Günler Kısa Geceler Sonsuz 11.Bölüm

 11.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~

 

- Tuna

 

“Lal… Burada mı?”

Sude, işaret ettiğim yere, Güneş’e dönerek bu soruyu yarım yamalak sorduğunda bakışlarım ikisi arasında mekik dokuyordu. Güneş bakışlarını bize çevirmeden masaya dikmiş halde duruyordu, masanın geri kalanında büyük bir sessizlik hakimdi.

Sude aniden masaya doğru ilerleyip öne atıldığında Uras abim kucağındaki Gülin’i ablama verip Sude’yi tuttu. “Sude! Bi’ dur abim, ne oluyor?”

Ablam da abimler de genel olarak arkadaşlarımı yakından tanırdı. Fazla arkadaşı olan, aşırı sosyal bir tip değildim. Küçük bir arkadaş grubum vardı ve yıllardır onlarlaydım.

Sude, kolunu tutan Uras abime sitemle bakarken konuşmaya devam etti. Ben bu sırada üçüncü bir göz gibi etrafımı izliyordum. Olayların gelişme hızına yetişmek benim için imkânsızlaşmaya başlamıştı. “Abi yalan söylüyor, yüzüme bile bakamıyor görmüyor musun?”

“Eda, Anıl ve Gülin’i terasa çıkartır mısın?” Demir abimin sandalyesini geriye iterek ayaklanırken söylediklerini yengem hızla onaylayıp Gülin’i mızmızlansa da kucağına aldı. Anıl da annesinin elini tuttuğunda üçü salondan ayrılıp gözden kayboldular.

“Oturun şuraya, düzgünce ne olduğunu konuşalım.” Demir abim, kendi kalktığı yere Sude’yi oturtup yanına da beni yerleştirdiğinde kendisi benim sandalyemin tepesinde, arkamda dikiliyordu.

Gözlerimi, halen başını kaldırmamış olan Güneş’ten ayırmadım. Ağlıyordu.

“Güneş?” Birkan abi ona doğru eğilip seslendiğinde saçlarını bizden saklanmak için kullanarak yalnızca dayısının görebileceği şekilde sağına döndü. “Dayı gidelim buradan, n’olur!”

“Yaparken sorun yoktu ama ortaya çıkınca mı üzüldün?” Sude, onda görmeye alışkın olmadığım siniriyle tükürür gibi konuştuğunda dirseğini tuttum yavaşça. Bana döndü. Sinirden gözleri dolmuştu. “Tuna… Lal o değil, yemin ederim değil.”

“Lal’i tanıyor musun yani..?” diye mırıldandım. Bunu artık anlamıştım ama bu soru öylesine çıkmıştı. “Evet, tanıyorum ve özür dilerim saklamak zorundaydım. O öyle istediği için.”

“Lal kim?” Ablam şu ana kadar hiç konuşmamışken sakince Sude ve bana bakarak bunu sorunca göz ucuyla Güneş’e baktım. Ağlayışı hızlanmıştı. Bunun üzüntüden mi yoksa utançtan mı olduğunu kestiremiyordum.

“İki haftadır mesajlaşıyor olduğum biri.” dedim açıkça. “Kim olduğunu görmeden, yalnızca adını bilerek mesajlaşıyordum.” Ablamın gözlerini kırpıştırarak Uras abime bakması dikkatimden kaçmadı, bu başlangıcı boşuna onların hikâyesine benzetmemiştim sonuçta. Aynısını düşündüğüne dair bahse girebilirdim.

“Sonra?” diyen Uras abimdi. Hikâye dinler gibi herkes dikkatlice bana bakıyordu, gözleri üzerimde olmayan tek kişi Güneş’ti. “Dünden beri ondan hiçbir mesaj almadım, attığım mesajlara da cevap vermedi.” dedikten sonra kısık bir nefes aldım. “Bugün klinikte Güneş, Lal’in kendisi olduğunu söyleyene kadar hikâyede bir değişiklik yoktu.”

Sude’nin böyle bir konuda yalan söyleyecek biri olmadığını biliyordum, onu yüzündeki mimikten tanıyabilecek kadar da yakınındaydım. Güneş ise peş peşe kırılan potlarla çoktan durumun onun açısından battığını kanıtlamış haldeydi. Bu yüzden olanları anlatırken süzmek ya da sansürlemek için çabalamadım.

“Başka birinin kimliğini çalacak kadar nasıl düşebilirsin? Onun ortaya kolay kolay çıkmayacağını biliyorsun belli ki, tanıyorsun kesin değil mi?” Sude kendi kendine çıkarımlarda bulunurken aklıma gelen detayla kaşlarım çatıldı. Öne doğru atıldım. “Telefon… Lal’in bana mesaj attığı telefon sendeydi, bu nasıl olabilir?”

Bu detay aslında Güneş’in Lal olduğunu kabullenmemin en büyük nedeniydi. Telefonunu da çalmış olamazdı sonuçta değil mi?

Sude’nin yine ayaklanacağını hissettiğimde bu kez gerçekten koluna yapıştım. “Dur artık!”

“Güneş!” Birkan abinin sesini hayatımda ilk kez bu denli ciddi şekilde yükselirken duyuyordum. Masadaki herkes için de bu geçerli gibiydi, hepsi irkilmişti. “Nerede çantan?”

Birkan abi sandalyesini itip ayağa kalktığında Güneş hızla bileğini tuttu. “Dayı! Bırak çantamı, gitmek istiyorum.”

“O orospu çocuğunun başının altından çıktı değil mi bu işler? Sana görüşme dediğim halde görüştün, ne boklar çeviriyor o herif yine Güneş?” Kapıda şahit olduğum konuşmayı anımsadığımda bahsedilen kişinin Güneş’in babası olduğunu anlamam zor olmadı. Birkan abi bana döndü. “Nerede telefonun? Ara şu numarayı.”

Kendisi Güneş’in tutuşundan kolayca kurtulup koltuklara ilerlerken Güneş hıçkırarak ağlamaya başladı. Sude’yi bırakmanın mantıklı olmayacağını düşünerek solumdaki Baran abiye baktım. “Odamda, masada şarjda duruyor telefonum.” Beni ikiletmeden kalkıp salondan ayrıldı.

O geri gelmeden önce Birkan abi Güneş’in çantasından bulduğu iki ayrı telefonla masaya dönünce dişlerimi sertçe birbirine bastırdım. “Bu senin telefonun.” diyerek açık pembe renkli kaba sahip bir telefonu Güneş’in tam önüne masaya bıraktı. Diğer telefon hem model olarak hem de kap rengindeki derin koyuluk açısından oldukça farklı görünüyordu. İkisi bambaşka kişilere ait olduklarını bağırıyor gibiydi.

Baran abinin geri dönüp bana telefonumu uzatması ve benim hızla Lal’i aramam peş peşe gerçekleşti. Siyah kaplı telefon ekranında beliren, isim yerine koyulmuş dolunay emojisi gözlerimi sertçe kapatmama sebep oldu.

Saniyeler geçtikçe, kendimi Lal’e karşı suçlu hissedişim yoğunlaşıyordu. Aptal gibi ilk önüme çıkan kişiye inanmamalıydım.

“Dolunay neden önemli?” diye sordum büyük bir dinginlikle. “Neden beni öyle kaydettin, cevap verebilecek misin?” Veremeyeceğini biliyordum. Telefonu bir şekilde ele geçirmişti ama muhtemelen kilit ona engel oluyordu ki mesajlarıma dönememiş ve direkt olarak karşıma çıkmıştı. Bu da ilk mesajlarımızı bilmesinin imkânı olmadığını gösterirdi.

Dolunayın Lal için, bana görünür olmasında bir işaret olduğundan haberi yoktu. Güneş bana bakmadan ağlamayı sürdürürken Sude’yi tutan elimi çektim. Bacağıma sertçe bastırdığım avuçlarımla sakin kalmaya çabaladım. “Neden yaptın?”

Bizi izliyor olan ailem, yanımda deliren Sude, yeğenine karmakarışık bir ifadeyle bakan Birkan abiyi o an için görmezden geldim. Elle tutulur bir sebep istiyordum. Hiçbir sebep bunu haklı çıkaramayacaktı, emindim ama yine de duymak istiyordum.

Güneş’in bu kadar konuşmadan sonra ilk kez kafasını kaldırıp benimle göz göze geldiği an buydu. Gözlerinden az önce akan yaşlar yerini alev almış gibi parlayan irislere bırakmıştı. Saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırırken gülümsedi. Bu gülümsemenin beni diken üstündeymişim gibi rahatsız etmesini beklemiyordum. “Bana yaşattığını yaşasın istedim.”

Dümdüz bir sesle bunu söylerken sanki binlerce küfrü ve hakareti içinde saklıyor gibiydi. “Bu, onun bana yaptığının binde biri bile değil ama sorun yok. O nasıl babamı benden aldıysa, ben de seni ondan almak istedim.”

Birkan abinin Güneş’in kolunu hızla tutup kaldırdığı, ardından apar topar çantasını da alıp kapıya götürmeye başladığı an buydu. Herkes şaşkınca duraksadığı için onlar salondan çıkana kadar kıpırdama olmadı fakat kendime geldiğimde koşarak kapıya ilerledim.

Benimle birlikte yalnızca tek bir adım sesi daha geliyordu. Sude zannetsem de gelen Demir abimdi. Sanırım Sude, Uras engelini aşamamıştı.

“Birkan! Ne oluyor oğlum, apar topar ne yapıyorsun?” Abim benden önce sorduğunda ben, artık ağlamak yerine sanki mutluymuş gibi etrafa bakan Güneş’i izliyordum. Bu hali hiç normal değildi, tıpkı az önce yaşananların da normal olmayışı gibi.

“Ben aslını astarını anlayayım, sonra sizinle konuşalım Demir abi. Eve gitsek daha iyi.” Birkan abinin neden bu denli telaşlandığını anlayamıyorken abimden önce ben konuştum. “Güneş’e bir şey yapacağımızdan çekiniyorsan-…”

“Yok Tuna, yok koçum. Sizinle ilgisi yok, ablan ayrıntısını biliyor. O anlatır, biz eve gidiyoruz. Ablan anlamıştır olanları, ona sor olur mu?” dedikten sonra bizim yeniden konuşmamıza fırsat tanımadan merdivenlerden inmeye başladılar. Asansör dahi beklememişlerdi. Güneş, bez bebek misali dayısına uyum sağlarken ruh halindeki dalgalanmaları artık takip edemiyordum.

“Abi…” dedim onlar çoktan gözden kaybolurlarken. “Ne oldu şimdi?”

Demir abim omuzumu sıkıp beni kendine çektiğinde yorulmuş gibiydim. “Bilmiyorum aslanım, Peri’den dinleyeceğiz belli ki.”

Omuzlarım istemsizce düşerken salona abimle birlikte girdik. Masada bir şeyler konuşuluyordu, biz girer girmez susmuş olmalarıyla ilgilenmedim. İlgimi çeken tek konu vardı, cevaplarının ablamda olmasını beklemesem de Birkan abi öyle söylemişti.

Sude’nin yanındaki yerime geçtiğimde Demir abim de Birkan abinin kalktığı yere oturdu. “Ne yaşandı az önce anasını satayım? Anonimlik devrini yeniden mi açtınız ciddi ciddi?” Mert abim önce bana en sonda da ablam ve Uras abime bakınca ellerimi saçlarımdan sertçe geçirdim.

“Abla?” dedim Mert abimin girişini takmadan. Ablamın bakışları bana döndüğünde düşünceli olduğunu kolayca anlayabilmiştim. “Söyle canım.”

“Az önce neler olduğunu biliyor musun? Güneş’in söyledikleri…”

Ablam yanağını kaşıdı, ardından yanında oturan Uras abime döndü. “Abla!” diye tekrarladım. “Kimseye bakmana gerek yok, konu beni ilgilendiriyor en çok. Duydunuz az önce her şeyi, Güneş’in neyi kastettiğini biliyormuşsun. Birkan abi söyledi.”

Ablam derin bir nefes aldığında bunun konuşmaya başlayacağının habercisi olduğunu bildiğimden biraz rahatlama ve birazdan çok daha fazla gerginlik ile ona kulak kesildim.

Duyacaklarım az sonra neler hissettirecek, düşündürecekti bilmiyordum.

 


~

 


Önümde duran bardağı sertçe ittim. Tek sorunum bardağın önümde duruyor olmasıymış gibi büyük bir sinir ve güçle yaptığım bu hareket bardağın devrilmesine ve içindeki çeyreği kadar bile olmayan suyun masaya dökülmesine sebep olurken boş gözlerle su birikintisine baktım.

“İki yıl önceye dönmüş gibi davranıyorsun.” Kerem’in uzun süredir koruduğu sessizliğini bozması ona dönmem için yeterli olmadı. Bakışlarımı sudan ayırmadım. Karşımda oturuyordu, onun bana baktığını ona dönmesem de hissedebiliyordum.

“Belki de dönmüşümdür.” dedim kısık sesle. İki yıl önce diyerek kastettiği dönemin ne olduğunu anlamam saniyelerimi bile almamıştı.

El bebek gül bebek büyümek deyiminin şekil bulmuş haliydim, bunun en büyük kaynağı ablamdı. Bu kaynağın neden annem ya da babam değil de ablam ve abilerim olduğunu anladığım dönem yaklaşık iki yıl öncesine denk geliyordu.

Ablam ve abilerimle yalnızca bir baba paylaştığımı ve annelerimizin bambaşka kişiler olduğunu öğrenişim ani gelişmişti. Eğer kulak misafiri olduğum bir konuşma gerçekleşmeseydi ablamın bunu ben reşit olmadan, hatta belki de daha bile sonrasına kadar asla dile getirmeyeceğini biliyordum.

Benim için ‘anne’ bir yara değildi. Küçükken ne hissettiğimi hatırlayamasam da biri bana anne çağrıştıran bir şey söylediğinde gözümün önünde beliren Nilperi Özkan -Kalyoncu demeyişim Uras abime çıtlatılmaz umarım- eksiklik hissetmemem için elinden gelenden çok daha fazlasını yapmıştı.

Başarılıydı da.

Ama annemin yanımda olmayışının asıl sebebi, onun aslında başka bir kadının dünyasında ikinci kadın olarak bulunuşu kaldırabileceğimden biraz, hatta çok daha fazlaydı. Baba demek istemesem de biyolojik olarak babam olan adamın bu hikâyedeki en aklanamaz, en suçlu kişi olduğu açıktı. Annemin ne kadar suçlu olduğunu bilmiyor olmak ise koyuyordu. O adamla birlikte olduğunda, onun evli olduğundan haberi olup olmadığını öğrenebileceğim hiçbir kaynak ya da kişi yoktu. Bu da annemi benim terazimde arafta bırakıyordu.

Bütün bunları öğrendiğimde günlerce, haftalarca hiç durmadan ağladığımı, kimseyle konuşmamak için kendimi odama kapatıyor olduğumu hatırlıyordum. Gülin henüz bir yaşında bile değildi, ablamın ayakta dahi duramayacak haldeyken hem ona hem bana yetmeye çalışışını görmek daha da dibe çekilmeme sebep olmuştu.

Onun için kocaman bir yükmüş gibi hissediyor olduğumu onunla paylaşamamıştım ama Uras abimin odama sızışlarından birinde ağzımdan kaçırmıştım. Aldığım tek tepki kafamın üzerinde patlayan bir tokattı.

“Ablan böyle düşündüğünü duyarsa, böyle hissettiğin için sonsuza kadar kendini suçlayacak. Bu kez onu bundan vazgeçirmeye benim de gücüm yetmez, kendine gel sarı kafa.” dediğini çok net bir şekilde hatırlıyordum.

Ablam, benden gerçekleri sakladı diye kızgınlığımdan odaya kapandım zannederken ben ondan utanıyor olduğum için yüzüne bakamamıştım. Bu şekilde geçen haftalar hepimize zehir olmuş, düzelmemiz neredeyse aylar almıştı.

Uzun bir süredir ise kimse bu konudan bahsetmiyor, ben bilmiyorken olduğu gibi davranıyorduk. Az önce Kerem’in bana ‘iki yıl önceye döndün’ demesinin sebebi ise aslına bakarsanız Lal’di.

Kerem kenardaki mutfak havlusu ile masada yarattığım ıslaklığı sildikten sonra havluyu küçük bir top haline getirip kafama fırlattığında öfkeyle aynı şekilde havluyu yüzüne çarptım. “Ne yapıyorsun salak?”

“Gerçekleri yüzüne çarpıyorum, somut olarak bir şey hisset diye havlu atmak istedim.” Kendi kendime homurdanarak önüme dönecekken Kerem masada öne doğru eğilip bana yaklaştı. “Nil abla yalan söylemeyeceğine göre, Lal gerçekten senin bir nevi kader ortağın Tuna. Hikâyelerinizin bu kadar benzemesi, üstüne üstlük onun senden hoşlanıyor olması… Tesadüf mü bilmiyorum ama fazlasıyla ilginç.”

Gözlerimi sertçe kapattım. “Her aldatma hikâyesinin sonucu benim kader ortağım mı Kerem?”

“Götünden anlama söylediklerimi, senin hikâyenin aslını ailen ve ben dışında kimse bilmiyor. O kızın da nasıl bir hayat yaşıyor olduğunu bilmiyoruz, belki de senden daha kötü haldedir. Herkese senin ablan gibi biri nasip olmuyor, bunu düşün.”

Kerem söylediklerini yeni bitirmişken mutfak kapısındaki hareketlilik ikimizin de oraya dönmesine yol açtı. “Erkencisiniz?”

Demir abim ikimizin de saçlarını karıştırıp boş kalan sandalyelerden birine yerleşti. Dün gece evde kalmak istemediğimi fark ettiğimde kendimi Demir abimin yanında bulmuştum. Kerem de sanırım Sude olanları ona anlattığı için tepemde belirmişti. O da burada kalmıştı.

Ablam ve Oktay abim evlendikten, Mert abim ise altı ay kadar önce Simge abla ile ayrı eve çıktıktan sonra Demir abim bu evde tek yaşamaya başlamıştı. Buna sevinmiş gibi davranıp kafa dinleyeceğini söylese de aslında hepimiz birlikte yaşasaydık çok daha mutlu olacağını biliyordum. Herkesin hayatından geçip giden aşklar olmuştu, bazıları sağlamlaşmış ve sonsuzlaşmıştı fakat Demir abimin hiçbir şekilde bu olaylarda adı geçmiyordu. Bizimkilerin ayarlamaya çalıştığı insanlar olmuştu Demir abime ama hiçbiri abim tarafından kabul görmemişti. Çoğuyla görüşmemişti bile…

“Erken yatmıştık.” dedim kısaca.

“Uyuduğunuzda hava aydınlanıyordu neredeyse Tuna, birkaç saat uyumuşsunuz sadece.”

Bunu fark etmiş olmasına şaşırdım. Geç uyumuştuk, Kerem bıraksam öğlene kadar uyanmazdı ama ben odadan çıkarken uyanmış ve ruh halimden dolayı olacak ki beni yalnız bırakmadan peşime takılmıştı. “Sen de mi uyumuyordun Demir abi?” Kerem benim yerime sorunca abim başını salladı.

“Uyku tutmadı. Oluyor arada.”

“İşe gitmeyeceksin ki, uyusaydın biraz daha.” Bugünün Cumartesi oluşunu kastederek abime öneri sunarken omuz silkti. “Çocuk muyum oğlum ben, uyku düzenimden size ne. Ee konuşa konuşa bir sonuca vardınız mı?”

“Aynı noktadayız.” Ben sessiz kalırken Kerem abime bunu söyleyip sustu. Aslında bu konuyla ilgili en soğukkanlı olabilecek kişi Demir abimdi sanırım.

“Sude halen kapalı kutuluğa devam mı ediyor?” Sude, Lal’in telefonunu alıp ortadan kaybolmuştu. Telefonu ona götürebildiğine göre evini bile biliyordu belli ki, ama bize hiçbir şey söylememekte yeminli gibiydi. Kerem de ben de onu konuşturamamıştık dün.

Lal’in telefonunu aldığında bana yazacağını düşünmüştüm. Gece hava aydınlanana dek uyumayışım bu yüzdendi. Lal geceleri yazmayı seviyordu, yine öyle olacağını sanmıştım.

Yanılmıştım.

Sude ona yüksek ihtimalle Güneş olayını anlatmış olmalıydı. Bu da ortalığın gerçekten karmakarışık olduğundan Lal’in de haberi var demekti.

“Konuşturamadık, ben kendimden ümitliydim ama diline kilit vurmuş gibi anlatmadı.” Kerem sevgilisinin bu haline cidden şaşırdığını belli ederek konuşuyordu.

“Kendinle özdeşleştirdin değil mi? Ablanla kalmak istemeyip buraya damlaman da bu yüzdendi.” Demir abim öylesine bir durummuş gibi sakince bundan bahsettiğinde yutkunarak başımı çevirdim. “Hayır.” derken yalan söylediğimi Gülin bile anlayabilirdi.

“Tuna… Niye böyle yapıyorsun abicim?”

“Ne yapıyorum abi ya? Her şey birbirine karışmışken ben ne yapıyorum ki?” Yorgun bir ifadeyle söylediklerimden sonra kafamı öne eğerek masaya yasladım. Alnım masaya değiyordu, birkaç kez alnımı masaya vurur gibi başımı oynattım.

“Lal mesaj yazmadığı için mi sinirlisin, yoksa Güneş yalan söylediği için mi?” Açıkça böyle bir soru sormasını beklemediğim için şaşırmıştım. Yüzüm masaya yapışık olduğundan bu şaşkınlığımı abim ya da Kerem göremediler. Abimin sorduğu soruyu kendi içimde tekrarladım. Cevabımı sesli olarak dile getiremedim çünkü kendime de doğru dürüst bir cevap verebilmeyi henüz başaramamıştım.

“Lal ile ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorsun değil mi? Sana gerçekten benzeyip benzemediğini anlamak falan…” Abim durmadan benim kenara itmeye çalıştığım noktaları göz önüne çıkartırken sustum. “Yardım edebilirim.” diye eklediği an benim aniden başımı kaldırıp abime baktığım andı.

Gayet ciddi bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Gözlerindeki kendinden emin tavır her zamanki gibi yerli yerindeydi. “Yardım mı?”

“Yeni nesil Peri ve Uras olmaya çalışıyorsanız… Bir de Kadir Kalyoncu’ya ihtiyacınız olacak. Hikâyeyi kelimelerden somut hale döken kişi yani.”

Gözlerimi irice açtım. Kadir amca olmasaydı ablamların birbirlerini kim bilir ne zaman görebileceklerini düşündüm. Ablam ortadan kaybolmuştu, Uras abim ise babası sayesinde onu direkt olarak bulup yanında belirmişti. Bu, ilk karşılaşmalarının üstünkörü hikâyesiydi.

Lal ortada yoktu.

“Kadir amcaya mı haber vermeliyim?” diye sordum. Abim sırıttı. “Bu kez bu rolü ben üstlenebilirim, erkek tarafı olmayı sevdim.”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm