Günler Kısa Geceler Sonsuz 29.Bölüm

 29.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~

 

 

“Baba!”

Mutfaktan salona kadar ulaşacak yükseklikte çıkan ses, Lal’e aitti.

Müge bu sesi duyduğunda, son zamanlarda -hatta ilk kez duyduğundan beri- sıkça olduğu gibi kendisine saklı kalan bir şükür cümlesi dökmüştü içinden.

Kızının aklı ermeye başladığından beri bu hitabı hiçbir zaman hevesle söyleyemediğinin hatta çoğu zaman söylemekten kaçındığının bir anne olarak farkına varmaması mümkün değildi. Acı verici de olsa kızının hayatındaki bu figürün kocaman bir hayal kırıklığından ibaret oluşu bizzat kendi suçuydu ona kalırsa. Gençliğinin verdiği düşüncesizlikle bir adım sonrasını sağlama almadan kendini yakmıştı. Bunun canına, kızına sıçraması ise kaçınılmaz olmuştu.

“Geldim kara böcek geldim, patlatma sakın ocağı fırını falan.”

Salonda bulunan diğer kişi, ki az önceki seslenişin hedefi oydu, Demir’di. Lal kadar bağırmaya gerek duymadan tok sesiyle yanıtladıktan sonra ayaklandı.

“Ben gelene kadar yerinden kıpırdama İnci’m, geldiğimde bozuşmayalım.”

Müge kapıdan çıkmadan önce çenesini hafifçe okşarken konuşan adama alttan alttan bıkkın bakışlar atmakla yetindi. Hastaneden çıkalı dört, uyanalı ise on gün geride kalmışken asla bu durumu kabullenmeyip daha dün ameliyat olmuş gibi kendisini darlatan Demir-Lal ikilisini asla durduramıyordu.

“Kalkıp koşuya çıkarım diye düşünmüştüm hayatım, yapmayayım mı yani?” Alaylı bir tavırla konuştuğunda Demir onun aksine eğleniyor gibi durmuyordu. “Çok konuşma da kızının yapacağı sihirli çorbayı bekle, içince koşmasan da uçarsın diye düşünüyorum.”

Müge ‘sihirli çorba’ kısmını duyduğunda dayanamayıp kıkırdadı. Bu, çok da uzun olmayan bir süre -yarım saat kadar- önce Lal’in sihirli sütten arakladığı hasta çorbası ismiydi. Yardım istemediğini savunarak mutfağa dalmış olsa da az önceki seslenişin çaresizliğine bakılırsa işler pek yolunda gitmiyordu belli ki.

“Bunu söylediğini duysun da, iki gün küskün küskün gezinsin mi istiyorsun Demir?” Demir’in bu senaryoyu duyar duymaz yüzünün buruşmasına içten bir biçimde gülümsedi. Demir’in varlığının bir rüya olmadığına zaman geçtikçe daha çok ikna olmaya başlasa da bazı anlarda gerçekliğini sorguladığı oluyordu. Şimdi de o anlardan birindeydi yine.

“Baba diyorum ya!” diye biraz daha aceleyle dolu sesiyle Lal tekrar konuşunca Demir kendisine melül melül bakan kadının dudağının kenarından küçük bir öpücük çalarak mutfağa yöneldi. Müge kendisini öpüp kızlarına doğru ilerleyen adamın ardından aşık aşık sırıtarak kalakalmışken çoktan salonda yalnız kalmıştı.

Demir, “Geldim, geldim.” diye söylenerek mutfağa girdiğinde Lal’i büzdüğü dudaklarıyla ocağın başında koca bir tencereye bakarken bulmuştu. Burnuna dolan keskin kokuyu hiç almamış gibi davranarak birkaç adım daha attı, böylece Lal’in dibine kadar gelebilmişti.

“Yapamadım galiba ben bunu,” diyerek omuzları düşmüş bir biçimde yanına gelmiş olan adama döndü Lal. Sihirli çorba diyerek yola çıksa da, bir iksirden fazlasına benzemeyen sıvı sadece isminin ilk kısmını doğrulayabilmişti. Sihirli olduğu kesindi fakat çorbayla ne yakından ne uzaktan ilgisi vardı.

Demir kokusu burnunu acıtan birleşime kısa bir bakış attıktan sonra Lal’in omuzuna sardığı koluyla kızı kendisine çekti. “Galiba öyle olmuş fıstığım.”

“Halime acıdığın için fıstığım dedin biliyorum, çekinmene gerek yok kara böcek diyebilirsin.” Burnunu sinirle havaya dikerek kendisine söylenen kızın tatlığına dayanabilecek gibi değildi. Sertçe şakağını öptü. “Neyine acıyacakmışım?” diye sordu umurunda değilmiş gibi. “Kızım beceriksizin tekiymiş, çorba diye çıktığı yolda bize bulamaç yapmış diye m-…”

“Baba!” diye cırlayarak kulaklarının pasını silen Lal’in boyundan büyük sinirlenmesine gülümsedi. “Ne oldu babam?”

Az önce kediliğini cırlayarak gösteriyorken şimdi duyduğu hitapla sırnaşık bir kediye dönüşmüştü. Kolunu kaldırıp Demir’in sırtına doğru sardı. “Birlikte yapalım mı çorbayı?”

“Yaparız kara böcek, neden yapmayalım?”

“Ya da…” diye mırıldandı Lal harfleri uzata uzata. “Sen yap ben seni izleyip öğreneyim. Evet evet, böyle daha mantıklı. Ben hiçbir şeye dokunmayayım bence.”

Demir kendisini işten tamamen sıyırmak için çabalayan kızına kaşlarını havalandırarak ‘yemedim’ manalı ifadesiyle baktığında Lal ofladı. Çenesini göğsüne yasladığı adama boyu dolayısıyla oldukça alttan bakıyorken yalvaran iri, renkli gözleriyle Demir’in sabrını sınıyordu.

“Çek şu bilyelerini gözümün önünden, hile yapıyorsun Lal.”

“Hiç de bir şey yapmıyorum!” diyerek kendini savunurken boynuna dolanan kolyeyi düzeltmek için elini oraya attı. Uğraşı sonuçsuz kalacak gibiyken Demir uzanıp kolyenin dolanan zincirini düzeltti. Kolyeye dokunduğunda Lal’e çaktırmadan gülmüştü kendi kendine.

Kolye, haftalar önce kendisinin Lal’e hediye ettiği lal taşı kolyesiydi. Özellikle seçtiği, Müge ve Tuna’ya kalırsa Lal’in hiç sevmeyeceği, altın zincirli kolye hediye ettiğinden beri bir gün bile boynundan çıkmamıştı.

“Ben yaparım, sen izle tamam.” diyerek aniden kabullendiğinde Lal bu kez şaşkınca bakmıştı kendisine. Demir, hem bakışlarının hem de aniden anımsadığı kolyenin etkisinde kaldığını tabii ki belirtmeyecekti. Belirtirse ikna olmasını istediği her konuda Lal buna başvurmaktan hiç çekinmezdi, biliyordu.

Lal şaşkınlığını hızlıca üzerinden atıp yanağını kedi gibi göğsüne sürttükten sonra kollarının arasından çıktı. Tezgaha tek hamlede tırmanıp kalçasını yasladığında bacaklarını sallayarak onu izleyebileceği rahat bir hale geçmişti.

“Hadi başlayalım!”

Ellerini birbirine iki kez vurarak hevesle konuştuğunda Demir başını iki yana yavaş yavaş sallayarak ilk iş olarak sihirli bulamacı imha etmeye girişmişti.

Lal uzun zaman sonra, belki de ilk kez hiçbir sıkıntıyla alttan alttan darlanmadan, aklında binbir senaryo dönmeden ve tedirginlikle çevrelenmeden rahatça onu izlerken aklı bir an için böyle hissetmesine son adımı attığı iki gün öncesine çekilmişti.

 

 

İki gün önce, öğlen saatleri

“Rahatsız hisset-…”

“-tiğim anda geri döneriz, hiçbir şey benden önemli değil.” Lal, öncesinde yaklaşık beş kez daha aynısını kurduğundan artık sonunu ezbere bildiği cümleyi Tuna’dan önce tamamladı.

“Aferin benim güzelime, ne güzel ezberlemişsin öyle.” Okumayı sökmüş gibi ciddi bir tebrik aldığında şaşkın şaşkın, aferini yanağına bıraktığı öpücükle süsleyen sevgilisine bakıyordu.

“Öpmeye yer arıyorum demiyor da, aferin diyor. Hareketlere bak.”

Berke ayıplar gibi arkadaşının girdiği halleri izliyorken ensesine aynı anda Kerem ve Sude’den şaplak yemişti. Elleri çarpışan ikili, aynı hareketi aynı anda yaptıklarından birbirlerine saf saf sırıtmaya başlayınca Berke sabır çekti. “Ben bu iki yılışık çifte uzaktan bakıp ibret olayım diye mi yaratıldım? İlla eşi benzeri olmayan güzellikte ve kişilikteki kızlardan gelen teklifleri kabul mü edeyim?”

“Eşi benzeri olmayan güzellikteki kızlar seni ne yapsın amına koyayım, abart biraz daha.”

Kerem’in tepkisi, kendisine âşık âşık sırıtan Sude’nin bakışlarını hızla sinirle doldururken Berke sırıttı. “Neyse bunların romantikliği bir iki saniye sürüyor en azından, asıl sorun sizsiniz!” diyerek Tuna ve Lal’in yüzüne baktı tek tek.

“Sana ne eşi benzeri bilmem ne kızların ne yapacağından Kerem, sana mı kaldı dertleri?”

Kerem ‘kurtar beni’ diyerek mantıklı müdahale etmesi olağan olan tek kişiye, Lal’e baktı kısacık bir an. Lal, ölüm tehlikesi altındaymış gibi bakan Kerem’in haline önce gülmüş ardından kıyamayıp Sude’nin dikkatini dağıtacak alakasız bir konu açmıştı.

“Saftiriğim benim ya, bu salağa bile kıyamıyor. Üzerler bu kızı, ben söyleyeyim.” Berke orta yaş kompleksli tipler gibi bilmiş bilmiş söylenirken Tuna ters ters ona baktı. “Kim üzebilir Lal’i asalak, izin veririm gibi mi duruyor?”

“Bi’ alıcı gözüyle bakayım nasıl duruyorsun, bekle.” diyerek bir nevi gözleriyle tacize başlayan Berke gözünü oyacakmış gibi bakan Tuna’ya ‘Allah kurtarsın bu sinirle seni’ der gibi bakıp, dedikoduya girişen Sude ve Lal’e döndü.

Bulundukları kafenin kalabalık oluşu, sesleri ne kadar çıkarsa çıksın ortamda ayrışmıyor, uğultunun içinde kaybolup gidiyordu. Kalabalığın ilerisinden, kafenin kapısından görünen ikiliyi ilk fark eden Kerem oldu. Burada toplanma nedenleri hepsi tarafından biliniyor ve zaten onları bekliyor olsalar da yine de gerilmişti. Az sonra ne konuşulacağını, kimin ne tepki vereceğini pek kestiremiyordu.

“Geldiler,” diyerek masadaki arkadaşlarının dikkatini çekti hemen. Hepsi o an konuşulan konudan hızla sıyrılırlarken, en büyük gerginliği yaşayan Lal’di hiç şüphesiz. Masaya doğru gelen ikilide de buna çok benzer bir gerginlik bulunduğu uzaktan bakarken bile belli oluyordu.

Tuna, Lal’in kucağında tuttuğu eline uzanıp avucunun arasına aldığı buz kesmiş eli ısıtmak ister gibi sıktı. “Böyle yapacaksan kaldırıp götüreceğim seni Lal, abim yemin ettirdi, zorlama beni bebeğim.”

“Yok ki bir şeyim,” diye mırıldandı Lal ona güven vermek istercesine bakarken. Tuna ikna olmasa da ‘tamam’ der gibi başını sallayıp kabullenmişti.

Bir dakika bile sürmemiş olsa da dakikalardır buraya gelmek için adımlıyor gibi hissettiren ikili masanın ucuna tamamen yaklaştığında kimse ne diyeceğini tam bilemiyordu. Bu, küçük bir sessizlik yaratmıştı yedi kişi arasında.

Lal bakışlarını odakladığı bedenin, kendisinden daha tedirgin göründüğünü fark ettiğinde biraz şaşırdığını itiraf etmişti içinden. Onu hep saldırgan, kızgın ya da alaylı görmeye alışıktı. Şimdi küçük bir çocuk gibi Çınar’ın ardına saklanmamak için zor duruyor haldeydi.

“Sandalye çekeyim ben bir tane daha,” diye ayaklanan Kerem hem sessizliği bölmek hem de bu ayakta dikilme işine son vermek istemişti. Masa altı kişilik olduğundan bir fazlalık sandalye kalmıştı sadece.

“Gerek yok, biz boş bir masaya geçeriz.” diye mırıldandı Lal. Sesi çok yüksek çıkmamıştı ama herkes duyabilmişti. Onay almak ister gibi Güneş’e baktığında Güneş aceleyle başını aşağı yukarı salladı. Böyle kalabalıkken ağzını bıçak açmayacağını biliyordu, konuşabilmesi mümkün değildi.

Lal her ne kadar kendisi bu masadaki kimseden çekinmeyecek kadar rahat olsa da Güneş için böyle bir teklifte bulunmuştu. Kızın çekingen bakışları vicdanına dokunmuştu.

Aklına hemen üşüşen, Nilperi ablasından duyduğu birkaç konu Güneş’e karşı duruşunu tamamıyla değiştirmese de biraz hareketlenmesine sebep olmuştu.

Lal sandalyesini geriye iterek ayaklandı. Tuna ve Çınar farkında olmadan aynı düşünceyle, aynı anda konuştular. “Ben de gelsem?”

Güneş ve Lal aynı anda önce kendi sevgililerine ardından karşıdakine bakmışlardı. Onlar da aynı anda, “Gerek yok,” diye cevaplayınca Berke, Sude ve Kerem üçlüsü gülecek gibi oldular. Kopyalanmış gibi görünüyorlardı.

Lal masanın diğer tarafına dolanıp, Güneş’e yaklaşmadan önce Tuna henüz bırakmadığı elinin üzerine küçük bir öpücük bırakmıştı. Ona bakıp ‘iyiyim’ dercesine gülümsedi.

Hiç konuşmadan bulundukları masadan biraz uzakta kalan iki kişilik masalardan birine doğru ilerlemeye başladıklarında Çınar sıkıntıyla bir nefes verip Tuna’dan olabildiğince uzakta kalan sandalyeye yerleşti. Bakışlarını ona pek çevirmeden, çoğunlukla Kerem’e bakarak duruyor olsa da içi içini yiyordu.

“Bayağıdır böyle beşimiz bir arada oturmamıştık,” diye istemsizce mırıldanan Berke hepsinin aklını bu gerçeğe odakladığında Sude yanında oturan sevgilisinin omuzuna doğru bıraktı başını. “Bir şey yap, ikisi birbirleriyle şimdi konuşmazsa hiç konuşmayacak. Lal ve Güneş bile oturup konuşmaya karar verdiler, Tuna ve Çınar’a el atmak lazım.” Fısır fısır kulağına söyledikleri Kerem’in zaten farkında olduğu şeylerdi.

Kerem nasıl bir giriş yapacağını düşünedururken, aynı saniyelerde Lal de asla konuşmaya başlayacak gibi durmayan Güneş’e ne demesi gerektiğini düşünmekteydi.

“Annen gerçekten iyi, değil mi? Kerem öyle söylemiş Çınar’a ama…” Lal henüz konuşmaya başlamamışken birden sesini duyduğu Güneş’le birlikte bakışlarını gözlerine çevirdi. Tam karşısında oturuyor olsa da Güneş kendisine bakmak yerine, masada duran ellerine bakıyordu bu sırada.

“İyi,” diye yanıtladı. “İki gündür evdeyiz, gayet iyi.”

Güneş’in rahatça bir nefes aldığını hem duymuş hem görmüştü. “Çok güzel,” demişti içli içli. “Çok sevindim.”

Lal sadece “Güneş…” diyebildi ‘iyi misin’ diye sorar gibi bir tonla. Hiç iyi görünmese de sormak istemişti. Güneş’in aniden başını kaldırıp bakışlarının birbirlerini bulmasına sebep olacağını düşünmemişti bunu yaparken.

“Özür dilerim,” dedi telaşla. “Lal ben çok özür dilerim, bir anlamı kaldı mı bilmiyorum ama… Korkunç biri olduğum için, körlüğüm için çok özür dilerim senden. Hem senden hem de annenden…”

Lal bu cümlelerle birlikte kendini direkt olarak günler öncesinde bulmuştu. Haberi ilk aldığı an, hastaneye gidişi ve devamında orada geçirdiği günler film şeridiymişçesine gözünün önünden akıp giderken dışarıdan da bunu belli ediyor olduğunun farkında değildi.

Güneş onun yüzündeki değişimi anbean gördüğünde dudakları titremişti. Kendisine oldukça kızgın hissediyordu. Bu, günlerdir altında ezildiği, oldukça yabancı bir histi ona göre.

Babasının annesini aldatmasının ardından sonlanan evlilik nedeniyle, babasını çok çok az hatta hiç göremeden büyümüştü Güneş. Annesinin uzun bir süre psikolojik olarak hiç iyi hissetmemesi ise kendisini daha da karanlığa sürüklemişti. Hem annesini hem babasını kaybetmişti bir nevi, bu durumda da çocukken istemese de kulak misafiri olduğu hikâyeleri aklınca yorumlayarak kendisine suçlular bulmaya çabalamıştı zihni.

Babasına muhtaç olan tarafı o kadar bastırmıştı ki aklını, ondan başka herkesi suçlamaya başlamıştı. Annesine kızmıştı mesela, bazen dayısına küsmüştü. Babasıyla görüşmesine izin vermeyen bu ikiliyi çoğu zaman sinir krizlerine girerek karşılardı. Sonra büyüdükçe suçluyu evin içinden seçmek yerine, hiç tanımadığı insanlara yüklemek daha basit gelmiş olmalıydı ki Lal ve Müge yeni suçluları olmuştu.

Çocukluğunun bu denli çalkantılı geçmiş olması, kendisine bolca duygu durum bozukluğuyla geri dönmüştü. Aldığı terapiler, çevresinde dört dönüp duran kişiler işe yarıyor gibi görünse de kaçıp kaçıp babasına koştukça yine yolun en başında buluyordu kendisini hep.

İyileşemiyordu, iyi olamıyordu.

İyi olmadığını fark etmek için de çokça geç kalmıştı, çok hata yapmıştı.

Son zamanlarda, bu Lal ve Müge’nin hayatının Özkanlarla kesişmesini kapsıyordu, babası ve annesinin arasında bir köprü kurabilmeyi başardığını düşünmüştü. Annesinin de dayanamayıp artık babasını affedeceğini, sonunda bir aile olabileceklerini hayal edip duran Güneş için bu durum bir nevi bayramdı. Yıllarca hayal ettiği her şey gerçek olacaktı, annesi ve babasıyla bir arada olacak ve hiçbir sorun onları yıkamayacaktı.

Bunların pembe birer düşten ibaret olduğunu, üzerindeki kanın kırmızılığına boyanmış bir gömlekle evin kapısında beliren Ümit Taşer’i gördüğünde birkaç saniye içinde kavramıştı Güneş. İlk aklına gelen cümle Lal’e aitti, kardeşine…

‘O bir canavar Güneş, senin baban bir canavar ve ben o korkunç canavarla büyümek zorunda bırakıldım. İnan ki bir seçim hakkım olsaydı, onu hiç görmeden büyüyenin kendim olmasını isterdim. Ben senden babanı çalmadım.’

Ne olduğunu soramadan babasının kendisini itip içeri girmesi ve koridorun sonunda annesinin onu görüp büyük bir çığlık koparmasıyla kıyametinin başladığının artık farkındaydı.

Öfke dolu hali, bakışlarındaki boşluk ve üzerindeki kan bir aradayken Güneş ilk kez ona baktığında Lal’in bahsettiği canavarı görmüştü. Ona göre güçlü bir kahramandan ibaret olan babasının, aslında nasıl biri olduğunu kendi gözleriyle görmek zorunda kalmıştı.

Birkaç saat içerisinde polisler gelip onu götürürlerken de, sonrasında da sindiği duvar köşesinden kıpırdayamamıştı. Ne yaptığını duymuştu, polislerden birinin annesine yaptığı açıklamayı duymuştu ve nefesi kesilmişti.

Çınar defalarca kez arayıp ulaşamamasının ardından eve gelmeseydi, hiçbir zaman oradan kalkacağını da düşünmüyordu. Annesinin her zamanki gibi kendi derdine odaklanıp bir kenara geçmesine, onun halini görse de yanına gelmemesine içerlememişti. Alışkındı.

“Öldürmüş, Lal’in annesini öldürmüş.” gibi bir şeyler mırıldanmaktan başka bir şey yapamazken Çınar’ın göğsünde nefessiz kalacakmışçasına ağlamaya başlarken polisten duyduklarını en kötü olacak şekilde yorumladığından bu haldeydi. Göğsünden bıçaklandığını duymuştu, bunun geri dönüşü olamayacağını bağıran karamsar tarafı telaşını arttırıyordu.

Çınar duyduklarıyla kaskatı kesilmişken kolları arasında yaprak gibi titreyen kızı zor tutuyordu. “Ne?” diye sorabildi kısıkça.

Güneş’in yarım yamalak mırıldanmaya devam etmelerinden anladığı durumu ise gözlerini sıkıca kapatarak reddetmeye çalışmıştı.

Çınar, Güneş’i tanıdıkça onda dışarıdan bakılandan çok daha fazlası olduğunu keşfedebilmiş sayılı kişilerden biriydi. Arkadaşlarına aldığı cephenin sertliği de bundandı belki de.

Öfkesinin, saldırganlığının ardında Güneş’in hiç büyüyememiş bir kız çocuğu olarak kaldığını anlamak için ona dikkatle bir kez bakmak bile yeterliydi. Ama pek kimse buna çabalamamış, bu da Güneş’i iyice fevriliğinin ardına saklanmaya itmişti.

Kendisine yaklaşmasını bir oyundan ibaret zanneden arkadaşlarının aksine gerçeği bilen Çınar’dı. Tıpkı Güneş’e ilk adımı atanın kendisi oluşu gibi…

Güneş özürlerini sıralamaya devam ederken şokta gibiydi. Lal’i bile görmeden özür dileyip duruyordu yalnızca. Lal, içine çekildiği kötü anlardan sıyrılır sıyrılmaz Güneş’in iyi olmadığının farkına vardı.

Telaşla düşünürken ne diyebileceğini kestiremiyordu. Karşısında oturan kızın, tanıdığı Güneş olup olmadığı ile ilgili de çokça soru işaretine sahipti.

Çaprazlarında kalan, arkadaşlarının ve sevgilisinin bulunduğu masaya kısa bir bakış attığında, orada hararetli bir biçimde konuşuyor olduklarını gördü. Yardım isteme düşüncesinden o anda vazgeçmişti. Onların da konuşmaya ihtiyacı olduğunu biliyordu.

Bir an sonra sandalyesinden ayaklanarak, sandalyeyi Güneş’in yanına yakın olacak şekilde konumlandırdı. Yeniden oturduğunda artık Güneş ile aralarında pek mesafe kalmamıştı.

Saç renkleri dışında annelerine benzerlikleri bulunmadığından; Güneş’in sarı, Lal’in siyah tutamları dışında çokça benziyorlardı. Onları hiç tanımayan birinin ilk bakışta kardeş olduklarını anlayabileceği oranda benziyorlardı hem de.

Bugüne dek bu benzerliği hiçbir zaman içten hissedemeyen Lal, ilk kez Güneş’e bakarken kalbinin acıdığını duyumsuyordu. Karşısında kilitlenmiş bir biçimde özürler sıralayan, gözlerinin içi kızıla bürünmüş titrek haline acıdığından olabileceğini düşündü bir an.

Ama öyle değildi.

Lal insanlarla pek iletişim kurmadan, hatta arkadaş bile edinmeden büyümüş daha doğrusu büyümek zorunda bırakılmıştı. İnsanları anlayabilme yetisi bununla doğru orantılı biçimde eksikti. Bu eksikliği kapatabilmek için verdiği çaba ise, ona empati yeteneğiyle dönmüştü. Lal, karşısındaki her kim olursa olsun onun yerine geçip onun gibi düşünüp hissedebilmeyi öğrenmişti böylece.

Şimdi Güneş’in pişmanlığını, neden bu halde olduğunu da bu sebeple kavrayabiliyordu.

Masanın üzerinde duran sıkı sıkıya kapattığı avucuna uzandı düşünmeden. Düşünse, belki de tıpkı Güneş’in on gün öncesine kadar yaptığı gibi karşısındakinin sızısını görmezden gelip kendi mutluluğuna dikkat kesilebilirdi. Güneş hiç yokmuş gibi davranıp eve dönebilir, ailesine sığınabilirdi.

Yapmadı.

Güneş’in avucunu kendi avucuyla örtüp tuttuğunda kızarmış bakışları apar topar kendisine dönen kızı gördüğünde, yapmadığına da sevinmişti aslında. Rahatsız olduklarını hep gömerek, belki unuturum diyerek bir köşede bekleterek çözmeye çalışmıştı Lal. Yapması gerekenin onlarla yüzleşmek ve öyle unutmaya çabalamak olduğunu yeni yeni öğreniyordu. Ara vermeden devam ettiği terapilerden kendine çıkarttığı en büyük ders bu olmuştu.

“Sarılabilir miyim sana, rahatsız o-…” Güneş’in boğuk ve pürüzlü çıkan sesiyle kurmaya başladığı cümlesi, Lal onu anlar anlamaz yarıda kesildi. Lal başını hafifçe sallayarak hemen yarısında onaylamıştı çünkü onu.

Güneş kollarını karşısındaki bedene sardığında gözlerinin çeşmesi sonuna kadar açılmış, içli içli ağlamaya başlamıştı. Lal omuzuna düşen yaşları hissediyorken, sessizce kollarını tıpkı onun gibi karşısındaki bedene dolamakla yetindi.

“İyileşmemize engel olan kötü kalpli canavar artık yok, biz iyileşeceğiz Güneş. O hiç hayatımıza dokunmamış gibi olacak bir gün, biliyorum ben.” Saniyeler sonra dudaklarından fısıltıyla dökülen cümleleri Güneş’e ulaştığında Lal bedenindeki kolların sıkılaştığını hissetti.

“İyileşeceğiz,” diye tekrarladı. Aldıkları yaralar belki aynı belki bambaşkaydı ama Lal’in söylediği gibi iyileşmelerindeki tek engel, artık onlara ulaşamayacak kadar uzaktaydı.

Güneş geldiğinde, gece sonlanır; gece yeniden görünmek istediğinde ise güneş ortadan kaybolurdu.

Bugüne dek isimlerinin anlamlarına karşı çıkmadan, hiç kesişmeden yaşadıkları hayatları bugünden sonra buna meydan okuyacak ve belki de Güneş’i ve Gece’yi aynı anda ağırlayacaktı.

 

 

Günümüz, akşamüzeri

 

“İzleyecekmiş… Kimi kandırıyorsun sen yalancı böcek?” Demir, gözleri dalgın dalgın mutfak duvarında gezinen kızına yaklaşırken bir yandan da kendisini duyduğunu sanarak söyleniyordu. Lal ise kendi düşüncelerine dalmış bir biçimde iki gün öncesine ışınlanmıştı.

Yanağına dokunan eli hissettiğinde irkilerek yerinde hareketlendi. Demir düşeceğini sanarak hızla kolunu kavramıştı. “Şşş, yok bir şey. Dalmışsın, benim Lal.”

Lal dokunuşun sahibini ve nerede olduklarını kavradığında derin bir nefes aldı. “Korktum,” diye mırıldandı.

“Neye daldın öyle?” diye sordu Demir merakla. Son günlerde pek yaşanmayan bir durum olduğundan bilmediği bir şey mi oldu diye tereddüde düşmüştü hemen.

“Güneş…” diye cevapladığında Demir durumu anlayarak gözlerini kısa bir an kapatıp açtı. Lal gibi tezgâha oturması mümkün olmasa da yan tarafında durup sırtı tezgâha dönük olacak şekilde yaslandı. Lal hemen yaklaşıp başını omuzuna yatırmıştı. Sırnaşık haline içi gitse de bir şey söylemeden yanağını saçlarına dokundurmakla yetindi.

Sessizce biraz aynı şekilde beklediklerinde Lal sabahtan beri aklında olan o konuyu dile getirdi bir anlık kararla. “Baba…”

“Söyle fıstığım,”

“Nilperi abla yarınki kahvaltıya Güneş’i ve dayısını da çağırsın mı?” Demir gelen teklifi duyduğunda Lal kendisini göremese de dudaklarını kıvırdı. “Bilmem,” diye sordu hiçbir fikri yokmuş gibi. “Çağırsın mı?”

Nilperi’nin bir gelenek haline getirdiği Pazar kahvaltıları, yapılabildiği kadar sık yapılmakla birlikte en kötü ayda bir mutlaka gerçekleşiyorlardı. Herkesi bir arada görmeye bayılan Tuna sayesinde yıllar önce başlayan bu etkinlik, yıllar geçip Tuna büyüse de aynı kalmıştı.

“Ben sana soruyorum sen bana soruyorsun,” diye mızmızlandığında Demir cevapsız kaldı. Lal sıkıntıyla oflarken birkaç saniye sonra kendi kendini cevaplamıştı. “Çağırsın, çağırsın.”

Demir amacına ulaştığı için memnundu. Lal’in sorusu görünürde soru olsa da aslında bir itiraftı. Güneş’in de gelmesini istediğinden içten içe emin olsa da bu kararı başkasına verdirterek kolaya kaçmaya çalışmıştı. Demir’in onu artık oldukça iyi tanıyor olduğunu pek hesaba katmamıştı.

 

 

~

 

 

“İki tane doktor var evde, Allah aşkına iki adım atsam ne olabilir ki? Buraya poşet gibi taşıyarak getirdiniz beni.” Müge söylenerek, Eda ve Oktay’ın varlığıyla kendisini biraz rahat bırakacaklarını düşündüğü ikilinin umurunda olmamasına dert yanıyordu.

Bu tepkisi Lal ve Demir dışındakileri eğlendirirken, ikili kaşları çatılmış bir biçimde ona bakmaktaydı.

“Kızı da kendine benzetmiş, safım benim daha sinirlenmeyi bilmiyordu bu kız dün. Kaş çatıyor şimdi.” Mert, Lal’i göstererek analizini dile getirirken Baran -unutanlar için, Uras’ın ev arkadaşıydı- onayladı. “Peri’ye benzetenler utanır mı sanmam, bence ilk günden belliydi Demir Özkan’a dönüşeceği.”

Tuna, bakışları hayra alamet olmayan sevgilisinin gittikçe küsmeye yaklaştığının farkına ilk varan olurken gülüşünü hızla sildi yüzünden. O tribin kurbanı olacak kadar delirmemişti henüz. Üstüne üstlük bir de onu üzdüler diye Demir Özkan karabasan gibi üzerlerine çökecekti devamında. Baran ve Mert abilerinin bunu atladığını düşünüyordu. Riskli hareketlerdi bunlar.

“Anne!” diye ciyaklayan Gülin tüm dikkati üzerine topladığında, Gülin sevinçle kıkırdadı. Herkes ona bakınca mutlu oluyordu, tam bir ilgi delisiydi.

“Ne kıkırdıyorsun sen orada babasının gülü, hım?” Uras tek hamleyle kucağına çektiği küçük bedeni sıkıca sarıp boynunu peş peşe öperek huylandırırken salonu Gülin’in neşeli kahkahaları dolduruyordu. Herkesin yüzüne tebessümler bırakan sahne sürerken, zil sesi duyulduğunda Simge kapıya en yakın isim olduğundan yavaşça Mert’in koluyla kafeslediği bedenini kurtardı. Sorarcasına kendisine bakan sevgilisine, “Zil çaldı aşkım, bakayım ben.” diye açıklama yaptıktan sonra ayaklanmıştı.

Nilperi, o salondan çıkarken kapının çaldığını anlayınca hemen arkasından ilerledi. Gelenlerin kim olduğu açıktı, tek eksikleri kalmıştı çünkü.

Simge kapıyı araladığında, Nilperi de ona yetişmişti. Kapı açılıp karşılarında buldukları ikiliyi birlikte karşılamışlardı böylece.

Simge görüşme sıklıkları son olaylar sebebiyle fazlasıyla azalan arkadaşını gördüğünde kocaman gülümseyerek kollarını araladı hemen. Birkan onun çocuk gibi kendisini kucaklasın diye bekleyen haline gülerek sıkıca sarılmıştı.

Nilperi onlar sarılırken, az önce Birkan’ın arkasına doğru saklanıyor olduğundan şimdi ortada kalmış olan Güneş’i görmüştü. “Hoş geldiniz,” diyerek gülümseyerek konuştu.

Lal kendisini arayıp, kahvaltıya onları da çağırmasını rica ettiğinde üzerinden birkaç ton yük kalkmışçasına rahatlamıştı. İki taraf arasında bir o yana bir bu yana sürüklenmek, kendisini ruhsal olarak fazlasıyla yormuştu son dönemlerde.

“Hoş bulduk Nilcim Pericim,” diyen Birkan Simge’den ayrıldığında aynı şekilde Nilperi’ye sarıldı. “Hazır kıskançlığın kitabını yazan kocan yokken biraz sarılayım.”

Nilperi kıkırdayarak kollarını boynuna sardı. “Düzgün konuş kocam hakkında.”

“Yemedik kocanı, senin olsun güle güle kullan.”

“Kullanıyor zaten Birkan, kaç yıl olmuş tepe tepe kullanıyor yani.” Simge alayla konuşurken Güneş bu diyaloğa dayanamayıp gülmüştü. Bakışlar kendisini bulunca ise bu hamlesinden biraz da olsa pişman olmuştu.

Kendisini kurtaran, beklenmedik o anda koridorda koştur koştur görünen Lal olurken hepsi bu kez oraya döndüler. Lal kapıya pek bakamadan Nilperi’ye seslendi hemen. Geliş amacı da buydu zaten. “Nilperi abla! Babam Mert abiyi dövüyor da, ne yapmamız gerekiyor acaba?”

Simge telaşla “Ay!” diye bağırırken çoktan salona koşturmuştu. Nilperi küçük bir kahkaha patlattı hemen arkasından. “Abimi tutabilecekmiş gibi koşuyor ya bir de… Aşk işte, ne yapsın.”

Lal bu sırada kapıda bulunma sebeplerinin gelen misafirler olduğunu çoktan fark etmişti. Kapının eşiğinde duruyor olan Güneş’i gördüğünde kendini tutmaya gerek duymadan gülümsedi. Güneş, şu ana dek var olan diken üstündeki halini bu gülümsemenin içtenliğini hisseder etmez bir kenara bırakıp benzer bir gülümsemeyle dudaklarını kıvırmıştı.

Birkan, yeğeninden dinlemiş; Nilperi de Tuna’dan öğrenmiş olsalar da bu sahneye ikisi de şaşkınca bakakalmışlardı birkaç saniye. Duymak ve görmek kesinlikle aynı hissettirmiyordu. Ancak mesleki olarak hislerini gizlemeye ikisi de yatkın olduğundan ve şu an için bu tavırlarının doğru olmayacağından emin oldukları için hızla toparlandılar.

Güneş içeriye tamamen girmek için bu anı bekliyormuş gibi ayakkabılarından kurtulduğunda Lal’e doğru adımladı. “Hoş geldin,” diye mırıldanmıştı Lal.

“Hoş buldum,” diye yanıtlarken yan yanaydılar artık.

“İçeriye girelim, belki dikkati dağılır da Mert abiyi kurtarırız.” dedikten sonra ne yaptığının tam da farkında olmadan Güneş’in elini tutup salona doğru ilerlemişti Lal. Güneş itirazsızca elini tutan ele parmaklarını dolarken koridorda yavaşça gözden kayboldular.

Birkan, ilk kez böylesine sakin ve uyumlu gördüğü yeğenin ardından bakarken gözlerinin hafifçe dolduğunun farkında değildi. Nilperi onun halini gördüğünde kollarını beline doğru sarıp göğsüne yaslandı.

“Az önce ele ele tutuşanlar 17 yaşlarında iki genç kız değillerdi Birkan, biliyorsun değil mi?” diye sordu yarı hoşnut yarı buruk bir sesle.

Birkan burnundan keskin bir nefes vererek başını yavaşça olumlu anlamda salladı. “Biliyorum, Nil. El ele tutuşan, aynı yerden yaralanan çocukluklarıydı.”

Nilperi, daha önce aklına çokça düşen bir biçimde yıllar önce bir kardeşinin daha olduğunu öğrendiği o güne gitti. Onun henüz iki yaşına yeni basıyor olan bir bebek olması, Nilperi’nin tüm gardını indirmiş ve geriye kalan tüm ayrıntıları gereksiz kılmıştı. Lal ve Güneş’e baktığında, biraz benzer ama çoğunlukla bambaşka bir hikâye görüyordu.

Tahmin ediyordu ki bu andan sonra, artık hikâyeleri ayrışmaya değil, benzeşmeye başlayacaktı. İkisinin de buna ihtiyaç duyduğu çok belliydi.

 

 

~

 

 

“Nereye gittiğimizi söylemeyecek misin gerçekten?”

Lal tatlı tutmaya çalıştığı sesiyle Tuna’yı ikna edebilmeyi umarken Tuna ona bakmamaya devam ediyordu. Bakarsa o iri yeşil irislerin etkisinde sıkışıp kalacak ve sürprizini rezil edecekti.

Gecenin karanlığında el ele tutuşarak yürüdükleri yol bitmek bilmezken, Lal sabırsızlıktan ölecek gibiydi.

Aslında halinden memnundu Lal. Yanında Tuna vardı, aklında onu rahatsız eden hiçbir düşünce kalmamıştı ve el ele yürüyorlardı bir süredir. Sadece varış noktalarını merak etmeden duramıyordu işte.

Tuna sessizliğini koruyarak onu bir nevi yendiğinde oflayıp birleşmiş olan ellerini öne arkaya salladı öylece. “Tamam söyleme, tamam. Hiç de merak etmiyorum zaten, neden edecekmişim ki merak? Neredeyse gece yarısı olmuşken, beni evden çıkarttın dakikalardır yürüyoruz bir yere… Ama hiç merak etmiyorum o yeri, evet.”

Tuna kendi kendine söylenen sevgilisinin tatlılığı dişlerini kamaştırdığında yanağından küçük(!) bir ısırık çaldı. “Konuşma öyle tatlı tatlı, yiyeceğim şimdi seni Gece.”

Lal kıkırdayarak kaçmaya çalışırken adımlarını hızlandırmaktan başka bir şey yapmamıştı çünkü el elelerdi.

Sonunda gelmeleri gereken yere yaklaştıklarında Tuna rahatça nefeslendi. Biraz daha Lal’i dinlemeye devam etse kıyamayıp dökülecekti zaten.

Lal geldikleri yerin neresi olduğunu anladığında hafifçe kaşları havalandı. “Sahile geleceğiz diye mi gizem yarattın Tuna?” dedi merakla.

“Bilmem,” dedi Tuna omuz silkerken. “Öyle mi yaptım?”

Denizin kenarından biraz yürümeye devam ettikten sonra, Tuna zaten çok dolu olmayan sahilde denizin karşısına koyulmuş banklardan birine yönlendirdi adımlarını. Onunla birlikte Lal de adımlamıştı dolayısıyla.

Yan yana banka yerleştiklerinde Lal Tuna’nın elini bırakmadan kendi kucağında tutmuştu sıkı sıkı. Tuna bu haline gülümsedi.

“Bu gece dolunay var gökyüzünde.” diye konuşmaya başlayan Tuna, Lal’in başını geriye doğru atarak gökyüzüne bakmasına yol açtı. İlk cümlesinin ipucu için yeterli gelmemesine içten içe gülmüştü. Devam etti. “O olmasaydı yine burada olmaya cesaret edemezdim sanırım. Bu kadar net görünüyor oluşunun bir işaret olduğunu düşündüm. Bir işaret olduğuna inanmak istedim.”

Lal, Tuna’nın devam eden cümlelerinin yarısında dudakları şaşkınca aralanarak başını normal hale getirip sevgilisinin mavi gözlerine odaklandı.

Tuna, aylar önce ona ilk yazma cesareti bulduğu gecede attığı mesajları kelimesi kelimesine aktarıyordu kendisine şu anda.

“Tuna…” diye mırıldandı kısıkça. “Ne oluyor?”

“Bir şey olmuyor Gece, sadece biz tanışalı; daha doğrusu sen bana o cesur adımı atalı tam olarak dört ay oluyor. Tıpkı o gece sana iz bırakan dolunay gibi bu gece de dolunay bizimle.”

Lal istemsizce parmaklarını daha sıkı doladı Tuna’nın parmaklarına.

“Uzun zaman sonra, ilk kez bu kadar huzur dolusun. Gözlerine dalgınlık çökmüyor, bedenin bizimleyken aklın birden ortadan kaybolmuyor, gülümsemen arada sırada çıkıp sürprizler yapmak yerine hep dudaklarında bekliyor.” Lal üzerine çöken dinginlikle onu dinlerken gözleri kısılmıştı. Tuna bu haline gülümsedi. “Bu dört ayda her şey değişti, hiçbir şey o günküyle aynı değil. Tek bir istisna bile yok.”

“Ama iyi ki değişti.” diye ekledi hemen Lal. Değiştiğine pişman olduğu hiçbir şey yoktu o günden bugüne dek gelişen.

“İyi ki,” dedi Tuna başını olumlu anlamda sallarken. “İyi ki gece güzeli, iyi ki sevgilim.”

Lal kollarını kaldırıp sıkıca boynuna sarmak için daha fazla bekleyemediğinden bedenini onun üzerine doğru atınca Tuna küçük bir kahkahayla sıkıca onu tuttu. “Çok aşığım ki sana ben, böyle bir sürü, anlatsam olmuyor, bakışlarımdan oku desem yetmiyor…” Tuna kulağına dolan cümlelerle gözlerini yumdu.

Oldukça hareketli geçen günlerin, haftaların hatta ayların sonunda ilk kez böyle bir an yaşıyorlardı. Tuna’nın bu geceyi dışarıda geçirebilmeleri için Uras ve Demir’i zor bela ikna etmek için dil dökmesi de bundandı. Özel anları çok kısıtlıydı şimdiye dek, hep bir sorun ya da eksiklik bulup durmuştu ikiliyi.

9 Temmuz’da başlayan hikâyeleri, yarım saat önce takvim 9 Kasım’a dönünce dört ayı geride bırakmıştı.

Tuna da dördüncü ayları bu şekilde sonlansın, bundan sonraki aylar hep böyle başlasın istemişti bu geceyi planlarken.

“İyi ki bana âşık olmayı seçti o taptığım kalbin gece kuşu, yoksa ben seni nasıl bulacaktım? Hep eksik mi kalacaktım?”

Lal başını hafifçe çevirip yanağını öptü birkaç kez onun. “Asıl ben sana aşık olmasaydım ne yapacaktım sevgilim? Hem sensiz hem ailesiz mi kalacaktım?”

Tuna onun neyi kastettiğini anladığında iç çekti. Onun eksikliğini çektiği her ne varsa, tamamlandıkça Tuna da hiç bilmediği açıklar kapanıyor ve rahata eriyordu.

Gerçek aşkı erken bulanlar, onu kaybetmemek için en çok çabalaması gerekenlerdi belki; önlerinde çok zaman, karşılarına çıkacak çok engel vardı. Ancak yine en şanslılar da onlardı, aramak için ömürlerinden pek tüketmeden birbirlerine kavuşmuş, o tatlı hislerle çevrilmişlerdi.

Aşk, şüphesiz, hem en acı hem en tatlı olan hislerden biriydi. Hatta bu özelliği bir ona özgüydü, başka hislerde bulması çok zordu.

Şimdilik Tuna ve Lal için oldukça tatlı olan aşkın ileride onlara ne getireceği bilinmezdi, fakat doğru kişiye doğru zamanda hissedilen aşkın yenemeyeceği pek engel de yoktu.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm