Düşten Farksız 30.Bölüm

 30.BÖLÜM



Bulunduğum odada benim dışımda üç kişi daha vardı. Ancak bakışlarım o üç kişiden ikisini yok sayarak tek bir yüze odaklı halde durmaktan asla vazgeçemiyordu.

Dudaklarımdan biraz önce dökülen, cevap beklemediğim sorumun ardından başka hiçbir şey duyulmamıştı odada.

‘Sence neden buradayız, Eraslan?’ derken tek derdim biraz da olsa durumun farkına varmasını sağlayabilmekti. Haklı olan taraf olduğunu mu sanıyordu?

Üzerimde asla bu ortama ait olmadığı belli olan çiçekli elbisemle, özenle uğraştığım saçlarımla, olduğumdan daha güzel görünme telaşıyla renklendirdiğim yüzümle karşısındaydım. Ona hiç mi bir şey algılatmıyordu bu? Onun için hazırlandığımı, beni saatlerce habersiz bırakmasına rağmen hazırlanmış bir biçimde beklemekte sakınca görmeyecek kadar ona güvendiğimi hiç mi göremiyordu?

İlkine anbean şahit olmamıştım ancak az önce gözlerimin önünde yine bir adamın burnundan kanlar boşalmasına neden olmuştu. Ürkek bir çocuk gibi bundan kaçmalı, ondan korkmalıydım belki; Despina böyle biriydi, böyle biri olmak zorunda bırakılmıştı. Oysa aklımdaki tek soru ve sorun, neden beni göz ardı edip buraya geldiğiydi. Sanırım bu da biraz biraz alışmaya ve kimliğini üstüme giymeye başladığım Ahu’ya ait bir davranıştı.

“İki saati doldurmaya çalışan dizi karakterleri gibi bakışmaya devam edecek misiniz biraz daha?”

Özgür’ün sesini duyduğumda söylediklerini doğru düzgün algılamış değildim. Sadece sesi dikkatimi bir anlığına dağıtmış ve bakışlarımın hareketlenerek Pars’ın yüzünden kopmasına neden olmuştu.

“Dışarı çıkın,” dedi Pars birden. İrkilmeme sebep olacak kadar sertti sesi. İçimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissettim. Bu hisse aşinaydım aslında, ama o hissi yaşatanın Pars’ı farkında bile olmadan yerleştirdiğim konumdaki biri olmasına hiç şahit olmamıştım daha önce.

Üstelemeden, bir an olsun itiraz etmeye ya da sorgulamaya bile gerek duymadan arkamı dönüp kapıya yöneleceğim sırada hareketliliğim Pars’ın aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi iki büyük adımda kapayıp yanımda belirmesine yol açtı.

Sol elimin biraz üstünden, bileğimin tamamını avucunda saklayabileceği şekilde beni tuttuğunda gözlerimi birkaç kez kırparak başımı kaldırdım. “Senden bahsetmedim, nereye kaçıyorsun?”

“Biz mi çıkalım?” diye kısık sesle soran Mayıs’ın tavrındaki çekingenlik belli ki dünden kalmaydı. Pars’a karşı daha önce böyle geri adım atar halde olduğuna şahit olmamıştım çünkü.

Pars onaylama gereği duymadı. Bileğimi tutan elinin küçük hareketini, kalın başparmağının avuç içime sürtünüşünü hissettiğimde az önce beni kovduğunu sanarak parçalandığını söylediğim içim bu kez başka bir şeylere parçalanmakla meşguldü. Dengelerimi altüst edip, benden normal davranmamı bekliyordu.

Mayıs diretmeden kapıya uzandı, ancak onun kadar kolay pes etmeyeceğini çok iyi bildiğim bir isim daha vardı içeride.

Özgür’e döndüğümde bakışlarını ilginç bir biçimde Pars’ta değil, kendimde bulmuştum. Şu an Pars’a bakıp ne yapmaya çalıştığını anlaması gerekmez miydi, neden bana bakıyordu?

Dudakları aralandı. Kıyameti kopartacak ya da muhtemelen uzanıp beni de peşinden dışarı çıkartacaktı. İlk iki güçlü tahminim bunlardı.

Tahminlerimi boşa çıkartıp, beni de bir şoka sürükleyen ise Mayıs’tan da önce kapıya uzanması ve açtığı kapıdan çıkmak için hareketlenmesiydi.

“Beş dakika,” dedi kapıdan çıkıp görüş açımdan kaybolmadan önce. “Her ne konuşacaksanız, beş dakika sürsün en fazla.”

Özgür’ü bunu yapmaya iten, tıpkı Mayıs’taki gibi dünün pişmanlığı mıydı yoksa dakikalar önce de ilgimi çeken, Pars’ın yumruk attığı andaki tavrına olan derin bakışları mıydı seçemiyordum.

Özgür’ün çıkışının ardından Mayıs da sevgilisinin haline şaşkın şaşkın baktıktan sonra, abisine ufacık bir bakış atmış ve o da odadan ayrılmıştı. Kapı onun ardından kapandığında artık odada yalnızca Pars ve ben vardık.

Pars’ın elini bileğimden hâlâ itmemiş olduğumun farkına vardığımda ilk hamlem elimi çekiştirircesine sallamak oldu. Sallayışım tek başına tutuşundan kurtulabilmem için yetersizdi, ancak bırakmasını istediğimi anlarsa kendiliğinden geri çekilir diye ummuştum.

Ummakla da kalmıştım.

Sanki elimi hiç oynatmıyormuşum gibi tutuşu bir an bile sarsılmadan ve asla hafiflemeden birden bire adımlamaya başladığında beni sürüklediğini söyleyemezdim. Adımlarım ben farkında olmadan ona uyarak peşinden ilerlemem için yürümemi sağladığından ortada sürükleme falan yoktu.

Odanın tam ortasında duran, iki kişinin rahatça, üç kişinin muhtemelen sıkışarak sığabileceği koltuğa doğru ilerlediğimizi düşünmüştüm. Oturmam için beni o koltuğa yaklaştırdığını sanıyorken kendimi o koltuğun çaprazındaki sırtı ahşap, oturulacak kısmı siyah bir kumaşla kaplı sandalyede buldum.

Pars’ın tepemde, ona bakarken boynumu ağrıtacak şekilde dikilirken mi konuşacağını anlamaya çalışarak duraksadığım bir iki saniyenin sonunda dayanamayarak boynumu gerip ona baktım. “Böyle mi konuşacaksın?”

“Planım sandalyeye oturacak kişi olmaktı, sen benden önce davranınca…”

Gözlerimi kıstım. “Ben mi ayakta bekleyecektim?” diye sorduğum sırada göz göze geldik. Bakışlarındaki ani parlamanın neye işaret ettiğini bulamadan gerilip ayaklanmıştım. İkili koltuğa hızla ilerleyip oturdum. Sandalye onun olabilirdi.

Boşalan sandalyeye yerleşmek yerine tek adımda yanımda bitip koltukta bıraktığım koca boşluğu neredeyse tamamen kapladı. Düz bir biçimde oturup karşıya doğru dönük olmak yerine bedenini bana doğru çevirmişti.

Onun aksine ben dümdüz karşıya bakar haldeydim. Gözlerimi ona çevirmemek için kendimle ağır bir savaştaydım ama şimdilik o savaşı kaybetmiş değildim.

“Kendimi açıklamama izin verecek misin?” diye konuşmaya başlamayı seçtiğinde gerçek olmadığı çok belli olan bir şekilde güldüm kısıkça.

“İzin vermiyor olsaydım, bu odada olur muydum?”

“Günü belli olan bir maç değildi,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Beklemeden onayladım. “Öğrendim,” dedim başımı öylesine sallarken.

“Öğrendin..?” dediği sırada tam olarak ne bildiğimi anlayamadığı için sesi sorgu doluydu. Durumun uzadıkça uzaması artık sinirlerimi yıpratmaya başladığında oturduğumuz yeri sarsacak şekilde ona döndüm.

Sol bacağımdaki yırtmacın iki yana açılarak üst bacağımın büyük çoğunluğunu çıplak bıraktığını hissetsem de bakışlarımı oraya çevirmedim. Ellerimin de düzeltmek için bacağıma uzanmasına çaba göstermedim.

“Öğrendim,” dedim bastıra bastıra. “Verdiği sözleri tutmaya bile gücü yetmeyen, yalancı-…”

Kaşları hızla çatıldı. Yüzü kasılırken beni susturan değişen ifadesi değil birden bire yüzünü yüzümün hemen yanına yaklaştırıp nefesiyle tenimi okşayacak kadar yakınıma gelmesiydi.

“Gelecektim,” dedi sert bir fısıltıyla. “Gece yarısını da bulsa gelişim, sana gelecektim. İptal etmek yerine seni habersiz bırakışım bundandı. Herhangi bir saat veremezdim, verdiğim saatte geleceğimi kesinleştiremezdim ama gelecektim.”

Koca bir kahkaha attım. Peş peşe duyup dinlediklerim son bir saattir beni delirtmekte ısrarcıydı.

“Ölüm riski alıp çıkacağın bir maçtan sonra, hiçbir şey olmamış gibi yanıma gelecektin. Öyle mi?” diye sordum gözümü bile kırpmadan.

Az önce neyi ne kadar bildiğimi sorgulayan haline büyük bir yardımda bulunmuştum.

Durdu. Göğsü bana doğru şişip geri indi. Koca bir nefes aldığını, o nefesin derinliğiyle rahatlamaya çalıştığını anlamıştım. İşe yaramadığını ise asla gevşemeyen yüz hatları ele veriyordu.

“Bu konuşmayı benimle değil, Özgür’le mi yapmayı tercih ederdin?”

Dudaklarından dökülen basit birkaç kelime birleştiğinde, saniyeler sonra zihnimde içinden çıkılmaz bir çukur kazıldı. O çukurun içine düşer düşmez boğulmaya başlamıştım.

Ben olmasaydım, Özgür çıkacaktı bu maça demeye çalışıyordu bana. Açıkça söylememiş ama yeterince delil bırakarak bana yol göstermişti.

“İkinizle de yapmak istemezdim bu konuşmayı,” diye mırıldanabildim. Onun benden beklediği cevap ‘iyi yapmışsın, Özgür’e bir şey olmasını istemem’ miydi bilmiyordum ama bunu bekliyorduysa kısa süreli bir hafıza kaybı yaşıyor olmalıydı. Ben ona böyle mi düşündürtmüştüm?

Duraksamadan verdiğim cevabım, ifadesinde saklayamayacağı kadar büyük bir sarsıntı yarattı.

Aklım dünde kayboldu. Karşısına geçip ona sevilmediği haykıran abimi ve bunu yalanlamaya gerek duymayan kız kardeşini hatırladığımda sertçe yutkundum.

Benim Ahu olmaya çalışırken öğrenmeyi denediğim ‘değerli hissetmek’, Pars için Despina’da olduğu kadar eksikti.

İlk kez yapmayacaktım belki ama yine de elimin havaya kalkışı parmaklarımın belli belirsiz titremesiyle sonuçlandı. Avucumu yanağına kapattım. Dokunuşum, şu ana dek gözlerimden çekmediği koyu mavilerini benden kaçırmasına sebep olduğunda buna izin vermeden gözlerini gözlerimle takip ettim.

“Pars,” diye fısıldadım.

Tutulamayan sözler, hissettiğim endişe, kırgınlığım, hatta yok olduğunu sandığım güvenim bir an için anlamını öylesine yitirdi ki; tek düşünebildiğim koca bir yanlış olduğunu düşündüğüm inanışından onu vazgeçirebilmek oluverdi.

Ses çıkartmadan öylece bekledi. Avucuma bastırdığı yanağı benim yanılsamam mıydı, emin değildim. Yine de gerçek olması ihtimaline karşın ona istediğini vererek parmaklarımı daha sıkı bastırdım yüzüne.

Gözlerini kapattı ama sıkıca değil, sanki bir anda uykuya dalmış gibi sakince yumdu gözlerini.

Odaya girdiğimde ona sinirimi kusmak, bütün sıkıntımı yüzüne haykırmak gibi planlarım varken kendimi bebek avutur gibi onu sarmalarken bulmuş olmam fazla zıttı.

“Üzgünüm,” diye soludu kapalı gözlerinin arkasına saklanmışken. “Böyle… Benim için hazırlanmışken seni hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgünüm, minik tanrıça.”

Burnumu çektim sertçe. “Senin için hazırlanmadım,” dedim alayla. “Maç izlemek için uygun olan bu diye giymiştim, olmamış mı?”

Alaycılığım gözlerini kısıkça aralamasını sağladı. Aralanan mavileriyle oturuyor olmamıza rağmen kavurucu bir yavaşlıkla baştan ayağa beni süzdü. Sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiren bakışları yeniden yüzüme vardığında soluklarımın hızlandığını ondan saklamak için insanüstü bir çaba sarf ediyordum.

“Dikkatimi üzerine toplayıp, bana ilk yenilgimi yaşatmak için hazırlandın o halde.”

Sırtımın yarısını ve göğsümü büyük ölçüde açıkta bırakan, bacağındaki yırtmacın da eklentisiyle pek kumaş fazlalığı olmayan bir elbiseydi. Ama sadeydi de, abartısına gerek bırakmayacak düz bir elbiseydi bir yandan da.

“Böyle kolay yeniliyorsan, seni biraz gereksiz abartıyorlar diyebilir miyiz Eraslan?”

Dudakları kıvrıldı. Kesinlikle yaramaz ve fazla cesur bir kıvrımdı.

“Doğru söylüyorsun,” diye yanıtladı beni beklemediğim bir anda. “Abartılması gereken ben değilim, sensin Afrodit. İlk yenilgim sensin, bana izin verirsen son da olacaksın.”

Bu kez göğsü şişip öne çıkan o değildi, bendim. Bıraktığım uzun nefesle birlikte bedenim öne doğru hareketlendiğinde Pars dakikalardır bunu bekliyormuşçasına hiç duraksamadan büyük avucunu elbisenin ince kumaşından başka hiçbir koruması olmayan bel boşluğuma bastırdı.

“İlk yenilgin,” diye mırıldandım. Belime dokunuşunu fırsat bilerek yüzümü biraz öne çıkartmış ve yüzlerimiz arasındaki mesafeyi hiçe indirgemiştim. Bunu yapmam için çığlıklar atan sesi bir yere kadar susturabiliyordum, hep bir noktada patlak veriyor ve kontrolü ele geçirmekte daha fazla gecikmiyordu.

“İlk yenilgim.” dedi benim soru sorar gibi mırıldanışıma karşılık net bir cevap verircesine aynı iki kelimeyi tekrarlarken.

Gözlerimi peş peşe kırptım. “Yanlış bir şeyler anlıyorum,” dedim başımı iki yana sallamaya çalışarak. “Açık konuş artık, ben yanlış anlamaktan çok korkuyorum.”

Telaşım dudaklarındaki çoktan belirsizleşen gülümsemeyi yeniden canlandırdı. Benim neredeyse yok ettiğim mesafeyi kullanarak burnunu burnuma çarptı. “Ne duymak istediğini bilmiyorum.”

Öyle iyi biliyordu ki…

Benimle oynuyordu. Elinin altındaki belimin ona nasıl kasıldığımı açıkça gösterdiğinden emindim. Kırpıp durduğum gözlerim, burunlarımız temasıyla artık çok daha fazla birbirine karışan nefeslerimiz birden fazla şeyi açık ediyordu.

“Çiçekli elbiselerle, tatlı tatlı gülümsemelerle sakladığın ama derinlerde bir yerde dışarı çıkmayı bekleyen başka bir kadın mı var yoksa?”

Yutkundum. Boğazımdaki kıpırdanış bir anlığına dikkatini dağıttı. Bakışları oraya takılacak sanıyorken belimde olmayan eli boynuma gevşek bir biçimde tutunduğunda titredim.

“Beni sana ait kılmayı arzulayan, bende ilk olduğunu bilmek için yanıp tutuşan bir kadın mı besliyorsun içinde Ahu?”

Dudaklarımı aralayıp bir şeyler söylemem gerekiyordu. Çepeçevre beni sarmışken, belimdeki ve boynumdaki sıcaklığı tüm reflekslerimi köreltmişken ağzımı açmak ve bir şeyler söylemek neden bu kadar zordu.

Dudaklarımı aralarsam, bir sonraki hamlem konuşmak değil hemen bir nefes ötemde duran dudaklarını dudaklarımla birleştirmek olacak gibiydi. Bundan çekinerek sessizliğimi korudum, dudaklarımı yapıştırılmış gibi birbirlerinden hiç ayırmadım.

“Söyle o kadına minik tanrıça,” diye fısıldadı. Burnunu yavaşça sağa doğru kaydırıp yanağıma sürttü. “Rahatça dışarı çıkabilir, dilediği ilklerin hepsine kavuşacak.”

İçimde aynı anda ayaklanan, artık birbirlerinden ayırt edemediğim o kadar çok ses vardı ki kulaklarım uğuldamaya başladı.

“Şimdi mümkünse, tüm gece beni uyutmazken mışıl mışıl uyuyuşunun telafisini alacağım senden.”

Kendimi savunmak ister gibi omuzlarımı dikleştirdim. Ona doğru yükselmemi dudaklarındaki gülümsemeyle izlerken boynumu oldukça hafif bir biçimde okşadığında istemsizce bakışlarım kısıldı.

Konuşmamaya daha fazla dayanamadığım için ne olacaksa olsun diyerek araladığım dudaklarım ben henüz tek hece bile seslendiremeden onun dudaklarının esaretine düştüğünde aramızda doğduğu anda kaybolan kısık bir mırıltı çıkartabilmiştim sadece.

Dudaklarımın nemlenip onun sıcaklığına karışacağı kadar uzun ama bir yandan da göz açıp kapayana dek bitecek kadar kısa bir süre sonra hafifçe geriye çekildi.

“Beş,” dedi geri çekilir çekilmez.

Kaşlarım çatılırken anlamayarak yüzüne baktım. “Beş?” diye tekrarladım sorar gibi.

“Bunun kaçıncı öpücüğüm olduğunu merak edebileceğini düşündüm.”

Şaşkınca dondum. Az önce ilklerden bahsediyorken şimdi de beş diyordu…

İçimdeki sinir patlamasına dudaklarımdan dökülenlerle de eşlik etmeye başlayacağım sırada bir farkındalık aniden üstüme kapandı. Her yerimi saran o farkındalık ayaklanan tüm sinirimi bastırarak sakinleştirici almışım gibi avuçları arasında gevşememe sebep oldu.

“Geriye kalan dördü…” diye fısıldadım.

Kaşlarını yalandan olduğu belli olan bir tavırla çattı. “Üzerinden yirmi dört saat geçer geçmez her şeyi sildin yani, benden faydalanıyor musun sen?”

Bahsettiği dört öpücük, az önce gerçekleşen beşinci öpücükten farklı değildi. Dün yaşananların her birini ayrı öpücükler olarak sayıyordu. Dudaklarımız ayrılıp tekrar buluşmuştu, bunları bir öpücük olarak değerlendirmiyordu.

Kendimi tutamayarak burnumdan kısa bir nefes vererek güldüm.

“Hı hım,” diye mırıldandım başımı sallarken. Baş hareketim dudaklarımızın belirsiz bir sürtünmeyle birbirlerine temas etmesine sebep olmuştu. “Faydalanıyorum senden, işim bitince bırakıp gideceğim.”

Yüzündeki acıklı ifadeyi büyüttü. “Sen var ya…” dediğinde ‘ben var ya?’ der gibi dudak büktüm. “Sen beni bırakıp bu odanın dışına bile çıkamazsın artık, bitti güzelim.”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Güzel miyim?” diye sordum derinleştirdiği kısımdan kaçıp saçmalayarak.

Belimi elleri arasında yok olacakmışım gibi sıkarak okşadı. “Çok,” diye soluyarak iç çekmekle yetindiğinde eriyerek yerle buluşmama tek engel onun beni tutan elleriydi.

“Bu arada,” diye aklına aniden bir şey düşmüş gibi birden modu değişti. “Sana seslenişim sadece güzel olup olmadığını mı sordurdu sana? Bir şey daha fısıldamıyor mu o sözcük, onu sormayacak mısın?”

Kastettiğinin ne olduğunu anlamaya çalışarak bekledim. Yerine yerleştirmeye çalıştığım sözcükler bende tam olarak anlamlarına kavuşamadan önce boğuk sesini duydum tekrar.

“Sorsana güzelim, güzelsem güzel olduğum kadar da senin miyim desene?”

Gözlerime öyle derin bakıyordu ki bakışlarının ağırlığıyla yerimde hareketlenip yüzüme saplanan mavilerinden kaçmak için yol aradım.

Aradığım yolu kendi çabamla bulamayarak birkaç saniye öylece kaldığımda odanın kapısına tek bir sert vuruş yapılmış ve tok bir ses içeride yankılanmıştı.

Pars’ın boynumdaki elinden kaçabilmiş ama belimi tutan avucundan kopamamıştım.

Kapı açılıp içeriye Özgür girdiğinde en azından boynumda hâlâ Pars’ın elini taşımadığım için biraz rahattım.

Gerçekten beş dakika saymış ve içeri geri mi girmişti acaba? Gerçi beş dakikadan fazla süredir odada yalnız olduğumuzdan emindim.

“Maç iptal,” dedi Özgür içeri girdiğinde direkt. Gözlerimi iri iri açtım. İptal olmasa da Pars’ı gerekirse duygu sömürüsü yapa yapa göndermemeyi aklıma çoktan kazımıştım ama bu şekilde her şey çok daha kolay olacaktı.

“Ne?” diye soran Pars’tı.

Özgür’ün bakışları bir an için koltuğa, oturduğumuz kısma dikkatle değdi. Benim yayıldığım ve Pars’a döndüğüm için açılan elbisemin ve belimde duran elin onu çok(!) mutlu ettiğini mimiklerinden okuyabiliyordum şu anda.

“Maçtan önce rakibinin burnunu parçalarken ne hayal ediyordun? Öyle mi çıkacaktı sence ringe o piç?”

Pars yerinden aniden kalktığında, tek kaldığım koltukta gerilerek bakışlarımı ikisi arasında hızla hareketlendirdim.

“Ne karıştırıyorsun, Özgür? O asalak burnu kırık da olsa maç iptal ettirmez.”

Özgür öylesine bir konuymuş gibi omuz silkti. “Belki burnunun acısına dayanamayıp kolunu bir yere çarpıp kırmıştır. Kırık kolla yumruk sallayamaz değil mi?”

Pars duraksadı. Bu yalnızca sessiz kaldığı birkaç saniyeden değil, hareketlerinden de belli olan bir duraksamaydı.

Benim anlayamadığım, on saniyeden fazla sürmeyen garip bir sessizlik yaşadılar.

Yerimde cüce gibi oturup kalmaktan sıkılarak ayağa kalktım. Yanında yer bulmak için Pars’ı ittirmem gerekmişti. Onu itişimden etkilenmese de beni sırtımdan destekleyerek tam önünde duracağım şekilde konumlandırdı.

“Hadi abim, gidiyoruz.” diye seslenen Özgür’ün dikkatini kendi üzerimde bulduğumda dudaklarımı büzdüm. “Eve mi?”

“Yok, çığırtkan. Sen bi’ maç yap öyle gideriz, ringe götüreceğim seni.”

Dalga geçmesine ters ters bakarak başımı geriye doğru yatırıp arkama doğru döndüm. Pars’ın zaten başını eğmiş bana bakıyor olduğunu böylece görmüştüm.

“Öyle bakarsan…” diye dişlerinin arasından sessizce konuştu. “Bırakmam seni.”

“Yavaş gel, lan!” diye böğüren Özgür’ü duysam da renkleri aynı tonları farklı gözlerimizin ayrılmaması için bakışlarımı kıpırdatmadım. “Ben buradayım, alo?”

Oflayarak omuzlarımı indirdim. “Neden sürekli alo diyorsun? Geçen gün yine aynısı olmuştu, telefonda değilken de alo deniyor mu?”

Merakıma yenik düşerek sorularımı sıraladığımda Pars güldü. Göğsünü titreten, belli belirsiz göğsünü sırtıma çarptıran bir gülüştü.

“Kızım başlatma alosundan telefonundan, gelsene sen buraya. Niye dip dibesiniz?”

“Dip dibe miyiz?” dedim anlamamış gibi. Pars’ın kalbi sırtımda atıyorken ne kadar anlamazlıktan gelinebilirse o kadar gelmeyi deniyordum işte.

“Despina!” diye yükseldiğinde yerimde titreyerek öne doğru atıldım. Özgür’e doğru attığım adımlar boyunca Pars’ın sesli bir biçimde güldüğünü duyuyordum. Komik miydi?

 

~

 

“İkna ettiğini sanıyorsun sadece, eve döndüğümde asla susmayacak.”

Pars’ın yola odakladığı bakışları birkaç saniyeliğine yüzümü buldu, hemen sonrasında yeniden yola dönmüştü.

“Normalde de susmuyor ki.”

Açıklamasına kıkırdadım. Yanlış bir kısım yoktu söylediğinde.

Özgür’ün maçın iptal olduğunu söyledikten sonraki planı beni ve Mayıs’ı tıpkı oraya getirdiği gibi arabasına tıkıp evlerimize geri götürmekti. O yerden çıktığımızda beni arabaya doğru ilerletirken durumun bu olduğunu yeterince belli etmişti yani.

Mayıs zaten biz dışarı çıktığımızda çoktan Özgür’ün arabasındaydı, Pars’la aralarındaki buzlar erimeden onun yanında eve dönmek yerine bu yolu seçmiş olması normaldi.

Özgür’ün planını bozan ise Pars’ın beni bırakmayışı oldu. Tutamadığı sözünü, tutma fırsatını yakalamışken ipi elinden bırakacak gibi değildi. Gerekirse bir marketten hazır kahve bulup alacak ve arabada da olsa bana içirecekti sanırım.

Pars’ın kendinden emin tavrı değil, benim bakışlarımın yalvarır halde oluşu Özgür’ün o an için onaylamasına sebepti. Pars her ne kadar bunda kendini başarılı sansa da o sırada benim içli içli abime yalvarıyor halde baktığımdan habersizdi.

“Pars,” dedim nereye doğru gittiğini bilmediğim yolda araba hızla süzülüyorken.

“Efendim,”

“Seninle geliyor olmam, tamamen bugünü haklı bitirdiğin anlamına gelmiyor; biliyorsun değil mi?”

Kaşlarını havalandırdı. “Arada gözlerin dalıyor ve bana sanırım korkunç olduğunu düşündüğün bakışlar atıyorsun. Kesinlikle günü haklı bitirmiyor olduğumu biliyorum.”

İstemsizce güldüm. Bahsettiği bakışları farkında olmadan atıyordum belli ki, bundan haberim yoktu.

Üstündeki lacivert polo yaka tişörtün yapıştığı bedeni oturduğu koltuğu tamamen kaplamıştı. Bense yan koltuğunda elbisemle küçük bir alanı işgal ediyor, onunla oldukça tezat görünüyordum.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum yol bitmek bilmeyince. Akşamın tamamını arabada geçirmek istemiyordum.

“On dakika kaldı, kahveni içerken güzel bir manzaran olsun istiyorum.”

Uslu uslu başımı salladım. Ben de güzel bir manzaram olsun isterdim. Gerçi kahve içerken bakışlarım muhtemelen onun üzerinde olacaktı ve birçok manzarayı hiç edebilecek kadar ilgi çekiciydi; ancak bunları şimdilik kendime saklasam yararıma olurdu.

Bahsettiği on dakika geçtiğinde araba artık denizi net bir biçimde görebileceğimiz bir konumda durdu. Etrafta oturacağımız bir kafe görmeyi denedim ama sahilin tenha bir köşesinde gibiydik. Hiçbir şey yoktu etrafta.

“Arabada bekle, hemen geliyorum.”

İneceğini anladığımda şaşırarak ona döndüm. “Nereye?”

“Sabırlı ol ve bekle, Afrodit. Geliyorum.”

Ben başka bir şey soramadan kapısını açtı ve arabadan indi. Şaşkın şaşkın arkasından bakakaldım birkaç saniye.

Pars’ın arabanın gerisine doğru yürümeye başlayıp görüş açımdan kayboluşunun ardından mecburen bakışlarımı oradan ayırdım. Ön camdan görebildiğim, havanın kararmasıyla birlikte maviden kopkoyu bir renge doğru dönen denizin dalgalanışını izledim sessizce.

Etrafta ne bir insan ne de herhangi bir dükkân yoktu. Arka tarafta evler vardı ama onlardan da uzaktaydık. İstanbul’un kalabalığı arasında burayı nasıl böyle boş bulabildiğimizi bilmiyordum.

Arabanın ön kısmındaki ekrandan takip ettiğim süre, on dakikayı biraz geçtiğinde Pars geri gelmişti. O gelene dek denizi izlemiş, kapı sesi duyduğumda ise direkt başımı sola çevirmiştim.

Bir avucuna sıkıştırdığı iki karton kahve bardağını gördüğümde güldüm. Kahve almaya gittiğini söylemekten niye kaçınmıştı?

“İn bakalım, denize öyle camın ardından bakmakla olmuyor. Biraz yaklaş.”

İtiraz etmedim. Kapımı açıp indikten sonra arabanın önünden dolanıp yanına vardım.

Kahveleri bana uzattığında onun gibi tek elime tabanlarından sığdıramayacağım için iki elimle ayrı ayrı kavramıştım bardakları.

Pars bagaja ilerleyip oradan kendisinin olduğu belli olan gri fermuarlı bir hırka çıkarttı.

“Üşüyor musun?” diye sordum denize doğru yürümeye başlarken. Hava hiç soğuk değildi.

“Üşümüyorum, birazdan yere oturmanı istediğimde taşlardan rahatsız olursun diye aldım hırkayı.”

Denizin dalgalarını ittiği bize en yakın noktanın biraz gerisinde durduk. Pars elindeki hırkayı yere iki kat olacak şekilde serip benim sığabileceğim bir yer yarattıktan sonra kahveleri geri ister gibi ellerini uzattı. Bardakları ona bıraktıktan sonra elbisemin eteğini yırtmaç olmayan taraftan tek elimde toplayarak yavaşça yere çöküp oturdum.

Bacaklarımı ileriye doğru dizimden biraz kırıp uzatırken Pars da oyalanmadan yanıma yerleşti. Aramızda doğru düzgün boşluk yoktu.

Bardaklardan birini bana geri verdi. “Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.

“Etme,” dedi denize diktiği bakışlarını oradan ayırmadan. “Ben teşekkür ederim asıl.”

“Ama kahveleri ben almadım ki,” diyerek aptal rolü yaptım başımı omuzuma doğru yatırıp.

Kendi omuzuma doğru yatmış olsam da, aslında ona doğru da yaklaşmış olmuştum. Saçlarım koluna doğru dolanıp çıplak kolunda izler oluştururken gözleri yavaş yavaş beni buldu.

Bakışlarının bu denli yoğun olmasını beklemediğimden bir an için afallayarak elimdeki kahve bardağını sıkıca tutup sıcaklığı hissederek kendime gelmeye çalıştım.

“Neden öyle bakıyorsun?”

“Nasıl bakıyorum?” diye sordu bakışlarını hiç değiştirmeden.

“Öyle işte,” dedim inatla açıklama yapmadan.

“Bilmem,” dedi omuz silkerek. “İçimden geldiği gibi bakıyorum.”

“İçin biraz şey olmuş galiba,” dediğimde güldü. “Ne olmuş Ahu?”

“Ahu’yu daha mı çok sevdin?” dedim kendimi tutamadan. “Despina çok mu kötüydü?”

Duraksadı. Yüzü yavaşça ciddi bir hal aldı. “O ne demek öyle? Ahu dememi istemiyorsan, demem.”

Sorun Ahu demen değil, benim kim olduğumu bir türlü anlayamamam demeliydim ona; ama sessiz kaldım.

“Birbirimizi hem tanıyor, hem de hiç tanışmıyor gibiyiz.”

Aklımda bir süredir var olan düşünceyi onunla paylaştıktan sonra fazla açık olmanın boğazımı kuruttuğunu hissederek kahvemden yudumladım.

Ağzıma yayılan tatla afallamıştım. “Kahve değil ki bu,”

Yüzü buruştu. “Evet, kahvesi bitmişti satan adamın. Çay almam gerekti, kahve bardağına koydurdum ben de.”

Sesli bir biçimde güldüm. “Olsun,” dedim. “En azından su alıp gelmemişsin.”

“Su alıp gelsem ne olurdu, gitmek mi isterdin?”

Açıkçası bardağa zehir koysan da içecek haldeyiz canım, sen beni bi’ duysan keşke... Pars’a seslenemediği için hüzünlü olan sesi duymazlıktan gelerek başımı iki yana salladım. “Hayır gitmezdim.”

“Ahu demeyeyim mi sana?” diyerek az önceki konuya geri dönmemize neden olduğunda dudaklarımı kıvırdım hafifçe. “De, Ahu diyebilirsin bana.”

“Hep Despina’yı mı kullandın bugüne kadar?”

Dudaklarımdaki gülümseme buruklaştı. “Babamı ne kadar zamandır tanıyorsun?” diye sordum sorusuna cevap vermek yerine.

“On beş yaşımdan beri,” dedi sorumu garipsemeden hemen yanıtlayıp. “Dokuz yıldır yani,” diye ekledi yaşını zaten biliyor olmama rağmen.

“Benim onunla ne zaman tanıştığımı biliyor musun peki?” diye sordum.

Babamı uzun yıllardır tanıyor olması aslında ona bazı ipuçları vermiş olmalıydı bugüne dek. Ancak durumu olduğundan daha farklı yorumladığını düşünüyordum.

Babamı tanıdığımı ama onun yerine annemle olmayı seçtiğimi sanıyor olabilirdi, ara sıra babamla görüştüğümüzü düşünüyor olabilirdi ya da buna benzer ve bizim yaşadığımız gerçekten daha normal olan herhangi bir senaryoyu aklınca duruma uydurmuş olabilirdi.

Ben olsam, ben de öyle yapardım.

“Bu nasıl bir soru?” dedi sessizce. Aklı karışmış görünüyordu.

Herkesin bildiğini ondan saklamaya gerek duymadım. “Ben babamın varlığını altı ay önce öğrendim, Ahu olduğumu ise bundan çok çok daha az süredir biliyorum. Bu yüzden Ahu dediğinde bazen zihnim bulanıyor.”

Durdu. İkimizin de başı birbirimize değiyor olan kollarımızın omuzlarına doğru dönüktü, o biraz yukarıdan bakıyordu bana ama aramızda pek mesafe yoktu.

“Bu…” diye başladı bir şeyler söylemek için araladığı dudaklarıyla konuşmaya ama devamı gelmedi.

Ne diyecekti? Bu çok garip, bu çok saçma, bu çok kötü… Ya da belki bambaşka bir şey…

Elindeki çayla dolu kahve bardağını devrilmesini umursamadan taşların üzerine bıraktığını gördüm. Hemen sonra aynısını uzanıp elimden aldığı bana ait bardağa yapmıştı.

Az önce söylediklerim basit, kısa şeyler gibi görünse de aslında anlatırken ağırlıkları altında ezildiğimi kollarını sıkıca bedenime sarıp beni kendisine doğru çektiğinde fark edebilmiştim.

Bacaklarının üstüne oturmamı, elbisenin açıklığıyla kolayca açabildiğim bacaklarımı iki yanından taşlara doğru sarkıtmamı sağladığında afallamadım, şaşırmadım, olduğum yeri yabancılamadım.

Kollarımı omuzlarına dolayarak boynuna gömdüğüm yüzümü sakladım. Beni bebek gibi kucaklamasını bekliyormuşçasına sarsılarak ağlamaya başladığımda kendime kızmak istesem de kızamadım.

Pars’ın yanında ilk kez ağlamıyordum. İlk ağlayışım hiç beklenmedik bir anda ve aramızdaki her şey çok daha karmaşıkken gerçekleşmişti. O karmaşaya rağmen sanki beni yıllardır tanıyormuş gibi rahat ettirmesine o an çok dikkat edememiştim ama şimdi iki farkındalığım aynı anda beni sarsmıştı.

Ona sorduğum ‘senin canın hiç çok yandı mı’ sorusunu hatırladım. Verdiği olumlu cevabı, kalbinin kanadığını benden gizlemeyişini hatırladım ve bu beni daha da fazla ağlattı.

Sebebini de, suçlusunu da bilmiyordum ama Pars’ta bulunan yaraları hissediyordum ve bunun bana bu denli ağır gelmesi canımın acısını katlıyordu.

Dün gece benden aldığı kahve sözü, önce ona delicesine kızmama sebep olacak şekilde iptal olmanın eşiğine kadar ulaşmıştı ve şimdi de bambaşka bir hale bürünmüştü.

“Ben,” dedim kesik kesik. “Sinirlerim bozuldu, özür dilerim.”

Her şey üst üste geldikçe ben neye ne zaman tepki vereceğimi ayarlayamıyor ve olur olmadık zamanlarda biriktirdiklerimi taşırıyordum.

“Şş, tamam.” Burnunu saçlarımın arasında hissettim. Sırtımda duran avucuyla ara ara orayı sıvazlıyordu. “Dök içini.”

Kendimi susturmaya çalışır şekilde derin nefesler almaya çalıştım. Boynundayken aldığım bu nefesler, benzetmem gerekeni bulamadığım ama güzel olduğuna dair hiçbir tartışma olmayan kokusunu sürekli ciğerlerime doldurmama yol açıyordu.

“Çok yoruldum,” diye sızlandım. Kendimeydi aslında bu sızlanış.

Bugün her şey güzel gidecek sanıyorken en büyük korkularımdan biriyle kısa süreli de olsa sınanmıştım ve o an veremediğim tepkiyi şimdi veriyordum.

Ona sürekli bir şeyler mırıldandım. Mırıldanışlarımın arasında kimi zaman sessizce, kimi zaman hıçkırıklarım duyulur haldeyken ağlamaya devam ettim. Hiçbirini bölmedi, kollarını gevşetmedi bile.

“Pars,” diye seslendim bir aralıkta.

“Yanındayım, söyle Ahu.”

Ne söylemek için ona adını seslendiğimi bilmeden, istemsizce yapmıştım bunu. Cevapladığında konuşmaya başlamam da tıpkı ilk seslenişim gibi istemsizdi, kontrolü bende değildi.

“Ölme,” dedim iç çekerek.

Kollarımla sıkıca dolandığım omuzları, yaslı olduğum göğsü kasıldı. Tutunduğum her yeri taştanmış gibi sert bir hale büründü.

Sessiz kaldığında gerilerek başımı boynundan kaldırmak için hareketlendim. Sırtımdaki kollarından birini enseme çıkartıp boynundan kalkmama engel oldu. Yapabildiğim tek hareketi yaparak başımı olduğu yerde yan çevirdim. Yüzüm direkt boynuna gömülü olmak yerine, yanağım ona yaslı ve yüzüm boynuna dönük olmuştum böylece.

Gözyaşlarımın dudaklarıma sızıp durmasıyla ıslanan dudaklarımı ağzımın içine yuvarlayıp kurutmaya çalıştım. Çıkarttığım seslerin bir kısmı alamadığım nefeslerden, bir kısmı da dudaklarımdan dökülen anlam kazanamayan mırıldanmalardandı. Pars ise benim çıkarttığım seslere, derin bir sessizlikle eşlik ediyordu.

Kendi seslerime değil, arkamda kaldığı için artık göremediğim ama dalgaları hareketlendikçe sesi ritmik bir biçimde bize ulaşan denize odaklanmaya çalıştım.

Dalga seslerini duymaya dikkat kesilmişken gözlerimin kapanmaya başladığının, aniden yaşadığım duygu patlamasının etkisiyle bilincimin de derin bir uyku haline süzülerek kapanan gözlerime eşlik ettiğinin farkında değildim.

 

~

 

Bilinenin çaresizliği ile bilinmeyenin çaresizliği kıyasıya kapışacak iki ayrı etkendi.

Bir şeyi bildiğiniz halde elinizden hiçbir şey gelmediğinde çıldırırdınız; ancak bilmediğiniz bir şeyin elinizi kolunuzu bağlaması da pek farklı hissettirmezdi. Bu kez ‘bilebilsem bir şeyler yapardım’ keşkesine aklınız takılır ve canınız buradan sızlardı.

Pars daha önce bilinenin çaresizliğini yaşamıştı. Bunu yaşadığı tek bir an yoktu hatta. Çok kez bildiği halde müdahale edemediği, sonucunda da çaresizliğinin kıyısında öylece kalakaldığı anlarla savaşmıştı.

Şu anda ise başka türlü bir çaresizliğin pençesindeydi. Pençelerini etrafa sallamaya, zarar göreceğini düşündüğü herkese bu şekilde karşı koymaya alışkındı ancak başka bir şeyin pençesinde olduğu zamanlardan kaçamıyordu.

Sızlanışları gittikçe kısılan, en son tamamen sessizliğe gömülerek geriye yalnızca düzenli nefes alıp verişlerinin boynundaki ince deriye çarpışı kalan bedeni parçalanacakmış gibi sıkıca tutuyorken Pars’ın kolları ağrıyordu. Bu, kucağındaki bedenin fiziki ağırlığından değil; dakikalar önce açıkça dışarı vurduğu ruhunun ağırlığındandı.

Uykuya dalmak üzere olduğunu fark ettiğinde düzensiz aralıklarla bırakmaya başladığı öpücüklerin belki de artık onuncusuydu az önce Despina’nın şakağını bulan öpücük.

Uyumuş olmasının onu üşütebileceğini düşünerek yere bırakmış olduğu hırkasına uzanıp fazla hareket etmeden kadını sıkıca o hırkayla sardı Pars. “Sana dair bir şeyi sevmeme ihtimalim olduğunu düşünmemiştim,” diye mırıldandı bir tek kendisi duysa da. “Ama ağlamanı sevmedim hiç, yapma bunu.”

Pars dakikalarca kollarındaki Despina’yla birlikte oturduğu yerde hiç kıpırdamadan bekledi. Hareketlenirse uyanacağını, uyanırsa yine ağlayacağını düşünüyordu. Şu an en azından huzurlu görünüyor olmasına tutunup iyi hissettiğini düşünerek uykusunu asla bölmemeye karar vermişti bu nedenle.

Yarım saatten fazlasını kıpırtısız geçirmeyi bitirdiğinde, dakikalar ilerledikçe artık deniz kenarında oldukları için hafif serin rüzgâr esmeye başlamıştı. Yazın ortasında da olsa denizin kıyısı o tatlı ama serin esintiyi kaybetmiyordu.

Pars şansını denemek için yerinde bir an yavaşça doğrulur gibi hareket etti. Despina’nın uyanmaya başlayıp başlamayacağını ölçmek için dikkatliydi.

Kolları omuzlarına dolanmış halde sakince kendisine sığınan bedenden hiçbir hareket gelmediğinde derin bir nefes alıp onu sıkıca tutarak yerden kalktı Pars. Bedeninin ağırlığı kendisi için bir hiçti, kolları ve bacaklarıyla ona tutunuyor oluşu da bunu daha da kolaylaştırmıştı.

Arabaya doğru yürüyüp ön yolcu kapısını araladıktan sonra sarsmadan Despina’yı koltuğa bıraktı. Kemerine uzanmadan önce koltuğunu geriye yatırıp bir nevi yatak haline getirmişti. Bedenini emniyet kemeriyle güvende kaldığından emin olacağı şekilde sabitledikten sonra doğrulup geri çekilmeden, dudaklarından küçük bir öpücük çaldı.

Daldığı uykunun derinliğiyle biraz öne doğru çıkmış dudaklarında Pars’ın baskısı Despina için pek hissedilir değildi ancak dudakları kıpırdar gibi olup hafifçe kıvrılmıştı.

Pars onun bu mimiğini kaçırmadan izleyip çenesini belirsizce okşadıktan sonra geri çekilip kapısını sessizce kapadı.

Sürücü koltuğuna yerleşip arabayı çalıştırdığında bir gözü yan koltuktaydı. Motor sesinin uyandırmasından çekinse de Despina gerçekten derin bir uykudaydı.

Daha önce diken üstünde uyuduğu uykularına inat, babasıyla uyumaya başladığından beri derinleşmeye başlayan uykularına benzer bir uyku uyuyordu şu anda.

Onu derin uykuya iten insanların genelinin aksine çok uykusu olması değil, uykuya daldığı anın güvende hissettirme oranıydı.

Araba geldiği yolu dönmek üzere Pars tarafından hareketlendirilirken etraftaki derin sessizlik biraz sonra kaybolacaktı.

Pars’ın geç keşfettiği ama en sevdiği noktalardan biri olan İstanbul’un bu saklı köşesi, kolay kolay pek kimsenin yolunun düştüğü bir yerde değildi. Şehrin kalabalık kısımlarına ters, sahilin canlı yerlerinden çok uzaktaydı.

Despina’yı öylece bir kafeye götürüp tüm o kalabalığın arasında zar zor bir bardak kahve içmesine imkân sağlamak yerine buraya gelmek Pars’a çok daha doğru ve hoş görünmüştü. İçinden bir ses normal bir kafede bulunsalar Despina’nın ağlamayacağını söylüyor olsa da tam olarak tercihinden pişman olmuş sayılmazdı.

Araba bulundukları köşeden uzaklaşmaya başladığında Pars hızını olabildiğince düşük tutuyordu. Birinci sebebi Despina’nın daha az sarsılmasıydı elbette; ikinci sebep ise biraz daha farklıydı, ne kadar yavaş giderse onu eve bırakmadan önce o kadar çok yanında geçirecek zamanı olacaktı. İki büklüm uyumasına kıyabilse muhtemelen saatlerce böyle bekler, arabadan bir yere kıpırdamasına izin vermezdi hatta.

Birkaç dakika ilerledikten sonra Pars’ın dikkati bir an için dikiz aynasına çevrildi. Hızı bulundukları yola göre yavaştı, arkadan gelen araçlar onu solluyor ve yollarına devam ediyordu. Ancak ikinci kez gözüne takılan bir araç vardı ki, bahsettiği sollamayı yapmak yerine onun hızına ayak uydurmuş halde tam arkasında yol alıyordu.

Çatılan kaşlarıyla birlikte Pars’ın bakışları kısaca uykusunun kollarında her şeyden sıyrılmış halde dinleniyor olan Despina’yı buldu. Arabada yalnız olsaydı umurunda olmayacak olan bu sollama yapmayan araç detayı, yanındaki bedenin varlığı sebebiyle anlam kazanmıştı.

“Ne halt ediyorsun, tesadüften ibaret ol. Gaza mı basamıyorsun?” Kendi kendine kısıkça söylenerek hızını arttırdı aniden Pars. Bu sayede arkadaki aracın derdinin ne olduğunu anlamayı ummuştu. Yavaş gidişinin sebebi kendisine bağlı olmayabilirdi, paranoya yapıyor olmayı diliyordu.

Arkadaki aracın az önceki hızını korumasını, Pars hızlansa da sabit hızda kalmış olmasını bekleyerek yaptığı hamlesinin sonucunda arkadaki araç en az Pars kadar hızlanmıştı.

Pars ağır bir küfür savurarak şerit değiştirdi. Hareketlerini kopyalamakta hiç gecikmeyen araç dikiz aynasına yansıdığında direksiyonu tutan elleri kasılmıştı.

“Sikik oyunlarından birini mi oynuyorsun İshak Eraslan?” diyerek dişlerinin arasından tısladığı isim yabancı değildi. Takip eden aracın içinde ‘baba’ diye seslenmekten dahi gocunduğu İshak’ın adamlarından biri olduğunu düşünmüştü direkt.

Özellikle son zamanlarda Mayıs’la iletişim kurabilmek için deliriyor olsan İshak’ın tüm iletişim yolları Pars’ın blokesiyle tıkanmıştı. Mayıs’a bu isteğini bile haber vermemişti, vermeyecekti de. Belli ki onu engelleyenin kendisi olduğunu ve asıl konuşması gerekenin kim olduğunu hatırlayabilmişti. İshak’ın adamlarını Mayıs’ın değil kendisinin peşine dolamasına sebep olan buydu, Pars’a göre.

Arabanın biraz kendisine doğru yaklaşabilmesi için hızını düşürdü. İçeridekilerin sayısını ve yüzünü görmek işine yarayabilir diye düşünmüştü.

Tahminlerinin ve düşüncelerinin beklediği şekilde sonuçlanmayacağını öğrenmesi çok zaman almayacaktı.

Pars kendi kıyametinin bulunduğunu sandığı arabanın içinde, aslında yanındaki huzurlu solukların sahibinin kıyametinin beklediğini anladığında her şey için hem çok geç hem de bir o kadar erken olacaktı.

Despina hislerinde yanılmıyordu. Pars’la yaraları çok farklı değildi, sadece yaraların onlarda bıraktığı izler birbirine benzemiyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm