Gözyaşı Kadehleri 31.Bölüm

 31.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~

 

 

Dengesizliğin dengesi…

Yolumu son zamanlarda sıkça kesen dengesizliklerin aslında bir bakıma dengede durduğunu idrak etmem uzun sürmüştü.

Her ne olursa olsun, yaşanan beni yere düşürecek kadar sarsmıyordu. Zira üstüne ekleneceğinden korktuğum yeni olay için daha yoğun çabalıyor ve kendimi ayakta tutuyordum.

İpin ucu kaçacak gibi olduğunda ise devreye, hayatımın -bizzat açtığı- yeni dönemini keyfince etkileyen unsuru giriyordu. İsminin kısaltılmasını sevmediği için bu unsura uzun uzadıya Cevahir Avcıoğlu diyebilirdim. Dengesizliklerle savaşma konusunda bana bağışıklık kazandırmıştı. Kendisi dengesiz bir adam olduğundan değildi; bu, tamamen benim konu o olunca hissettiklerim ile ilgiliydi.

Yolum yoluyla kesiştiğinden beri sayısız kez onu ellerimle boğmak, sıkı sıkı tutup göğsümde saklamak, bir daha hiç görmemek üzere kaçmak gibi uç isteklerle dolup taşmış ve dengesizliği bolca deneyimlemiştim.

Duygularımın gün geçtikçe rutinleşmesi ya da en azından tek bir yöne evrilmesi gerekirdi belki fakat aksi gerçekleşiyordu. Daha da karmaşık bir hal alıyor, bir başa dönüyor bir sona uğruyordu.

Aklım bir nevi beş karış havalanmışken yürümekte olduğum koridor boş sayılırdı. Cuma günlerimin ikinci yarısında, genellikle çıkışıma bir iki saat kala başladığım vizitem az önce bitmişti. Araya hafta sonu girdiğinden acilen çağrılmadığım sürece kontrol edemeyeceğim servisteki hastaları ziyaret edişim sonlandığında ellerim önlüğümün cebinde yürümekteydim.

Bugünlük -bildiğim kadarıyla- işim kalmadığı için kendime dalgınlaşma hakkı tanımıştım. Yarı önüme yarı havaya bakınır halde asansörü bulana kadar sallanmam da bundandı.

Odama girmek için kata ineceğim sırada telefonum çalmaya başlayınca cebimden telefonu çıkarttım. Ceylin arıyordu.

“Efendim Ceylin?” diyerek direkt yanıtladım. Hastalarla ilgili bir durum olduğunu tahmin ediyordum. Çağrı atmak yerine aradığına göre büyük bir aciliyet yoktu.

“Hocam müsait misiniz? İşiniz bitmiştir diye tahmin ederek aradım ama…”

“Bitti,” dedim süreyi tahmin etmesine şaşırmadan. Yeterince içli dışlıydık bu konuda. Programımı ondan -ve köstebekliğini yaptığı kocamdan- daha iyi bilen yoktu. “Bir şey mi oldu?”

“Bir şey olmadı, başhekim sizi rica etti. Uygun olduğunuzda uğramanız gerekiyormuş. Pazartesiye atmak istemezsiniz belki diye aradım hemen.”

Birkaç hafta önce duysam tüylerimi diken diken edecek bu cümleler, koltukta yaşanan değişim sonrası tam aksine hislerle dolmama neden olmuştu. Merakla kaşlarım havalanmış, neden çağrıldığımı olumsuz şekilde değil hevesle öğrenmek istemiştim.

“İyi yapmışsın, ben odasına geçiyorum o zaman. Beni bekleyen kimse var mı senin orada?”

“Yok hocam,” dediğinde kısaca onaylayıp telefonu kapattım. Telefonu cebime atar atmaz yönüm artık başhekim odası olmuştu bile.

Odaya vardığımda Atalay hocanın beni bu kadar hızlı bekleyip beklemediğini bilmediğim için bir an duraksamıştım ama bu kısa sürdü. Sonuçta çağrılmıştım. Geç gitmemdense erken gitmem daha iyiydi.

Kapıyı çalmadan önce biraz ilerideki masada oturmakta olan sekretere doğru bakındım. Göz göze geldiğimizde ölçülü bir şekilde gülümsedi. “Buyurun lütfen hocam, Atalay hoca odasında olduğu müddetçe doktorların rahatça girip çıkmasını istiyor. Benim haber vermeme gerek yok.”

Başhekim koltuğundaki değişimin isimden ibaret olmadığını, değişen başka şeylerin de olacağını az çok tahmin ediyordum ama ilk yüzleştiğim değişim bu olmuştu.

Kapıya iki kez vurup içeriden ses gelmesini birkaç saniye bekledim. Atalay hocanın onaylayan sesi yükseldiğinde ise kapıyı yavaşça açmış ve içeriye süzülmüştüm.

“İyi günler hocam,” dedim masasının ardındaki sandalyeden bakışları üzerime çevrildiğinde. Sekreterin açıklamasına rağmen dudaklarımı kapalı tutamadım. “Müsait miydiniz?”

“Yanımda bir hasta göremiyorsanız, hastane sınırları içerisinde mutlaka müsaitimdir. Buyurun.”

Kapıyı kapattıktan sonra masanın önündeki tekli koltuklara doğru adımlayıp birine yerleştim. “Görüşmek istemişsiniz benimle,” dedim kumaş pantolonun sardığı bacağımı düzgünce diğerinin üstüne doğru atarken. Kumaşı elimle hafifçe düzeltip olmayan kırışıklığı silmeye çabalamıştım.

“Dünden beri sırasıyla herkesle görüşmeye gayret ediyorum.” Çarşamba günü ilk günüydü, söylediği üzere dün ve bugünü de bire bir görüşmelere ayırmıştı. “Siz sona kaldınız.”

Cuma günü akşamın bu saatinde çağrılmamdan sona kalışım belliydi zaten. Bu bir çeşit ‘yöneticinin karısını kayırmıyorum’ vurgusu muydu yoksa altında başka bir sebep mi vardı; bilmiyordum. Belki de sadece tesadüften ibaretti.

“Alınmalı mıyım?” dedim şakaya benzemeyen ancak uzağında da olmayan bir tavırla. Nedeni sorguladığımı anlasın istemiştim.

“Hastanedeki diğer doktorlardan farklı bir şey konuşmayacağım sizinle, genel bir sohbet sadece.” dediğinde başımı sallayacak oldum. Birden bileğini kaldırıp kolundaki saatine baktığında ise duraksamıştım. “On beş dakika kadar buna devam ederiz, mesai saati son bulduğunda ise konuyu biraz değiştireceğim.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. On beş dakika hızlı bir şekilde geçebilir miydi? Konu değiştiğinde karşıma nelerle çıkacağını fazlasıyla merak ediyordum.

“Ne çeşit bir değişim olacağını erkenden öğrenebilir miyim?” diye sorduktan sonra sanki bir anda cevabı bulmuş gibi kıpırdadım. Bulmuştum da zaten ama doğru olduğunu bildiğim cevabı öne sürmeden önce başka bir şeyi ortaya attım. “Sizden ders almış olduğumu mu fark ettiniz, hocam? Öğrencinizdim.”

Bakışları belli belirsiz kısılır gibi oldu. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış mıydı bilmiyordum ama oltama gelmedi. “Öyleymiş,” dedi iki gün önceki karşılaşmamızdan daha sonra öğrendiğini belli ederek. “Öğrencilerimden biriyle aynı hastanede çalışma gururu gayet hoş.”

“Aynı şekilde hocam,” dedim az önceki tavrımdan sıyrılarak. Bu kısımda gayet ciddiydim çünkü. “Burada olmanıza çok sevindim, toplantıda sizi görene dek haberim yoktu. Güzel bir sürprizdi benim için.”

Tek kaşı havalandı. “Haberiniz yok muydu?” dedi hafif şaşkınlık belirtileriyle. Neye şaşırdığını anlamak zor değildi. Cevahir’in her adımını bana haber verdiğini düşünmesi çok tatlıydı, on dakikadan fazla zaman geçirmemişlerdi henüz sanırım.

Başımı iki yana sallayarak habersiz olduğumu bir kez daha tekrarlamış oldum. Bir şey daha sorma ihtimalini düşünmüştüm fakat toparlandı.

Diğer doktorlarla da yaptığı belli olan, sınırları belirgin konuşmayı başlattığında hastaneye ve mesleğime dair ilerleyen sorularını cevaplamıştım. En sonunda da bana herhangi bir sorumun olup olmadığını sormuş ve olumsuz yanıt verdiğimde durmuştu.

Yeniden bileğindeki saate baktı. Gülme dürtüsüyle kasıldığımda dudaklarımı birbirine bastırarak buna engel oldum.

Zorlanmamıştım.

Zorlanmamamdaki en büyük yardımcım, bugün oğluna kızıp bizi terk etmiş olan kısa süreli misafirimdi. Nilgün teyze de iki gün öncesinden beri en az Atalay hoca kadar kıvranmıştı karşımda.

Özellikle dün hastaneden döndüğümde açık açık soramadığı için bin türlü yola başvurup Atalay hocayı konu etmiş, ben yolunu kestikçe de sinirli sinirli bakınmıştı. Ona verdiğim tek bilgi, Cevahir’in başhekimi değiştirmeye girişmediğiydi. Bence yeterliydi.

Benim ağzımın sıkılığı ve Cevahir’in triplenir halleri sonucunda ise bu sabahki kahvaltıda I.Nilgün İsyanı başlamıştı.

Gideceğim diye tutturduğunda ben de Cevahir de tavrımızı değiştirmek için çoktan geç kalmıştık. Cevahir’in tek yapabildiği yalnız kalamazsın diye üstelemek olmuştu. Bunun sonu ise Nilgün teyzenin Fahri Avcıoğlu’ndan ne zaman aldığını bilmediğimiz davete icabet etmesine bağlanmıştı.

Gerçi ben az çok biliyordum Fahri Bey’in ne zaman harekete geçtiğini. Ecevit amcanın ona ‘evinde bir kadını zehirlediler, ruhun duymadı’ çıkışı yapması içine oturmuştu, belliydi. Telafi etmek için çabalıyordu.

O evin Nilgün teyzeye iyi gelip gelmeyeceği de ayrı bir mevzuydu fakat inadıyla baş etmek mümkün olmamıştı. Yaşayıp görecektik. Kötüyü çağırmak yerine iyiye yorarsam, orada güvende hissederse ruhunun daha hızlı iyileşeceğini düşünüyordum.

“Konunun değişeceği kısma geldik sanırım,” dedim Atalay hoca saatini kontrol etmeyi bitirdiğinde. “Merakla dinliyorum hocam.”

Yüzüme bakındı. Aradığı neydi bilmiyordum fakat ifademi herhangi bir kalıba sokmaya çalışmadım. İçim dışıma vurmuş şekilde, merakımı gizlemeden bakıyordum ona.

Lafı uzun uzadıya dolandıracak biri değildi, az çok kestirebiliyordum bunu. Ancak yine de dudaklarından ilk dökülenlerde böylesine açıklık bulacağımı da düşünmemiştim.

“Nil ile görüşmem gerek, en kısa zamanda. Bunun bir yolu var mı?”

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Nilgün teyzenin, onun için ‘Nil’ olduğunu artık kavramıştım zaten. Cevahir’in birkaç gün önceki yakınmasını duyar gibi oldum bu sırada. ‘Nil’miş… Kısaltıyor bir de adını. Annem nefret eder bundan.’

