadım,”
dedim alayla. “Maç izlemek için uygun olan bu diye giymiştim, olmamış mı?”
Alaycılığım gözlerini kısıkça aralamasını
sağladı. Aralanan mavileriyle oturuyor olmamıza rağmen kavurucu bir yavaşlıkla
baştan ayağa beni süzdü. Sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiren bakışları yeniden
yüzüme vardığında soluklarımın hızlandığını ondan saklamak için insanüstü bir
çaba sarf ediyordum.
“Dikkatimi üzerine toplayıp, bana ilk
yenilgimi yaşatmak için hazırlandın o halde.”
Sırtımın yarısını ve göğsümü büyük ölçüde
açıkta bırakan, bacağındaki yırtmacın da eklentisiyle pek kumaş fazlalığı
olmayan bir elbiseydi. Ama sadeydi de, abartısına gerek bırakmayacak düz bir
elbiseydi bir yandan da.
“Böyle kolay yeniliyorsan, seni biraz
gereksiz abartıyorlar diyebilir miyiz Eraslan?”
Dudakları kıvrıldı. Kesinlikle yaramaz ve
fazla cesur bir kıvrımdı.
“Doğru söylüyorsun,” diye yanıtladı beni
beklemediğim bir anda. “Abartılması gereken ben değilim, sensin Afrodit. İlk
yenilgim sensin, bana izin verirsen son da olacaksın.”
Bu kez göğsü şişip öne çıkan o değildi,
bendim. Bıraktığım uzun nefesle birlikte bedenim öne doğru hareketlendiğinde
Pars dakikalardır bunu bekliyormuşçasına hiç duraksamadan büyük avucunu
elbisenin ince kumaşından başka hiçbir koruması olmayan bel boşluğuma bastırdı.
“İlk yenilgin,” diye mırıldandım. Belime
dokunuşunu fırsat bilerek yüzümü biraz öne çıkartmış ve yüzlerimiz arasındaki
mesafeyi hiçe indirgemiştim. Bunu yapmam için çığlıklar atan sesi bir yere
kadar susturabiliyordum, hep bir noktada patlak veriyor ve kontrolü ele
geçirmekte daha fazla gecikmiyordu.
“İlk yenilgim.” dedi benim soru sorar gibi
mırıldanışıma karşılık net bir cevap verircesine aynı iki kelimeyi
tekrarlarken.
Gözlerimi peş peşe kırptım. “Yanlış bir
şeyler anlıyorum,” dedim başımı iki yana sallamaya çalışarak. “Açık konuş
artık, ben yanlış anlamaktan çok korkuyorum.”
Telaşım dudaklarındaki çoktan
belirsizleşen gülümsemeyi yeniden canlandırdı. Benim neredeyse yok ettiğim
mesafeyi kullanarak burnunu burnuma çarptı. “Ne duymak istediğini bilmiyorum.”
Öyle
iyi biliyordu ki…
Benimle oynuyordu. Elinin altındaki
belimin ona nasıl kasıldığımı açıkça gösterdiğinden emindim. Kırpıp durduğum
gözlerim, burunlarımız temasıyla artık çok daha fazla birbirine karışan
nefeslerimiz birden fazla şeyi açık ediyordu.
“Çiçekli elbiselerle, tatlı tatlı
gülümsemelerle sakladığın ama derinlerde bir yerde dışarı çıkmayı bekleyen
başka bir kadın mı var yoksa?”
Yutkundum. Boğazımdaki kıpırdanış bir
anlığına dikkatini dağıttı. Bakışları oraya takılacak sanıyorken belimde
olmayan eli boynuma gevşek bir biçimde tutunduğunda titredim.
“Beni sana ait kılmayı arzulayan, bende
ilk olduğunu bilmek için yanıp tutuşan bir kadın mı besliyorsun içinde Ahu?”
Dudaklarımı aralayıp bir şeyler söylemem
gerekiyordu. Çepeçevre beni sarmışken, belimdeki ve boynumdaki sıcaklığı tüm
reflekslerimi köreltmişken ağzımı açmak ve bir şeyler söylemek neden bu kadar
zordu.
Dudaklarımı aralarsam, bir sonraki hamlem
konuşmak değil hemen bir nefes ötemde duran dudaklarını dudaklarımla
birleştirmek olacak gibiydi. Bundan çekinerek sessizliğimi korudum, dudaklarımı
yapıştırılmış gibi birbirlerinden hiç ayırmadım.
“Söyle o kadına minik tanrıça,” diye
fısıldadı. Burnunu yavaşça sağa doğru kaydırıp yanağıma sürttü. “Rahatça dışarı
çıkabilir, dilediği ilklerin hepsine kavuşacak.”
İçimde aynı anda ayaklanan, artık
birbirlerinden ayırt edemediğim o kadar çok ses vardı ki kulaklarım uğuldamaya
başladı.
“Şimdi mümkünse, tüm gece beni uyutmazken
mışıl mışıl uyuyuşunun telafisini alacağım senden.”
Kendimi savunmak ister gibi omuzlarımı
dikleştirdim. Ona doğru yükselmemi dudaklarındaki gülümsemeyle izlerken boynumu
oldukça hafif bir biçimde okşadığında istemsizce bakışlarım kısıldı.
Konuşmamaya daha fazla dayanamadığım için
ne olacaksa olsun diyerek araladığım dudaklarım ben henüz tek hece bile
seslendiremeden onun dudaklarının esaretine düştüğünde aramızda doğduğu anda
kaybolan kısık bir mırıltı çıkartabilmiştim sadece.
Dudaklarımın
nemlenip onun sıcaklığına karışacağı kadar uzun ama bir yandan da göz açıp
kapayana dek bitecek kadar kısa bir süre sonra hafifçe geriye çekildi.
“Beş,” dedi geri
çekilir çekilmez.
Kaşlarım
çatılırken anlamayarak yüzüne baktım. “Beş?” diye tekrarladım sorar gibi.
“Bunun kaçıncı
öpücüğüm olduğunu merak edebileceğini düşündüm.”
Şaşkınca dondum.
Az önce ilklerden bahsediyorken şimdi de beş diyordu…
İçimdeki sinir
patlamasına dudaklarımdan dökülenlerle de eşlik etmeye başlayacağım sırada bir
farkındalık aniden üstüme kapandı. Her yerimi saran o farkındalık ayaklanan tüm
sinirimi bastırarak sakinleştirici almışım gibi avuçları arasında gevşememe
sebep oldu.
“Geriye kalan
dördü…” diye fısıldadım.
Kaşlarını yalandan
olduğu belli olan bir tavırla çattı. “Üzerinden yirmi dört saat geçer geçmez
her şeyi sildin yani, benden faydalanıyor musun sen?”
Bahsettiği dört
öpücük, az önce gerçekleşen beşinci öpücükten farklı değildi. Dün yaşananların
her birini ayrı öpücükler olarak sayıyordu. Dudaklarımız ayrılıp tekrar
buluşmuştu, bunları bir öpücük olarak değerlendirmiyordu.
Kendimi
tutamayarak burnumdan kısa bir nefes vererek güldüm.
“Hı hım,” diye
mırıldandım başımı sallarken. Baş hareketim dudaklarımızın belirsiz bir
sürtünmeyle birbirlerine temas etmesine sebep olmuştu. “Faydalanıyorum senden,
işim bitince bırakıp gideceğim.”
Yüzündeki acıklı
ifadeyi büyüttü. “Sen var ya…” dediğinde ‘ben var ya?’ der gibi dudak büktüm.
“Sen beni bırakıp bu odanın dışına bile çıkamazsın artık, bitti güzelim.”
Gözlerimi
kırpıştırdım. “Güzel miyim?” diye sordum derinleştirdiği kısımdan kaçıp
saçmalayarak.
Belimi elleri arasında
yok olacakmışım gibi sıkarak okşadı. “Çok,” diye soluyarak iç çekmekle
yetindiğinde eriyerek yerle buluşmama tek engel onun beni tutan elleriydi.
“Bu arada,” diye
aklına aniden bir şey düşmüş gibi birden modu değişti. “Sana seslenişim sadece
güzel olup olmadığını mı sordurdu sana? Bir şey daha fısıldamıyor mu o sözcük,
onu sormayacak mısın?”
Kastettiğinin ne
olduğunu anlamaya çalışarak bekledim. Yerine yerleştirmeye çalıştığım sözcükler
bende tam olarak anlamlarına kavuşamadan önce boğuk sesini duydum tekrar.
“Sorsana güzelim,
güzelsem güzel olduğum kadar da senin miyim desene?”
Gözlerime öyle
derin bakıyordu ki bakışlarının ağırlığıyla yerimde hareketlenip yüzüme
saplanan mavilerinden kaçmak için yol aradım.
Aradığım yolu
kendi çabamla bulamayarak birkaç saniye öylece kaldığımda odanın kapısına tek
bir sert vuruş yapılmış ve tok bir ses içeride yankılanmıştı.
Pars’ın boynumdaki
elinden kaçabilmiş ama belimi tutan avucundan kopamamıştım.
Kapı açılıp
içeriye Özgür girdiğinde en azından boynumda hâlâ Pars’ın elini taşımadığım
için biraz rahattım.
Gerçekten beş
dakika saymış ve içeri geri mi girmişti acaba? Gerçi beş dakikadan fazla
süredir odada yalnız olduğumuzdan emindim.
“Maç iptal,” dedi
Özgür içeri girdiğinde direkt. Gözlerimi iri iri açtım. İptal olmasa da Pars’ı
gerekirse duygu sömürüsü yapa yapa göndermemeyi aklıma çoktan kazımıştım ama bu
şekilde her şey çok daha kolay olacaktı.
“Ne?” diye soran
Pars’tı.
Özgür’ün bakışları
bir an için koltuğa, oturduğumuz kısma dikkatle değdi. Benim yayıldığım ve
Pars’a döndüğüm için açılan elbisemin ve belimde duran elin onu çok(!) mutlu
ettiğini mimiklerinden okuyabiliyordum şu anda.
“Maçtan önce
rakibinin burnunu parçalarken ne hayal ediyordun? Öyle mi çıkacaktı sence ringe
o piç?”
Pars yerinden
aniden kalktığında, tek kaldığım koltukta gerilerek bakışlarımı ikisi arasında
hızla hareketlendirdim.
“Ne
karıştırıyorsun, Özgür? O asalak burnu kırık da olsa maç iptal ettirmez.”
Özgür öylesine bir
konuymuş gibi omuz silkti. “Belki burnunun acısına dayanamayıp kolunu bir yere
çarpıp kırmıştır. Kırık kolla yumruk sallayamaz değil mi?”
Pars duraksadı. Bu
yalnızca sessiz kaldığı birkaç saniyeden değil, hareketlerinden de belli olan
bir duraksamaydı.
Benim
anlayamadığım, on saniyeden fazla sürmeyen garip bir sessizlik yaşadılar.
Yerimde cüce gibi
oturup kalmaktan sıkılarak ayağa kalktım. Yanında yer bulmak için Pars’ı
ittirmem gerekmişti. Onu itişimden etkilenmese de beni sırtımdan destekleyerek
tam önünde duracağım şekilde konumlandırdı.
“Hadi abim,
gidiyoruz.” diye seslenen Özgür’ün dikkatini kendi üzerimde bulduğumda
dudaklarımı büzdüm. “Eve mi?”
“Yok, çığırtkan.
Sen bi’ maç yap öyle gideriz, ringe götüreceğim seni.”
Dalga geçmesine
ters ters bakarak başımı geriye doğru yatırıp arkama doğru döndüm. Pars’ın
zaten başını eğmiş bana bakıyor olduğunu böylece görmüştüm.
“Öyle bakarsan…”
diye dişlerinin arasından sessizce konuştu. “Bırakmam seni.”
“Yavaş gel, lan!”
diye böğüren Özgür’ü duysam da renkleri aynı tonları farklı gözlerimizin
ayrılmaması için bakışlarımı kıpırdatmadım. “Ben buradayım, alo?”
Oflayarak
omuzlarımı indirdim. “Neden sürekli alo diyorsun? Geçen gün yine aynısı
olmuştu, telefonda değilken de alo deniyor mu?”
Merakıma yenik
düşerek sorularımı sıraladığımda Pars güldü. Göğsünü titreten, belli belirsiz
göğsünü sırtıma çarptıran bir gülüştü.
“Kızım başlatma
alosundan telefonundan, gelsene sen buraya. Niye dip dibesiniz?”
“Dip dibe miyiz?”
dedim anlamamış gibi. Pars’ın kalbi sırtımda atıyorken ne kadar anlamazlıktan
gelinebilirse o kadar gelmeyi deniyordum işte.
“Despina!” diye
yükseldiğinde yerimde titreyerek öne doğru atıldım. Özgür’e doğru attığım
adımlar boyunca Pars’ın sesli bir biçimde güldüğünü duyuyordum. Komik miydi?
~
“İkna ettiğini
sanıyorsun sadece, eve döndüğümde asla susmayacak.”
Pars’ın yola odakladığı
bakışları birkaç saniyeliğine yüzümü buldu, hemen sonrasında yeniden yola
dönmüştü.
“Normalde de
susmuyor ki.”
Açıklamasına
kıkırdadım. Yanlış bir kısım yoktu söylediğinde.
Özgür’ün maçın
iptal olduğunu söyledikten sonraki planı beni ve Mayıs’ı tıpkı oraya getirdiği
gibi arabasına tıkıp evlerimize geri götürmekti. O yerden çıktığımızda beni
arabaya doğru ilerletirken durumun bu olduğunu yeterince belli etmişti yani.
Mayıs zaten biz
dışarı çıktığımızda çoktan Özgür’ün arabasındaydı, Pars’la aralarındaki buzlar
erimeden onun yanında eve dönmek yerine bu yolu seçmiş olması normaldi.
Özgür’ün planını
bozan ise Pars’ın beni bırakmayışı oldu. Tutamadığı sözünü, tutma fırsatını
yakalamışken ipi elinden bırakacak gibi değildi. Gerekirse bir marketten hazır
kahve bulup alacak ve arabada da olsa bana içirecekti sanırım.
Pars’ın kendinden
emin tavrı değil, benim bakışlarımın yalvarır halde oluşu Özgür’ün o an için
onaylamasına sebepti. Pars her ne kadar bunda kendini başarılı sansa da o
sırada benim içli içli abime yalvarıyor halde baktığımdan habersizdi.
“Pars,” dedim
nereye doğru gittiğini bilmediğim yolda araba hızla süzülüyorken.
“Efendim,”
“Seninle geliyor
olmam, tamamen bugünü haklı bitirdiğin anlamına gelmiyor; biliyorsun değil mi?”
Kaşlarını
havalandırdı. “Arada gözlerin dalıyor ve bana sanırım korkunç olduğunu
düşündüğün bakışlar atıyorsun. Kesinlikle günü haklı bitirmiyor olduğumu
biliyorum.”
İstemsizce güldüm.
Bahsettiği bakışları farkında olmadan atıyordum belli ki, bundan haberim yoktu.
Üstündeki lacivert
polo yaka tişörtün yapıştığı bedeni oturduğu koltuğu tamamen kaplamıştı. Bense
yan koltuğunda elbisemle küçük bir alanı işgal ediyor, onunla oldukça tezat
görünüyordum.
“Nereye
gidiyoruz?” diye sordum yol bitmek bilmeyince. Akşamın tamamını arabada
geçirmek istemiyordum.
“On dakika kaldı,
kahveni içerken güzel bir manzaran olsun istiyorum.”
Uslu uslu başımı
salladım. Ben de güzel bir manzaram olsun isterdim. Gerçi kahve içerken
bakışlarım muhtemelen onun üzerinde olacaktı ve birçok manzarayı hiç edebilecek
kadar ilgi çekiciydi; ancak bunları şimdilik kendime saklasam yararıma olurdu.
Bahsettiği on
dakika geçtiğinde araba artık denizi net bir biçimde görebileceğimiz bir
konumda durdu. Etrafta oturacağımız bir kafe görmeyi denedim ama sahilin tenha
bir köşesinde gibiydik. Hiçbir şey yoktu etrafta.
“Arabada bekle,
hemen geliyorum.”
İneceğini
anladığımda şaşırarak ona döndüm. “Nereye?”
“Sabırlı ol ve
bekle, Afrodit. Geliyorum.”
Ben başka bir şey
soramadan kapısını açtı ve arabadan indi. Şaşkın şaşkın arkasından bakakaldım
birkaç saniye.
Pars’ın arabanın
gerisine doğru yürümeye başlayıp görüş açımdan kayboluşunun ardından mecburen
bakışlarımı oradan ayırdım. Ön camdan görebildiğim, havanın kararmasıyla
birlikte maviden kopkoyu bir renge doğru dönen denizin dalgalanışını izledim
sessizce.
Etrafta ne bir
insan ne de herhangi bir dükkân yoktu. Arka tarafta evler vardı ama onlardan da
uzaktaydık. İstanbul’un kalabalığı arasında burayı nasıl böyle boş
bulabildiğimizi bilmiyordum.
Arabanın ön
kısmındaki ekrandan takip ettiğim süre, on dakikayı biraz geçtiğinde Pars geri
gelmişti. O gelene dek denizi izlemiş, kapı sesi duyduğumda ise direkt başımı
sola çevirmiştim.
Bir avucuna
sıkıştırdığı iki karton kahve bardağını gördüğümde güldüm. Kahve almaya
gittiğini söylemekten niye kaçınmıştı?
“İn bakalım,
denize öyle camın ardından bakmakla olmuyor. Biraz yaklaş.”
İtiraz etmedim.
Kapımı açıp indikten sonra arabanın önünden dolanıp yanına vardım.
Kahveleri bana
uzattığında onun gibi tek elime tabanlarından sığdıramayacağım için iki elimle
ayrı ayrı kavramıştım bardakları.
Pars bagaja
ilerleyip oradan kendisinin olduğu belli olan gri fermuarlı bir hırka çıkarttı.
“Üşüyor musun?”
diye sordum denize doğru yürümeye başlarken. Hava hiç soğuk değildi.
“Üşümüyorum,
birazdan yere oturmanı istediğimde taşlardan rahatsız olursun diye aldım
hırkayı.”
Denizin
dalgalarını ittiği bize en yakın noktanın biraz gerisinde durduk. Pars elindeki
hırkayı yere iki kat olacak şekilde serip benim sığabileceğim bir yer
yarattıktan sonra kahveleri geri ister gibi ellerini uzattı. Bardakları ona
bıraktıktan sonra elbisemin eteğini yırtmaç olmayan taraftan tek elimde
toplayarak yavaşça yere çöküp oturdum.
Bacaklarımı
ileriye doğru dizimden biraz kırıp uzatırken Pars da oyalanmadan yanıma
yerleşti. Aramızda doğru düzgün boşluk yoktu.
Bardaklardan
birini bana geri verdi. “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.
“Etme,” dedi
denize diktiği bakışlarını oradan ayırmadan. “Ben teşekkür ederim asıl.”
“Ama kahveleri ben
almadım ki,” diyerek aptal rolü yaptım başımı omuzuma doğru yatırıp.
Kendi omuzuma
doğru yatmış olsam da, aslında ona doğru da yaklaşmış olmuştum. Saçlarım koluna
doğru dolanıp çıplak kolunda izler oluştururken gözleri yavaş yavaş beni buldu.
Bakışlarının bu
denli yoğun olmasını beklemediğimden bir an için afallayarak elimdeki kahve
bardağını sıkıca tutup sıcaklığı hissederek kendime gelmeye çalıştım.
“Neden öyle
bakıyorsun?”
“Nasıl bakıyorum?”
diye sordu bakışlarını hiç değiştirmeden.
“Öyle işte,” dedim
inatla açıklama yapmadan.
“Bilmem,” dedi
omuz silkerek. “İçimden geldiği gibi bakıyorum.”
“İçin biraz şey
olmuş galiba,” dediğimde güldü. “Ne olmuş Ahu?”
“Ahu’yu daha mı
çok sevdin?” dedim kendimi tutamadan. “Despina çok mu kötüydü?”
Duraksadı. Yüzü
yavaşça ciddi bir hal aldı. “O ne demek öyle? Ahu dememi istemiyorsan, demem.”
Sorun Ahu demen
değil, benim kim olduğumu bir türlü anlayamamam demeliydim ona; ama sessiz
kaldım.
“Birbirimizi hem
tanıyor, hem de hiç tanışmıyor gibiyiz.”
Aklımda bir
süredir var olan düşünceyi onunla paylaştıktan sonra fazla açık olmanın
boğazımı kuruttuğunu hissederek kahvemden yudumladım.
Ağzıma yayılan
tatla afallamıştım. “Kahve değil ki bu,”
Yüzü buruştu.
“Evet, kahvesi bitmişti satan adamın. Çay almam gerekti, kahve bardağına
koydurdum ben de.”
Sesli bir biçimde
güldüm. “Olsun,” dedim. “En azından su alıp gelmemişsin.”
“Su alıp gelsem ne
olurdu, gitmek mi isterdin?”
Açıkçası bardağa zehir koysan da içecek haldeyiz
canım, sen beni bi’ duysan keşke... Pars’a
seslenemediği için hüzünlü olan sesi duymazlıktan gelerek başımı iki yana
salladım. “Hayır gitmezdim.”
“Ahu demeyeyim mi
sana?” diyerek az önceki konuya geri dönmemize neden olduğunda dudaklarımı
kıvırdım hafifçe. “De, Ahu diyebilirsin bana.”
“Hep Despina’yı mı
kullandın bugüne kadar?”
Dudaklarımdaki
gülümseme buruklaştı. “Babamı ne kadar zamandır tanıyorsun?” diye sordum
sorusuna cevap vermek yerine.
“On beş yaşımdan
beri,” dedi sorumu garipsemeden hemen yanıtlayıp. “Dokuz yıldır yani,” diye
ekledi yaşını zaten biliyor olmama rağmen.
“Benim onunla ne
zaman tanıştığımı biliyor musun peki?” diye sordum.
Babamı uzun
yıllardır tanıyor olması aslında ona bazı ipuçları vermiş olmalıydı bugüne dek.
Ancak durumu olduğundan daha farklı yorumladığını düşünüyordum.
Babamı tanıdığımı
ama onun yerine annemle olmayı seçtiğimi sanıyor olabilirdi, ara sıra babamla
görüştüğümüzü düşünüyor olabilirdi ya da buna benzer ve bizim yaşadığımız
gerçekten daha normal olan herhangi bir senaryoyu aklınca duruma uydurmuş
olabilirdi.
Ben olsam, ben de
öyle yapardım.
“Bu nasıl bir
soru?” dedi sessizce. Aklı karışmış görünüyordu.
Herkesin bildiğini
ondan saklamaya gerek duymadım. “Ben babamın varlığını altı ay önce öğrendim,
Ahu olduğumu ise bundan çok çok daha az süredir biliyorum. Bu yüzden Ahu
dediğinde bazen zihnim bulanıyor.”
Durdu. İkimizin de
başı birbirimize değiyor olan kollarımızın omuzlarına doğru dönüktü, o biraz
yukarıdan bakıyordu bana ama aramızda pek mesafe yoktu.
“Bu…” diye başladı
bir şeyler söylemek için araladığı dudaklarıyla konuşmaya ama devamı gelmedi.
Ne diyecekti? Bu
çok garip, bu çok saçma, bu çok kötü… Ya da belki bambaşka bir şey…
Elindeki çayla
dolu kahve bardağını devrilmesini umursamadan taşların üzerine bıraktığını
gördüm. Hemen sonra aynısını uzanıp elimden aldığı bana ait bardağa yapmıştı.
Az önce
söylediklerim basit, kısa şeyler gibi görünse de aslında anlatırken ağırlıkları
altında ezildiğimi kollarını sıkıca bedenime sarıp beni kendisine doğru
çektiğinde fark edebilmiştim.
Bacaklarının
üstüne oturmamı, elbisenin açıklığıyla kolayca açabildiğim bacaklarımı iki
yanından taşlara doğru sarkıtmamı sağladığında afallamadım, şaşırmadım, olduğum
yeri yabancılamadım.
Kollarımı
omuzlarına dolayarak boynuna gömdüğüm yüzümü sakladım. Beni bebek gibi
kucaklamasını bekliyormuşçasına sarsılarak ağlamaya başladığımda kendime kızmak
istesem de kızamadım.
Pars’ın yanında
ilk kez ağlamıyordum. İlk ağlayışım hiç beklenmedik bir anda ve aramızdaki her
şey çok daha karmaşıkken gerçekleşmişti. O karmaşaya rağmen sanki beni
yıllardır tanıyormuş gibi rahat ettirmesine o an çok dikkat edememiştim ama
şimdi iki farkındalığım aynı anda beni sarsmıştı.
Ona sorduğum
‘senin canın hiç çok yandı mı’ sorusunu hatırladım. Verdiği olumlu cevabı,
kalbinin kanadığını benden gizlemeyişini hatırladım ve bu beni daha da fazla
ağlattı.
Sebebini de,
suçlusunu da bilmiyordum ama Pars’ta bulunan yaraları hissediyordum ve bunun
bana bu denli ağır gelmesi canımın acısını katlıyordu.
Dün gece benden
aldığı kahve sözü, önce ona delicesine kızmama sebep olacak şekilde iptal
olmanın eşiğine kadar ulaşmıştı ve şimdi de bambaşka bir hale bürünmüştü.
“Ben,” dedim kesik
kesik. “Sinirlerim bozuldu, özür dilerim.”
Her şey üst üste
geldikçe ben neye ne zaman tepki vereceğimi ayarlayamıyor ve olur olmadık
zamanlarda biriktirdiklerimi taşırıyordum.
“Şş, tamam.”
Burnunu saçlarımın arasında hissettim. Sırtımda duran avucuyla ara ara orayı
sıvazlıyordu. “Dök içini.”
Kendimi susturmaya
çalışır şekilde derin nefesler almaya çalıştım. Boynundayken aldığım bu
nefesler, benzetmem gerekeni bulamadığım ama güzel olduğuna dair hiçbir
tartışma olmayan kokusunu sürekli ciğerlerime doldurmama yol açıyordu.
“Çok yoruldum,”
diye sızlandım. Kendimeydi aslında bu sızlanış.
Bugün her şey
güzel gidecek sanıyorken en büyük korkularımdan biriyle kısa süreli de olsa
sınanmıştım ve o an veremediğim tepkiyi şimdi veriyordum.
Ona sürekli bir
şeyler mırıldandım. Mırıldanışlarımın arasında kimi zaman sessizce, kimi zaman
hıçkırıklarım duyulur haldeyken ağlamaya devam ettim. Hiçbirini bölmedi,
kollarını gevşetmedi bile.
“Pars,” diye
seslendim bir aralıkta.
“Yanındayım, söyle
Ahu.”
Ne söylemek için
ona adını seslendiğimi bilmeden, istemsizce yapmıştım bunu. Cevapladığında
konuşmaya başlamam da tıpkı ilk seslenişim gibi istemsizdi, kontrolü bende
değildi.
“Ölme,” dedim iç
çekerek.
Kollarımla sıkıca
dolandığım omuzları, yaslı olduğum göğsü kasıldı. Tutunduğum her yeri taştanmış
gibi sert bir hale büründü.
Sessiz kaldığında
gerilerek başımı boynundan kaldırmak için hareketlendim. Sırtımdaki kollarından
birini enseme çıkartıp boynundan kalkmama engel oldu. Yapabildiğim tek hareketi
yaparak başımı olduğu yerde yan çevirdim. Yüzüm direkt boynuna gömülü olmak
yerine, yanağım ona yaslı ve yüzüm boynuna dönük olmuştum böylece.
Gözyaşlarımın
dudaklarıma sızıp durmasıyla ıslanan dudaklarımı ağzımın içine yuvarlayıp
kurutmaya çalıştım. Çıkarttığım seslerin bir kısmı alamadığım nefeslerden, bir
kısmı da dudaklarımdan dökülen anlam kazanamayan mırıldanmalardandı. Pars ise
benim çıkarttığım seslere, derin bir sessizlikle eşlik ediyordu.
Kendi seslerime
değil, arkamda kaldığı için artık göremediğim ama dalgaları hareketlendikçe
sesi ritmik bir biçimde bize ulaşan denize odaklanmaya çalıştım.
Dalga seslerini
duymaya dikkat kesilmişken gözlerimin kapanmaya başladığının, aniden yaşadığım
duygu patlamasının etkisiyle bilincimin de derin bir uyku haline süzülerek
kapanan gözlerime eşlik ettiğinin farkında değildim.
~
Bilinenin çaresizliği ile bilinmeyenin çaresizliği
kıyasıya kapışacak iki ayrı etkendi.
Bir şeyi bildiğiniz halde elinizden hiçbir şey
gelmediğinde çıldırırdınız; ancak bilmediğiniz bir şeyin elinizi kolunuzu
bağlaması da pek farklı hissettirmezdi. Bu kez ‘bilebilsem bir şeyler yapardım’
keşkesine aklınız takılır ve canınız buradan sızlardı.
Pars daha önce bilinenin çaresizliğini yaşamıştı. Bunu
yaşadığı tek bir an yoktu hatta. Çok kez bildiği halde müdahale edemediği,
sonucunda da çaresizliğinin kıyısında öylece kalakaldığı anlarla savaşmıştı.
Şu anda ise başka türlü bir çaresizliğin
pençesindeydi. Pençelerini etrafa sallamaya, zarar göreceğini düşündüğü herkese
bu şekilde karşı koymaya alışkındı ancak başka bir şeyin pençesinde olduğu
zamanlardan kaçamıyordu.
Sızlanışları gittikçe kısılan, en son tamamen
sessizliğe gömülerek geriye yalnızca düzenli nefes alıp verişlerinin boynundaki
ince deriye çarpışı kalan bedeni parçalanacakmış gibi sıkıca tutuyorken Pars’ın
kolları ağrıyordu. Bu, kucağındaki bedenin fiziki ağırlığından değil; dakikalar
önce açıkça dışarı vurduğu ruhunun ağırlığındandı.
Uykuya dalmak üzere olduğunu fark ettiğinde düzensiz
aralıklarla bırakmaya başladığı öpücüklerin belki de artık onuncusuydu az önce
Despina’nın şakağını bulan öpücük.
Uyumuş olmasının onu üşütebileceğini düşünerek yere
bırakmış olduğu hırkasına uzanıp fazla hareket etmeden kadını sıkıca o hırkayla
sardı Pars. “Sana dair bir şeyi sevmeme ihtimalim olduğunu düşünmemiştim,” diye
mırıldandı bir tek kendisi duysa da. “Ama ağlamanı sevmedim hiç, yapma bunu.”
Pars dakikalarca kollarındaki Despina’yla birlikte
oturduğu yerde hiç kıpırdamadan bekledi. Hareketlenirse uyanacağını, uyanırsa
yine ağlayacağını düşünüyordu. Şu an en azından huzurlu görünüyor olmasına
tutunup iyi hissettiğini düşünerek uykusunu asla bölmemeye karar vermişti bu
nedenle.
Yarım saatten fazlasını kıpırtısız geçirmeyi
bitirdiğinde, dakikalar ilerledikçe artık deniz kenarında oldukları için hafif
serin rüzgâr esmeye başlamıştı. Yazın ortasında da olsa denizin kıyısı o tatlı
ama serin esintiyi kaybetmiyordu.
Pars şansını denemek için yerinde bir an yavaşça
doğrulur gibi hareket etti. Despina’nın uyanmaya başlayıp başlamayacağını
ölçmek için dikkatliydi.
Kolları omuzlarına dolanmış halde sakince kendisine
sığınan bedenden hiçbir hareket gelmediğinde derin bir nefes alıp onu sıkıca
tutarak yerden kalktı Pars. Bedeninin ağırlığı kendisi için bir hiçti, kolları
ve bacaklarıyla ona tutunuyor oluşu da bunu daha da kolaylaştırmıştı.
Arabaya doğru yürüyüp ön yolcu kapısını araladıktan
sonra sarsmadan Despina’yı koltuğa bıraktı. Kemerine uzanmadan önce koltuğunu
geriye yatırıp bir nevi yatak haline getirmişti. Bedenini emniyet kemeriyle
güvende kaldığından emin olacağı şekilde sabitledikten sonra doğrulup geri
çekilmeden, dudaklarından küçük bir öpücük çaldı.
Daldığı uykunun derinliğiyle biraz öne doğru çıkmış
dudaklarında Pars’ın baskısı Despina için pek hissedilir değildi ancak
dudakları kıpırdar gibi olup hafifçe kıvrılmıştı.
Pars onun bu mimiğini kaçırmadan izleyip çenesini
belirsizce okşadıktan sonra geri çekilip kapısını sessizce kapadı.
Sürücü koltuğuna yerleşip arabayı çalıştırdığında bir
gözü yan koltuktaydı. Motor sesinin uyandırmasından çekinse de Despina
gerçekten derin bir uykudaydı.
Daha önce diken üstünde uyuduğu uykularına inat,
babasıyla uyumaya başladığından beri derinleşmeye başlayan uykularına benzer
bir uyku uyuyordu şu anda.
Onu derin uykuya iten insanların genelinin aksine çok
uykusu olması değil, uykuya daldığı anın güvende hissettirme oranıydı.
Araba geldiği yolu dönmek üzere Pars tarafından hareketlendirilirken
etraftaki derin sessizlik biraz sonra kaybolacaktı.
Pars’ın geç keşfettiği ama en sevdiği noktalardan biri
olan İstanbul’un bu saklı köşesi, kolay kolay pek kimsenin yolunun düştüğü bir
yerde değildi. Şehrin kalabalık kısımlarına ters, sahilin canlı yerlerinden çok
uzaktaydı.
Despina’yı öylece bir kafeye götürüp tüm o kalabalığın
arasında zar zor bir bardak kahve içmesine imkân sağlamak yerine buraya gelmek
Pars’a çok daha doğru ve hoş görünmüştü. İçinden bir ses normal bir kafede
bulunsalar Despina’nın ağlamayacağını söylüyor olsa da tam olarak tercihinden
pişman olmuş sayılmazdı.
Araba bulundukları köşeden uzaklaşmaya başladığında
Pars hızını olabildiğince düşük tutuyordu. Birinci sebebi Despina’nın daha az
sarsılmasıydı elbette; ikinci sebep ise biraz daha farklıydı, ne kadar yavaş
giderse onu eve bırakmadan önce o kadar çok yanında geçirecek zamanı olacaktı.
İki büklüm uyumasına kıyabilse muhtemelen saatlerce böyle bekler, arabadan bir
yere kıpırdamasına izin vermezdi hatta.
Birkaç dakika ilerledikten sonra Pars’ın dikkati bir
an için dikiz aynasına çevrildi. Hızı bulundukları yola göre yavaştı, arkadan
gelen araçlar onu solluyor ve yollarına devam ediyordu. Ancak ikinci kez gözüne
takılan bir araç vardı ki, bahsettiği sollamayı yapmak yerine onun hızına ayak
uydurmuş halde tam arkasında yol alıyordu.
Çatılan kaşlarıyla birlikte Pars’ın bakışları kısaca
uykusunun kollarında her şeyden sıyrılmış halde dinleniyor olan Despina’yı
buldu. Arabada yalnız olsaydı umurunda olmayacak olan bu sollama yapmayan araç
detayı, yanındaki bedenin varlığı sebebiyle anlam kazanmıştı.
“Ne halt ediyorsun, tesadüften ibaret ol. Gaza mı
basamıyorsun?” Kendi kendine kısıkça söylenerek hızını arttırdı aniden Pars. Bu
sayede arkadaki aracın derdinin ne olduğunu anlamayı ummuştu. Yavaş gidişinin
sebebi kendisine bağlı olmayabilirdi, paranoya yapıyor olmayı diliyordu.
Arkadaki aracın az önceki hızını korumasını, Pars
hızlansa da sabit hızda kalmış olmasını bekleyerek yaptığı hamlesinin sonucunda
arkadaki araç en az Pars kadar hızlanmıştı.
Pars ağır bir küfür savurarak şerit değiştirdi.
Hareketlerini kopyalamakta hiç gecikmeyen araç dikiz aynasına yansıdığında
direksiyonu tutan elleri kasılmıştı.
“Sikik oyunlarından birini mi oynuyorsun İshak
Eraslan?” diyerek dişlerinin arasından tısladığı isim yabancı değildi. Takip
eden aracın içinde ‘baba’ diye seslenmekten dahi gocunduğu İshak’ın
adamlarından biri olduğunu düşünmüştü direkt.
Özellikle son zamanlarda Mayıs’la iletişim kurabilmek
için deliriyor olsan İshak’ın tüm iletişim yolları Pars’ın blokesiyle
tıkanmıştı. Mayıs’a bu isteğini bile haber vermemişti, vermeyecekti de. Belli
ki onu engelleyenin kendisi olduğunu ve asıl konuşması gerekenin kim olduğunu
hatırlayabilmişti. İshak’ın adamlarını Mayıs’ın değil kendisinin peşine
dolamasına sebep olan buydu, Pars’a göre.
Arabanın biraz kendisine doğru yaklaşabilmesi için
hızını düşürdü. İçeridekilerin sayısını ve yüzünü görmek işine yarayabilir diye
düşünmüştü.
Tahminlerinin ve düşüncelerinin beklediği şekilde
sonuçlanmayacağını öğrenmesi çok zaman almayacaktı.
Pars kendi kıyametinin bulunduğunu sandığı arabanın
içinde, aslında yanındaki huzurlu solukların sahibinin kıyametinin beklediğini
anladığında her şey için hem çok geç hem de bir o kadar erken olacaktı.
Despina hislerinde yanılmıyordu. Pars’la yaraları çok farklı değildi, sadece yaraların onlarda bıraktığı izler birbirine benzemiyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder