Gözyaşı Kadehleri 31.Bölüm
31.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
Dengesizliğin
dengesi…
Yolumu
son zamanlarda sıkça kesen dengesizliklerin aslında bir bakıma dengede
durduğunu idrak etmem uzun sürmüştü.
Her
ne olursa olsun, yaşanan beni yere düşürecek kadar sarsmıyordu. Zira üstüne
ekleneceğinden korktuğum yeni olay için daha yoğun çabalıyor ve kendimi ayakta
tutuyordum.
İpin
ucu kaçacak gibi olduğunda ise devreye, hayatımın -bizzat açtığı- yeni dönemini
keyfince etkileyen unsuru giriyordu. İsminin kısaltılmasını sevmediği için bu
unsura uzun uzadıya Cevahir Avcıoğlu diyebilirdim. Dengesizliklerle savaşma
konusunda bana bağışıklık kazandırmıştı. Kendisi dengesiz bir adam olduğundan
değildi; bu, tamamen benim konu o olunca
hissettiklerim ile ilgiliydi.
Yolum
yoluyla kesiştiğinden beri sayısız kez onu ellerimle boğmak, sıkı sıkı tutup
göğsümde saklamak, bir daha hiç görmemek üzere kaçmak gibi uç isteklerle dolup
taşmış ve dengesizliği bolca deneyimlemiştim.
Duygularımın
gün geçtikçe rutinleşmesi ya da en azından tek bir yöne evrilmesi gerekirdi
belki fakat aksi gerçekleşiyordu. Daha da karmaşık bir hal alıyor, bir başa
dönüyor bir sona uğruyordu.
Aklım
bir nevi beş karış havalanmışken yürümekte olduğum koridor boş sayılırdı. Cuma
günlerimin ikinci yarısında, genellikle çıkışıma bir iki saat kala başladığım
vizitem az önce bitmişti. Araya hafta sonu girdiğinden acilen çağrılmadığım
sürece kontrol edemeyeceğim servisteki hastaları ziyaret edişim sonlandığında
ellerim önlüğümün cebinde yürümekteydim.
Bugünlük
-bildiğim kadarıyla- işim kalmadığı için kendime dalgınlaşma hakkı tanımıştım.
Yarı önüme yarı havaya bakınır halde asansörü bulana kadar sallanmam da
bundandı.
Odama
girmek için kata ineceğim sırada telefonum çalmaya başlayınca cebimden telefonu
çıkarttım. Ceylin arıyordu.
“Efendim
Ceylin?” diyerek direkt yanıtladım. Hastalarla ilgili bir durum olduğunu tahmin
ediyordum. Çağrı atmak yerine aradığına göre büyük bir aciliyet yoktu.
“Hocam
müsait misiniz? İşiniz bitmiştir diye tahmin ederek aradım ama…”
“Bitti,”
dedim süreyi tahmin etmesine şaşırmadan. Yeterince içli dışlıydık bu konuda.
Programımı ondan -ve köstebekliğini yaptığı kocamdan- daha iyi bilen yoktu.
“Bir şey mi oldu?”
“Bir
şey olmadı, başhekim sizi rica etti. Uygun olduğunuzda uğramanız gerekiyormuş.
Pazartesiye atmak istemezsiniz belki diye aradım hemen.”
Birkaç
hafta önce duysam tüylerimi diken diken edecek bu cümleler, koltukta yaşanan
değişim sonrası tam aksine hislerle dolmama neden olmuştu. Merakla kaşlarım
havalanmış, neden çağrıldığımı olumsuz şekilde değil hevesle öğrenmek
istemiştim.
“İyi
yapmışsın, ben odasına geçiyorum o zaman. Beni bekleyen kimse var mı senin
orada?”
“Yok
hocam,” dediğinde kısaca onaylayıp telefonu kapattım. Telefonu cebime atar
atmaz yönüm artık başhekim odası olmuştu bile.
Odaya
vardığımda Atalay hocanın beni bu kadar hızlı bekleyip beklemediğini bilmediğim
için bir an duraksamıştım ama bu kısa sürdü. Sonuçta çağrılmıştım. Geç
gitmemdense erken gitmem daha iyiydi.
Kapıyı
çalmadan önce biraz ilerideki masada oturmakta olan sekretere doğru bakındım.
Göz göze geldiğimizde ölçülü bir şekilde gülümsedi. “Buyurun lütfen hocam,
Atalay hoca odasında olduğu müddetçe doktorların rahatça girip çıkmasını
istiyor. Benim haber vermeme gerek yok.”
Başhekim
koltuğundaki değişimin isimden ibaret olmadığını, değişen başka şeylerin de
olacağını az çok tahmin ediyordum ama ilk yüzleştiğim değişim bu olmuştu.
Kapıya
iki kez vurup içeriden ses gelmesini birkaç saniye bekledim. Atalay hocanın
onaylayan sesi yükseldiğinde ise kapıyı yavaşça açmış ve içeriye süzülmüştüm.
“İyi
günler hocam,” dedim masasının ardındaki sandalyeden bakışları üzerime
çevrildiğinde. Sekreterin açıklamasına rağmen dudaklarımı kapalı tutamadım.
“Müsait miydiniz?”
“Yanımda
bir hasta göremiyorsanız, hastane sınırları içerisinde mutlaka müsaitimdir.
Buyurun.”
Kapıyı
kapattıktan sonra masanın önündeki tekli koltuklara doğru adımlayıp birine
yerleştim. “Görüşmek istemişsiniz benimle,” dedim kumaş pantolonun sardığı
bacağımı düzgünce diğerinin üstüne doğru atarken. Kumaşı elimle hafifçe düzeltip
olmayan kırışıklığı silmeye çabalamıştım.
“Dünden
beri sırasıyla herkesle görüşmeye gayret ediyorum.” Çarşamba günü ilk günüydü,
söylediği üzere dün ve bugünü de bire bir görüşmelere ayırmıştı. “Siz sona
kaldınız.”
Cuma
günü akşamın bu saatinde çağrılmamdan sona kalışım belliydi zaten. Bu bir çeşit
‘yöneticinin karısını kayırmıyorum’ vurgusu muydu yoksa altında başka bir sebep
mi vardı; bilmiyordum. Belki de sadece tesadüften ibaretti.
“Alınmalı
mıyım?” dedim şakaya benzemeyen ancak uzağında da olmayan bir tavırla. Nedeni
sorguladığımı anlasın istemiştim.
“Hastanedeki
diğer doktorlardan farklı bir şey konuşmayacağım sizinle, genel bir sohbet
sadece.” dediğinde başımı sallayacak oldum. Birden bileğini kaldırıp kolundaki
saatine baktığında ise duraksamıştım. “On beş dakika kadar buna devam ederiz,
mesai saati son bulduğunda ise konuyu biraz değiştireceğim.”
Dudaklarımı
birbirine bastırdım. On beş dakika hızlı bir şekilde geçebilir miydi? Konu
değiştiğinde karşıma nelerle çıkacağını fazlasıyla merak ediyordum.
“Ne
çeşit bir değişim olacağını erkenden öğrenebilir miyim?” diye sorduktan sonra
sanki bir anda cevabı bulmuş gibi kıpırdadım. Bulmuştum da zaten ama doğru
olduğunu bildiğim cevabı öne sürmeden önce başka bir şeyi ortaya attım. “Sizden
ders almış olduğumu mu fark ettiniz, hocam? Öğrencinizdim.”
Bakışları
belli belirsiz kısılır gibi oldu. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış mıydı
bilmiyordum ama oltama gelmedi. “Öyleymiş,” dedi iki gün önceki
karşılaşmamızdan daha sonra öğrendiğini belli ederek. “Öğrencilerimden biriyle
aynı hastanede çalışma gururu gayet hoş.”
“Aynı
şekilde hocam,” dedim az önceki tavrımdan sıyrılarak. Bu kısımda gayet
ciddiydim çünkü. “Burada olmanıza çok sevindim, toplantıda sizi görene dek
haberim yoktu. Güzel bir sürprizdi benim için.”
Tek
kaşı havalandı. “Haberiniz yok muydu?” dedi hafif şaşkınlık belirtileriyle.
Neye şaşırdığını anlamak zor değildi. Cevahir’in her adımını bana haber
verdiğini düşünmesi çok tatlıydı, on dakikadan fazla zaman geçirmemişlerdi
henüz sanırım.
Başımı
iki yana sallayarak habersiz olduğumu bir kez daha tekrarlamış oldum. Bir şey
daha sorma ihtimalini düşünmüştüm fakat toparlandı.
Diğer
doktorlarla da yaptığı belli olan, sınırları belirgin konuşmayı başlattığında
hastaneye ve mesleğime dair ilerleyen sorularını cevaplamıştım. En sonunda da
bana herhangi bir sorumun olup olmadığını sormuş ve olumsuz yanıt verdiğimde
durmuştu.
Yeniden
bileğindeki saate baktı. Gülme dürtüsüyle kasıldığımda dudaklarımı birbirine
bastırarak buna engel oldum.
Zorlanmamıştım.
Zorlanmamamdaki
en büyük yardımcım, bugün oğluna kızıp bizi terk etmiş olan kısa süreli
misafirimdi. Nilgün teyze de iki gün öncesinden beri en az Atalay hoca kadar
kıvranmıştı karşımda.
Özellikle
dün hastaneden döndüğümde açık açık soramadığı için bin türlü yola başvurup
Atalay hocayı konu etmiş, ben yolunu kestikçe de sinirli sinirli bakınmıştı.
Ona verdiğim tek bilgi, Cevahir’in başhekimi değiştirmeye girişmediğiydi. Bence
yeterliydi.
Benim
ağzımın sıkılığı ve Cevahir’in triplenir halleri sonucunda ise bu sabahki kahvaltıda
I.Nilgün İsyanı başlamıştı.
Gideceğim
diye tutturduğunda ben de Cevahir de tavrımızı değiştirmek için çoktan geç
kalmıştık. Cevahir’in tek yapabildiği yalnız kalamazsın diye üstelemek olmuştu.
Bunun sonu ise Nilgün teyzenin Fahri Avcıoğlu’ndan ne zaman aldığını
bilmediğimiz davete icabet etmesine bağlanmıştı.
Gerçi
ben az çok biliyordum Fahri Bey’in ne zaman harekete geçtiğini. Ecevit amcanın
ona ‘evinde bir kadını zehirlediler, ruhun duymadı’ çıkışı yapması içine
oturmuştu, belliydi. Telafi etmek için çabalıyordu.
O
evin Nilgün teyzeye iyi gelip gelmeyeceği de ayrı bir mevzuydu fakat inadıyla
baş etmek mümkün olmamıştı. Yaşayıp görecektik. Kötüyü çağırmak yerine iyiye
yorarsam, orada güvende hissederse ruhunun daha hızlı iyileşeceğini
düşünüyordum.
“Konunun
değişeceği kısma geldik sanırım,” dedim Atalay hoca saatini kontrol etmeyi
bitirdiğinde. “Merakla dinliyorum hocam.”
Yüzüme
bakındı. Aradığı neydi bilmiyordum fakat ifademi herhangi bir kalıba sokmaya
çalışmadım. İçim dışıma vurmuş şekilde, merakımı gizlemeden bakıyordum ona.
Lafı
uzun uzadıya dolandıracak biri değildi, az çok kestirebiliyordum bunu. Ancak
yine de dudaklarından ilk dökülenlerde böylesine açıklık bulacağımı da
düşünmemiştim.
“Nil
ile görüşmem gerek, en kısa zamanda. Bunun bir yolu var mı?”
Gözlerimi
birkaç kez kırpıştırdım. Nilgün teyzenin, onun için ‘Nil’ olduğunu artık
kavramıştım zaten. Cevahir’in birkaç gün önceki yakınmasını duyar gibi oldum bu
sırada. ‘Nil’miş… Kısaltıyor bir de
adını. Annem nefret eder bundan.’
Nilgün
teyze adının kısaltılmasından değil de, bunu Atalay hocadan başkasının
yapmasından rahatsız oluyor olabilir miydi? Yüksek ihtimalle öyleydi. Bu beni
gülümsetir gibi oldu.
Bu
ikiliyi ayıran nedenleri, geçmişte yaşananları ve aralarındaki bitmiş ancak
tükenmemiş duran bağlantıyı delice merak ediyordum.
“Kendisi
de isterse…” dedim Atalay hocayı daha fazla yanıtsız bırakmadan.
“İster,”
dedi önce beklemeden. Fakat bakışları biraz tuhaflaştı, bir şeyler sorgular
gibi göründü. “İstemez mi?” diyerek kendinden emin verdiği cevabını dağıtarak,
bana onay bekler gibi döndüğünde dudaklarımı birbirine bastırdım.
Geçtiğimiz
iki günü düşünürsem, cevabım onun ilk cevabıyla aynıydı. Bence Nilgün teyze de
karşılaştıkları günden beri tekrar onu görmek istiyordu. Bir yandan da Avcıoğlu
ailesindeki kaotik durumlar vardı tabii… Bu kısım akıl karıştıran kısımdı,
Nilgün teyze bütün bunlar bir kenarda dururken konuya Atalay hocayı da dahil
etmek istemeyebilirdi.
“Hastaneye
uğradığında bu konuyu aranızda netleştirmeniz daha uygun olacak sanırım,” dedim
bulabildiğim en mantıklı çözümü sunarak. Kendi akıl sağlığımı da düşünmek
zorundaydım, kıyıda köşede bu ikiliyi görüştürmeye çalışırken Cevahir’le savaşma
haline geçmek istemiyordum.
“Ne
zaman uğrayacak? Sık sık geliyor mu?”
Sık
sık geldiği yoktu, doktoru ile görüşeceğinde gelmeye de yeni başlamıştı hatta.
Normal şartlarda Arif onun yanına gidiyordu. Ama fikrimce geliş sıklığı, Arif’ten
bağımsız şekilde artacaktı. Pazartesi günü Nilgün teyzenin Vita’ya gelmeyi aklına
koyduğunu düşünüyordum ama bunu Atalay hocaya belli etmedim.
“Önümüzdeki
hafta tekrar konuşuruz, hocam. Kesin bir zamanı yok gelişinin.”
Bir
şeyler daha söyleyecek gibi bakıyordu ama yapmadı. Başını onaylar gibi
salladığında ben de üstelemedim.
“Bana
müsaade o halde,” dedim ayaklanırken. Odasından çıktıktan hemen sonra, kapıyı
arkamdan kapatır kapatmaz dudaklarım iki yana doğru gerilerek kıvrılırken buna
engel olmaya çalışmadım.
Hislerim
beni yanıltmıyorsa; Atalay hoca ölçüp biçmiş gibi Nilgün teyzenin karşısına
yıllar sonra çıkabileceği en doğru zamanı bulmuştu. Birkaç ay önce gelse karşısında
göreceği kadın ile iki gün önce gördüğü kadın arasında dağlar kadar fark vardı.
Hastanede
daha fazla oyalanmamın bir anlamı olmadığı için odama uğrayıp önlüğümü bırakmış
ve çantamı aldıktan sonra direkt çıkmak için hareketlenmiştim.
Bugün
Vita’nın Cevahir’siz günüydü. Holdingde olduğu için hiç uğramamıştı, sabah da
tek gelmiştim. Cevahir’i özel şoförüm bellemeye alıştığım için otoparktan kendi
arabamı alıp yola koyulmak üşendirici gelse de yapacak bir şeyim yoktu.
Trafiğe
takılacağımı bildiğim için kendimi mental olarak buna hazırlamış ve tahmin
ettiğim gibi henüz on dakika dolmadan tamamen kilit görünen yolda kalmıştım.
Başımı
arkaya doğru yaslayarak yolun bir nebze açılmasını beklerken arabanın içini
telefonumun sesi doldurmaya başladı.
Ön
panelde duran telefonumu açtığımda karşıdan yükselen ses arabada yankılanmıştı.
“Eve
geçtin mi?” diye soran Cevahir’in giriş cümlesinin bu olmasına şaşırmamıştım.
Hal hatır sormak genelde huyu değildi.
“Yoldayım,
trafik var.”
“Yemeği
dışarıda yiyelim, en son gittiğimiz yeri beğenmiştin.”
Kaşlarım
hafifçe havalandı. “Öylesine mi?” diye sordum. “Yoksa magazine poz mu kesmemiz
gerekiyormuş?”
“O
meselenin üstünden aylar geçti, Seray. Kimseye poz kesmemiz gerekmiyor.”
Aylar
dediği, iki aydan ibaretti. Ancak o iki ay öylesine dolu geçmişti ki aylar
yıllar gibi hissettirmesini sorgulamayacaktım.
“Üstüm
uygun değil, eve uğrayayım öyle çıkalım.”
“Çıplak
mısın?” diye sorduğunda anlamsızca ekrana bakındım. Ekranda sadece adını
görüyordum gerçi.
“Ne?”
dedim afallamış bir sesle.
“Üstün
nasıl uygun değil? Sabah giydiklerini çıkarttın mı?”
“Sen
normal bir adam değilsin,” dedim kabullenerek. Bana ‘üstündekiler çıplak
olmadığın sürece gayet uygun’ demeye çalışma şekli inanılmazdı.
“Evde
buluşuruz, bu trafikte oraya kadar araba kullanamam. Sen kullanırsın.”
“Ben
de eve geleceğim yani bir de…” Holdingin bahsettiği restorana evden çok daha
yakın olması detayını fark ettiğimde herhangi bir plan değişikliği düşünmedim.
“Evet,” dedim sakin sakin. “Ya tek başına gidip ye yemeğini ya da beni evden
al, Avcıoğlu. Görüşmek üzere.”
Telefonu
kapatırken keyfim gayet yerindeydi. Sunduğum seçeneklerden hangisini seçeceğini
gayet iyi biliyordum çünkü.
Eve
ulaşma sürem yarım saati aşmıştı. İçeri girmeden önce garajdaki boşluğu
gördüğüm için Cevahir’in henüz gelmediğini anlamıştım. Eve geçip kapıyı
kapattığımda içeride yalnızdım.
Gelir
gelmez hazırlanmamı hızlandırmak için ağzını açıp asla susmayacağını
bildiğimden merdivenlere yönelirken oyalanmamıştım.
Üstümdeki
gömlek pantolon ikilisinden kurtulup tek omuzlu düz siyah bir elbiseyi askıdan
çekip çıkarttım.
Elbise
dizlerime doğru iniyor, bedenimde değdiği her yeri sıkıca kavrıyordu. İnce
kumaşlı olduğu için beni darlatmayacağını umuyordum.
Saçımı
ensemde düzgünce toparlamak elbisenin yakasıyla daha uyumlu olacağından elbiseyi
giydikten sonraki dakikalarımı da saçımı yapmaya harcamıştım.
Cevahir
eve girdiğini yeterince belli edecek şekilde dış kapıyı açıp kapattığında
saçımla işim bitmek üzereydi. Yükselen adım seslerinden buraya geleceği anı
saniyesiyle hesaplayabildiğim için kapıdan gireceği sırada bakışlarımı aynadan
ona doğru çevirmiştim.
Ceketini
arabada bıraktığını tahmin ettiğim siyah takımının pantolonu ve gömleği
üzerindeydi. Çok sık siyah gömlek giymiyordu ama zaman zaman onu böyle tek ton
giyinmiş halde gördüğüm oluyordu.
Aynadan
ona bakmaya, attığı adımları izlemeye devam ettim. Makyaj masasının aynasını
değil, duvara yaslı duran boy aynasını kullanıyor olduğum için yanıma
vardığında önünde ayakta dikilir haldeydim.
Henüz
ayakkabılarımı giymediğim için başım başına pek denk değildi. Sırtım göğsünün
tam hizasında kalacak şekilde arkamda durduğunda onu aynadan görmeye devam
edebiliyordum.
“Hoş
geldin,” dedim sessizliğin büyüyüp başka başka yollarda yürüyebilme ihtimalini
yok ederek.
“Fazlasıyla
hoş buldum,” dediği sırada çenesini omuzuma doğru bıraktı. Tek omuzlu
elbisemden ve topladığım saçlarımdan elbette faydalanmış, yaslanmak için çıplak
olan omuzumu seçmişti. Hiçbir zaman sıfırlanmayan, varlığı hep belirgin olan
sakallarının tenimde bıraktığı huylandırıcı hisse alışkındım.
“Tek
başına yemeğe gitmeyi seçmemişsin,” dedim sanki bu seçeneği çoktan eleyip
hazırlanmaya başlayan ben değilmişim gibi.
Bir
kolunu karnıma doğru sarıp beni kavradığında bacaklarımdan yukarı doğru
tırmanmaya başlayan karıncalanmanın etkisiyle kendimi kasmıştım.
“Bir
seçenekte sen varken diğer seçeneği mi seçecektim?”
Sessiz
kaldım. Sessizliğim dilimle sınırlıydı, gözlerimdeki anlık parlamayı saklamakta
gecikmiştim. Aynadan birbirine tutunmakta olan bakışlarımız, kaçamayacağım
kadar sıkı bir bağ içindelerdi.
Bir
kenara itilmek yerine seçilmeyi, başka seçeneklere üstün gelebilmeyi açlıkla
bekleyen ve beklemekten yıllardır körelen bir yanım vardı. O yanımı beslediği
anlarda bunu ona bağımlı kalayım diye bilerek yaptığını düşünecek oluyordum bazen.
Sonra o his hızla kayboluyordu. Bana istediklerini zaten yaptırıyorken
kendisine boşu boşuna neden iş çıkartsındı?
Söylemlerinde
samimi olduğunu kendime kabullendiriş yolum buydu. Bunda bir çıkarı yoktu.
Olabilecek çıkarlarına daha kolay yollarla ulaşabilirdi çünkü.
Çenesini
omuzumdan çekmeden başını hafifçe çevirdi. Burnu kulağıma yakın bir yere
sürtünmüş, tüylerim anlık olarak ürpermişti.
Refleksle
elim havalanıp karnımdaki koluna konduğunda parmaklarımı gömleğinin kumaşına
dokundum.
“Cevahir,”
derken seslenişim aslında öylesineydi. Bazen adını söylemekten başka bir şeye
dudaklarımı aralayasım gelmiyordu. Bu da o anlardan biriydi.
“Karım?”
diye yanıtladığında kirpiklerim birbirine karışacak şekilde gözlerimi
kırpıştırdım.
“Makyajımı
tazeleyeyim, çıkalım.”
“Gerek
yok,” dediğinde gözlerinin içine baktım aynadan. “Çıkmayacak mıyız?”
“Makyaj
kısmına gerek yok diyorum.” Karnımın kenarını parmaklarıyla yarı sert bir
biçimde okşadı. “Yeterince güzelsin, daha neyin altını çizip
belirginleştireceksin?”
Bakışlarımı
onun gözlerinden ayırıp kendi yüzüme çevirdim. Aynadaki aksimle bakışırken
yüzümün her detayını süzmüştüm ilk kez görmüş gibi.
Zaman
zaman onu dinleyesim, söylediklerine uyasım geliyordu. Nadir ve beklenmedik
anlarda oluyordu. Yine öyle olmuştu.
“O
zaman çıkalım artık,” dedim sırtımı istemsizce geriye doğru yaslarken. Ayakta
durmaktan yorulmuştum.
“Bırakasım
yok,” dedi yüzünü eğip omuzuma dudaklarını bastırmadan hemen önce. Çenesinin
bıraktığı görünmez çukura dudaklarını değdirmişti.
Bırakması
için ısrar etmedim. Bu, şüphesiz, bugünü haftalar öncemizden ayıran en belirgin
farktı.
“Ama
açım,” dedi bir dakika dolmadan. Dayanamayarak güldüm. Güldüğüm anda omuzuma
gömülü yüzünü kaldırdı. Derinleşen gamzeme burnunu bastırdı. “Ben seni öğünüm
yapmadan çıkalım.”
Memnun
görünmeyen bir ifadeyle kolunu karnımdan ayırdı. Devamında da göğsünün sırtımla
olan bağını kesmişti.
“Ayakkabılarımı
alayım,” dedim zeminde çıplak ayaklarımla ses çıkarta çıkarta giyinme odasına
adımlarken.
Arkamdan
kuyruğummuş gibi geldi tabii. “Sen mi seçeceksin?” diye sordum yarı alayla.
Omuz
silkti. “Seçeyim,” dedi hiç gocunmadan.
Ayakkabılarımın
dizili olduğu raflara açılan kapağı araladım. “Bu elbiseye uymayacak bir
ayakkabı bulman zor zaten, istediğini seç.”
Oyalanmadı.
Orta raflardan birinde duran siyah sivri burunlu topukluya yöneldi.
Topuğu
açık, bilekten bantlı bir ayakkabıydı. İnce topukluydu ama topuğu diğer
ayakkabılarıma oranla kısaydı. Seçme nedeni kesinlikle buydu, emindim.
Ayaklarıma uzun topuklularla işkence çektirdiğimi sürekli dile getiriyordu
çünkü.
“Bu
olur mu?” dedi bantlarından iki parmağına asıp havalandırdığı ayakkabıyı
gösterirken. “Olmaz dersem dinleyecek misin?”
“Sanmıyorum,”
dedi dürüst kalarak. Başımı ‘ben de öyle düşünmüştüm’ dercesine salladım.
Ayakkabıyı giymek için odanın ortasındaki pufa doğru adımlamadan önce elinden
ayakkabıyı almaya uzanmıştım.
“Otur
sen,” dedi ayakkabıyı almama izin vermeyip.
Pufa
doğru yürüyüp oturdum. Önümde tek dizinin üstüne çöküp sağ ayağımı bileğimden
yakaladığında direnmedim.
Arada
esiyordu kendisine. Boyuna söylendiği topuklularımı giydirme işini yapası
geliyordu.
“Bu
izler ne?” diye sorduğunda hafifçe kaldırdığı ayağıma doğru baktım. Sabahtan
beri ayağımda olan ayakkabı, bugün biraz fazla ayakta gezinmem nedeniyle
parmaklarımda kırmızı şeritler bırakmıştı.
“Bugünkü
ayakkabım yapmış, bir şey olmaz. Giyince görünmeyecek bundan.”
“Öyle
mi?” dedi tek kaşı havada bana bakıp. “Ben de ayakkabıdan görünür diye merak
edip sormuştum zaten, görünmüyorsa iyi o zaman yavrum.”
Dalga
geçişine ve bunu uzun uzadıya süslemesine kıkırdadım. Bu sırada sağ ayağımla
işi bitmiş, ayakkabı ayağıma yerleşmişti. Aynı şekilde diğer ayakkabı tekini de
sol ayağıma geçirdi. Bilekteki bağlarını da bağladığında hazırdım.
Ayağa
kalktığında onun elini uzatmasını beklemeden ben boşta duran eline tutunup güç
alarak kalktım. Göğsüne doğru çarpmadan dengede dursam da beni sırtımdan tutup
desteklemişti diğer koluyla.
“Teşekkür
ederim,” dedim yatak odasına doğru yürüdüğümüz sırada.
“Etme,”
demekle yetindi. Bu onun dilinde ‘teşekkürlük bir şey yok, rica ederim’
demekti. Kelime tasarrufu(!) yapıyordu.
Evden
çıktığımızda arabayı kapının tam önüne bıraktığı için çok adım atmama gerek
olmadan bineceğim ön kapıya varmıştım. Uzanmaya yeltenmedim. Kapıyı açtıktan
sonra koltuğa yerleşmem için elini uzatacağını biliyordum.
Beklediğim
gibi de oldu.
Kapıyı
açtı. Uzattığı eline sağ elimi bırakıp ona tutunarak yerime yerleştim.
Dudaklarımı araladığımda dilimden henüz tek hece bile dökülmeden dudaklarını
benimkilerin üstüne bastırıp geri çekildi.
“Hayırlı
bir şey söyleyecek gibi bakmıyordun,” diyerek beni neden susturduğunu
açıkladığında güldüm. Bugün çok nazik olduğunu söyleyecektim sadece…
Fırsatçıydı.
Kapıyı
kapattığı sırada ben de kemerimi takmakla meşgul olmuştum. Sürücü koltuğuna
yerleştiğinde arabanın evin sınırlarından ayrılması da gecikmemişti.
Evdeki
yardımcıların yokluğunda birkaç gün Nilgün teyze onları aratmayarak mutfağa el
atmıştı ama bu sabahki terk edilişimizin ardından sanırım dışarıda yeme
döngüsüne kapılacaktık.
Aklıma
düşen soruyla birlikte başımı Cevahir’e doğru çevirdim. “Annenle konuştun mu
bugün hiç? Orada olmakta kararlı mı?”
“Yanına
bile gittim,” derken huysuzdu sesi. “Dedemle birlikte beni bir nevi kovdular.”
Dudağımın
kenarını ısırdım. Cevahir’i tetiklemeyecek kelime dizilimi neydi bilmiyordum
ama susasım da yoktu.
“Biraz
fazla büyüdü bu konu, kaçmakta tam olarak haksız da değil sanırım Nilgün
teyze.”
Göz
ucuyla bana baktı. “Neresi büyüdü? Büyümesine izin vermediniz ki büyüteyim.”
“Annen
hassas bir dönemde, tedirgin olduğunu biliyorum ama yolunu kendi çizmek istiyor
ve bu çok doğal.”
Eve
gelirken boğuştuğum trafik biraz daha çekilir hal aldığından araba çok hızlı
olmasa da ilerleyebiliyordu. Bu nedenle Cevahir sürekli olarak bana bakamıyor,
yolu sık sık kontrol edip kalan zamanlarda da yüzümü süzüyordu.
“Annemi
babamdan koruyamadım, bundan sonra ona yaklaşacak hiçbir riske tahammülüm yok
Seray.”
Başımı
omuzuma doğru eğdim. “Hayatına dahil edeceği herkese risk gözüyle bakamazsın,
her insan bir değil.”
“Sen
neyin peşindesin yine? Beni neye hazırlıyorsun sakin sakin konuşup?”
Fazla
hızlı yakalanmıştım.
“Ne
alaka şimdi bu? Öylesine sohbet ediyoruz işte.”
“Öylesine
sohbet edecek ilk konumuz bu mu?”
“Beğenmediysen
sen yeni konu üret,” dedim tavır almış gibi önüme dönerek.
“Ya
sabır,” diye söylenirken sesi kısıktı ama dip dibeyken duymamış olmam mümkün
değildi.
“Bıktıysan
indir beni sağda, döneyim ben eve.”
“Seray,”
dedi bastıra bastıra. Başımı ona doğru çevirip dik dik yüzüne baktım. “Annem ve
şu yeni başhekim bozuntusu meselesi kapalı kalsın, gerileceğimi bildiğin
konular açıp ben gerilince kıçını dönme bana.”
Gözlerimi
kıstım. Arabaya binerken nezaketinden bahsedeceğim adam kıçlı başlı terslenmeye
başlamıştı hemen. İyi ki söylememe fırsat vermeden susturmuştu, söylesem şimdi
pişman olurdum.
Konu
kapalı kalsın demeseydi belki ona birkaç saat önce Atalay hoca ile görüştüğümü
söylerdim. Ancak kendi kaşınmıştı. Dudaklarıma hayali bir fermuar çekerek yola
doğru döndüm.
“Sessizlik
yemini et demedim,” diyerek huysuzlanmaya başlaması beş dakikadan kısa sürdü.
“Başka
konuşacak bir şeyim yok,” dedim burnumu havaya dikip.
“Gününü
anlat,” dedi öneri sunup.
Kısa
bir an düşündükten sonra aklıma gelen an beni güldürdü.
“Odamda
bir baba adayı bayıldı bugün,” dedim gülümsemem solmadan.
“Ve
bu seni keyiflendirdi çünkü..?” derken tedirgindi. İnsanların bayılmasından
keyif alıyor görünmemden şüphelenmişti sanırım. Bu, beni daha çok güldürdü.
“Üçüzleri
olacağını öğrendiği için bayıldı,” dedim açıklamakta gecikmeden.
“Sevinçten
mi korkudan mı?”
Sol
elimde duran yüzüğümün biraz yamuk durduğunu görünce bir yandan onu düzeltmeye
giriştim ve bir yandan da cevap vermek için dudaklarımı araladım. “Bana korku
gibi geldi biraz.” dedim. “İkiz gebeliklerde sevinç daha baskın oluyor ama daha
fazlası göz korkutuyor genelde.”
“Bayılması
da bir tık abartı olmuş ama…”
Yandan
görebildiğim yüzünü süzdüm. “Sen ne tepki verirdin? Konuşmak kolay tabii
uzaktan.”
“Bayılmazdım,”
dedi kısaca.
“Çok
açıklayıcı oldu.”
“Başıma
gelirse daha açıklayıcı bir cevap alırsın, ne diyeyim şu an?”
“Nereden
gelecek başına?” dedim bacağımı diğerinin üstüne doğru atarken.
“Bilmem,”
dedi rahat bir tavırla omuz silkerek. “Üç bebek birden taşıma gibi bir
olasılığın var mı?”
Gözlerimi
ağırca kapatıp açtım. “Benim mi?”
“Yok,”
dedi kırmızı ışıkta durduğumuz sırada bana biraz daha uzun bakma fırsatı
bulmuşken. “Teo’nun.”
Şaşkınca
ona bakmakla yetinebildim. Biz şu an nasıl bir konuşmanın içine düşmüştük? Ve
kendisi neden bu denli rahat bir biçimde uzun süredir hamileliğimi
planlıyormuşuz gibi konuşabiliyordu?
“Seviştik
diye hamile kalacağımı düşünüyor olamazsın değil mi? Her sevişmenin sonu böyle
bitmiyor. Mesleğimin farkında olduğunu umuyorum.”
“İnatla
sevişme demeye devam ediyorsun,” dedi arabayı yeniden hareket ettirirken.
“Bundan sonraki seferlerde böyle anmayı düşünemeyeceğin kadar yorulduğundan
emin olacağım.”
Bu
akşamdan itibaren evde baş başa kalacağımızı ve bundan önceki günlerde
Cevahir’i durdurabilmeme yarayan Nilgün teyze kartımın artık kullanıma kapalı
olduğunu fark ettiğimde dudaklarım öne doğru büküldü.
“Başım
ağrıyor benim,” dedim sağımdaki cama doğru dönüp yalandan dışarıyı izlerken. “Kronik
bir ağrı, her gün düzenli devam edecekmiş.”
Arabayı
kısa ama keskin kahkahası doldurdu. Yine kendi dilinde ifade ediyordu derdini.
Bu tepki Cevahir dilinde ‘sen öyle
sanmaya devam et’ demekti.
Araba
restoranın önünde vale tarafından teslim alınana dek Cevahir’e duyuldu atarak
sessizce beklemiştim. Sinirlerini bozacağını düşündüğüm bu hareketimi pek
takmamış, yola odaklanmıştı.
Ne
zaman neye gerileceğini anlamak gittikçe zorlaşıyordu. Gerilmesini istesem
başaramıyordum ama sakin kalsın diye çabalarken tepesini attırıyordum…
İçerideki
masaların neredeyse hepsi doluydu. Bize ayrılan masaya yerleştiğimizde
içerideki uğultu başta biraz fazla hissettirse de kulaklarım kısa süre sonra
buna alışmıştı.
Menüde
kararsızlığımla boğulasım olmadığı için elimi hiç sürmeden bakışlarımı
Cevahir’in yüzüne dikmiştim. Bu onun için yeterli bir ipucuydu. Benim
siparişimi de vermişti.
Yarın
sabah işe gitmek üzere uyanmayacağım için aklıma esen bir şişe şarabı da
siparişin yanına ekletmiştim.
Evde
bir şarap mahzenimizin olması beni dışarıdaki şaraplara göz dikmekten
alıkoymuyordu. Çünkü mahzeni genel olarak duygu boşalmalarım için sığınak
haline getirmiştim ve bundan bir şikâyetim de yoktu.
Servislerimiz
gecikmeden yapıldığında yemeğimden birkaç çatal alıp midemdeki fırtınayı
susturana dek pek sesim çıkmamıştı. Cevahir’in de konuşmamayı tercih etmesi
aramızda sakin bir sessizlik yaratmıştı.
Sessiz
kalmaya da devam edecektim aslında; planım buydu. Fakat başımı tabağımdan
kaldırıp etrafta öylece bakışlarımı gezdirdiğim anlarda birken iki, ikiyken üç
olan ve sonu gelmeyecek gibi devam eden tesadüf olamayacak kadar sıklaşan
detayla birlikte dudaklarım istemsizce aralandı.
“İki
yan masamızda oturanlar tanıdığın birileri mi?” diye sorarken bakışlarımı o
taraftan çekmiş ve Cevahir’in yüzüne odaklamıştım.
Masamızın
bir kenarı duvar dibindeydi. Dolayısıyla nereye bakması gerektiğini bulmakta
zorlanmamıştı. Dediğim yere dönmesini ve bakışlarının o masada gezinmesini bekledim.
Bahsettiğim
masada oturan iki kadın vardı. Biriyle zaten bakışlarım kesişmiş değildi ancak
Cevahir’e az önceki soruyu sormama neden olacak şekilde her dönüşümde
bakışlarını üstümüzde yakaladığım kadın için aynısını söyleyemiyordum.
Cevahir’den
‘evet’ veya ‘hayır’ şeklinde cevap almayı bekliyorken algılayabildiğim ilk
tepkisi kısa bir öksürüktü. Boğazını temizliyormuş gibi usulca öksürmüştü.
Bir
kaşım yukarı doğru meyletti, sesim çıkmadan önce ifademle konuşmuştum bir nevi.
“Zor
mu sordum?” derken çatalımı ve bıçağımı yavaşça tabağımın kenarına bırakmıştım.
“Neden
sordun?” diyerek iki sorumu da bir kenara itip kendisi bir soru attı ortaya. Cevaplarımı
almak için üstelemeden rahatça konuştum. “Bakışlarını üstümüzden çekmeye
niyetlenmemesi dikkatimi çekti.”
Bulunduğumuz
yerlerde bakış toplamaya öyle ya da böyle alışmıştım ve bahsettiğim kadının
bakışlarından işkillenmem de bu alışma sayesindeydi.
İnternette,
televizyonda önlerine düşen haberleri canlı görmüş gibi bakan insanların
bakışlarındaki merakı artık tanıyordum. Yan masadaki kadının bakışlarında
merakın m’si olmadığına kalıbımı basabilirdim.
Ben
cevabımı verince sıra ona geçecek sanmıştım ama yüzüme doğru bakmaktan başka
bir şey yapmıyordu. Başımı omuzuma doğru eğdim hafifçe. “Cevahir?” dedim sorularımı
adıyla yineler gibi.
“Önemli
biri değil,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Sorum bu değildi,” dedim
başımı eski konumuna getirip dik dururken. “Tanıyorum demen yeterli, kim olduğunu sormayacaktım.”
Yalandan
ölünseydi, az önce son nefesimi verip boylu boyunca yere serilme ihtimalim
yüksekti. Zira ‘tanıyorum’ dediğinde ‘kim olarak tanıyorsun’ dememe şansım
yoktu. Duramazdım.
Cevahir
kaşlarını çatar gibi olduğunda zihnimdeki seslerden biri keyif dolu bir çığlık
attı. Doğru hamleyi yaptığını fark ettiğinden deliren sesti, Cevahir konusunda
bildiğini okuyan ve en başından beri beni fazlasıyla sınayan bağımsız bir
sesti.
“Merak
etmedin..?” dedi anladığını teyit etmek istercesine.
“Etmemi
ister gibi bakıyorsun,” dedim sandalyemde hafifçe geriye yaslanıp. “Anlatmak
istersen dinleyebilirim.”
Kadının
kim olduğuna dair aklımdan geçen en kuvvetli tahmin doğru çıktığı takdirde
içimi tırnaklayıp beni rahatsız hissettirecekti, biliyordum.
Cevahir
rahatsız olmuş gibi görünmeye başladığında doğru yere parmak basıyor olduğum
tamamen kesinleşmişti. Bir şey söylemeyeceğini anladığımda konuyu boş vermişim
gibi uzanıp masada duran kadehimi kavradım.
İki
yudumluk kalan şarabı tek yuduma sıkıştırıp gözlerim kısıkça kapanacak şekilde
yutkundum. Boş kadehi masaya geri koyduğumda tabağımda kalan yemeğe devam
etmeden önce biraz beklemiştim.
Bekleyişimi
uzun tutmadım. Cevahir’in bakışları üstümdeydi, hareketlerimi dikkatle
süzüyordu.
Daha
fazla yiyemeyeceğimi kesinleştirdiğim anda yavaşça sandalyemi geriye doğru
çektim. “Geliyorum birazdan,” dedikten sonra ayaklandım. Görünürde yemek üzeri
lavaboya gitmem gayet normaldi ancak işin aslında yaptığım risk almaktan ibaretti.
Lavaboya
doğru adımlayıp içeri girdikten sonra boş alanda biraz duraklayıp aynalardan
birinin önüne geçtim.
Yerimden
kalkıp uzaklaşmakla, bakışlarını masadan çekmeye gerek duymayan o kadını ya
boşalttığım sandalyeye gitmeye ya da peşimden adımlamaya itmiştim.
Bana
kalırsa kuvvetli olan ikinci ihtimaldi.
Kurguladığım
ihtimallerin beni yanıltmadığını anlamam uzun sürmedi.
Lavabonun
yüksek, ağır kapısı ileri doğru aralandığında aynaya bakmaya ara vermedim.
Yanıma aldığım çantamdan az önce çıkarttığım rujun kapağı bir elimde, kendisi
diğer elimde duruyordu.
Bile
isteye onu buraya çekmiş gibi değil, her şeyden habersiz makyajını tazeleyecek
olan biri gibiydim.
Kabinlerden
birine girmeye, aynada ya da lavaboda oyalanıyormuş izlenimi vermeye gerek
duymadan bana dönük olacak şekilde bir iki adım ötemde durduğunu göz ucuyla
gördüğümde belli belirsiz iç çektim.
Dudağıma
dokundurarak soluk renk vermesini sağladığım ruju kapatıp çantama geri
koyduktan sonra parmağımla alt dudağımı çekiştirerek ruju iyice dağıttım.
“Merhaba,”
dediğinde yüzümde asılı duran ifade nazik, uzak ve kısa bir gülümsemeden
ibaretti. Sesli olarak yanıt vermedim. Bakışlarımı aynadan yüzüne çevirip
gülümsemekle yetinmiştim.
“İmkânsızı
başaranın kim olduğunu bir de yakından görmek ve tanışmak istiyordum, bu akşama
kısmetmiş.”
Anlayamamış
gibi kaşlarımı kaldırıp indirdim yavaşça. Aynadan bakışmayı keserek bedenimi
yavaşça ona doğru çevirdim.
Dümdüz
görünen açık kumral saçları omuzlarına zar zor değecek şekilde kısaydı, sağlıklı
bir bronzluğa sahipti. Aynı sağlıklı görüntünün bakışlarında da yer ettiğini
söylemek isterdim ancak saçları gibi açık bir kahveyle renklenen irisleri iyiye
yorulacak gibi değildi pek.
“Nasıl
bir başarıyla sizi benimle tanışmak için bu kadar heveslendirdim?” diye
sorarken gözlerimi kırpıştırdım.
Elimi
zarifçe ona doğru uzattım. Tokalaşmak ister gibi görünürken takındığım
bilmezlikten gelme örtüsü yavaşça açılıyordu.
“Seray Avcıoğlu,” dedim usulca.
Bana
kim olduğumu gayet iyi bilir şekilde bakıp yalandan ‘tanışmak istiyorum’
bahanesi sunmasaydı daha normal davranabilir ve adımı söylemekle yetinebilirdim
belki. Ama her nedense soyadımı da duyması
gerekiyormuş gibi hissetmiştim.
Elimi
sıkmak yerine önce gözlerini elime çevirdi. İncelemek istediği şeyin parmak
yapım ya da avuç içi çizgilerim olduğunu sanmıyordum.
Bakışları
yüzük parmağımda, sol elim havada olduğundan açıkça görünür halde duran
yüzüğümde durdu.
Yanlış
bir şey yaptığımı düşünüp gerilmiş gibi elimi indirdim. “Böyle bir tanışmadan
bahsetmemiştiniz sanırım,” diyerek toparlamak istercesine konuştum.
Söylediklerim asla sınır aşmıyordu ama sesimdeki abartılı nezaketi doğru
yorumlamaması imkânsızdı.
Karşısında
ne bir aptal vardı ne de gereksiz tavrıyla sinip bozularak onu keyiflendirecek
biri…
Adını
sanını bilmesem de artık bu kadının kim olarak karşımda durduğunu çok iyi
biliyordum. İlk tahminim, kuvvetli olan tahminim doğruydu. Ne zamandan kalma
olduğunu bilemiyordum ama kendisinin Cevahir’in ilişki geçmişinin bir
parçasından önüme düştüğü kesindi.
Magazine yansımayan, kısa süreli
ilişkiler… Cevahir’in
geçmişi için söylenenler bundan ibaretti. Magazine düşmemişti ancak benim önüme
düşmüştü. Ne olacaktı şimdi?
Eski nişanlı meselesi gibi kıyameti
kopartabilir miyiz, ben çok hazırım buna diyerek heyecanla yerinden doğrulan
tarafımı bastırıp bir köşeye gömdüm. Haksız sayılmazdı gerçi.
Kadına
doğru baktım son bir kez şüpheyle.
Benzemiyorduk.
Herhangi bir ortak noktamız yoktu.
Kadının
benim için herhangi bir şey ifade etmediğini, irdeleyecek kadar dahi umurumda
olmadığını yeterince belli edecek şekilde çantama uzandım. “Müsaadenizle,”
dedikten sonra kapıya yönelmiştim.
Burada
laf dalaşı yapacak ya da kıvranır görünüp ağzından bir şeyler dökmesine
uğraşacak halim yoktu. Ama bu iki etkinlikten vazgeçmiş değildim, biraz sonra
karşımdaki kişi değişecek ve hemen buna girişecektim.
Kapıyı
çekip çıktıktan sonra koridoru sakince adımlamaya başladım. Topuklarım zeminde
içerinin gürültüsüne yaklaştıkça kaybolan yankılar bırakırken masaya dönmem
uzun sürmedi.
Masaya
yaklaştığım anda Cevahir başını kaldırıp bana bakar hale geldi. “Nerede
kaldın?” diye sorduğunda omuz silktim. “Kısa bir sohbet etmem gerekti.”
Cümlem
henüz bitmeden başını hızla sağına çevirdi. Bu, yanımızda kalan masaya doğru
bakma çabasıydı. Ben de onunla birlikte masaya doğru bakındım. Tek bir sandalye
doluydu. Gerimde bıraktığım kişi henüz yerine dönmemişti.
Cevahir
oradaki boşluğu gördükten hemen sonra bakışlarını bana doğru çevirdi. Aynı anda
da yerinden kalkmıştı.
Ben
masada değilken bakışlarını o masaya çevirmeye gerek duymadığını, kadının
yokluğunu benim ‘sohbet’ iğnelememle fark ettiğini anladığımda dudağımın
kenarını dişlerimle hafifçe çekiştirdim. Keyif vericiydi.
“Kiminle?”
diye sordu bu kez. Onu duymamış gibi yaptım. “Doyduysan kalkalım mı?”
“Seray-…”
diyecek olduğunda kısa bir nefes verdim. “Tamam,” dedim sorunu tespit etmiş
gibi. “Ben öderim bu akşamlık, dertli dertli bakma Avcıoğlu.”
Hem
sabrı sınanıyormuş hem de ne yapacağını bilemiyormuş gibi derin derin
gözlerimin içine bakmayı sürdürdü. Bu sırada ayakta dikilmemizden şüphelenip
gelen bir garson yaklaşmıştı masaya.
“Yardımcı
olabileceğim bir şey var mı efendim?”
“Hes-…”
diyerek konuşmaya başladığım ve hesabı istemek üzere olduğum sırada Cevahir ilk
hecemin ardından beni böldü. “İyi akşamlar,” dedi düz bir sesle. Başıyla
garsona uzaklaşmasını işaret etti.
Avucunu
belimin ortasına doğru yaslayıp beni çıkışa yönelttiğinde adımlamaya başlasam
da başımı ona doğru çevirip dudaklarımı aralamaktan geri kalmamıştım. “Hesabı
ödemeden kaçıyoruz.”
“Sağ
cebimden çıkarttığım parayı sol cebime mi atayım?”
Adımlarım
duraksadı. “Burası senin mi?”
Bir
önceki gelişimizde asla sahibinin lafını etmediği, sadece beğenip beğenmediğimi
sormakla meşgul olduğu restoran Avcıoğlu imzalı mıydı?
Onaylamaya
gerek duymadı. Üzerimize doğru esmeye başlayan ılık esintiyle birlikte dışarı
çıktığımızı daha derinden hissetmiştim.
Gözlerim
kısıldı. “İlişkilerini fazla tatlı sonlandırıyorsun sanırım,” dedim restoranın
kapısına uzanan birkaç basamaklık merdiveni indiğimiz sırada.
Eski
sevgilileri ona ait restoranlarda böyle keyifle yemek yiyebildiğine göre
kimsede kötü anı bırakmışlığı yoktu.
Yanımıza
yaklaşan vale ile cümlem havada kalmış oldu. Araba tam önümüzde duruyordu.
Kapımı
açmasına tepki vermedim ama arabaya binmeme yardım etmek için uzanan elini
görmezden gelerek koltuğa kendi çabamla yerleşmiştim.
Kapıyı
üstüme kapatmadan önce bakışlarını yüzümde tuttu bir süre. Tam önüme, ön camdan
dışarıya bakarak bu süreye eşlik etmiştim. Kapıyı kapatıp kendi yerine
geçtiğinde de araba hareket etmeye başlayıp yola çıkana dek kıpırdamadan
durdum.
Yola
bakıyor görünsem de nereye gittiğimizi takip edebildiğim söylenemezdi. Eğer
takip edebiliyor olsaydım araba eve giden ana yola varmak yerine başka bir
sapaktan dönmekteyken durumu fark edebilir, durduğu an gelmeden bunu
sorgulayabilirdim.
Alakasız
bir sokakta, park etmiş ve birazdan inecekmiş gibi bir konumda duruyorduk.
Nerede olduğumuza dair en ufak bir fikrim yoktu.
Başımı
sola çevirip Cevahir’e baktım. Dudaklarım aralanmadı. Öylece bakmayı sürdürdüm.
“Kim
olduğunu bile merak etmediğin biri mi bu hale soktu seni?”
Masadan
kalkmadan önce takındığım tavrı ısıtıp önüme koyduğunda göğsümü yavaşça
şişirecek şekilde nefeslendim.
“Ne
hale?” dedim normal bir sesle.
“Deli
deli bakıyorsun.”
Kemerimi
söker gibi açıp bedenimi ona doğru döndürdüm. “İnsanı deli ettiğin için
olabilir mi?”
“Ağzımı
bile açmamıştım.”
“Deli
eden kısım da bu,” dedim hayretle. “Tanıyor musun diye sorduğumda ‘önemli biri
değil’ demek de ne oluyor? Kadın peşimden kuyruk gibi gelip aklınca saçmalıyor,
sana ait restorana keyfince girip çıkıyor ama önemli biri değil; öyle mi?”
“Sen…”
derken sesi kısılır gibi oldu. “Şu an açık açık kıskançlığını dışarı mı
vuruyorsun?”
Duraksadım.
Bu ciddi bir duraksamaydı.
İçimi
tırmalayan, sinirlerimi bozan hissin adı direkt olarak ‘kıskançlık’ mıydı?
Kadının
sevimsiz cesaretinden, bakışlarının üstümde olmasından rahatsız olmuş olamaz
mıydım?
Masaya
bakıp durduğunu gördüğümde aklımı yoran bana bakmasından çok daha farklıydı; Cevahir’e bakıyor olma ihtimaline midem
ekşimişti.
Bakışlarımdan
ona ne yansıdı ya da duraksamam ona tam olarak ne anlattı bilmiyordum ancak eli
bana doğru uzandı.
Çenemi
ve oradan taşıp boynumun bir kısmını kaplayacak şekilde beni tuttuğunda beni
kendisine doğru çekmişti. Yüzlerimiz aralarında mesafe kalmayana dek birbirine
denk düştüğünde dudaklarımda dudaklarını hissetmem gecikmedi.
Dudaklarını
hissettiğim anda nefes dilenerek araladığım dudaklarım ona açılan bir kapıydı.
Alt dudağımı çekiştirerek ağzının içine hapsedip sertçe emdiği sırada gözlerim
çoktan kapanarak bana ihanet etmişti.
Kapanan
gözlerimle eşzamanlı olarak elim havalanıp ona doğru uzandı. Gömleğinin
yakasına düşecekmişim gibi sıkıca tutunduğumda yüzümde olmayan eli sırtıma
doğru kaymıştı.
Bedenimi
kendisine daha fazla yaklaştırmak ister gibi sırtımdan çektiğinde öne doğru
düşmemek için kendimi kasmam gerekmişti. Hoyratlığıyla sızlamaya başlayan
dudağımı ondan geri çekme şansım düşüktü. Yakasını bırakmadan diğer elimle
yanağını tutup başparmağımı dudaklarımızın arasına doğru ittim.
Beni
öpmeyi bir anlığına durdurdu ama ondan uzaklaşabilmiş değildim. Burnum burnuna
çarpacak kadar yüzünün yakınındaydım.
“Uzaklaşmayı
deneme bile,” derken dudaklarımın üstüne doğru konuşmuştu. “Benden uzağa yolun
yok, Seray.”
Bunu
öpüşünü durdurmak istedim diye söylemiş gibi görünse de mesajının çok daha
fazlasını içeriyor olduğunu biliyordum.
“Neden
yok?” diye mırıldandım. Konuşurken dudaklarım dudaklarına sürtünmüştü.
“Karımsın
çünkü,” dedi ona ‘iki artı iki kaç eder’ diye sormuşum gibi rahatlıkla cevap
verip.
Parmakları
elbisemin ince kumaşını yok sayıp sırtımın ortasında yukarı aşağı geziniyor,
ürpermeme neden oluyordu.
“Sahte
karınım,” dedim kirpiklerimin arasından ona bakarken. “Oyuncunum, anlaşmalı
e-…”
Dudaklarımı
ağzının içine doğru çekip ısıra ısıra canımı yaktığında boğazımdan acıyla
karışık şaşkın bir inleme koptu.
“Anlaşmasını
da sikeyim, oyununu da…” derken kaşları çatıktı. “Hayatımdaki gerçeklerin hepsi
çöküp üstüme yıkıldı. Yanımda duran sadece sensin, sahte olamayacak kadar gerçeksin.”
Yemin
eder gibi, ettiği yemine beni de ne pahasına olursa olsun inandırmayı göze
almış gibi gözlerimin içine baka baka konuştuğunda tek yapabildiğim dudaklarımı
birbirine bastırarak öylece ona bakakalmaktı.
Burnunu
dudaklarımı üstüne, sus çizgime dokundurdu. Dudaklarımı sıkı sıkıya kapatışımı
bölmüştü böylece. İstemsizce dudaklarım biraz aralanmıştı.
Göğsümdeki
boşlukta duran baskının sebebini orada bir ağırlık taşıdığıma yorup da kendimi
kandırmayı bıraktığımda ilk yaptığım kollarımı omuzlarından boynuna doğru sarıp
sıkıca ona dolanmak oldu. Sırtımdaki eliyle beni destekleyip kendisine doğru
çektiğinde göğsümde baskı hissettiğim o nokta, kalbine kavuşmuş oldu.
Koca
bir sessizlikle, dilimden tek bir ses bile dökülmeden onda soluklanmaya
başladım.
Yanağım
başına doğru yaslanmış, kollarım ensesinden sarkıp omuzlarına düşmüştü.
“Nasıl
mümkün oluyor bilmiyorum ama konuşmasan da seni duyabiliyorum,
anlayabiliyorum.”
Ya yanlış anlıyorsan diye düşünmedim. Sessizken beni
anlayabilmesine hiç şaşırmadım hatta.
Omuzunda
üstünden geçmem gereken izler varmış gibi parmaklarımı orada dolaştırırken
hareketlerim yavaşlamıştı.
Sırtımdaki
elleri belime doğru kayıp beni yerimden kaldırdığında direnmeden bekledim. Birkaç
saniye içinde artık sürücü koltuğunda iki kişiydik.
Önüne
doğru dönmüş, beni de aralı duran bacaklarının üstüne kalçamı yaslayacağım
şekilde kucağına bırakmıştı.
Bacaklarımın
ne halde olduğunu, uyuşup uyuşmayacaklarını umursamadan yüzümü boynuna yasladım.
Sırtımı kollarıyla sarmış, biri beni kucağından koparıp alacakmış gibi bedenimi
tutuyordu.
Burnunu
saçlarımın üstüne dayadığını ve orada nefeslendiğini duyumsadım.
Kaç
dakika sessizce hiç kıpırdamadan durduğumuzu saymamıştım. Belki birkaç
dakikadan ibaretti veya belki de çok daha fazlası harcanmıştı, bunu düşünmedim.
Gözlerim
kapanacak kadar mayışmış, bulunduğum yerde uyumamam gerektiğini savunan
mantığımı dinlemeyecek kadar gevşemiştim.
Kulağıma
dolan seslerle birlikte kapattığım gözlerim zar zor aralandı.
Arabanın
kapı sesini duyduğumdan emindim ancak etrafa bakındığımda arabadan çoktan inmiş
olduğumuzu görmüştüm.
Cevahir’in
kucağında gözlerimi kapamadan önceki halimdeydim. Tek bir fark vardı, artık
oturmuyordu. Bacaklarımdan ve belimden kavramış şekilde başımı omuzuna doğru
düşürmüş, bedenimi taşıyordu.
Arabanın
kapısındaki sesin nedeni, güvenliklerden biriydi. Göz ucuyla onu görmüştüm.
Diğer güvenliğin de kapıyı açmak üzere bizimle kapıya doğru yürüdüğünü
görüyordum.
Eve
girdiğimiz sırada gözlerimi yeniden kapatmak yerine kısık bakışlarla Cevahir’in
omuzunun üzerinden etrafı izlemeyi seçtim. Uyanmıştım ama kucağından inmek gibi
bir çabam da olmadı. Yanağımı olduğum yere daha da bastırdım.
Kapıdan
geçip eve adımladığında kapı arkamızdan tekrar kapandı.
“Uyandım,”
diye mırıldandım güvenlik kapının ardında kaldıktan hemen sonra.
“Bu,
seni taşımama gerek yok demek mi?”
Başımı
iki yana salladım. İnmeyeceğimi daha net belli etmek için bir kolumu omuzuna
doğru atıp ona tutundum.
Burnundan
kısa bir nefes verdi, gülüyordu.
Merdivenlere
benimle birlikte adımladı. Kucağındaki yerim rahat olduğu için yaşanan ufak
çaplı sarsıntıdan pek etkilenmemiştim.
Yatak
odasına girdiğimizde yolculuğun sonuna geldiğimiz için bacaklarımı sallayarak
inmek için hazırlık yaptım. “Burada ineyim ben.”
“Emredersiniz,
Seray Hanım.”
“Rica
ediyorum aslında Cevahir Bey,” dedim alayla. “Ama siz emir vermeye
alıştığınızdan yanlış anladınız sanırım.”
Beni
yere düşürecekmiş gibi sarsmak için kollarını gevşettiğinde omuzuna vurdum.
“Yapmasana!”
“Ne
yapmışım?” dedi dünyadan bihaber ses tonuyla.
Beni
düzgünce yere indirdiğinde ayaklarımın üstünde dengemi kazanır kazanmaz
karşısına dikildim.
“Üstümü
değiştireceğim ben,” dedim omuzlarımı esnetmeye çalışır gibi elimle ovarken.
“Duştayım,”
dedi başıyla banyoyu işaret edip. “Sen giyinene kadar çıkmış olma ihtimalim
yüksek gerçi, haber vermesem de olur.”
Hazırlanma
süremle olan derdi bitmek bilmiyordu.
Yüzünü
eğip bir anda çenemin kenarını öptükten sonra banyoya doğru adımlayıp görüş
açımdan çıktı.
Arkasından
kısa bir süre bakındıktan sonra giyinme odasına doğru yürümeye başlamışken bir
yandan da elbisemin omuz askısını indirmekle uğraşmaktaydım. Elbiseyi
vücudumdan ayırıp yere düşürdüğümde iç çamaşırlarımla kalmıştım.
Saçımdaki
tokaları da bir bir söküp başımı rahatlattım. İçeri geçip üstüme rahat bir
şeyler giyebilir ve makyajımı çıkartıp geceleri kullandığım ürünleri sürmek
üzere banyoya dönebilirdim. Fakat böyle
gidelim diyerek fikir belirten ve fikrinin dışında herhangi bir ihtimale
tahammülü olmayan sesi dinlemek zorunda kalarak adımlarımı giyinme odası yerine
banyoya yöneltmiştim bile.
Göğüslerimi
yarı örten straplez sütyenim ve ona hem renk hem örtücülük açısından eşlik eden
külot üzerimdeyken banyoya girdiğimde ayakkabılarımdan kurtulmuş olduğum için
adım seslerim suyun sesinde kaybolacak kadar kısıktı.
Cevahir
içeri girdiğimi anlamamıştı.
Duş
bölmesinin camları içeriyi net gösterir şekilde olduğundan yan dönük durduğunu
görüyordum, buraya dönüp bakmadıkça beni görmeyecekti.
Lavabo
aynasının önüne geçtim. Sabah yaptığım makyajın bu saate kadar direnebilmiş
olan kısmı yüzümdeydi. Aynanın yan kısmındaki rafta duran makyaj temizleyicime
ve pamuğa uzandım. Pamuktan sonra şişeyi alırken solundaki diş macunu tüpünü
devirip yere düşürdüğümde içeride tok bir ses yankılanmış oldu.
Dudaklarımı
büktüm.
Tüh dedim içimden usulca. Cevahir’in buraya
dönüp bakması gerekecekti.
Göz
ucuyla duşa doğru bakındığımda Cevahir’in araladığı cam sürgünün arkasından direkt
olarak bakışlarımız kesişmişti.
Elimdeki
pamuğu kaldırıp ona gösterdim. “Makyajımı silecektim.”
Saçlarından
dur durak bilmeden inen sular yüzüne, omuzlarına ve yer yer de göğsüne doğru
akıyorken bakışlarımı damlaların peşinde sürüklememek için kuvvetli bir direniş
göstermem gerekmişti.
Bir
eliyle saçlarını geriye doğru tarayıp yüzüne doğru inen damlaların bir kısmını
engelledi.
“Gelsene
sen bi’ böyle,” derken yanını işaret etmişti.
“Burada
silerdim ben aslınd-…” diye uzun uzun konuştuğum sırada duştan çıkacakmış gibi
öne doğru adım atacak oldu.
Kaşlarımı
kaldırdım hızla. “Tamam,” dedim banyoyu su ve köpüğe boğmaması için. “Geldim.”
Elimdeki
pamuğu yerine bırakıp ona doğru adımladım.
Duşla
ve aslında onunla aramda bir adım kalacak kadar yürüdükten bir saniye sonra
kendimi akan suyun fazlasıyla altında bulmuştum.
Kolumdan
tuttuğu gibi beni içeri çekmiş, hiçbir şey olmamışçasına cam sürgüyü geri
kapatmıştı.
“Selam,”
dedim başımı omuzuma doğru eğerken. “Tek başına korkuyor musun burada?”
“Yok,”
dedi dik dik bana bakarken. “Sırtımı keseleteceğim sana.”
Sırıttım.
“Uzun sürebilir, kocamansın.”
“Uzun
sürecek zaten,” derken gözlerinin içinde hızla parlamaya başlayan ateşle karşı
karşıya kalmıştım.
Bana
doğru atıldı. Sırtım arkamda kalan fayansa yaslanırken bedeniyle beni un ufak
edecek gibi ezmeye ilk andan başlamıştı.
Uzun
sürecek derken kastettiğinin bu eziliş olduğunu ve dakikalar saatleri
kovalarken onun ağırlığı altında parçalanacağımı daha erken anlasaydım… Yine de salınarak banyoya adımlar ve ona
yolu yanlış yere düşmüş av rolü yapardım.
~
Sırtımın
yarısı Cevahir’in göğsüne yaslı kalacak şekilde koltukta oturuyor, bana doğru
sardığı koluna emniyet kemerimmiş gibi güveniyordum.
Avucu
karnımda duruyordu. Karşımızda oturmakta olan kimse olmasaydı elini tutup biraz
daha aşağı çekiştirir ve zonklayan kasıklarıma hiç durmadan masaj yapması için
onu zorlardım.
Bedenimin
Cevahir’e alışacağı bir zaman gelecek miydi, emin değildim. Bir iki kez olmakla
zaten mümkün değildi ama içimden bir ses bunun sonu gelmeyecek ve her seferinde
tır çarpmış gibi yamulacaksın diyordu.
“Sorum
olursa arayabileceğimi söyleyen oydu sonuçta.”
Levent’in
kendini haklı çıkartmak için sunduğu gerekçeyi duyunca boş boş baktım yüzüne.
“Evet,”
dedim başımı sallarken. “Normal insanların birbirini aradığı saatlerde
arayabilirsin demek istemiştir belki.”
“Levent’in
normal olduğunu sana düşündüren nedir yavrum?” Levent bana laf yetiştiremeden
Cevahir araya girip ona daha fazla yüklenince güldüm.
“Size
bir şey anlatan aklıma tüküreyim ben zaten.”
Cevahir
yine araya girdi. “Katılıyorum, son bir saati yaşanmamış sayarız. Gidebilirsin
hemen.”
Dirseğimle
Cevahir’i dürttüm. “Abartma.”
“Abartma
mı?” dedi bana doğru başını eğip. “Uyanır uyanmaz ilk duyduğum ses bu dengesize
ait, ne biçim tatil günü bu?”
“Zıbarmasaydın
öğlene kadar, gün başlayıp bitti ben gelmesem akşama kadar yatacaksın.” Levent
yüzünü buruşturarak söylenirken derin bir nefes aldım.
“İlk
önce beni duydun, günaydın dedim ya sana.” diyerek Cevahir’i avutmayı denedim.
Şakağımdan
öptü. “Tamam işte,” dedi doğru yere parmak basmışım gibi. “Senin sesinin üstüne
bununki bulaştı, mahvetti.”
“Romantizmini
başka yerde yaşa kardeşim, konumuza dönebilir miyiz?” Levent karşı koltukta
doğrulup Cevahir’e doğru ters ters bakındı.
“Evimde
ne yapacağımı sana mı soracağım lan ben? Konumuz dediği de konu olsa…”
Levent’e
baktım. Cevahir’in karnımda duran eline parmaklarımı sürtüp elimi oyalıyordum
bir yandan da.
“Levent…”
dedim ikisinin tansiyonu yüksek konuşmasını sakince bölüp.
“Söyle
gelin,” dediğinde kaşlarım hızla çatıldı. “Başlatma gelininden şimdi, söyleme
şunu diyorum.”
Cevahir’e
çevirdim başımı. Öğretmene şikâyet etme moduma geçmiştim. “Vita’ya geldiği
günlerde de gelin diyor bana, biri duyacak.”
“Gizli
bilgi mi bu?” diye soran Levent’e ters ters baktım. “Damat mı diyeyim?”
“Ne
istiyorsa onu de, Levent. İkimizi birden bu kadar yorabilen tek varlıksın,
nesin lan sen?” Cevahir bıkkınlıkla konuştuktan sonra nefeslenip az önce
söyleyeceğimi söylemek üzere dudaklarımı araladım.
“Beste’nin
seni engellemesi neden bu kadar büyük bir sorun yarattı ki?”
Levent
Avcıoğlu’nu Cumartesi günü evin kapısına getiren konu buydu. Beste tarafından
engellenmiş, aramaları karşı tarafa hiç ulaşamaz hale gelmişti.
Levent’e
göre normal ancak yeni tanışılan birini aramak için aslında normal
sayılamayacak saatlerde avukatımdan bilgi
alacağım diyerek kadını kısacık sürede illallah ettirmişti.
Ama
bir yandan da Beste’nin müvekkillerine karşı bu kadar sabırsız olduğunu
sanmıyordum, kendisini olur olmadık zamanlarda arayan kişiler olduğundan bizzat
bahsetmişti. Mesleğiyle birlikte kabul etmesi gereken bir durumdu, böyle idare
ediyordu. Konu Levent’ken sabrını hiç zorlamamış, direkt kökünden çözüm
bulmuştu.
“Sorularımı
soramadım,” dedi Levent ezberlediği yanıtı vererek.
“Tamam,”
dedim başımı sallarken. “Sen bize söyle sorularını, biz iletiriz.”
Levent
duraksadı. “Siz mi?” diye sordu. Daha çok ‘aa hemen Beste’yi arayayım engeli
kaldırsın, senin aramalarını da hep açsın’ dememi bekliyordu sanırım.
Bir
şeyler daha söyleyecek gibi oldu ama toparlayamadı. Sustu.
Cevahir
konuştu bu sırada. “Karın ağrını açıkça söyle, dürüst olmadığını anlayınca
kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor insanla.”
Alınmış
gibi baktım sırayla ikisine. En son bakışlarım Cevahir’de durdu. “İftira
atıyorsun bana.”
Cevahir
dik dik yüzümü süzdü. “Sanmıyorum.”
Pes
etmiş gibi omuzlarımı düşürdüm. “Of ya,” dedim foyam açıkta kalınca modumu
düşürüp.
Bir
bacağımı diğerinin üstüne doğru atacak gibi hareketlendim ama kasıklarım
ağrıdığı için bundan yarı yolda vazgeçmiştim. Yüzümdeki buruşmaya Cevahir’in
içinden pis pis güldüğünden emindim, zevk alıyordu.
“Neyse,”
dedim Levent’e odaklanıp. “Arkadaşımdan ne istiyorsun? Amacın, planın ve
düşüncelerin neler? Neden kadını rahat bırakasın gelmedi?”
“İstediğim
sorudan başlayabilir miyim?”
Göz
devirdim. “Ne yaparsan yap, yeter ki cevap ver.”
“Kafam
dolu, her şey çok karmaşık ve benim eğlenmeye ihtiyacım var. Arkadaşında da
benim için böyle bir kaynak olduğundan eminim, keyiflenesim var.”
Kaşlarımı
çattım. “Yüzüme baka baka, sadece eğlence arıyorum mu diyorsun sen?”
“Tanışıp
birkaç aya evlenmeye çalışacak bir deli değilim,” derken yargılayıcı bakışları
Cevahir’in üstündeydi. “Bu ilginçlik size özel.”
“Beste
de sen evlenme teklifi etsen de kabul edebilse diye bekliyordur zaten,” dedi
Cevahir alayla. “Sen istesen kollarına atlayacak sanki, havaya bakar mısın?”
“Neden
öyle diyorsun hayatım?” dedim sadece
kendisinin ayırt edebileceği abartıdaki sevimliliğimle. “İkna konusunda başarın
genetiktir belki, beni ikna ettiğin gibi Levent de Beste’yi ikna ederdi.”
“Seray,”
dedi bastıra bastıra. Sırıttım keyifle. Beni ne koşullarda hayatına sıkıştırıp
sıkıca tuttuğunu hatırlamayı sevmemiş miydi?
“On
saniyede bir kendi içinizde konuşmaya dönmeseniz iyi insanlarsınız aslında,”
diyen Levent’i duyduğumda sırıtışımı bozmadan ona döndüm.
“Gönül
eğlendirip keyifleneceğim diye çabalayan biri için fazla ısrarcı buldum seni
Leventcim, madem pasına karşılık bulamadın… Bul başka birini, onunla eğlen.”
“Lafı
yiyen ben değilken seni dinlemek daha zevkli oluyormuş,” şeklinde kendi kendine
konuşan Cevahir’e sinirlerim bozulmuş halde güldüm.
“Bulurum,”
dedi Levent direkt. Başımı salladım. “İyi, ne güzel. O zaman sorunu çözdük. Sen
hukuki bir soru soracak olursan bizi elçi olarak kullanırsın, diğer eğlenceler
için de arayışlara başla hemen.”
Ayaklandı.
Koltuktan kalktığında biz yerimizden hiç kıpırdamamıştık.
“Bayağı
acil belli ki,” dedi Cevahir bana doğru. “Aramaya hemen gidiyor.”
Levent
salondan çıktığında sesimi onun duyamayacağı kadar kıstım. Cevahir’e doğru
konuştum. “Kudurmuş herhalde,” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Bu da genetik demek
ki sizde.”
~
“Sıcakken
kesersek hamur kalır içi, rahat bırakır mısın keki artık?”
Kendimi
oyalamak için akşama doğru -ayağa kalktığımda daha az yamulmuş hissettiğim
saatler gelebildiğinde- mutfağa girmiştim.
Yemek
hazırlarım diye düşünmüştüm ancak Cevahir illa ki bir şey yapasım varsa kek yapmam konusunda ısrarcı olmuştu.
Daha önce tattığında sevdiği, devamında hayatımızdaki dengeler değişmiş
olduğundan bir kez daha yapamadığım keki yapmıştım ben de.
“Fırından
çıkınca yiyeceksin deyip durmadın mı?” diye sorduğunda omuzlarımı düşürdüm.
“Pişene kadar susabil diye yalan söyledim.”
Düz
düz suratıma baktı. Ada tezgâhın kenarındaki yüksek sandalyelerden birinde
oturuyordum. Kendisi de karşımdaydı ama oturmak yerine ayakta dikiliyordu.
“Tamamen
mi soğuyacak?”
“Evet
desem bekleyecek misin?”
Başını
iki yana salladı. “Ben de öyle düşünmüştüm,” dedim kekin üstüne parmağımla
hafifçe dokunurken. “İlk sıcağı çıksın, birazını keseriz yersin.”
“İçeride
bekleyelim o zaman. Böyle gözümün önünde kaldı.”
Gülerek
sandalyeden indim. “İnanılmaz bir adamsın.”
Salona
doğru yürürken arkamdan geldiğini duyuyordum. İyiye işaretti, mutfakta tek
kalırsa keki avuçlayıp ısıra ısıra yerdi muhtemelen.
Ortaklaşa
kullandığımız koltuğun bana ait kısmına yerleştiğimde kolçağa doğru devrildim.
Bacaklarımı kendime doğru çekmiş olsam da Cevahir oturduğunda bileklerimden
beni kendisine doğru çekiştirdiği için koltuğa boylu boyunca uzanmam
gerekmişti.
Bacaklarımı
kucağına rahatça uzattıktan sonra ilerideki sehpada duran kumandaya doğru
uzandım.
“Bir
şeyler izleyelim, sakin başlayıp sakin devam eden ilk hafta sonumuzu kutlamış
oluruz. İki aydan fazla zaman geçti ama bu bir ilk gerçekten.”
Her
hafta sonunun sabahında, sabahı olmazsa da mutlaka ilerleyen saatlerinde kaotik
bir şeylerin ortasında kalıyorduk.
Televizyonda
arayıp tarayıp bulduğum bir filmin ilk sahnesi akmaya başlamışken bir süre ne
olup bittiğini anlamak üzere sessizce ekranı izledik.
Evin
içi klima açacak kadar sıcak değildi ama açılmadığında da ara ara darlatıcı bir
sıcaklıkla kaplanıyordu. Bunu dengelemek için giydiğim şorttan açıkta kalan
bacaklarım Cevahir için stres topu görevi görüyordu.
Kucağında
duran bacaklarımı kimi zaman daha sert kimi zaman ise nazikçe sıkarak okşarken
yerime iyice sinmiştim.
“Beğenmediysen
değiştirebiliriz,” derken filmin biraz ilerlemiş olmasına rağmen benim için de
pek ilgi çekici olmaması nedeniyle sesim uyuşuktu.
“Ne
zaman kek yiyeceğiz?”
Boğuk
bir kahkaha attım. Kasap et derdinde, koyun can derdindeydi ve bu kez koyun ben
değildim, Cevahir’di.
“Yiyelim
biraz artık, tamam.” dedim kıyamayarak. Bacaklarımı kucağından kaldırıp
toparlanarak doğruldum.
Mutfağa
giderken peşimden gelmez, burada kekini bekler diye düşünmüştüm ama benimle
geldi.
Keki
dilimleme görevini ona teslim edip eline bıçak tutuşturdum. “Yiyeceğimiz
kadarını kes, kalanı biraz daha dinlensin.”
“Sen
ne kadar yersin?” diye sorduğunda şüpheyle yüzüne baktım. “Bir dilim…” dedim
tereddütle. Kaç yiyecektim, ya birdi ya iki…
Başını
salladıktan sonra işine odaklandı. Ben demlenmiş olan kahveyi bardaklara
doldurmak için filtre kahve makinesine uzanıp ona arkamı dönünce kendisine kaç
dilim kestiğini görememiştim.
Fincanlarla
birlikte tezgâha geri döndüğümde tabağa koyduğu dört dilim keke bakındım.
“Benim payım da burada mı?” diye sordum sakince.
“Onu
daha kesmedim.”
Gülerek
kahvesini önüne bıraktım. Karşısındaki sandalyeye yerleştikten sonra tabakta
duran kekten bir parça kopartıp ağzıma yuvarladım. Bu sırada Cevahir bir dilimi
daha kesip tabağa eklemişti.
Kekin
tadına bakması için sabırla bekledim. Kahvemden yudumlarken gözüm üzerindeydi.
İnce
olarak nitelendiremeyeceğim boyuttaki kek diliminin yarıdan fazlasını kopartıp
ağzına attığında küçük bir parça yiyormuş gibi rahattı.
Dirseklerimi
masaya, avuçlarımı da çenemin altına yaslayıp yüzüne bakmayı sürdürdüm.
“İlki
gibi olmuş mu?” diye sordum çiğnemeye devam ederken.
Sessiz
kalarak tabağa uzandı. Yuttuğu dilimden artakalan parçayı da ağzına aldı. Bunu
çiğneyip yutması çok daha kısa sürmüştü.
Elini
bana doğru uzattığında ne istediğini anlamadığım için duraksadım. “Ne vereyim?”
Elimi
tutup avucunun içine aldı. Çenemin altında yüzüme destek olarak duran
ellerimden birini kendisine hapsettiğini için başımı diğer elime doğru bastırıp
güç aldım.
Tuttuğu
elimi dudaklarına doğru götürüp parmaklarımın iç kısmına dudaklarını bastırdı.
“Afiyet
olsun,” dedim bakışlarım dalgınca dudaklarıyla temas eden elimdeyken.
Dudaklarından dökülecek kuru bir ‘eline sağlık’ yerine fikrini bu şekilde dile
getirmesini sevmediğimi söyleyemezdim.
Bana
ayırdığı dilime tekrar dokunmadım. Ben kahvemi içene dek Cevahir tabakta duran
kek parçalarının tamamını yiyip bitirmişti.
Boşalan
tabağı ve bardakları bulaşık makinesine kaldırıp işimi bitirdiğimde Cevahir
sandalyesinde oturmayı sürdürüyordu. Ağzımı açıp bir şey söyleyemeden kulağıma
telefonumun zil sesi dolduğu için içeri doğru hızlıca yürüdüm.
Telefonum
çaldığında Cevahir yakınımda bir yerde ise arayanın hastaneden biri olması
ihtimali yükseliyordu. Cevahir uzaktaysa, ekranda onun ismini görme ihtimalim
diğer tüm ihtimallerden yüksekti zaten.
Arayan
numara kayıtlı değildi. Hastanenin sabit hatlarından da değildi, onları ayırt
edebilirdim.
Aramayı
yanıtlayıp telefonu kulağıma yasladım. Bu sırada Cevahir de salona girmişti.
“Efendim?”
diyerek konuştuğumda karşı taraftan gelecek sesi beklemekteydim.
“Bir
yolunu bul ve bir an önce kocanı durdur,” diyen sesi hiçbir şekilde
tanımıyordum. Boğuk, kim olduğunu anlayamayacağım kadar cızırtılı bir erkek
sesiydi.
“Ne?”
dedim afallayarak.
“Durdur,
yoksa yanan sen olacaksın. Yakıp yıkmadan önce seni de düşünsün.”
Ben
tekrar konuşamadan önce telefon pat diye kapandı. Hattın düştüğünü belli eden
ses kulağımı tırmalarken şaşkınca telefonu kulağımdan indirdim.
“Kimdi?”
diye soran Cevahir’e baktım. “Bilmiyorum.”
Kaşları
çatıldı. Bana doğru yaklaşıp elimde duran telefonu alacakmış gibi uzandı. “Ne
söyledi?”
Dudaklarım
aralandı, direkt olarak kulağıma dolanları aktarma konusunda anlık bir tereddüt
yaşasam da bunu kendime saklayıp durumu daha da garipleştirmeye niyetim yoktu.
“Seni
durdurmamı söyledi,” dedim telefonu ikimiz aynı anda tutar hale geldiğimizde.
“Kocanı durdur dedi.”
Cevahir’in
bakışları keskinleşti. Gözlerime dikkatle bakarak devam etmemi bekledi ama
devamını getirmeden önce bir süre suskun kaldım.
“Başka..?”
dedi sesini sakin çıkması için zorladığını belli eder şekilde. Bir eli yüzüme
uzanıp yanağımı yavaşça kavradı. Yüzümü kendisine doğru kaldırdı. “Gerildin,”
dedi bunu dile getirmeye tahammül edemiyormuş gibi. “Beni durdurmanı istemesine
gerilmiş olamazsın, ne söyledi sana yavrum?”
“Yanarmışım,” dedim gözlerimi bir iki kez
kapatıp açtıktan sonra. “Durmazsan… Ben yanarmışım.”
Çenesinin
kasıldığını, dişlerini birbirine bastırdığını gözümle gördüm. “Bir sikim
yapacakları yok,” derken buna inanıyor muydu bilmiyorum ama sesi tam tersini
söyler gibi öfkeyle dolmuştu. “Bana ulaşmak yerine sana ulaşıp korkutmaya
çalışacak kadar acizler, seni aramasalar bunu sana yansıtmaya gerek bile
duymayacağımı biliyorlar.”
Yanağımdaki
elini kıpırdatıp başparmağıyla göz çukurumu okşadı. “Zerrin kuyruğunu
kıstırdığımız için çırpınıyor, her şeye saldırmaya niyetlenip hiçbir şey
yapamayacak. Konuşmuştuk.”
Gözlerimi
yavaşça kapatıp açtım onaylar gibi. Konuşmuştuk.
Beste
ile görüştüğümüz akşam, ilk olarak ondan gelen ‘bence Cevahir’e değil, Levent’e
yönelecekler’ tahminiyle bu konuya geçmiştik.
Bense
içimden karşı tarafta olan ben olsaydım
saldırı hakkımı ne Cevahir’de ne de Levent’te harcardım diye geçirmiştim ve
belli ki yanılmamıştım.
Okun
ucu direkt olarak Cevahir’e ya da Levent’e uzanmayacaktı. Zerrin, oğlunu her ne
olursa olsun zarar verecek kadar tehlikeye atmazdı. Cevahir açık hedefti ama
üstüne atlamak için fazla göz korkutucu bir hedefti ve bu da beni ortaya
atıyordu.
“Seray,”
diyerek sesini hafif yükseltip konuştuğunda dalgınlaştığımı ve beni kendime
getirmek için sesini yükselttiğini yeni fark edebilmiştim.
“Efendim?”
dedim bakışlarımı toparlamaya çalışıp.
“Korkacak
bir şey yok. İstedikleri bu; korkutup geri püskürtmek.”
“Öyle,”
dedim sessizce. Demiştim demesine fakat aklımın bir kenarından bastırıp ileri
doğru yayılmaya başlayan tedirginliğin merkezinde Nilgün teyzenin yaşadıkları
vardı.
Cevahir
bir şey yapamayacaklarından emindi, her şeyin farkında olduğumuz için korunmak
daha kolaydı mantıken ama yıllarca birini göz göre göre delirtmek, aynı çatı
altında herkesten bunu saklayabilmek akıl işi değildi. Karşımızdakilere sadece
mantıkla yaklaşmak yetmeyecekti. En azından bana öyle geliyordu.
O
akşam salonda Cevahir sırtı koltuğa yaslı oturuyorken ben de göğsüne sinmiş
halde uzandım ve uzun süre öylece kaldık.
Cevahir;
Teoman ile konuştu, Levent’i aradı, Ecevit amca ile görüştü. En son Beste ile
de konuştuk. Numaranın soruşturulması, Zerrinlerle bir bağlantısı saptanırsa
işimize yarayabileceğini söyledi. Hepsiyle az çok benzer şeyler konuşmuştu.
Konuşmalarında beni yanında tutması, gizlice görüşme yapmaması içimi
rahatlatmak içindi biliyordum.
İçim
tam olarak rahatlamış sayılmazdı ama Cevahir’in kulağıma düzenli şekilde dolan
kalp atışları ile biraz durulmuştum.
“Teo
sürekli seninle olacak. Ben yoksam, Teo ilesin. Tekrar arama gelirse de direkt
söylüyorsun.”
“Bir
şey yapamazlar diyorsun ama önlem alıyoruz, yalnız kalamayacaksam ortada bir
sorun var demek bu.”
Yanağımı
göğsünden ayırıp doğrulmaya çalıştım. İzin vermedi. Çenesini saçlarıma doğru
bastırıp sırtımı daha sıkı kavradı.
“Her
ihtimale karşı yapabildiğimiz neyse yapıp önlem alalım, bunun bir zararı yok.”
Derin
bir nefes aldım. Görünürde bir zararı yoktu ama ben diken üstünde kalacaktım.
“Tamam,”
dedim uzatmadan. “Karışmayacağım.”
Başımın
tepesine dudaklarını bastırıp birkaç kez üst üste öptü.
Sanırım
akşamın devamı bana normal hissettirsin diye olacak ki işle ilgili bir şeylerle
uğraştı. Beni göğsünden kaldırmadı ama rutinine döndü. Yapışık ikiz gibi
oturmamız dışında herhangi bir akşamdan farkı yoktu geçen saatlerin.
Saat
gece yarısına yaklaştığında olduğum yere iyice sinmiş haldeydim.
“Acıkmadığına
emin misin? Uyumadan önce bir şeyler atıştırabiliriz.”
Başımı
iki yana salladım. O kek yediği için toktu, bende de iştaha dair hiçbir iz
yoktu. Yemekle uğraşmaya gerek olmamıştı. Önceki saatlerde bir iki kez daha
sorduğu soruya yine olumsuz yanıt verdiğimde daha fazla üstelemedi.
“Uykun
var mı peki?”
“Yok
ama var,” dediğimde başını bana doğru eğip baktı. “O nasıl oluyor?”
“Uykum
gelmedi ama uyumak istiyorum.”
“Ben
uyuturum,” dedi göğsünü kabartır bir halde. Kendinden emindi.
Omuz
silktim. “Göreceğiz.”
Odaya
çıktıktan sonra geceliğimi giyip banyodaki işlerimi halletmek için o tarafa
geçtim. Yüzümü nemlendirmeye, son adımıma geçtiğim sırada Cevahir kapıya
omuzunu yaslayarak banyo girişinde dikilmeye başladı.
“Olan
uykunu da kaçırdın, kaçıncı katını sürüyorsun?”
“Kıskandın
mı?” diye sordum kremi boynuma doğru yayıyorken.
“Çok,”
dedi alayla. Krem kutusuna parmaklarımı sokup bir parça kremi elime aldım.
Soğuk zemine ayaklarımı basa basa yanına vardığımda krem olmayan elimi kaldırıp
parmağımla yaklaşmasını işaret ettim.
“Sana
da sürelim o zaman.”
Tereddütle
yüzüme baktı. “Ne ki bu?”
“Asit,”
dedim iç çekerek. “Yüzün önce eriyecek, sonra alttan yepyeni bir cilt çıkacak.
Sonra onu da soyup-…”
Yüzüme
hayretle baktığında gözlerimi kıstım. “Nemlendirici krem, Cevahir.” dedim
elimdeki kremle ölmeyeceğini göstermek için kremi eline azıcık sürüp yayarken.
“İyi,”
dedi tam ikna olmuş görünmese de. “Sür.”
“Ne
kadar cesaretli bir adamsın sen ya,” dedim alayla. “Kremden de korkmuyorsun
bak, aferin sana.”
Yüzünü
ona ulaşabilmem için eğmesini beklerken beni belimin iki yanından tutarak
havalandırdığında afallamadan bacaklarımı beline sardım. Bu da bir çözümdü,
hatta bana kolaylıktı.
Sakallarına
gelmeyecek şekilde kremi yanaklarına ve alnına paylaştırdıktan sonra iki elimle
krem olan kısımları yavaşça ovmaya başladım. Kremin beyazlığı cildinde hiç kalmayana
dek tenini ovmuştum.
Benimle
birlikte odaya yürümeye başladığında işim bitse de yanaklarıyla oynamaya devam
ediyordum. “Çok tatlı oldun,” dedim hevesle.
Gözlerimin
içine içine baktı. “Krem sürdün diye mi?” dediğinde başımı salladım. “Sözümü
dinledin diye bi’ de. İtiraz edip kaçmadın.”
Muhtemelen
dalgın bir akşam geçiriyorum diyeydi bu itirazsızlığı ama hiç üstünde durmadım.
“Zor
bulursun bir daha böyle söz dinleyen kocayı, değerimi bil biraz.”
Sırıttım.
“Ben seni bulmadım, sen beni buldun. Şansımı harcamadım ki daha, belki yine
bulurum.”
Sırtım
pat diye yatağa çarptı. Yatakta top gibi sekmiştim.
Ağzım
şaşkınca açık kalmışken tepemde dikilen bedenine bakındım. “Ne yaptın sen az
önce? Attın mı beni?”
“Yanlış
konuşuyordun, bi’ kendine gel istedim.”
“Ayı,”
dedim adını sayıklar gibi.
“Aynen,”
diyerek geçiştirdi. Yatağın örtüsünü banyoya gelmeden açmış olduğundan
uzandığım yerden kalkmama gerek kalmadan başımı yastığıma doğru sürükledim.
Işığı
kapattıktan sonra kendisi de yatağa gelip uzandı. Yastığına başını koyduktan
hemen sonra beni olduğum yerden havalandırıp göğsüne yatırmıştı.
Onun
için sağdan sola, yukarıdan aşağıya taşıyabildiği bir eşya gibiydim. Keyfince
beni eski yerimden edip yeni yerlere koyuyordu.
Odadaki
ışıkların tamamen kaybolmasıyla birlikte içerisi sadece perdeden zar zor sızan
bahçe ışıkları ve ay ışığı ile aydınlanıyordu. Buna aydınlanmak da denemezdi,
gözüm Cevahir’i zar zor seçiyordu.
Saçlarımın
arasına ilerleyen parmaklarına diğer eli sırtıma inerek eşlik ettiğinde beni
uyutma planının neleri içerdiğini kolayca anlamıştım.
Burnuma
kokusu, bedenime de dokunuşları akın etmişken mayışacağımı biliyordu. Beni
uyutan genel olarak ondan sızan güvendi aslında.
Peş
peşe derin nefesler alıp bedenimi iyice gevşetmeyi denedim. Ara ara kasılarak
kendimi uykuya dalmaktan alıkoydum, elimi kolumu ona çarptırıp nereye
koyacağımı seçmek için oyalandım.
Boynuna
doğru bıraktığım avucum yerini sevdiğinde, saçlarımı ve sırtımı süsleyen
dokunuşları direnemeyeceğim kadar yoğunlaştığında gözlerime de yük binmişti.
Bilincimden
önce gözlerim kapandı. Uykuya bir kala yerimde kıpırtısızca durdum.
Dudaklarımdan kısa bir fısıltı döküldü. “İyi geceler,” diyebilmiştim son anda.
Alnımın
kenarında, saçlarımın başladığı yerde dudaklarının baskısını hissettim. “İyi
geceler, karım.”
Bir
süre daha bilincim tam olarak benden kopmadı. Uykuya tam dalacakken bir şekilde
buna engel buluyor ve ayık kalıyordum. Yarı ayık da denilebilirdi. Zira
gözlerimi açamıyor, dudaklarımı aralamakta zorlanıyordum.
En
son uykunun beni tamamen kucakladığını hissettiğim anın kıyısındayken kulağıma
sesi doldu.
“İzin
vermem,” dedi fısıltıdan ibaret boğuk sesiyle. “Değil yanmana, canının biraz acımasına
bile izin vermem. Yanındayım, güvendesin.”
İnandım.
Söylediklerine inanmak zor gelmedi. Çünkü biliyordum, yanımdayken gerçekten
güvendeydim; böyle hissediyordum. Fakat aklımı kurcalayan kısım yanımda olmadığı anların da mutlaka geleceğiydi.
Beni hep kollarında tutamazdı, göğsünde saklayamazdı.
Bunu
ben de biliyordum, Cevahir de biliyordu. Tıpkı onların da biliyor olduğu gibi…
~~~
Çok güzel bir bölümdü🌸💖
YanıtlaSilEmeğine sağlık, çok güzel bir bölümdü. Cevahir ve Seray'ı özlemişim.
YanıtlaSil