Nilgün teyze adının kısaltılmasından değil de, bunu Atalay hocadan başkasının yapmasından rahatsız oluyor olabilir miydi? Yüksek ihtimalle öyleydi. Bu beni gülümsetir gibi oldu.

Bu ikiliyi ayıran nedenleri, geçmişte yaşananları ve aralarındaki bitmiş ancak tükenmemiş duran bağlantıyı delice merak ediyordum.

“Kendisi de isterse…” dedim Atalay hocayı daha fazla yanıtsız bırakmadan.

“İster,” dedi önce beklemeden. Fakat bakışları biraz tuhaflaştı, bir şeyler sorgular gibi göründü. “İstemez mi?” diyerek kendinden emin verdiği cevabını dağıtarak, bana onay bekler gibi döndüğünde dudaklarımı birbirine bastırdım.

Geçtiğimiz iki günü düşünürsem, cevabım onun ilk cevabıyla aynıydı. Bence Nilgün teyze de karşılaştıkları günden beri tekrar onu görmek istiyordu. Bir yandan da Avcıoğlu ailesindeki kaotik durumlar vardı tabii… Bu kısım akıl karıştıran kısımdı, Nilgün teyze bütün bunlar bir kenarda dururken konuya Atalay hocayı da dahil etmek istemeyebilirdi.

“Hastaneye uğradığında bu konuyu aranızda netleştirmeniz daha uygun olacak sanırım,” dedim bulabildiğim en mantıklı çözümü sunarak. Kendi akıl sağlığımı da düşünmek zorundaydım, kıyıda köşede bu ikiliyi görüştürmeye çalışırken Cevahir’le savaşma haline geçmek istemiyordum.

“Ne zaman uğrayacak? Sık sık geliyor mu?”

Sık sık geldiği yoktu, doktoru ile görüşeceğinde gelmeye de yeni başlamıştı hatta. Normal şartlarda Arif onun yanına gidiyordu. Ama fikrimce geliş sıklığı, Arif’ten bağımsız şekilde artacaktı. Pazartesi günü Nilgün teyzenin Vita’ya gelmeyi aklına koyduğunu düşünüyordum ama bunu Atalay hocaya belli etmedim.

“Önümüzdeki hafta tekrar konuşuruz, hocam. Kesin bir zamanı yok gelişinin.”

Bir şeyler daha söyleyecek gibi bakıyordu ama yapmadı. Başını onaylar gibi salladığında ben de üstelemedim.

“Bana müsaade o halde,” dedim ayaklanırken. Odasından çıktıktan hemen sonra, kapıyı arkamdan kapatır kapatmaz dudaklarım iki yana doğru gerilerek kıvrılırken buna engel olmaya çalışmadım.

Hislerim beni yanıltmıyorsa; Atalay hoca ölçüp biçmiş gibi Nilgün teyzenin karşısına yıllar sonra çıkabileceği en doğru zamanı bulmuştu. Birkaç ay önce gelse karşısında göreceği kadın ile iki gün önce gördüğü kadın arasında dağlar kadar fark vardı.

Hastanede daha fazla oyalanmamın bir anlamı olmadığı için odama uğrayıp önlüğümü bırakmış ve çantamı aldıktan sonra direkt çıkmak için hareketlenmiştim.

Bugün Vita’nın Cevahir’siz günüydü. Holdingde olduğu için hiç uğramamıştı, sabah da tek gelmiştim. Cevahir’i özel şoförüm bellemeye alıştığım için otoparktan kendi arabamı alıp yola koyulmak üşendirici gelse de yapacak bir şeyim yoktu.

Trafiğe takılacağımı bildiğim için kendimi mental olarak buna hazırlamış ve tahmin ettiğim gibi henüz on dakika dolmadan tamamen kilit görünen yolda kalmıştım.

Başımı arkaya doğru yaslayarak yolun bir nebze açılmasını beklerken arabanın içini telefonumun sesi doldurmaya başladı.

Ön panelde duran telefonumu açtığımda karşıdan yükselen ses arabada yankılanmıştı.

“Eve geçtin mi?” diye soran Cevahir’in giriş cümlesinin bu olmasına şaşırmamıştım. Hal hatır sormak genelde huyu değildi.

“Yoldayım, trafik var.”

“Yemeği dışarıda yiyelim, en son gittiğimiz yeri beğenmiştin.”

Kaşlarım hafifçe havalandı. “Öylesine mi?” diye sordum. “Yoksa magazine poz mu kesmemiz gerekiyormuş?”

“O meselenin üstünden aylar geçti, Seray. Kimseye poz kesmemiz gerekmiyor.”

Aylar dediği, iki aydan ibaretti. Ancak o iki ay öylesine dolu geçmişti ki aylar yıllar gibi hissettirmesini sorgulamayacaktım.

“Üstüm uygun değil, eve uğrayayım öyle çıkalım.”

“Çıplak mısın?” diye sorduğunda anlamsızca ekrana bakındım. Ekranda sadece adını görüyordum gerçi.

“Ne?” dedim afallamış bir sesle.

“Üstün nasıl uygun değil? Sabah giydiklerini çıkarttın mı?”

“Sen normal bir adam değilsin,” dedim kabullenerek. Bana ‘üstündekiler çıplak olmadığın sürece gayet uygun’ demeye çalışma şekli inanılmazdı.

“Evde buluşuruz, bu trafikte oraya kadar araba kullanamam. Sen kullanırsın.”

“Ben de eve geleceğim yani bir de…” Holdingin bahsettiği restorana evden çok daha yakın olması detayını fark ettiğimde herhangi bir plan değişikliği düşünmedim. “Evet,” dedim sakin sakin. “Ya tek başına gidip ye yemeğini ya da beni evden al, Avcıoğlu. Görüşmek üzere.”

Telefonu kapatırken keyfim gayet yerindeydi. Sunduğum seçeneklerden hangisini seçeceğini gayet iyi biliyordum çünkü.

Eve ulaşma sürem yarım saati aşmıştı. İçeri girmeden önce garajdaki boşluğu gördüğüm için Cevahir’in henüz gelmediğini anlamıştım. Eve geçip kapıyı kapattığımda içeride yalnızdım.

Gelir gelmez hazırlanmamı hızlandırmak için ağzını açıp asla susmayacağını bildiğimden merdivenlere yönelirken oyalanmamıştım.

Üstümdeki gömlek pantolon ikilisinden kurtulup tek omuzlu düz siyah bir elbiseyi askıdan çekip çıkarttım.

Elbise dizlerime doğru iniyor, bedenimde değdiği her yeri sıkıca kavrıyordu. İnce kumaşlı olduğu için beni darlatmayacağını umuyordum.

Saçımı ensemde düzgünce toparlamak elbisenin yakasıyla daha uyumlu olacağından elbiseyi giydikten sonraki dakikalarımı da saçımı yapmaya harcamıştım.

Cevahir eve girdiğini yeterince belli edecek şekilde dış kapıyı açıp kapattığında saçımla işim bitmek üzereydi. Yükselen adım seslerinden buraya geleceği anı saniyesiyle hesaplayabildiğim için kapıdan gireceği sırada bakışlarımı aynadan ona doğru çevirmiştim.

Ceketini arabada bıraktığını tahmin ettiğim siyah takımının pantolonu ve gömleği üzerindeydi. Çok sık siyah gömlek giymiyordu ama zaman zaman onu böyle tek ton giyinmiş halde gördüğüm oluyordu.

Aynadan ona bakmaya, attığı adımları izlemeye devam ettim. Makyaj masasının aynasını değil, duvara yaslı duran boy aynasını kullanıyor olduğum için yanıma vardığında önünde ayakta dikilir haldeydim.

Henüz ayakkabılarımı giymediğim için başım başına pek denk değildi. Sırtım göğsünün tam hizasında kalacak şekilde arkamda durduğunda onu aynadan görmeye devam edebiliyordum.

“Hoş geldin,” dedim sessizliğin büyüyüp başka başka yollarda yürüyebilme ihtimalini yok ederek.

“Fazlasıyla hoş buldum,” dediği sırada çenesini omuzuma doğru bıraktı. Tek omuzlu elbisemden ve topladığım saçlarımdan elbette faydalanmış, yaslanmak için çıplak olan omuzumu seçmişti. Hiçbir zaman sıfırlanmayan, varlığı hep belirgin olan sakallarının tenimde bıraktığı huylandırıcı hisse alışkındım.

“Tek başına yemeğe gitmeyi seçmemişsin,” dedim sanki bu seçeneği çoktan eleyip hazırlanmaya başlayan ben değilmişim gibi.

Bir kolunu karnıma doğru sarıp beni kavradığında bacaklarımdan yukarı doğru tırmanmaya başlayan karıncalanmanın etkisiyle kendimi kasmıştım.

“Bir seçenekte sen varken diğer seçeneği mi seçecektim?”

Sessiz kaldım. Sessizliğim dilimle sınırlıydı, gözlerimdeki anlık parlamayı saklamakta gecikmiştim. Aynadan birbirine tutunmakta olan bakışlarımız, kaçamayacağım kadar sıkı bir bağ içindelerdi.

Bir kenara itilmek yerine seçilmeyi, başka seçeneklere üstün gelebilmeyi açlıkla bekleyen ve beklemekten yıllardır körelen bir yanım vardı. O yanımı beslediği anlarda bunu ona bağımlı kalayım diye bilerek yaptığını düşünecek oluyordum bazen. Sonra o his hızla kayboluyordu. Bana istediklerini zaten yaptırıyorken kendisine boşu boşuna neden iş çıkartsındı?

Söylemlerinde samimi olduğunu kendime kabullendiriş yolum buydu. Bunda bir çıkarı yoktu. Olabilecek çıkarlarına daha kolay yollarla ulaşabilirdi çünkü.

Çenesini omuzumdan çekmeden başını hafifçe çevirdi. Burnu kulağıma yakın bir yere sürtünmüş, tüylerim anlık olarak ürpermişti.

Refleksle elim havalanıp karnımdaki koluna konduğunda parmaklarımı gömleğinin kumaşına dokundum.

“Cevahir,” derken seslenişim aslında öylesineydi. Bazen adını söylemekten başka bir şeye dudaklarımı aralayasım gelmiyordu. Bu da o anlardan biriydi.

“Karım?” diye yanıtladığında kirpiklerim birbirine karışacak şekilde gözlerimi kırpıştırdım.

“Makyajımı tazeleyeyim, çıkalım.”

“Gerek yok,” dediğinde gözlerinin içine baktım aynadan. “Çıkmayacak mıyız?”

“Makyaj kısmına gerek yok diyorum.” Karnımın kenarını parmaklarıyla yarı sert bir biçimde okşadı. “Yeterince güzelsin, daha neyin altını çizip belirginleştireceksin?”

Bakışlarımı onun gözlerinden ayırıp kendi yüzüme çevirdim. Aynadaki aksimle bakışırken yüzümün her detayını süzmüştüm ilk kez görmüş gibi.

Zaman zaman onu dinleyesim, söylediklerine uyasım geliyordu. Nadir ve beklenmedik anlarda oluyordu. Yine öyle olmuştu.

“O zaman çıkalım artık,” dedim sırtımı istemsizce geriye doğru yaslarken. Ayakta durmaktan yorulmuştum.

“Bırakasım yok,” dedi yüzünü eğip omuzuma dudaklarını bastırmadan hemen önce. Çenesinin bıraktığı görünmez çukura dudaklarını değdirmişti.

Bırakması için ısrar etmedim. Bu, şüphesiz, bugünü haftalar öncemizden ayıran en belirgin farktı.

“Ama açım,” dedi bir dakika dolmadan. Dayanamayarak güldüm. Güldüğüm anda omuzuma gömülü yüzünü kaldırdı. Derinleşen gamzeme burnunu bastırdı. “Ben seni öğünüm yapmadan çıkalım.”

Memnun görünmeyen bir ifadeyle kolunu karnımdan ayırdı. Devamında da göğsünün sırtımla olan bağını kesmişti.

“Ayakkabılarımı alayım,” dedim zeminde çıplak ayaklarımla ses çıkarta çıkarta giyinme odasına adımlarken.

Arkamdan kuyruğummuş gibi geldi tabii. “Sen mi seçeceksin?” diye sordum yarı alayla.

Omuz silkti. “Seçeyim,” dedi hiç gocunmadan.

Ayakkabılarımın dizili olduğu raflara açılan kapağı araladım. “Bu elbiseye uymayacak bir ayakkabı bulman zor zaten, istediğini seç.”

Oyalanmadı. Orta raflardan birinde duran siyah sivri burunlu topukluya yöneldi.

Topuğu açık, bilekten bantlı bir ayakkabıydı. İnce topukluydu ama topuğu diğer ayakkabılarıma oranla kısaydı. Seçme nedeni kesinlikle buydu, emindim. Ayaklarıma uzun topuklularla işkence çektirdiğimi sürekli dile getiriyordu çünkü.

“Bu olur mu?” dedi bantlarından iki parmağına asıp havalandırdığı ayakkabıyı gösterirken. “Olmaz dersem dinleyecek misin?”

“Sanmıyorum,” dedi dürüst kalarak. Başımı ‘ben de öyle düşünmüştüm’ dercesine salladım. Ayakkabıyı giymek için odanın ortasındaki pufa doğru adımlamadan önce elinden ayakkabıyı almaya uzanmıştım.

“Otur sen,” dedi ayakkabıyı almama izin vermeyip.

Pufa doğru yürüyüp oturdum. Önümde tek dizinin üstüne çöküp sağ ayağımı bileğimden yakaladığında direnmedim.

Arada esiyordu kendisine. Boyuna söylendiği topuklularımı giydirme işini yapası geliyordu.

“Bu izler ne?” diye sorduğunda hafifçe kaldırdığı ayağıma doğru baktım. Sabahtan beri ayağımda olan ayakkabı, bugün biraz fazla ayakta gezinmem nedeniyle parmaklarımda kırmızı şeritler bırakmıştı.

“Bugünkü ayakkabım yapmış, bir şey olmaz. Giyince görünmeyecek bundan.”

“Öyle mi?” dedi tek kaşı havada bana bakıp. “Ben de ayakkabıdan görünür diye merak edip sormuştum zaten, görünmüyorsa iyi o zaman yavrum.”

Dalga geçişine ve bunu uzun uzadıya süslemesine kıkırdadım. Bu sırada sağ ayağımla işi bitmiş, ayakkabı ayağıma yerleşmişti. Aynı şekilde diğer ayakkabı tekini de sol ayağıma geçirdi. Bilekteki bağlarını da bağladığında hazırdım.

Ayağa kalktığında onun elini uzatmasını beklemeden ben boşta duran eline tutunup güç alarak kalktım. Göğsüne doğru çarpmadan dengede dursam da beni sırtımdan tutup desteklemişti diğer koluyla.

“Teşekkür ederim,” dedim yatak odasına doğru yürüdüğümüz sırada.

“Etme,” demekle yetindi. Bu onun dilinde ‘teşekkürlük bir şey yok, rica ederim’ demekti. Kelime tasarrufu(!) yapıyordu.

Evden çıktığımızda arabayı kapının tam önüne bıraktığı için çok adım atmama gerek olmadan bineceğim ön kapıya varmıştım. Uzanmaya yeltenmedim. Kapıyı açtıktan sonra koltuğa yerleşmem için elini uzatacağını biliyordum.

Beklediğim gibi de oldu.

Kapıyı açtı. Uzattığı eline sağ elimi bırakıp ona tutunarak yerime yerleştim. Dudaklarımı araladığımda dilimden henüz tek hece bile dökülmeden dudaklarını benimkilerin üstüne bastırıp geri çekildi.

“Hayırlı bir şey söyleyecek gibi bakmıyordun,” diyerek beni neden susturduğunu açıkladığında güldüm. Bugün çok nazik olduğunu söyleyecektim sadece… Fırsatçıydı.

Kapıyı kapattığı sırada ben de kemerimi takmakla meşgul olmuştum. Sürücü koltuğuna yerleştiğinde arabanın evin sınırlarından ayrılması da gecikmemişti.

Evdeki yardımcıların yokluğunda birkaç gün Nilgün teyze onları aratmayarak mutfağa el atmıştı ama bu sabahki terk edilişimizin ardından sanırım dışarıda yeme döngüsüne kapılacaktık.

Aklıma düşen soruyla birlikte başımı Cevahir’e doğru çevirdim. “Annenle konuştun mu bugün hiç? Orada olmakta kararlı mı?”

“Yanına bile gittim,” derken huysuzdu sesi. “Dedemle birlikte beni bir nevi kovdular.”

Dudağımın kenarını ısırdım. Cevahir’i tetiklemeyecek kelime dizilimi neydi bilmiyordum ama susasım da yoktu.

“Biraz fazla büyüdü bu konu, kaçmakta tam olarak haksız da değil sanırım Nilgün teyze.”

Göz ucuyla bana baktı. “Neresi büyüdü? Büyümesine izin vermediniz ki büyüteyim.”

“Annen hassas bir dönemde, tedirgin olduğunu biliyorum ama yolunu kendi çizmek istiyor ve bu çok doğal.”

Eve gelirken boğuştuğum trafik biraz daha çekilir hal aldığından araba çok hızlı olmasa da ilerleyebiliyordu. Bu nedenle Cevahir sürekli olarak bana bakamıyor, yolu sık sık kontrol edip kalan zamanlarda da yüzümü süzüyordu.

“Annemi babamdan koruyamadım, bundan sonra ona yaklaşacak hiçbir riske tahammülüm yok Seray.”

Başımı omuzuma doğru eğdim. “Hayatına dahil edeceği herkese risk gözüyle bakamazsın, her insan bir değil.”

“Sen neyin peşindesin yine? Beni neye hazırlıyorsun sakin sakin konuşup?”

Fazla hızlı yakalanmıştım.

“Ne alaka şimdi bu? Öylesine sohbet ediyoruz işte.”

“Öylesine sohbet edecek ilk konumuz bu mu?”

“Beğenmediysen sen yeni konu üret,” dedim tavır almış gibi önüme dönerek.

“Ya sabır,” diye söylenirken sesi kısıktı ama dip dibeyken duymamış olmam mümkün değildi.

“Bıktıysan indir beni sağda, döneyim ben eve.”

“Seray,” dedi bastıra bastıra. Başımı ona doğru çevirip dik dik yüzüne baktım. “Annem ve şu yeni başhekim bozuntusu meselesi kapalı kalsın, gerileceğimi bildiğin konular açıp ben gerilince kıçını dönme bana.”

Gözlerimi kıstım. Arabaya binerken nezaketinden bahsedeceğim adam kıçlı başlı terslenmeye başlamıştı hemen. İyi ki söylememe fırsat vermeden susturmuştu, söylesem şimdi pişman olurdum.

Konu kapalı kalsın demeseydi belki ona birkaç saat önce Atalay hoca ile görüştüğümü söylerdim. Ancak kendi kaşınmıştı. Dudaklarıma hayali bir fermuar çekerek yola doğru döndüm.

“Sessizlik yemini et demedim,” diyerek huysuzlanmaya başlaması beş dakikadan kısa sürdü.

“Başka konuşacak bir şeyim yok,” dedim burnumu havaya dikip.

“Gününü anlat,” dedi öneri sunup.

Kısa bir an düşündükten sonra aklıma gelen an beni güldürdü.

“Odamda bir baba adayı bayıldı bugün,” dedim gülümsemem solmadan.

“Ve bu seni keyiflendirdi çünkü..?” derken tedirgindi. İnsanların bayılmasından keyif alıyor görünmemden şüphelenmişti sanırım. Bu, beni daha çok güldürdü.

“Üçüzleri olacağını öğrendiği için bayıldı,” dedim açıklamakta gecikmeden.

“Sevinçten mi korkudan mı?”

Sol elimde duran yüzüğümün biraz yamuk durduğunu görünce bir yandan onu düzeltmeye giriştim ve bir yandan da cevap vermek için dudaklarımı araladım. “Bana korku gibi geldi biraz.” dedim. “İkiz gebeliklerde sevinç daha baskın oluyor ama daha fazlası göz korkutuyor genelde.”

“Bayılması da bir tık abartı olmuş ama…”

Yandan görebildiğim yüzünü süzdüm. “Sen ne tepki verirdin? Konuşmak kolay tabii uzaktan.”

“Bayılmazdım,” dedi kısaca.

“Çok açıklayıcı oldu.”

“Başıma gelirse daha açıklayıcı bir cevap alırsın, ne diyeyim şu an?”

“Nereden gelecek başına?” dedim bacağımı diğerinin üstüne doğru atarken.

“Bilmem,” dedi rahat bir tavırla omuz silkerek. “Üç bebek birden taşıma gibi bir olasılığın var mı?”

Gözlerimi ağırca kapatıp açtım. “Benim mi?”

“Yok,” dedi kırmızı ışıkta durduğumuz sırada bana biraz daha uzun bakma fırsatı bulmuşken. “Teo’nun.”

Şaşkınca ona bakmakla yetinebildim. Biz şu an nasıl bir konuşmanın içine düşmüştük? Ve kendisi neden bu denli rahat bir biçimde uzun süredir hamileliğimi planlıyormuşuz gibi konuşabiliyordu?

“Seviştik diye hamile kalacağımı düşünüyor olamazsın değil mi? Her sevişmenin sonu böyle bitmiyor. Mesleğimin farkında olduğunu umuyorum.”

“İnatla sevişme demeye devam ediyorsun,” dedi arabayı yeniden hareket ettirirken. “Bundan sonraki seferlerde böyle anmayı düşünemeyeceğin kadar yorulduğundan emin olacağım.”

Bu akşamdan itibaren evde baş başa kalacağımızı ve bundan önceki günlerde Cevahir’i durdurabilmeme yarayan Nilgün teyze kartımın artık kullanıma kapalı olduğunu fark ettiğimde dudaklarım öne doğru büküldü.

“Başım ağrıyor benim,” dedim sağımdaki cama doğru dönüp yalandan dışarıyı izlerken. “Kronik bir ağrı, her gün düzenli devam edecekmiş.”

Arabayı kısa ama keskin kahkahası doldurdu. Yine kendi dilinde ifade ediyordu derdini. Bu tepki Cevahir dilinde ‘sen öyle sanmaya devam et’ demekti.

Araba restoranın önünde vale tarafından teslim alınana dek Cevahir’e duyuldu atarak sessizce beklemiştim. Sinirlerini bozacağını düşündüğüm bu hareketimi pek takmamış, yola odaklanmıştı.

Ne zaman neye gerileceğini anlamak gittikçe zorlaşıyordu. Gerilmesini istesem başaramıyordum ama sakin kalsın diye çabalarken tepesini attırıyordum…

İçerideki masaların neredeyse hepsi doluydu. Bize ayrılan masaya yerleştiğimizde içerideki uğultu başta biraz fazla hissettirse de kulaklarım kısa süre sonra buna alışmıştı.

Menüde kararsızlığımla boğulasım olmadığı için elimi hiç sürmeden bakışlarımı Cevahir’in yüzüne dikmiştim. Bu onun için yeterli bir ipucuydu. Benim siparişimi de vermişti.

Yarın sabah işe gitmek üzere uyanmayacağım için aklıma esen bir şişe şarabı da siparişin yanına ekletmiştim.

Evde bir şarap mahzenimizin olması beni dışarıdaki şaraplara göz dikmekten alıkoymuyordu. Çünkü mahzeni genel olarak duygu boşalmalarım için sığınak haline getirmiştim ve bundan bir şikâyetim de yoktu.

Servislerimiz gecikmeden yapıldığında yemeğimden birkaç çatal alıp midemdeki fırtınayı susturana dek pek sesim çıkmamıştı. Cevahir’in de konuşmamayı tercih etmesi aramızda sakin bir sessizlik yaratmıştı.

Sessiz kalmaya da devam edecektim aslında; planım buydu. Fakat başımı tabağımdan kaldırıp etrafta öylece bakışlarımı gezdirdiğim anlarda birken iki, ikiyken üç olan ve sonu gelmeyecek gibi devam eden tesadüf olamayacak kadar sıklaşan detayla birlikte dudaklarım istemsizce aralandı.

“İki yan masamızda oturanlar tanıdığın birileri mi?” diye sorarken bakışlarımı o taraftan çekmiş ve Cevahir’in yüzüne odaklamıştım.

Masamızın bir kenarı duvar dibindeydi. Dolayısıyla nereye bakması gerektiğini bulmakta zorlanmamıştı. Dediğim yere dönmesini ve bakışlarının o masada gezinmesini bekledim.

Bahsettiğim masada oturan iki kadın vardı. Biriyle zaten bakışlarım kesişmiş değildi ancak Cevahir’e az önceki soruyu sormama neden olacak şekilde her dönüşümde bakışlarını üstümüzde yakaladığım kadın için aynısını söyleyemiyordum.

Cevahir’den ‘evet’ veya ‘hayır’ şeklinde cevap almayı bekliyorken algılayabildiğim ilk tepkisi kısa bir öksürüktü. Boğazını temizliyormuş gibi usulca öksürmüştü.

Bir kaşım yukarı doğru meyletti, sesim çıkmadan önce ifademle konuşmuştum bir nevi.

“Zor mu sordum?” derken çatalımı ve bıçağımı yavaşça tabağımın kenarına bırakmıştım.

“Neden sordun?” diyerek iki sorumu da bir kenara itip kendisi bir soru attı ortaya. Cevaplarımı almak için üstelemeden rahatça konuştum. “Bakışlarını üstümüzden çekmeye niyetlenmemesi dikkatimi çekti.”

Bulunduğumuz yerlerde bakış toplamaya öyle ya da böyle alışmıştım ve bahsettiğim kadının bakışlarından işkillenmem de bu alışma sayesindeydi.

İnternette, televizyonda önlerine düşen haberleri canlı görmüş gibi bakan insanların bakışlarındaki merakı artık tanıyordum. Yan masadaki kadının bakışlarında merakın m’si olmadığına kalıbımı basabilirdim.

Ben cevabımı verince sıra ona geçecek sanmıştım ama yüzüme doğru bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. Başımı omuzuma doğru eğdim hafifçe. “Cevahir?” dedim sorularımı adıyla yineler gibi.

“Önemli biri değil,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Sorum bu değildi,” dedim başımı eski konumuna getirip dik dururken. “Tanıyorum demen yeterli, kim olduğunu sormayacaktım.”

Yalandan ölünseydi, az önce son nefesimi verip boylu boyunca yere serilme ihtimalim yüksekti. Zira ‘tanıyorum’ dediğinde ‘kim olarak tanıyorsun’ dememe şansım yoktu. Duramazdım.

Cevahir kaşlarını çatar gibi olduğunda zihnimdeki seslerden biri keyif dolu bir çığlık attı. Doğru hamleyi yaptığını fark ettiğinden deliren sesti, Cevahir konusunda bildiğini okuyan ve en başından beri beni fazlasıyla sınayan bağımsız bir sesti.

“Merak etmedin..?” dedi anladığını teyit etmek istercesine.

“Etmemi ister gibi bakıyorsun,” dedim sandalyemde hafifçe geriye yaslanıp. “Anlatmak istersen dinleyebilirim.”

Kadının kim olduğuna dair aklımdan geçen en kuvvetli tahmin doğru çıktığı takdirde içimi tırnaklayıp beni rahatsız hissettirecekti, biliyordum.

Cevahir rahatsız olmuş gibi görünmeye başladığında doğru yere parmak basıyor olduğum tamamen kesinleşmişti. Bir şey söylemeyeceğini anladığımda konuyu boş vermişim gibi uzanıp masada duran kadehimi kavradım.

İki yudumluk kalan şarabı tek yuduma sıkıştırıp gözlerim kısıkça kapanacak şekilde yutkundum. Boş kadehi masaya geri koyduğumda tabağımda kalan yemeğe devam etmeden önce biraz beklemiştim.

Bekleyişimi uzun tutmadım. Cevahir’in bakışları üstümdeydi, hareketlerimi dikkatle süzüyordu.

Daha fazla yiyemeyeceğimi kesinleştirdiğim anda yavaşça sandalyemi geriye doğru çektim. “Geliyorum birazdan,” dedikten sonra ayaklandım. Görünürde yemek üzeri lavaboya gitmem gayet normaldi ancak işin aslında yaptığım risk almaktan ibaretti.

Lavaboya doğru adımlayıp içeri girdikten sonra boş alanda biraz duraklayıp aynalardan birinin önüne geçtim.

Yerimden kalkıp uzaklaşmakla, bakışlarını masadan çekmeye gerek duymayan o kadını ya boşalttığım sandalyeye gitmeye ya da peşimden adımlamaya itmiştim.

Bana kalırsa kuvvetli olan ikinci ihtimaldi.

Kurguladığım ihtimallerin beni yanıltmadığını anlamam uzun sürmedi.

Lavabonun yüksek, ağır kapısı ileri doğru aralandığında aynaya bakmaya ara vermedim. Yanıma aldığım çantamdan az önce çıkarttığım rujun kapağı bir elimde, kendisi diğer elimde duruyordu.

Bile isteye onu buraya çekmiş gibi değil, her şeyden habersiz makyajını tazeleyecek olan biri gibiydim.

Kabinlerden birine girmeye, aynada ya da lavaboda oyalanıyormuş izlenimi vermeye gerek duymadan bana dönük olacak şekilde bir iki adım ötemde durduğunu göz ucuyla gördüğümde belli belirsiz iç çektim.

Dudağıma dokundurarak soluk renk vermesini sağladığım ruju kapatıp çantama geri koyduktan sonra parmağımla alt dudağımı çekiştirerek ruju iyice dağıttım.

“Merhaba,” dediğinde yüzümde asılı duran ifade nazik, uzak ve kısa bir gülümsemeden ibaretti. Sesli olarak yanıt vermedim. Bakışlarımı aynadan yüzüne çevirip gülümsemekle yetinmiştim.

“İmkânsızı başaranın kim olduğunu bir de yakından görmek ve tanışmak istiyordum, bu akşama kısmetmiş.”

Anlayamamış gibi kaşlarımı kaldırıp indirdim yavaşça. Aynadan bakışmayı keserek bedenimi yavaşça ona doğru çevirdim.

Dümdüz görünen açık kumral saçları omuzlarına zar zor değecek şekilde kısaydı, sağlıklı bir bronzluğa sahipti. Aynı sağlıklı görüntünün bakışlarında da yer ettiğini söylemek isterdim ancak saçları gibi açık bir kahveyle renklenen irisleri iyiye yorulacak gibi değildi pek.

“Nasıl bir başarıyla sizi benimle tanışmak için bu kadar heveslendirdim?” diye sorarken gözlerimi kırpıştırdım.

Elimi zarifçe ona doğru uzattım. Tokalaşmak ister gibi görünürken takındığım bilmezlikten gelme örtüsü yavaşça açılıyordu.

“Seray Avcıoğlu,” dedim usulca.

Bana kim olduğumu gayet iyi bilir şekilde bakıp yalandan ‘tanışmak istiyorum’ bahanesi sunmasaydı daha normal davranabilir ve adımı söylemekle yetinebilirdim belki. Ama her nedense soyadımı da duyması gerekiyormuş gibi hissetmiştim.

Elimi sıkmak yerine önce gözlerini elime çevirdi. İncelemek istediği şeyin parmak yapım ya da avuç içi çizgilerim olduğunu sanmıyordum.

Bakışları yüzük parmağımda, sol elim havada olduğundan açıkça görünür halde duran yüzüğümde durdu.

Yanlış bir şey yaptığımı düşünüp gerilmiş gibi elimi indirdim. “Böyle bir tanışmadan bahsetmemiştiniz sanırım,” diyerek toparlamak istercesine konuştum. Söylediklerim asla sınır aşmıyordu ama sesimdeki abartılı nezaketi doğru yorumlamaması imkânsızdı.

Karşısında ne bir aptal vardı ne de gereksiz tavrıyla sinip bozularak onu keyiflendirecek biri…

Adını sanını bilmesem de artık bu kadının kim olarak karşımda durduğunu çok iyi biliyordum. İlk tahminim, kuvvetli olan tahminim doğruydu. Ne zamandan kalma olduğunu bilemiyordum ama kendisinin Cevahir’in ilişki geçmişinin bir parçasından önüme düştüğü kesindi.

Magazine yansımayan, kısa süreli ilişkiler… Cevahir’in geçmişi için söylenenler bundan ibaretti. Magazine düşmemişti ancak benim önüme düşmüştü. Ne olacaktı şimdi?

Eski nişanlı meselesi gibi kıyameti kopartabilir miyiz, ben çok hazırım buna diyerek heyecanla yerinden doğrulan tarafımı bastırıp bir köşeye gömdüm. Haksız sayılmazdı gerçi.

Kadına doğru baktım son bir kez şüpheyle.

Benzemiyorduk. Herhangi bir ortak noktamız yoktu.

Kadının benim için herhangi bir şey ifade etmediğini, irdeleyecek kadar dahi umurumda olmadığını yeterince belli edecek şekilde çantama uzandım. “Müsaadenizle,” dedikten sonra kapıya yönelmiştim.

Burada laf dalaşı yapacak ya da kıvranır görünüp ağzından bir şeyler dökmesine uğraşacak halim yoktu. Ama bu iki etkinlikten vazgeçmiş değildim, biraz sonra karşımdaki kişi değişecek ve hemen buna girişecektim.

Kapıyı çekip çıktıktan sonra koridoru sakince adımlamaya başladım. Topuklarım zeminde içerinin gürültüsüne yaklaştıkça kaybolan yankılar bırakırken masaya dönmem uzun sürmedi.

Masaya yaklaştığım anda Cevahir başını kaldırıp bana bakar hale geldi. “Nerede kaldın?” diye sorduğunda omuz silktim. “Kısa bir sohbet etmem gerekti.”

Cümlem henüz bitmeden başını hızla sağına çevirdi. Bu, yanımızda kalan masaya doğru bakma çabasıydı. Ben de onunla birlikte masaya doğru bakındım. Tek bir sandalye doluydu. Gerimde bıraktığım kişi henüz yerine dönmemişti.

Cevahir oradaki boşluğu gördükten hemen sonra bakışlarını bana doğru çevirdi. Aynı anda da yerinden kalkmıştı.

Ben masada değilken bakışlarını o masaya çevirmeye gerek duymadığını, kadının yokluğunu benim ‘sohbet’ iğnelememle fark ettiğini anladığımda dudağımın kenarını dişlerimle hafifçe çekiştirdim. Keyif vericiydi.

“Kiminle?” diye sordu bu kez. Onu duymamış gibi yaptım. “Doyduysan kalkalım mı?”

“Seray-…” diyecek olduğunda kısa bir nefes verdim. “Tamam,” dedim sorunu tespit etmiş gibi. “Ben öderim bu akşamlık, dertli dertli bakma Avcıoğlu.”

Hem sabrı sınanıyormuş hem de ne yapacağını bilemiyormuş gibi derin derin gözlerimin içine bakmayı sürdürdü. Bu sırada ayakta dikilmemizden şüphelenip gelen bir garson yaklaşmıştı masaya.

“Yardımcı olabileceğim bir şey var mı efendim?”

“Hes-…” diyerek konuşmaya başladığım ve hesabı istemek üzere olduğum sırada Cevahir ilk hecemin ardından beni böldü. “İyi akşamlar,” dedi düz bir sesle. Başıyla garsona uzaklaşmasını işaret etti.

Avucunu belimin ortasına doğru yaslayıp beni çıkışa yönelttiğinde adımlamaya başlasam da başımı ona doğru çevirip dudaklarımı aralamaktan geri kalmamıştım. “Hesabı ödemeden kaçıyoruz.”

“Sağ cebimden çıkarttığım parayı sol cebime mi atayım?”

Adımlarım duraksadı. “Burası senin mi?”

Bir önceki gelişimizde asla sahibinin lafını etmediği, sadece beğenip beğenmediğimi sormakla meşgul olduğu restoran Avcıoğlu imzalı mıydı?

Onaylamaya gerek duymadı. Üzerimize doğru esmeye başlayan ılık esintiyle birlikte dışarı çıktığımızı daha derinden hissetmiştim.

Gözlerim kısıldı. “İlişkilerini fazla tatlı sonlandırıyorsun sanırım,” dedim restoranın kapısına uzanan birkaç basamaklık merdiveni indiğimiz sırada.

Eski sevgilileri ona ait restoranlarda böyle keyifle yemek yiyebildiğine göre kimsede kötü anı bırakmışlığı yoktu.

Yanımıza yaklaşan vale ile cümlem havada kalmış oldu. Araba tam önümüzde duruyordu.

Kapımı açmasına tepki vermedim ama arabaya binmeme yardım etmek için uzanan elini görmezden gelerek koltuğa kendi çabamla yerleşmiştim.

Kapıyı üstüme kapatmadan önce bakışlarını yüzümde tuttu bir süre. Tam önüme, ön camdan dışarıya bakarak bu süreye eşlik etmiştim. Kapıyı kapatıp kendi yerine geçtiğinde de araba hareket etmeye başlayıp yola çıkana dek kıpırdamadan durdum.

Yola bakıyor görünsem de nereye gittiğimizi takip edebildiğim söylenemezdi. Eğer takip edebiliyor olsaydım araba eve giden ana yola varmak yerine başka bir sapaktan dönmekteyken durumu fark edebilir, durduğu an gelmeden bunu sorgulayabilirdim.

Alakasız bir sokakta, park etmiş ve birazdan inecekmiş gibi bir konumda duruyorduk. Nerede olduğumuza dair en ufak bir fikrim yoktu.

Başımı sola çevirip Cevahir’e baktım. Dudaklarım aralanmadı. Öylece bakmayı sürdürdüm.

“Kim olduğunu bile merak etmediğin biri mi bu hale soktu seni?”

Masadan kalkmadan önce takındığım tavrı ısıtıp önüme koyduğunda göğsümü yavaşça şişirecek şekilde nefeslendim.

“Ne hale?” dedim normal bir sesle.

“Deli deli bakıyorsun.”

Kemerimi söker gibi açıp bedenimi ona doğru döndürdüm. “İnsanı deli ettiğin için olabilir mi?”

“Ağzımı bile açmamıştım.”

“Deli eden kısım da bu,” dedim hayretle. “Tanıyor musun diye sorduğumda ‘önemli biri değil’ demek de ne oluyor? Kadın peşimden kuyruk gibi gelip aklınca saçmalıyor, sana ait restorana keyfince girip çıkıyor ama önemli biri değil; öyle mi?”

“Sen…” derken sesi kısılır gibi oldu. “Şu an açık açık kıskançlığını dışarı mı vuruyorsun?”

Duraksadım. Bu ciddi bir duraksamaydı.

İçimi tırmalayan, sinirlerimi bozan hissin adı direkt olarak ‘kıskançlık’ mıydı?

Kadının sevimsiz cesaretinden, bakışlarının üstümde olmasından rahatsız olmuş olamaz mıydım?

Masaya bakıp durduğunu gördüğümde aklımı yoran bana bakmasından çok daha farklıydı; Cevahir’e bakıyor olma ihtimaline midem ekşimişti.

Bakışlarımdan ona ne yansıdı ya da duraksamam ona tam olarak ne anlattı bilmiyordum ancak eli bana doğru uzandı.

Çenemi ve oradan taşıp boynumun bir kısmını kaplayacak şekilde beni tuttuğunda beni kendisine doğru çekmişti. Yüzlerimiz aralarında mesafe kalmayana dek birbirine denk düştüğünde dudaklarımda dudaklarını hissetmem gecikmedi.

Dudaklarını hissettiğim anda nefes dilenerek araladığım dudaklarım ona açılan bir kapıydı. Alt dudağımı çekiştirerek ağzının içine hapsedip sertçe emdiği sırada gözlerim çoktan kapanarak bana ihanet etmişti.

Kapanan gözlerimle eşzamanlı olarak elim havalanıp ona doğru uzandı. Gömleğinin yakasına düşecekmişim gibi sıkıca tutunduğumda yüzümde olmayan eli sırtıma doğru kaymıştı.

Bedenimi kendisine daha fazla yaklaştırmak ister gibi sırtımdan çektiğinde öne doğru düşmemek için kendimi kasmam gerekmişti. Hoyratlığıyla sızlamaya başlayan dudağımı ondan geri çekme şansım düşüktü. Yakasını bırakmadan diğer elimle yanağını tutup başparmağımı dudaklarımızın arasına doğru ittim.

Beni öpmeyi bir anlığına durdurdu ama ondan uzaklaşabilmiş değildim. Burnum burnuna çarpacak kadar yüzünün yakınındaydım.

“Uzaklaşmayı deneme bile,” derken dudaklarımın üstüne doğru konuşmuştu. “Benden uzağa yolun yok, Seray.”

Bunu öpüşünü durdurmak istedim diye söylemiş gibi görünse de mesajının çok daha fazlasını içeriyor olduğunu biliyordum.

“Neden yok?” diye mırıldandım. Konuşurken dudaklarım dudaklarına sürtünmüştü.

“Karımsın çünkü,” dedi ona ‘iki artı iki kaç eder’ diye sormuşum gibi rahatlıkla cevap verip.

Parmakları elbisemin ince kumaşını yok sayıp sırtımın ortasında yukarı aşağı geziniyor, ürpermeme neden oluyordu.

“Sahte karınım,” dedim kirpiklerimin arasından ona bakarken. “Oyuncunum, anlaşmalı e-…”

Dudaklarımı ağzının içine doğru çekip ısıra ısıra canımı yaktığında boğazımdan acıyla karışık şaşkın bir inleme koptu.

“Anlaşmasını da sikeyim, oyununu da…” derken kaşları çatıktı. “Hayatımdaki gerçeklerin hepsi çöküp üstüme yıkıldı. Yanımda duran sadece sensin, sahte olamayacak kadar gerçeksin.”

Yemin eder gibi, ettiği yemine beni de ne pahasına olursa olsun inandırmayı göze almış gibi gözlerimin içine baka baka konuştuğunda tek yapabildiğim dudaklarımı birbirine bastırarak öylece ona bakakalmaktı.

Burnunu dudaklarımı üstüne, sus çizgime dokundurdu. Dudaklarımı sıkı sıkıya kapatışımı bölmüştü böylece. İstemsizce dudaklarım biraz aralanmıştı.

Göğsümdeki boşlukta duran baskının sebebini orada bir ağırlık taşıdığıma yorup da kendimi kandırmayı bıraktığımda ilk yaptığım kollarımı omuzlarından boynuna doğru sarıp sıkıca ona dolanmak oldu. Sırtımdaki eliyle beni destekleyip kendisine doğru çektiğinde göğsümde baskı hissettiğim o nokta, kalbine kavuşmuş oldu.

Koca bir sessizlikle, dilimden tek bir ses bile dökülmeden onda soluklanmaya başladım.

Yanağım başına doğru yaslanmış, kollarım ensesinden sarkıp omuzlarına düşmüştü.

“Nasıl mümkün oluyor bilmiyorum ama konuşmasan da seni duyabiliyorum, anlayabiliyorum.”

Ya yanlış anlıyorsan diye düşünmedim. Sessizken beni anlayabilmesine hiç şaşırmadım hatta.

Omuzunda üstünden geçmem gereken izler varmış gibi parmaklarımı orada dolaştırırken hareketlerim yavaşlamıştı.

Sırtımdaki elleri belime doğru kayıp beni yerimden kaldırdığında direnmeden bekledim. Birkaç saniye içinde artık sürücü koltuğunda iki kişiydik.

Önüne doğru dönmüş, beni de aralı duran bacaklarının üstüne kalçamı yaslayacağım şekilde kucağına bırakmıştı.

Bacaklarımın ne halde olduğunu, uyuşup uyuşmayacaklarını umursamadan yüzümü boynuna yasladım. Sırtımı kollarıyla sarmış, biri beni kucağından koparıp alacakmış gibi bedenimi tutuyordu.

Burnunu saçlarımın üstüne dayadığını ve orada nefeslendiğini duyumsadım.

Kaç dakika sessizce hiç kıpırdamadan durduğumuzu saymamıştım. Belki birkaç dakikadan ibaretti veya belki de çok daha fazlası harcanmıştı, bunu düşünmedim.

Gözlerim kapanacak kadar mayışmış, bulunduğum yerde uyumamam gerektiğini savunan mantığımı dinlemeyecek kadar gevşemiştim.

Kulağıma dolan seslerle birlikte kapattığım gözlerim zar zor aralandı.

Arabanın kapı sesini duyduğumdan emindim ancak etrafa bakındığımda arabadan çoktan inmiş olduğumuzu görmüştüm.

Cevahir’in kucağında gözlerimi kapamadan önceki halimdeydim. Tek bir fark vardı, artık oturmuyordu. Bacaklarımdan ve belimden kavramış şekilde başımı omuzuna doğru düşürmüş, bedenimi taşıyordu.

Arabanın kapısındaki sesin nedeni, güvenliklerden biriydi. Göz ucuyla onu görmüştüm. Diğer güvenliğin de kapıyı açmak üzere bizimle kapıya doğru yürüdüğünü görüyordum.

Eve girdiğimiz sırada gözlerimi yeniden kapatmak yerine kısık bakışlarla Cevahir’in omuzunun üzerinden etrafı izlemeyi seçtim. Uyanmıştım ama kucağından inmek gibi bir çabam da olmadı. Yanağımı olduğum yere daha da bastırdım.

Kapıdan geçip eve adımladığında kapı arkamızdan tekrar kapandı.

“Uyandım,” diye mırıldandım güvenlik kapının ardında kaldıktan hemen sonra.

“Bu, seni taşımama gerek yok demek mi?”

Başımı iki yana salladım. İnmeyeceğimi daha net belli etmek için bir kolumu omuzuna doğru atıp ona tutundum.

Burnundan kısa bir nefes verdi, gülüyordu.

Merdivenlere benimle birlikte adımladı. Kucağındaki yerim rahat olduğu için yaşanan ufak çaplı sarsıntıdan pek etkilenmemiştim.

Yatak odasına girdiğimizde yolculuğun sonuna geldiğimiz için bacaklarımı sallayarak inmek için hazırlık yaptım. “Burada ineyim ben.”

“Emredersiniz, Seray Hanım.”

“Rica ediyorum aslında Cevahir Bey,” dedim alayla. “Ama siz emir vermeye alıştığınızdan yanlış anladınız sanırım.”

Beni yere düşürecekmiş gibi sarsmak için kollarını gevşettiğinde omuzuna vurdum. “Yapmasana!”

“Ne yapmışım?” dedi dünyadan bihaber ses tonuyla.

Beni düzgünce yere indirdiğinde ayaklarımın üstünde dengemi kazanır kazanmaz karşısına dikildim.

“Üstümü değiştireceğim ben,” dedim omuzlarımı esnetmeye çalışır gibi elimle ovarken.

“Duştayım,” dedi başıyla banyoyu işaret edip. “Sen giyinene kadar çıkmış olma ihtimalim yüksek gerçi, haber vermesem de olur.”

Hazırlanma süremle olan derdi bitmek bilmiyordu.

Yüzünü eğip bir anda çenemin kenarını öptükten sonra banyoya doğru adımlayıp görüş açımdan çıktı.

Arkasından kısa bir süre bakındıktan sonra giyinme odasına doğru yürümeye başlamışken bir yandan da elbisemin omuz askısını indirmekle uğraşmaktaydım. Elbiseyi vücudumdan ayırıp yere düşürdüğümde iç çamaşırlarımla kalmıştım.

Saçımdaki tokaları da bir bir söküp başımı rahatlattım. İçeri geçip üstüme rahat bir şeyler giyebilir ve makyajımı çıkartıp geceleri kullandığım ürünleri sürmek üzere banyoya dönebilirdim. Fakat böyle gidelim diyerek fikir belirten ve fikrinin dışında herhangi bir ihtimale tahammülü olmayan sesi dinlemek zorunda kalarak adımlarımı giyinme odası yerine banyoya yöneltmiştim bile.

Göğüslerimi yarı örten straplez sütyenim ve ona hem renk hem örtücülük açısından eşlik eden külot üzerimdeyken banyoya girdiğimde ayakkabılarımdan kurtulmuş olduğum için adım seslerim suyun sesinde kaybolacak kadar kısıktı.

Cevahir içeri girdiğimi anlamamıştı.

Duş bölmesinin camları içeriyi net gösterir şekilde olduğundan yan dönük durduğunu görüyordum, buraya dönüp bakmadıkça beni görmeyecekti.

Lavabo aynasının önüne geçtim. Sabah yaptığım makyajın bu saate kadar direnebilmiş olan kısmı yüzümdeydi. Aynanın yan kısmındaki rafta duran makyaj temizleyicime ve pamuğa uzandım. Pamuktan sonra şişeyi alırken solundaki diş macunu tüpünü devirip yere düşürdüğümde içeride tok bir ses yankılanmış oldu.

Dudaklarımı büktüm.

Tüh dedim içimden usulca. Cevahir’in buraya dönüp bakması gerekecekti.

Göz ucuyla duşa doğru bakındığımda Cevahir’in araladığı cam sürgünün arkasından direkt olarak bakışlarımız kesişmişti.

Elimdeki pamuğu kaldırıp ona gösterdim. “Makyajımı silecektim.”

Saçlarından dur durak bilmeden inen sular yüzüne, omuzlarına ve yer yer de göğsüne doğru akıyorken bakışlarımı damlaların peşinde sürüklememek için kuvvetli bir direniş göstermem gerekmişti.

Bir eliyle saçlarını geriye doğru tarayıp yüzüne doğru inen damlaların bir kısmını engelledi.

“Gelsene sen bi’ böyle,” derken yanını işaret etmişti.

“Burada silerdim ben aslınd-…” diye uzun uzun konuştuğum sırada duştan çıkacakmış gibi öne doğru adım atacak oldu.

Kaşlarımı kaldırdım hızla. “Tamam,” dedim banyoyu su ve köpüğe boğmaması için. “Geldim.”

Elimdeki pamuğu yerine bırakıp ona doğru adımladım.

Duşla ve aslında onunla aramda bir adım kalacak kadar yürüdükten bir saniye sonra kendimi akan suyun fazlasıyla altında bulmuştum.

Kolumdan tuttuğu gibi beni içeri çekmiş, hiçbir şey olmamışçasına cam sürgüyü geri kapatmıştı.

“Selam,” dedim başımı omuzuma doğru eğerken. “Tek başına korkuyor musun burada?”

“Yok,” dedi dik dik bana bakarken. “Sırtımı keseleteceğim sana.”

Sırıttım. “Uzun sürebilir, kocamansın.”

“Uzun sürecek zaten,” derken gözlerinin içinde hızla parlamaya başlayan ateşle karşı karşıya kalmıştım.

Bana doğru atıldı. Sırtım arkamda kalan fayansa yaslanırken bedeniyle beni un ufak edecek gibi ezmeye ilk andan başlamıştı.

Uzun sürecek derken kastettiğinin bu eziliş olduğunu ve dakikalar saatleri kovalarken onun ağırlığı altında parçalanacağımı daha erken anlasaydım… Yine de salınarak banyoya adımlar ve ona yolu yanlış yere düşmüş av rolü yapardım.

 

 

~

 

 

Sırtımın yarısı Cevahir’in göğsüne yaslı kalacak şekilde koltukta oturuyor, bana doğru sardığı koluna emniyet kemerimmiş gibi güveniyordum.

Avucu karnımda duruyordu. Karşımızda oturmakta olan kimse olmasaydı elini tutup biraz daha aşağı çekiştirir ve zonklayan kasıklarıma hiç durmadan masaj yapması için onu zorlardım.

Bedenimin Cevahir’e alışacağı bir zaman gelecek miydi, emin değildim. Bir iki kez olmakla zaten mümkün değildi ama içimden bir ses bunun sonu gelmeyecek ve her seferinde tır çarpmış gibi yamulacaksın diyordu.

“Sorum olursa arayabileceğimi söyleyen oydu sonuçta.”

Levent’in kendini haklı çıkartmak için sunduğu gerekçeyi duyunca boş boş baktım yüzüne.

“Evet,” dedim başımı sallarken. “Normal insanların birbirini aradığı saatlerde arayabilirsin demek istemiştir belki.”

“Levent’in normal olduğunu sana düşündüren nedir yavrum?” Levent bana laf yetiştiremeden Cevahir araya girip ona daha fazla yüklenince güldüm.

“Size bir şey anlatan aklıma tüküreyim ben zaten.”

Cevahir yine araya girdi. “Katılıyorum, son bir saati yaşanmamış sayarız. Gidebilirsin hemen.”

Dirseğimle Cevahir’i dürttüm. “Abartma.”

“Abartma mı?” dedi bana doğru başını eğip. “Uyanır uyanmaz ilk duyduğum ses bu dengesize ait, ne biçim tatil günü bu?”

“Zıbarmasaydın öğlene kadar, gün başlayıp bitti ben gelmesem akşama kadar yatacaksın.” Levent yüzünü buruşturarak söylenirken derin bir nefes aldım.

“İlk önce beni duydun, günaydın dedim ya sana.” diyerek Cevahir’i avutmayı denedim.

Şakağımdan öptü. “Tamam işte,” dedi doğru yere parmak basmışım gibi. “Senin sesinin üstüne bununki bulaştı, mahvetti.”

“Romantizmini başka yerde yaşa kardeşim, konumuza dönebilir miyiz?” Levent karşı koltukta doğrulup Cevahir’e doğru ters ters bakındı.

“Evimde ne yapacağımı sana mı soracağım lan ben? Konumuz dediği de konu olsa…”

Levent’e baktım. Cevahir’in karnımda duran eline parmaklarımı sürtüp elimi oyalıyordum bir yandan da.

“Levent…” dedim ikisinin tansiyonu yüksek konuşmasını sakince bölüp.

“Söyle gelin,” dediğinde kaşlarım hızla çatıldı. “Başlatma gelininden şimdi, söyleme şunu diyorum.”

Cevahir’e çevirdim başımı. Öğretmene şikâyet etme moduma geçmiştim. “Vita’ya geldiği günlerde de gelin diyor bana, biri duyacak.”

“Gizli bilgi mi bu?” diye soran Levent’e ters ters baktım. “Damat mı diyeyim?”

“Ne istiyorsa onu de, Levent. İkimizi birden bu kadar yorabilen tek varlıksın, nesin lan sen?” Cevahir bıkkınlıkla konuştuktan sonra nefeslenip az önce söyleyeceğimi söylemek üzere dudaklarımı araladım.

“Beste’nin seni engellemesi neden bu kadar büyük bir sorun yarattı ki?”

Levent Avcıoğlu’nu Cumartesi günü evin kapısına getiren konu buydu. Beste tarafından engellenmiş, aramaları karşı tarafa hiç ulaşamaz hale gelmişti.

Levent’e göre normal ancak yeni tanışılan birini aramak için aslında normal sayılamayacak saatlerde avukatımdan bilgi alacağım diyerek kadını kısacık sürede illallah ettirmişti.

Ama bir yandan da Beste’nin müvekkillerine karşı bu kadar sabırsız olduğunu sanmıyordum, kendisini olur olmadık zamanlarda arayan kişiler olduğundan bizzat bahsetmişti. Mesleğiyle birlikte kabul etmesi gereken bir durumdu, böyle idare ediyordu. Konu Levent’ken sabrını hiç zorlamamış, direkt kökünden çözüm bulmuştu.

“Sorularımı soramadım,” dedi Levent ezberlediği yanıtı vererek.

“Tamam,” dedim başımı sallarken. “Sen bize söyle sorularını, biz iletiriz.”

Levent duraksadı. “Siz mi?” diye sordu. Daha çok ‘aa hemen Beste’yi arayayım engeli kaldırsın, senin aramalarını da hep açsın’ dememi bekliyordu sanırım.

Bir şeyler daha söyleyecek gibi oldu ama toparlayamadı. Sustu.

Cevahir konuştu bu sırada. “Karın ağrını açıkça söyle, dürüst olmadığını anlayınca kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor insanla.”

Alınmış gibi baktım sırayla ikisine. En son bakışlarım Cevahir’de durdu. “İftira atıyorsun bana.”

Cevahir dik dik yüzümü süzdü. “Sanmıyorum.”

Pes etmiş gibi omuzlarımı düşürdüm. “Of ya,” dedim foyam açıkta kalınca modumu düşürüp.

Bir bacağımı diğerinin üstüne doğru atacak gibi hareketlendim ama kasıklarım ağrıdığı için bundan yarı yolda vazgeçmiştim. Yüzümdeki buruşmaya Cevahir’in içinden pis pis güldüğünden emindim, zevk alıyordu.

“Neyse,” dedim Levent’e odaklanıp. “Arkadaşımdan ne istiyorsun? Amacın, planın ve düşüncelerin neler? Neden kadını rahat bırakasın gelmedi?”

“İstediğim sorudan başlayabilir miyim?”

Göz devirdim. “Ne yaparsan yap, yeter ki cevap ver.”

“Kafam dolu, her şey çok karmaşık ve benim eğlenmeye ihtiyacım var. Arkadaşında da benim için böyle bir kaynak olduğundan eminim, keyiflenesim var.”

Kaşlarımı çattım. “Yüzüme baka baka, sadece eğlence arıyorum mu diyorsun sen?”

“Tanışıp birkaç aya evlenmeye çalışacak bir deli değilim,” derken yargılayıcı bakışları Cevahir’in üstündeydi. “Bu ilginçlik size özel.”

“Beste de sen evlenme teklifi etsen de kabul edebilse diye bekliyordur zaten,” dedi Cevahir alayla. “Sen istesen kollarına atlayacak sanki, havaya bakar mısın?”

“Neden öyle diyorsun hayatım?” dedim sadece kendisinin ayırt edebileceği abartıdaki sevimliliğimle. “İkna konusunda başarın genetiktir belki, beni ikna ettiğin gibi Levent de Beste’yi ikna ederdi.”

“Seray,” dedi bastıra bastıra. Sırıttım keyifle. Beni ne koşullarda hayatına sıkıştırıp sıkıca tuttuğunu hatırlamayı sevmemiş miydi?

“On saniyede bir kendi içinizde konuşmaya dönmeseniz iyi insanlarsınız aslında,” diyen Levent’i duyduğumda sırıtışımı bozmadan ona döndüm.

“Gönül eğlendirip keyifleneceğim diye çabalayan biri için fazla ısrarcı buldum seni Leventcim, madem pasına karşılık bulamadın… Bul başka birini, onunla eğlen.”

“Lafı yiyen ben değilken seni dinlemek daha zevkli oluyormuş,” şeklinde kendi kendine konuşan Cevahir’e sinirlerim bozulmuş halde güldüm.

“Bulurum,” dedi Levent direkt. Başımı salladım. “İyi, ne güzel. O zaman sorunu çözdük. Sen hukuki bir soru soracak olursan bizi elçi olarak kullanırsın, diğer eğlenceler için de arayışlara başla hemen.”

Ayaklandı. Koltuktan kalktığında biz yerimizden hiç kıpırdamamıştık.

“Bayağı acil belli ki,” dedi Cevahir bana doğru. “Aramaya hemen gidiyor.”

Levent salondan çıktığında sesimi onun duyamayacağı kadar kıstım. Cevahir’e doğru konuştum. “Kudurmuş herhalde,” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Bu da genetik demek ki sizde.”

 

 

~

 

 

“Sıcakken kesersek hamur kalır içi, rahat bırakır mısın keki artık?”

Kendimi oyalamak için akşama doğru -ayağa kalktığımda daha az yamulmuş hissettiğim saatler gelebildiğinde- mutfağa girmiştim.

Yemek hazırlarım diye düşünmüştüm ancak Cevahir illa ki bir şey yapasım varsa kek yapmam konusunda ısrarcı olmuştu. Daha önce tattığında sevdiği, devamında hayatımızdaki dengeler değişmiş olduğundan bir kez daha yapamadığım keki yapmıştım ben de.

“Fırından çıkınca yiyeceksin deyip durmadın mı?” diye sorduğunda omuzlarımı düşürdüm. “Pişene kadar susabil diye yalan söyledim.”

Düz düz suratıma baktı. Ada tezgâhın kenarındaki yüksek sandalyelerden birinde oturuyordum. Kendisi de karşımdaydı ama oturmak yerine ayakta dikiliyordu.

“Tamamen mi soğuyacak?”

“Evet desem bekleyecek misin?”

Başını iki yana salladı. “Ben de öyle düşünmüştüm,” dedim kekin üstüne parmağımla hafifçe dokunurken. “İlk sıcağı çıksın, birazını keseriz yersin.”

“İçeride bekleyelim o zaman. Böyle gözümün önünde kaldı.”

Gülerek sandalyeden indim. “İnanılmaz bir adamsın.”

Salona doğru yürürken arkamdan geldiğini duyuyordum. İyiye işaretti, mutfakta tek kalırsa keki avuçlayıp ısıra ısıra yerdi muhtemelen.

Ortaklaşa kullandığımız koltuğun bana ait kısmına yerleştiğimde kolçağa doğru devrildim. Bacaklarımı kendime doğru çekmiş olsam da Cevahir oturduğunda bileklerimden beni kendisine doğru çekiştirdiği için koltuğa boylu boyunca uzanmam gerekmişti.

Bacaklarımı kucağına rahatça uzattıktan sonra ilerideki sehpada duran kumandaya doğru uzandım.

“Bir şeyler izleyelim, sakin başlayıp sakin devam eden ilk hafta sonumuzu kutlamış oluruz. İki aydan fazla zaman geçti ama bu bir ilk gerçekten.”

Her hafta sonunun sabahında, sabahı olmazsa da mutlaka ilerleyen saatlerinde kaotik bir şeylerin ortasında kalıyorduk.

Televizyonda arayıp tarayıp bulduğum bir filmin ilk sahnesi akmaya başlamışken bir süre ne olup bittiğini anlamak üzere sessizce ekranı izledik.

Evin içi klima açacak kadar sıcak değildi ama açılmadığında da ara ara darlatıcı bir sıcaklıkla kaplanıyordu. Bunu dengelemek için giydiğim şorttan açıkta kalan bacaklarım Cevahir için stres topu görevi görüyordu.

Kucağında duran bacaklarımı kimi zaman daha sert kimi zaman ise nazikçe sıkarak okşarken yerime iyice sinmiştim.

“Beğenmediysen değiştirebiliriz,” derken filmin biraz ilerlemiş olmasına rağmen benim için de pek ilgi çekici olmaması nedeniyle sesim uyuşuktu.

“Ne zaman kek yiyeceğiz?”

Boğuk bir kahkaha attım. Kasap et derdinde, koyun can derdindeydi ve bu kez koyun ben değildim, Cevahir’di.

“Yiyelim biraz artık, tamam.” dedim kıyamayarak. Bacaklarımı kucağından kaldırıp toparlanarak doğruldum.

Mutfağa giderken peşimden gelmez, burada kekini bekler diye düşünmüştüm ama benimle geldi.

Keki dilimleme görevini ona teslim edip eline bıçak tutuşturdum. “Yiyeceğimiz kadarını kes, kalanı biraz daha dinlensin.”

“Sen ne kadar yersin?” diye sorduğunda şüpheyle yüzüne baktım. “Bir dilim…” dedim tereddütle. Kaç yiyecektim, ya birdi ya iki…

Başını salladıktan sonra işine odaklandı. Ben demlenmiş olan kahveyi bardaklara doldurmak için filtre kahve makinesine uzanıp ona arkamı dönünce kendisine kaç dilim kestiğini görememiştim.

Fincanlarla birlikte tezgâha geri döndüğümde tabağa koyduğu dört dilim keke bakındım. “Benim payım da burada mı?” diye sordum sakince.

“Onu daha kesmedim.”

Gülerek kahvesini önüne bıraktım. Karşısındaki sandalyeye yerleştikten sonra tabakta duran kekten bir parça kopartıp ağzıma yuvarladım. Bu sırada Cevahir bir dilimi daha kesip tabağa eklemişti.

Kekin tadına bakması için sabırla bekledim. Kahvemden yudumlarken gözüm üzerindeydi.

İnce olarak nitelendiremeyeceğim boyuttaki kek diliminin yarıdan fazlasını kopartıp ağzına attığında küçük bir parça yiyormuş gibi rahattı.

Dirseklerimi masaya, avuçlarımı da çenemin altına yaslayıp yüzüne bakmayı sürdürdüm.

“İlki gibi olmuş mu?” diye sordum çiğnemeye devam ederken.

Sessiz kalarak tabağa uzandı. Yuttuğu dilimden artakalan parçayı da ağzına aldı. Bunu çiğneyip yutması çok daha kısa sürmüştü.

Elini bana doğru uzattığında ne istediğini anlamadığım için duraksadım. “Ne vereyim?”

Elimi tutup avucunun içine aldı. Çenemin altında yüzüme destek olarak duran ellerimden birini kendisine hapsettiğini için başımı diğer elime doğru bastırıp güç aldım.

Tuttuğu elimi dudaklarına doğru götürüp parmaklarımın iç kısmına dudaklarını bastırdı.

“Afiyet olsun,” dedim bakışlarım dalgınca dudaklarıyla temas eden elimdeyken. Dudaklarından dökülecek kuru bir ‘eline sağlık’ yerine fikrini bu şekilde dile getirmesini sevmediğimi söyleyemezdim.

Bana ayırdığı dilime tekrar dokunmadım. Ben kahvemi içene dek Cevahir tabakta duran kek parçalarının tamamını yiyip bitirmişti.

Boşalan tabağı ve bardakları bulaşık makinesine kaldırıp işimi bitirdiğimde Cevahir sandalyesinde oturmayı sürdürüyordu. Ağzımı açıp bir şey söyleyemeden kulağıma telefonumun zil sesi dolduğu için içeri doğru hızlıca yürüdüm.

Telefonum çaldığında Cevahir yakınımda bir yerde ise arayanın hastaneden biri olması ihtimali yükseliyordu. Cevahir uzaktaysa, ekranda onun ismini görme ihtimalim diğer tüm ihtimallerden yüksekti zaten.

Arayan numara kayıtlı değildi. Hastanenin sabit hatlarından da değildi, onları ayırt edebilirdim.

Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma yasladım. Bu sırada Cevahir de salona girmişti.

“Efendim?” diyerek konuştuğumda karşı taraftan gelecek sesi beklemekteydim.

“Bir yolunu bul ve bir an önce kocanı durdur,” diyen sesi hiçbir şekilde tanımıyordum. Boğuk, kim olduğunu anlayamayacağım kadar cızırtılı bir erkek sesiydi.

“Ne?” dedim afallayarak.

“Durdur, yoksa yanan sen olacaksın. Yakıp yıkmadan önce seni de düşünsün.”

Ben tekrar konuşamadan önce telefon pat diye kapandı. Hattın düştüğünü belli eden ses kulağımı tırmalarken şaşkınca telefonu kulağımdan indirdim.

“Kimdi?” diye soran Cevahir’e baktım. “Bilmiyorum.”

Kaşları çatıldı. Bana doğru yaklaşıp elimde duran telefonu alacakmış gibi uzandı. “Ne söyledi?”

Dudaklarım aralandı, direkt olarak kulağıma dolanları aktarma konusunda anlık bir tereddüt yaşasam da bunu kendime saklayıp durumu daha da garipleştirmeye niyetim yoktu.

“Seni durdurmamı söyledi,” dedim telefonu ikimiz aynı anda tutar hale geldiğimizde. “Kocanı durdur dedi.”

Cevahir’in bakışları keskinleşti. Gözlerime dikkatle bakarak devam etmemi bekledi ama devamını getirmeden önce bir süre suskun kaldım.

“Başka..?” dedi sesini sakin çıkması için zorladığını belli eder şekilde. Bir eli yüzüme uzanıp yanağımı yavaşça kavradı. Yüzümü kendisine doğru kaldırdı. “Gerildin,” dedi bunu dile getirmeye tahammül edemiyormuş gibi. “Beni durdurmanı istemesine gerilmiş olamazsın, ne söyledi sana yavrum?”

Yanarmışım,” dedim gözlerimi bir iki kez kapatıp açtıktan sonra. “Durmazsan… Ben yanarmışım.”

Çenesinin kasıldığını, dişlerini birbirine bastırdığını gözümle gördüm. “Bir sikim yapacakları yok,” derken buna inanıyor muydu bilmiyorum ama sesi tam tersini söyler gibi öfkeyle dolmuştu. “Bana ulaşmak yerine sana ulaşıp korkutmaya çalışacak kadar acizler, seni aramasalar bunu sana yansıtmaya gerek bile duymayacağımı biliyorlar.”

Yanağımdaki elini kıpırdatıp başparmağıyla göz çukurumu okşadı. “Zerrin kuyruğunu kıstırdığımız için çırpınıyor, her şeye saldırmaya niyetlenip hiçbir şey yapamayacak. Konuşmuştuk.”

Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım onaylar gibi. Konuşmuştuk.

Beste ile görüştüğümüz akşam, ilk olarak ondan gelen ‘bence Cevahir’e değil, Levent’e yönelecekler’ tahminiyle bu konuya geçmiştik.

Bense içimden karşı tarafta olan ben olsaydım saldırı hakkımı ne Cevahir’de ne de Levent’te harcardım diye geçirmiştim ve belli ki yanılmamıştım.

Okun ucu direkt olarak Cevahir’e ya da Levent’e uzanmayacaktı. Zerrin, oğlunu her ne olursa olsun zarar verecek kadar tehlikeye atmazdı. Cevahir açık hedefti ama üstüne atlamak için fazla göz korkutucu bir hedefti ve bu da beni ortaya atıyordu.

“Seray,” diyerek sesini hafif yükseltip konuştuğunda dalgınlaştığımı ve beni kendime getirmek için sesini yükselttiğini yeni fark edebilmiştim.

“Efendim?” dedim bakışlarımı toparlamaya çalışıp.

“Korkacak bir şey yok. İstedikleri bu; korkutup geri püskürtmek.”

“Öyle,” dedim sessizce. Demiştim demesine fakat aklımın bir kenarından bastırıp ileri doğru yayılmaya başlayan tedirginliğin merkezinde Nilgün teyzenin yaşadıkları vardı.

Cevahir bir şey yapamayacaklarından emindi, her şeyin farkında olduğumuz için korunmak daha kolaydı mantıken ama yıllarca birini göz göre göre delirtmek, aynı çatı altında herkesten bunu saklayabilmek akıl işi değildi. Karşımızdakilere sadece mantıkla yaklaşmak yetmeyecekti. En azından bana öyle geliyordu.

O akşam salonda Cevahir sırtı koltuğa yaslı oturuyorken ben de göğsüne sinmiş halde uzandım ve uzun süre öylece kaldık.

Cevahir; Teoman ile konuştu, Levent’i aradı, Ecevit amca ile görüştü. En son Beste ile de konuştuk. Numaranın soruşturulması, Zerrinlerle bir bağlantısı saptanırsa işimize yarayabileceğini söyledi. Hepsiyle az çok benzer şeyler konuşmuştu. Konuşmalarında beni yanında tutması, gizlice görüşme yapmaması içimi rahatlatmak içindi biliyordum.

İçim tam olarak rahatlamış sayılmazdı ama Cevahir’in kulağıma düzenli şekilde dolan kalp atışları ile biraz durulmuştum.

“Teo sürekli seninle olacak. Ben yoksam, Teo ilesin. Tekrar arama gelirse de direkt söylüyorsun.”

“Bir şey yapamazlar diyorsun ama önlem alıyoruz, yalnız kalamayacaksam ortada bir sorun var demek bu.”

Yanağımı göğsünden ayırıp doğrulmaya çalıştım. İzin vermedi. Çenesini saçlarıma doğru bastırıp sırtımı daha sıkı kavradı.

“Her ihtimale karşı yapabildiğimiz neyse yapıp önlem alalım, bunun bir zararı yok.”

Derin bir nefes aldım. Görünürde bir zararı yoktu ama ben diken üstünde kalacaktım.

“Tamam,” dedim uzatmadan. “Karışmayacağım.”

Başımın tepesine dudaklarını bastırıp birkaç kez üst üste öptü.

Sanırım akşamın devamı bana normal hissettirsin diye olacak ki işle ilgili bir şeylerle uğraştı. Beni göğsünden kaldırmadı ama rutinine döndü. Yapışık ikiz gibi oturmamız dışında herhangi bir akşamdan farkı yoktu geçen saatlerin.

Saat gece yarısına yaklaştığında olduğum yere iyice sinmiş haldeydim.

“Acıkmadığına emin misin? Uyumadan önce bir şeyler atıştırabiliriz.”

Başımı iki yana salladım. O kek yediği için toktu, bende de iştaha dair hiçbir iz yoktu. Yemekle uğraşmaya gerek olmamıştı. Önceki saatlerde bir iki kez daha sorduğu soruya yine olumsuz yanıt verdiğimde daha fazla üstelemedi.

“Uykun var mı peki?”

“Yok ama var,” dediğimde başını bana doğru eğip baktı. “O nasıl oluyor?”

“Uykum gelmedi ama uyumak istiyorum.”

“Ben uyuturum,” dedi göğsünü kabartır bir halde. Kendinden emindi.

Omuz silktim. “Göreceğiz.”

Odaya çıktıktan sonra geceliğimi giyip banyodaki işlerimi halletmek için o tarafa geçtim. Yüzümü nemlendirmeye, son adımıma geçtiğim sırada Cevahir kapıya omuzunu yaslayarak banyo girişinde dikilmeye başladı.

“Olan uykunu da kaçırdın, kaçıncı katını sürüyorsun?”

“Kıskandın mı?” diye sordum kremi boynuma doğru yayıyorken.

“Çok,” dedi alayla. Krem kutusuna parmaklarımı sokup bir parça kremi elime aldım. Soğuk zemine ayaklarımı basa basa yanına vardığımda krem olmayan elimi kaldırıp parmağımla yaklaşmasını işaret ettim.

“Sana da sürelim o zaman.”

Tereddütle yüzüme baktı. “Ne ki bu?”

“Asit,” dedim iç çekerek. “Yüzün önce eriyecek, sonra alttan yepyeni bir cilt çıkacak. Sonra onu da soyup-…”

Yüzüme hayretle baktığında gözlerimi kıstım. “Nemlendirici krem, Cevahir.” dedim elimdeki kremle ölmeyeceğini göstermek için kremi eline azıcık sürüp yayarken.

“İyi,” dedi tam ikna olmuş görünmese de. “Sür.”

“Ne kadar cesaretli bir adamsın sen ya,” dedim alayla. “Kremden de korkmuyorsun bak, aferin sana.”

Yüzünü ona ulaşabilmem için eğmesini beklerken beni belimin iki yanından tutarak havalandırdığında afallamadan bacaklarımı beline sardım. Bu da bir çözümdü, hatta bana kolaylıktı.

Sakallarına gelmeyecek şekilde kremi yanaklarına ve alnına paylaştırdıktan sonra iki elimle krem olan kısımları yavaşça ovmaya başladım. Kremin beyazlığı cildinde hiç kalmayana dek tenini ovmuştum.

Benimle birlikte odaya yürümeye başladığında işim bitse de yanaklarıyla oynamaya devam ediyordum. “Çok tatlı oldun,” dedim hevesle.

Gözlerimin içine içine baktı. “Krem sürdün diye mi?” dediğinde başımı salladım. “Sözümü dinledin diye bi’ de. İtiraz edip kaçmadın.”

Muhtemelen dalgın bir akşam geçiriyorum diyeydi bu itirazsızlığı ama hiç üstünde durmadım.

“Zor bulursun bir daha böyle söz dinleyen kocayı, değerimi bil biraz.”

Sırıttım. “Ben seni bulmadım, sen beni buldun. Şansımı harcamadım ki daha, belki yine bulurum.”

Sırtım pat diye yatağa çarptı. Yatakta top gibi sekmiştim.

Ağzım şaşkınca açık kalmışken tepemde dikilen bedenine bakındım. “Ne yaptın sen az önce? Attın mı beni?”

“Yanlış konuşuyordun, bi’ kendine gel istedim.”

“Ayı,” dedim adını sayıklar gibi.

“Aynen,” diyerek geçiştirdi. Yatağın örtüsünü banyoya gelmeden açmış olduğundan uzandığım yerden kalkmama gerek kalmadan başımı yastığıma doğru sürükledim.

Işığı kapattıktan sonra kendisi de yatağa gelip uzandı. Yastığına başını koyduktan hemen sonra beni olduğum yerden havalandırıp göğsüne yatırmıştı.

Onun için sağdan sola, yukarıdan aşağıya taşıyabildiği bir eşya gibiydim. Keyfince beni eski yerimden edip yeni yerlere koyuyordu.

Odadaki ışıkların tamamen kaybolmasıyla birlikte içerisi sadece perdeden zar zor sızan bahçe ışıkları ve ay ışığı ile aydınlanıyordu. Buna aydınlanmak da denemezdi, gözüm Cevahir’i zar zor seçiyordu.

Saçlarımın arasına ilerleyen parmaklarına diğer eli sırtıma inerek eşlik ettiğinde beni uyutma planının neleri içerdiğini kolayca anlamıştım.

Burnuma kokusu, bedenime de dokunuşları akın etmişken mayışacağımı biliyordu. Beni uyutan genel olarak ondan sızan güvendi aslında.

Peş peşe derin nefesler alıp bedenimi iyice gevşetmeyi denedim. Ara ara kasılarak kendimi uykuya dalmaktan alıkoydum, elimi kolumu ona çarptırıp nereye koyacağımı seçmek için oyalandım.

Boynuna doğru bıraktığım avucum yerini sevdiğinde, saçlarımı ve sırtımı süsleyen dokunuşları direnemeyeceğim kadar yoğunlaştığında gözlerime de yük binmişti.

Bilincimden önce gözlerim kapandı. Uykuya bir kala yerimde kıpırtısızca durdum. Dudaklarımdan kısa bir fısıltı döküldü. “İyi geceler,” diyebilmiştim son anda.

Alnımın kenarında, saçlarımın başladığı yerde dudaklarının baskısını hissettim. “İyi geceler, karım.”

Bir süre daha bilincim tam olarak benden kopmadı. Uykuya tam dalacakken bir şekilde buna engel buluyor ve ayık kalıyordum. Yarı ayık da denilebilirdi. Zira gözlerimi açamıyor, dudaklarımı aralamakta zorlanıyordum.

En son uykunun beni tamamen kucakladığını hissettiğim anın kıyısındayken kulağıma sesi doldu.

“İzin vermem,” dedi fısıltıdan ibaret boğuk sesiyle. “Değil yanmana, canının biraz acımasına bile izin vermem. Yanındayım, güvendesin.”

İnandım. Söylediklerine inanmak zor gelmedi. Çünkü biliyordum, yanımdayken gerçekten güvendeydim; böyle hissediyordum. Fakat aklımı kurcalayan kısım yanımda olmadığı anların da mutlaka geleceğiydi. Beni hep kollarında tutamazdı, göğsünde saklayamazdı.

Bunu ben de biliyordum, Cevahir de biliyordu. Tıpkı onların da biliyor olduğu gibi…

 

 

~~~

Yorumlar

  1. Çok güzel bir bölümdü🌸💖

    YanıtlaSil
  2. Emeğine sağlık, çok güzel bir bölümdü. Cevahir ve Seray'ı özlemişim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm