Aykırı Çiçek 31.Bölüm
31.BÖLÜM
- 13 Kasım 2002
“Rüzgar!
Kardeşini niye ısırıyorsun babacım, bak izleri çıkmış.” Savaş, oğlunu kucağına
alıp olay yerinden uzaklaşırken Pınar çoktan ağlamaya başlamış olan Toprak’ı
sakinleştirmeye çalışıyordu. “Geçti annem, şaka yaptı Rüzgar sana. Bak saat
yapmış, aa!”
Toprak
şaşkınca kolundaki ize bakarken sordu. “Babamın saati gibi mi?”
“Evet oğluşum,
babanın saati gibi.” Toprak canının acısını unutmuş halde kolundaki izi
incelerken Savaş salonun diğer ucunda Rüzgar’ı azarlamakla meşguldü.
“Abi!” Yaman
annesinin ve babasının koşuşturmasını izlerken kucağına kafasını koymuş yatıyor
olan Yekta’ya baktı. “Ne oldu?”
“Ben çok
sıkıldım, oyun oynayalım.” Yaman, kendi yaşıtlarıyla oyun oynamaktan oldukça
memnun olsa da konu Yekta olduğunda oyun oynamak onun için işkenceye
dönüşüyordu. Kazanamadığında deliren, yaşına göre çok büyük bir hırsa sahip
olan Yekta ortalığı birbirine katıyordu. Yaman bu yüzden onun teklifini geri
çevirmeye karar verdi. “Ben çok yorgunum, Toprak ya da Rüzgar’ı al onlarla
oyna.”
“Onlar bebek!”
“Sen de
bebeksin!” Yekta abisinin cümlesiyle öfkelenerek yerinde doğruldu. “Baba! Ben
bebek miyim, abime bir şey söyle!”
Savaş, Toprak
ve Rüzgar cephesini zar zor durultmuşken şimdi de büyük oğullarının birbirine
girmesine derin bir nefes alıp sakin kalarak tepki vermeyi denedi. Pınar, onun
bu haline bıyık altından gülerek salondan çaktırmadan çıktı.
Öğlen uykusuna
yatırdığı üçüzlerden uyanmak için sona kalan her zamanki gibi kızı olmuştu.
Toprak ve Rüzgar’ı alıp salona götürmüştü, aradan yarım saat daha geçmişti
fakat Deniz’den halen ses seda yoktu. Pınar yarı açık bıraktığı odanın kapısını
tamamen açıp içeriye girdi. Şimdi uyandırmazsa gece uyumayacağını biliyordu.
Kıyamasa da uyandırmak zorundaydı.
“Deniz?” Geçen
aylarda beşiklerin etraflarındaki tahta çubukları sökmüşlerdi. Artık bir nevi
yatakta yatıyorlardı üçüzler. Bu değişiklik Pınar’ın odaya girer girmez yatağın
boş olduğunu görmesine sebep oldu. Kaşları hızla çatılırken birkaç kez adını
seslendi. Bu sırada odadan çıkıp koridora geçmişti.
Cevap
alamadıkça telaşlanmaya başlarken her yere baktığını düşünerek panikle salona
girdi. “Savaş!”
Savaş,
karısının endişeli sesiyle barıştırmaya çalıştığı Yekta ve Yaman’dan gözlerini
ayırıp ayaklandı. “Ne oluyor güzelim? İyi misin?”
“Deniz yok,
her yere baktım, bulamıyorum.” Savaş başını hafifçe yana eğdi. “Şaka mı
yapıyorsun Pınar? Nereye gidecek küçücük çocuk, evde bir yerde saklanmıştır.
Korkutma beni.”
“Şaka falan
yapmıyorum.” Pınar sesini kontrol etmeye çalışırken bir gözü diğer
çocuklarındaydı. Onları da ürkütmek istemiyordu.
“Dışarı
çıkmamıştır, kilitli kapı. Açamaz. Ben tekrar bakayım eve.”
Savaş salondan
çıkmak için hareketlenmişken evde yankılanan kırılma sesiyle hepsi irkildiler.
“Deniz!” Savaş kızının adını sertçe seslenerek salondan çıkıp sesin geldiği
tarafa koştu.
Duymaya
başladığı ağlama sesiyle derin bir nefes verdi. Kapısı aralanan kilerden paytak
adımlarla ağlayarak çıkan bedeni hızla kucakladı. “Bayba…” Deniz iç çekerek
ağlarken babasının omuzuna gömüldü.
“Söyle
babacım, buradayım.”
“Annem
kızmasın bana, noluy.” Savaş kızının bu haline kıyamayıp sıkıca sarılırken
onları bir adım ileriden izleyen karısına baktı. Konunun ne olduğunu
anlayamamıştı. “Neden kızacakmış annen sana can suyum?”
“Reçeller
kırıldı, ben sadece yicektim çilekli reçelden biraz. Annem görmeden yiyim diye
oraya girdim ama düştüler hep.”
Pınar
duyduklarıyla gülse mi ağlasa mı bilememişti. Aralarındaki mesafeyi kapatıp
kızını babasından alıp kendi kucakladı. “Annecim, prensesim bak bi’ bana.”
derken bir yandan da herhangi bir zarar görüp görmediğinden emin olmaya
çalışıyordu.
Deniz annesine
sıkıca sarılırken daha çok ağlamaya başladı. Hem sesten hem de bir şeyleri kırmış
olmaktan dolayı korkmuştu. “Sabah kahvaltıda birsürü reçel yemedin mi annem
sen? Miden bulanana kadar yedin hatta.”
“Doymadım ama,
midem iyileşti şimdi yine yicektim anne.” Savaş, gözyaşları arasında açıklama
yapan kızının haline gülerek onun saçlarını öptükten sonra salona ilerledi. Az
önce korkmuş olan oğullarını sakinleştirmesi gerekiyordu.
Pınar ise
kucağında Deniz ile birlikte mutfağa girdi. “Birlikte yiyelim o zaman,
ağlamazsan yiyebiliriz ama tamam mı bebeğim?”
“Ağlamıyorum
ki.” Deniz heyecanla yüzündeki yaşları yumruklarıyla kurulayıp burnunu çekerek
ağlamasını durdurdu. “Bana kızsan çok ağlardım ama kızmadın. O yüzden
ağlamıyorum, reçel yiyebiliriz.”
Pınar
buzdolabına kaldırdığı reçel tabağını çıkartıp masaya koyduktan sonra kızını
kucağından indirmeden sandalyeyi çekip oturdu. Neredeyse kafasına kadar dolu
olan reçel tabağı dakikalar içinde dibi görünecek hale gelirken Pınar, kızının
her yere bulaştırdığı reçel artıklarına kıkırdadı. “Reçel mi seni yedi sen mi
reçeli yedin annecim?”
“Ben reçeli
yedim, onun ağzı yok ki, benim var.” Büyük bir bilgi verir gibi anlatırken
Pınar dikkatle onu dinledikten sonra sırtını göğsüne yaslayıp sıkıca sarıldı.
Evde bulamadığında birkaç dakika için de olsa canından can gitmişti.
Değil reçel
kavanozları, evi başlarına yıksa da önemli değildi. Pınar Göktürk için
çocuklarından daha değerli hiçbir şey yoktu. En değerlilerinden biriyle
sınanacak olması ise hayatın ters köşelerinden sadece biriydi.
Bu günün
ertesi sabahı üçüzlerin 3.doğum günleri kutlanmış, ev şenlik yerine dönmüştü.
14 Kasım 2002 bu evin son şenliğiydi, Deniz gittikten sonrası kapkaranlıktı.
~
Uzun sayılabilecek bir süre boyunca babamın göğsünden
ayrılmamıştım. Yaman abim de sırtıma yaslanmayı bırakmamıştı. Sessizce
düşüncelerimle boğuşuyorken babamın amcamla konuştuklarını dinliyordum bir
yandan.
Bedenim soğuk bir ürpertiyle titrediğinde babamın
bakışları hızla bana çevrildi. “Ne oldu meleğim? Üşüdün mü?”
Üşümüş gibi hissetmiyordum aslında ama saçlarımın
diplerindeki ıslaklık yeni yeni etkisini gösteriyordu belli ki. “Üşümedim.”
diye mırıldanırken sesim fazlasıyla mayışık çıktı. Biraz daha burada kalırsam
uyuyakalmama hiçbir şey engel olamayacaktı.
“Barış, ceketimi versene şuradan.” Amcam, babamın
koltuğuna astığı ceketini vermek yerine kendi ceketini çıkartıp ayaklanarak
üzerime bıraktı. Babam çok mutlu olmuş gibi görünmese de ceketi etrafıma sardı.
Bu sırada yüzüne ceketin kumaşı sertçe çarpan Yaman abimden boğuk bir inleme
dökülmüştü. Gülüşümü engelleyemedim. “Acıdı mı?”
“Çok… Öp de geçsin.” Kafasını öne doğru çıkartıp bana
baktığında neden heyecanlandığımı bilmiyordum ama onu kırmadım ve dudaklarımı
yavaşça yanağına bastırdım. “Geçti mi?”
“Geçmediyse kardeşine gitsin muayene olsun, yeter
babacım.”
“Annemi karın diye öptürmüyorsun, kardeşimizi de çalmasan
mı Savaş Göktürk?”
“O da kızım, 1 numara. Ha karım ha kızım, ikisine de
sırnaşmayın.” Babam farkında olmadan beni daha sıkı sarıp göğsünün içine
alabilecekmiş gibi bastırdığında boğuluyor gibi hissederek hafifçe doğrulmaya
çalıştım. Az önce fazlasıyla rahat olduğum yerde bir anda darlanmıştım. Omuzumdan
düşen ceketi düzelttiğimde artık ikisinin arasında normal bir şekilde oturuyor
haldeydim.
“Senin çenen yüzünden kalktı, mutlu musun?” Babam abimi
boğazlayacakmış gibi bakarken araya girdim. “O yüzden kalkmadım, uyuştum artık.
Biraz daha kalırsam uyuyacaktım.”
“Uyusaydın abicim, uykun varsa uyu.”
“Uyumak istemiyorum.” dedim net bir sesle. Saçlarımın
birbirine girdiğini hissettiğim için ellerimi aralarından geçirerek düzeltmeye
çalışıyordum bir yandan. Odanın kapısı çalındığında merakla oraya döndüm. Babam
henüz seslenemeden kapı açılınca içeriye kapıdaki kadın girdi.
“Ne oluyor Elif?” Babamın sesi sertti, odaya hızla
girmesinden memnun olmadığını anlamak zor değildi. “Kusura bakmayın Savaş Bey, durum
acil olunca…”
“Nedir acil olan?”
“Asansörlerden biri bozulmuş, Toprak Bey de içerideym-…”
Henüz cümlesini tamamlayamadan herkes ayaklandığında ne olduğunu anlayamasam da
ben de ayağa kalktım. Ceket koltuğa düşse de dönüp bakmamıştım. Babam ve abim
hızla odadan çıkarken amcam çıkamadan önce kolunu tuttum. “Ne oluyor?”
“Klostrofobisi var Toprak’ın.” dediğinde kalbim acımış
gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Bahsettiğimiz kişinin üçüzlerimden
biri, henüz beni görmemiş olanı olduğunu biliyordum. Rüyalarımda bebeklik
halini gördüğüm, fakat şu an nasıl göründüğünü dahi bilmediğim kişi üçüzümdü.
Asansörde kalmak herhangi bir kapalı alan korkum
olmamasına rağmen bana her zaman korkutucu gelirdi, Toprak’ın bir de korkusu mu
vardı?
“Biz de gidelim.” Amcam panik olmuş halime küçük bir
tebessümle baktıktan sonra alnımı öptü. “Gideceğiz fıstığım, korkma bir şey
yok. Babanların telaşına bakma, Toprak yalnız hissetmesin diye acele ettiler.”
Sırtıma sardığı koluyla bana eşlik ederken odadan çıktık.
Adını artık öğrendiğim Elif yerinde oturuyordu. “Hangi kattalar?” Amcamın
sorusuna aldığımız cevaptan sonra asansörlerin olduğu kısma yönelmeden
merdivenlere saptık. Muhtemelen asansör sistemini düzeltmekle uğraştıklarından
hepsi arızalı halde görünüyordu.
Dört kat indiğimizde geldiğimiz katta asansörlerin önünde
bulunan küçük kalabalık direkt gözüme çarptı. Babam ve abimi, etraflarındaki
birkaç çalışanı ve asansörleri tamir etmekle görevli oldukları belli iki kişiyi
seçebilmiştim.
“Toprak! Ses ver abicim, bir şey söyle. Buradayız biz,
hemen çıkacaksın oradan.” Abim yere doğru eğilmiş, yüksek bir sesle
konuşuyorken çoktan yanlarına ulaşmıştık.
Hiçbir cevap gelmemiş olması korkmama sebep oldu.
Bayılmış olabileceğini düşünmüştüm. Bir yerini çarpmış olabilirdi bayıldıysa.
Felaket senaryoları üretmeye başlayan aklımı toparlamaya çalıştım. Babam
dikkatle asansörün kapısıyla uğraşan adamları izliyordu. Yüzünde bariz bir
endişe vardı. Abim konuşup Toprak’tan cevap almaya çalışsa da babam sessizdi.
“Dağılın siz yerlerinize, burada kalabalık yaratmayalım.”
Amcam arkada duran birkaç çalışanı uyarırken çok niyetleri yokmuş gibi dursa da
yavaş yavaş dağılıp uzaklaştılar. Şimdi sadece biz ve tamir için gelen iki kişi
kalmıştık.
“Ne kadar sürecek bu? Hadi artık.” Babamın hem sinirli
hem korkan sesi adamlardan birinin ona dönmesine sebep oldu. “Kapı şimdi
açılır, sorun yok. Fakat asansör iki katın arasında kalmış, mekanizmayı yukarı
çekmeden beyefendiyi çıkartamayız.”
Kollarımı kendime sararak kapıyla uğraşmalarını izlediğim
bir ya da iki dakikanın ardından asansörün kapısı sertçe açıldı. Babam ve abim
aynı anda ileriye atılıp aşağıya bakarlarken nefesimi tutmuştum. “Toprak,
buradayız oğlum. Bak yukarı.”
“Gözleri kapalı! Baba, bir şey yapalım vakit kaybediyoruz
böyle.” Abim telaşlı sesiyle ayaklanırken babam olduğu yerden kıpırdamadı.
Aşağıya doğru bakıyordu halen. Bulunduğum yerden asansörün içini göremiyordum,
bir adım öne atıp asansörün platformunu görebileceğim bir açı bulmaya
çalışırken görüş açıma giren bedenle istemsizce bir adım daha attım.
Sırtı asansörün arka kısmına yaslıydı, yarı uzanır halde
başı arkaya düşmüştü. Yüzüne bakarken gözleri kapalı olsa da Rüzgar’ı ikinci
kez gördüğümü sanacağım kadar ona benziyordu. Onlar birbirlerinin bir kopyası
gibiyken ben de hatlarının daha yumuşak çizgilerle çizilmiş haline benziyordum.
“Ne kadar sürer bu asansörün yukarı gelmesi?” Amcamın
sorduğu soruya gelecek cevap için hepimiz adamlara baktık. “Arkadaşlar aşağıda
ana sistemle uğraşıyorlar, en az 15 dakikamızı alır.”
“15 dakika çok uzun…” diye mırıldandım. “Uyuyor gibi ama
halen korkuyordur belki.” Kendi kendime konuştuklarımı herkes duysa da
umursamadım.
“Zincirlerde bir sorun var mı?” diye sordum birden adama
bakıp. Bana anlamsızca bakıyordu. “Neden sordunuz?”
“Sordum işte, var mı yok mu?” Sesim kontrolsüzce
yükseldi.
“Hayır yok, sistemsel bir sorun bu.”
Abimin bileğini tuttum. “Beni aşağıya doğru sarkıtırsan
yanına inebilirim, sizin ağırlığınız fazla gelebilir ama ben sorun yaratmam.”
“Ne?” Abim şaşkınca bana bakıyordu. Bileğini çekiştirdim.
“Abi hadi, yanına indir beni. Birden atlayamam, ama sen yardım edersen
inebilirim.”
“İkinizi de tehlikeye atmış oluruz, saçmalama Deniz.”
Babamın net bir şekilde Deniz deyişi o an hiç umurumda olmadı, tek derdim
Toprak’ın yanına inebilmekti. Adamlara döndüm. “47 kiloyum, benim yavaşça
yanına inmem sorun yaratır mı?”
Adam bir bana bir de babamlara baktıktan sonra başını iki
yana salladı. “Sanmıyorum, halatlarda hiçbir sorun yok. Mekanik bir arıza
değil, sistem sorun yaratmış.”
“Duydunuz işte.” dedim. Asansöre doğru yaklaşıp
bacaklarımı aşağıya doğru sallandıracak şekilde oturdum. “Abi kollarımın
altından kavra, indirebildiğin yere kadar indir.”
Babam kenara çekilse de bana tereddütle bakıyordu. Ona
güven vereceğini umduğum bir bakış attım. Abim koltukaltlarımdan geçirdiği
kollarıyla beni kavradığında saçlarımın üstünü hafifçe öptü. “Ona kim olduğunu
anlat, sakinleşebileceği en hızlı yol bu.”
Bedenimi aşağıya doğru sarkıttığında ayaklarımın yere
değmesine biraz mesafe kalmışken fazla sarsmamaya dikkat ederek asansörün
zeminine bastım. Küçük bir sallanma yaşanmıştı ama halen bulunduğumuz yerde
durduğumuza ve yere çakılmadığımıza göre sanırım sorun yoktu.
Yere çöküp oturur oturmaz Toprak’ın omuzuna dokundum.
Adını birkaç kez seslensem de tepki vermemişti, gözleri kapalıydı. Ama uyuyor
ya da baygın gibi değildi. Sanki gözlerini bulunduğu yeri görmek istemediğinden
sıkıca örtmüş ve açmamakta inat ediyor gibiydi.
“Kapıyı açtılar az önce, ben senin yanına gelebildiğime
göre yalan söylemediğime emin olabilirsin.” dedim omuzunu hafifçe sıkarak
varlığı belli etmeye çalışırken. Gözünü açıp kapıya bakarsa daha iyi
hissedebileceğini düşünüyordum ama henüz başaramamıştım.
Abimin söylediklerini düşündüm. Deniz olduğumu söylesem
gözlerini açacak mıydı? Babamın anlattıklarına göre yaşadığımı ama henüz
bulunamadığımı düşünüyorlardı geriye kalan aile üyeleri. Toprak da onlardan
biri olmalıydı.
“Toprak…” diye mırıldandım. Çenemi omuzuna yaslayarak.
“Benim, Deniz… Üçüzün geldi, ona bakmayacak mısın? Merak etmiyor musun hiç
beni?”
Toprak’ın beni duyuyor olduğunu bu cümlelerimin ardından
başını sertçe geriye vurup ‘sus’ diye fısıldamasıyla kesin olarak anlamıştım.
Bu rahat bir nefes almama sebep oldu. Konuşmaya devam etmememe rağmen birkaç
kez daha ‘sus’ diye mırıldanıp başını arkaya vurduğunda elimi başı ve asansörün
duvarının arasına koydum. Sonuncu hamlesi elimin üzerine gelmişti, canım acısa
da umursamadım.
Yukarıdan bize bakıyor olan babamları bakmasam da
hissedebiliyordum ama fısıldaşıyor gibi konuşuyorduk. Bizi duyamıyorlardı sanırım.
“Gözlerini aç, yüzüme baktığında da susmamı isteyecek
misin? İstersen yemin ederim susacağım.” Rüzgar’ın beni gördüğünde hayalet
görmüş gibi irkilmesini, aynadaki yansımasını görmüş gibi kafasının karışmasını
anımsadım. Aynısını gözlerini açarsa Toprak da yaşayacaktı.
“Sus dedim!” Haykırır gibi konuşarak gözlerini aralayıp
yüzünü hızla bana çevirdiğinde kısa bir an bekledi. Yüzümün her ayrıntısında
gezinen bakışları gittikçe karmaşıklaşırken ben de yeni görüyor olduğum
yeşillerini izliyordum.
Başını hızla iki yana salladı. “Niye bana bu kadar çok
benziyorsun sen?” diye sordu şaşkınca. Az önceki açıklamamı duymazlıktan
geliyordu. Deniz olduğumu söylememişim gibi yapıyordu.
“Sen Rüzgar’a neden benziyorsan, ben de sana o yüzden
benziyorum.” Gözlerimi gözlerinden ayırmadan konuştuğumda şaşkınlıkla bezeli
ifadesi sarsıldı. İki kat arasında sıkışık kalan bir asansörde olduğumuz
gerçeği şu an ikimiz için de anlamını yitirmiş gibiydi. “Deniz misin sen?
Gerçekten buradasın öyle mi?”
Yanında olduğuma inanamıyor olduğunu o kadar net
hissedebiliyordum ki… Bu bana gerçekleri öğrendiğim ilk anda düşündüklerimi
anımsatıyordu, gözlerimi araladığımda yanıbaşımda olan adamın babam olduğuna
inanamayışım gibiydi.
“Buradayım, yanındayım.” Toprak’ın az önceki
şaşkınlığından sıyrılması ve kollarını bana dolayıp beni kendisine çekmesi
saniyeler sürdü. Kendimi neredeyse üzerinde bulduğumda telaşla kollarımı
boynuna sardım. Sırtımdaki kolu yetmiyormuş gibi omuzlarıma yükselttiği diğer
koluyla daha sıkı sarıldığında yanağımı yanağına yasladım. Yüzlerimiz
benziyordu ama cüsselerimizin benzemediği kesindi. Ben yarısı kadardım,
kollarında kaybolmuşum gibi hissediyordum.
Babama, abime, amcama sarılmıştım. Hepsine sarılmıştım ve
sarıldığımda güvende hissettirmişlerdi. Ama Toprak kollarını bana dolamışken
hissettiklerim güvenden çok farklıydı. Bunun üçüz oluşumuzla bir ilgisi var
mıydı bilmiyordum ama yıllarca içi boş bekleyen bir köşem dolmuş, tamamlanmışım
gibi huzurlu hissediyordum.
Boynundaki kollarımı çok sıkmamaya çalıştım, burada
kapalı kalmış olmak onu daraltmış olmalıydı. Krizini tetiklemek istemiyordum
ama yine de ona daha yakın olmaya çalışmaktan kendimi alıkoyamıyordum. “Bana
benzemene gerek yok, kanıtlamak için sarılsan yeterli olurmuş ki.” Toprak’ın
söyledikleri, onun da benim gibi birbirimizi tamamlamışız gibi hissettiğinin
kanıtıydı.
Dayanamayıp kollarımı sıkılaştırdım. Yanağımın yaslı
olduğu yanağını ittirir gibi kendimi bastırdığımda Toprak’tan güler gibi bir
ses çıktı. “Küçücük bir şeysin ama yanakların bebekliğimizdeki gibi tombul
halen.” Muhtemelen benim de içinde bulunduğum birçok fotoğrafa sahiplerdi, ben
onları yalnızca rüyalarımda kendi zihnimin resmedebildiği kadarıyla görsem de
onlar net bir şekilde biliyorlardı.
Ne kadar zayıflarsam zayıflayayım yanaklarımın içe
çökmediği garip bir bünyeye sahiptim. “Zayıflasam da gitmiyorlar ki!” dedim
yarama tuz basmış gibi yakınarak. Toprak yüzünü çevirip yanağımı sertçe öptü.
“Gitmesinler zaten.”
İlkokul aşkımdan öpücük almışım gibi gözlerimi
kırpıştırarak ona baktığımda gülümsedi. “Niye öyle bakıyorsun? Bir daha mı
öpeyim?”
Konuşulması gereken binlerce şeye rağmen konumuzun yanak
ve öpücük olmasından hiçbir şikayetim yoktu. Bir daha öpmesini istesem de
çekinerek bir şey söylemeden omuzuna kafamı koydum. Toprak yüzünü saçlarıma
yasladıktan sonra derin bir nefes aldı. “Film izler gibi bizi izleyen dörtlüden
haberin var mı?”
Babam, abim ve amcamı kastettiğini biliyordum. Ama
dördüncünün kim olduğunu anlamamıştım. Tamircilerden biri olduğunu sanarak
kafamı yukarı doğru kaldırdım. Takım elbiseli başka biriydi. Gözleri irice
açılmış bize bakıyordu. Babamlardan çok daha şaşkın olduğu kesindi.
Sabah amcamın söylediklerini anımsadım. “Dördüncü kişi
Ufuk mu?” diye kısıkça sorduğumda Toprak onayladı. “Öyle.” Selim’in kardeşi
olduğunu biliyordum Ufuk’un. O da kuzenimdi.
Asansör kapısı aniden kapandığında Toprak’ın bedeninin
kasıldığını hissettim. “Şş, buradayım. Tamir etmişlerdir, şimdi hareket edecek.
Sakin ol lütfen.” Saçlarını severek kulağına doğru fısıldadığımda yukarıda da
uğultular başlamıştı. Asansör yaklaşık bir dakika içinde hareket etmeye
başladığında derin bir nefes aldım. “Bak gördün mü?”
Asansör yeniden durduğunda kapı yavaşça açıldı. Halen
yerde oturuyorduk, kapı açıldığında karşımızda bulduğumuz dörtlü az öncekiyle
aynıydı.
“İyi misiniz?” Babam hızla üzerimize doğru eğilerek bize
baktığında cevap vermesi için Toprak’a öncelik verdim. Ama aynı şeyi o da
yapınca ikimiz de sessiz kalmış olduk. Bu, birbirimize bakıp gülmemize sebep
olunca abimin sesini duydum. “Tiplere bak, gülüyorlar bir de! Boşuna mı korktuk
burada, kalkın hadi.” Babamın bize uzattığı ellerine tutunarak aynı anda
ayaklandığımızda Toprak elimi tuttu. O kadar sıkı tutuyordu ki bıraksa kaçacak
olmamdan ben bile şüphelenmiştim.
“Yakından daha da benziyorlar.” Ufuk’un sanırım içinden
söylemek istediği cümlesi biraz fazla sesli yükselince bir anda sessizlik oldu.
Dikkatle bana bakıyordu. “Üçüz oldukları için olabilir mi?” Amcam, oğlunu
kolunun altına alarak aydınlatırken Ufuk başını salladı. “Olabilir gibi.”
Babam parıldayan gözleriyle Toprak ve bana bakarken
arkasında dönen sohbeti duymuyordu sanki. Bütün dikkati bizim üzerimizdeydi.
“Nasıl hissediyorsun Toprak? Bir yerinde bir şey var mı oğlum?”
“Hiçbir şeyim yok, hatta daha önce bu kadar iyi
hissettiğimi hatırlamıyorum.” Göz ucuyla bana bakarak konuştuğunda anlamsızca
utanarak bir yere saklanma ihtiyacıyla doldum.
Babamın odasına çıkmak yerine bu katta olan Ufuk’un
odasına geçene dek pek bir şey konuşulmadı. Odaya girdiğimizde Toprak halen
elimi tutuyordu.
Ufuk’un odasında çok fazla oturacak yer olmadığından abim
ve kendisi ayakta beklerken biz yerleşmiştik. İki ayrı tekli koltukta
oturuyorduk ama Toprak tam yanımdaydı. “Eve geç erkenden Toprak, dinlen.” Babam
konuştuğunda Toprak kaşlarını çattı. “Tek mi geçeceğim? Siz de geliyorsunuz,
bir şey söylemiyorum diye abartmayın isterseniz. Elini tuttuğum kişi Deniz,
baba. Suratlarınıza bakılırsa daha anlatmadığınız bir sürü şey var.”
“Sezgilerine sıçayım senin.” Tepemde dikiliyor olan abim
homurdanırken başımı geriye atarak ona baktım. Yanağımı başparmağıyla okşayıp
başımı yeniden indirdi.
“Var Toprak. O yüzden annen ve kardeşin için merakını bir
süre kenara bırakman gerekecek.” Amcam sakince konuşurken babam tepkisizdi.
Toprak, benim yıllarca başka bir ailede büyüdüğümden habersizdi, onları yeni
yeni hatırlıyor olduğumu bilmiyordu. Beni elimden tutup eve götürmek istiyordu,
ama önceki deneme çok da iyi sonlanmamıştı.
“Deniz,” diyerek bana döndü. Benim başka bir ada sahip
olduğumu bile bilmiyordu henüz. Yüzüm acıyla kasılırken cevap vermesem de devam
etmesini isteyen bakışlarımla yüzüne baktım. “Eve gelmeyecek misin?”
Tanışmadığım, daha doğrusu 23 yaşındaki halimi görmeyen
yalnızca Pınar ve Yekta Göktürk kalmıştı. Rüzgar, Toprak’tan daha fazla şey
biliyordu ama onunla da yeniden tanışmam gerekecekmiş gibi hissediyordum. Cevap
veremeyişime babam yetişti. “Toprak lütfen, ne zaman isterse o zaman gelecek
eve. Acele etmemiz gerekmiyor.”
“Annem Deniz’in yaşıyor olduğunu öğrendiğinden beri her
gün ağlıyorken hiç acelemiz yok öyle mi? Ağlasın biraz daha, doğru
söylüyorsun.” Çok küçük bir an içim acıyla kasıldı. Toprak için önceliğin
annesi olmasına kırılmak istememiştim. Ama elimde değildi. Değersiz hissederek
büyüyen biri için, başkalarının her hareketini bu şekilde yorumlamak kaçınılmaz
oluyordu.
Dışarıya yansıtmadığım bu tepkim içimde bir köşede öylece
dururken sakince nefes almaya devam ettim. Toprak’ın tutmaya devam ettiği elime
indirdiğim bakışlarımı diğerlerinden ayırmıştım.
Ben de çok ağlıyordum, hayatımın hiçbir döneminde bu
kadar sık gözyaşlarımı akıttığımı hatırlamazken son bir aydır neredeyse her gün
bir şekilde ağlayıp durmuştum. Babamın ölümüne ağlamıştım önce, sonra ölen
kişinin babam olmayışına… En sonunda da babamı bulduğuma ağlamıştım, ailemin
bambaşka insanlar olduğunu öğrendiğime…
Kot ceketimin cebinde hissettiğim küçük bir titreşimin
ardından zil sesim odayı doldurduğunda elimi cebime götürüp telefonumu
çıkarttım.
Ekranda gördüğüm isim yine bir şekilde imdadıma koşmayı
başarmış olan çocukluk kahramanıma aitti. “Ben dışarıda konuşup geleyim.”
Ayaklanırken Toprak’ın elinden ayrılan elimi ağırlaşmış gibi yumruk yapıp
kapattım. Odanın dışına çıktığımda kenardaki duvara yaslanıp çalmayı bırakmış
olan telefonumu açıp Koray’ı yeniden aradım.
“Uyandırdım mı İzgi’m? Saat 11’e geliyor diye aradım
direkt.”
“Yok, uyumuyordum.” dedikten sonra hızla ekledim.
“Koray?”
“Söyle canım.”
“Ben bir şey yaptım.” dedim yaramazlık yaptığını itiraf
edecek küçük bir çocuk gibi.
“Ne yaptın İzgi?”
“Dün sana rüyalarımı anlattım ya hani…”
“Evet, anlattın. Bir tane daha mı gördün aynı rüyadan bu
gece.”
Sanki beni görebilecekmiş gibi kafa salladım ardından
sesli olarak da onayladım. “Gördüm, daha fazla ayrıntılıydı hem de.”
“Bu iyi bir şey gibi duruyor, onları kendini zorlamadan
hatırlıyorsun sonuçta.”
“Hı hım, iyi gibi.” dedikten sonra tek nefeste konuşmaya
devam ettim. “Bu sabahki rüyamdan uyanır uyanmaz da şirkete geldim işte.”
“Acar’la mısın? Sabah sabah adamı sal da çalışsın kızım
eve ekmek getiremez sonra bak.” Oldukça yanlış anlamış olan Koray’ın dalga
geçişine kısa bir an güldüm. “Ajansta değilim.”
Telefonun kapandığını zannedebileceğim bir duraksama
yaşadıktan sonra konuştu. “Neredesin?”
“Babamın yanında.” diye fısıldayabildim. “Babanın… mı
yanında?” Koray şaşkınca tekrar onaylatma ihtiyacı duymuştu. “Evet.” dedim.
“Toprak’ı da gördüm az önce. Sadece iki kişi kaldı, ama biraz yoruldum. Yani
zihnim… Yorulmuş gibi.”
“Her şey bir günde hallolmak zorunda değil, biliyorsun
değil mi?”
“Biliyorum, ama beklediğimde de sanki bir yirmi yıl daha
geçecek ve geç kalacakmışım gibi oluyor Koray. Ne yapmam gerektiğini
anlayamıyorum ki.”
“Hangi taraf daha ağır basıyorsa onu yap İzgi, pişman da
olacak olsan sorun değil ama şimdi neyi istiyorsan onu yapmalısın.”
Neyi istediğimi biliyordum, tek korkum sonuçları ve
ileride bana getirecekleriydi. Bugüne kadar Koray’ı dinleyerek birçok şey
yapmıştım, çoğunlukla beni benden daha iyi tanıdığından hiç pişman olduğumu
hatırlamıyordum. Şimdi yine aynısını yapacaktım.
Onu dinleyecektim, istediğimi yapmak konusunda tereddüde
düşmeyecektim.
Koray’a bir sorun olursa haber vereceğime söz verdikten
sonra telefonu kapattık. Telefonumu tekrar cebime koyup odaya geri dönmeden
önce biraz bekledim. Toprak’a muhtemelen bir şeyler anlatıyorlardı. Benim
hakkımda bir şeyler…
Odanın kapısının önünde dikildiğim sırada kapı açılınca
irkildim. Karşımda Yaman abimi gördüğümde ben sakinleşirken o da rahatlamış
duruyordu. “Ben… Gittin mi diye bakmak için çıktım.”
“Haber vermeden neden gideyim?” diye sorduğumda kaşları
çatılır gibi oldu. “Haber verip mi gideceksin yani?”
“İlla git diyorsa-…” diyerek küçük bir blöf yaptığımda
abim beni elimden tutarak odaya soktu. “Git diyenin belasını si-… sevmeyen
Yaman Göktürk değil denizkızım. Saçmalama.”
Bana denizkızım diye seslenmesine içimden kocaman
sırıtırken odaya girdim. Toprak’ın yanındaki koltuk Ufuk tarafından
doldurulmuştu. Amcamın oturduğu tekli koltuğun kol kısmına kalçamı yasladım.
Sanırım benim bebekliğimi net olarak hatırlıyor olanlarla sorun yaşamazken,
üçüzlerimle yani benden ayrıldıklarında benimle yaşıt olanlarla yaşayacağım
bazı problemler vardı.
Ya da içten
içe onlara bağlı kalan ruhum en çok onlara kırılıyordu.
~
“Yekta bizi mahvedecek. En sona kaldığını öğrendiğinde
kafayı yiyecek kesin.” Babamın arabasının arka koltuğunda sessizce otururken
yanımda Toprak, ön tarafta da babam ve abim vardı.
Eve gidiyorduk.
Amcamlar bu sahnenin kendi aramızda yaşanması gerektiğini
düşündüklerinden olsa gerek gelmemişlerdi. Onları şirkette bırakıp tek bir
arabayla ayrılmamız yaklaşık on dakika kadar önce gerçekleşmişti. Babamın
kullandığı arabanın bir süre sonra yeniden o evin önünde duracak olması kalbimi
sıkıştırsa da sakin olmaya çalışıyordum.
“Sona kalmadı ki, annemle aynı anda görecek sonuçta.”
Babamın az önceki cümlesini abim cevapladığında Toprak konuştu. “Rüzgar? Onu
neden saymadınız?”
Bakışlarımı sağımdaki cama çevirip onların konuşmasından
uzaklaşmış görünsem de duymamam imkânsızdı. “Rüzgar’ın olanlardan haberi var.”
“Rüzgar’ı benden ayıran neydi? Ona söyleyip benden sakladınız
mı yani?”
“Toprak.” Babamın bastırarak ismini söylemesi Toprak’ı
çok etkilemişe benzemese de derin bir nefes verip susmuştu.
“Bir hafta önce falan tanıştık.” diye mırıldandım cama
bakmaya devam ederken. “Gerçi tanışma sayılır mıydı bilmiyorum, tesadüftü. Onun
yerine bahçeye sen çıksaydın, sen görürdün. Ya da belki başka biri…” Büyütmeye
gerek olmadığını anlatmak istemiştim, kimsenin Rüzgar ve Toprak ayrımı yaptığı
yoktu. Yanlış anlamıştı az önce.
“Bahçe mi? Eve mi geldin sen Deniz?” Toprak bana döndü.
Camdan bunu görebilmiştim. Ben de yavaşça ona baktım. “Geldim.”
“Ben yok muydum?”
Bilmiyordum. “Bilmem, içeri girmedim. Kısa bir süre
bahçede bulundum sadece.”
Toprak iyice kafası karışmış gibi bakıyordu. Ama bu
süreci başından anlatacak kadar enerjim yoktu, bu görevi diğerleri
üstlenebilirlerdi.
Toprak sanki daha fazla cevap vermeyeceğimi anlamış gibi
başka bir şey söylemedi. Buna neredeyse sevinerek yeniden cama döndüm.
Şirketten çıkmadan önce babam herkesin evde olmasını
sağlayacak şekilde diğerlerini aramıştı. Bizden önce ulaşıp ulaşmayacaklarını
bilmiyordum ama eve gittiğimizde er ya da geç Pınar, Yekta ve Rüzgar Göktürk
ile karşılaşacağım kesindi.
Araba evin bahçesine girip, ileride park alanımsı kısımda
durana dek sessizdik. Benim gerginliğimin yanında özellikle babamın heyecanını
hissedebiliyordum. Bunun ‘annem’ ile tanışacak oluşumdan kaynaklandığı açıktı.
Arabadan en son inen bendim. Abim kapımın önünde durup
bana elini uzattığında sıkıca tutup yere bastım. Bahçesinde büyük bir krize
sürüklendiğim eve bu kez sakince gelip, sakince ayrılabilmeyi diliyordum.
Önden babam ve Toprak ilerlerken biz de birkaç adım
arkalarındaydık. “Rüzgar zaten evdeydi, Yekta da gelmiş. Arabası burada.
Şaşırmaman için söylemek istedim.” Abimin söylediklerini başımı sallayarak
onaylarken bir yandan da bunun iyi mi kötü mü olduğunu düşünüyordum. Hepsini
aynı anda görüp, stresi fazla ama bir kez yaşamak mı iyiydi, yoksa ayrı ayrı
ama daha az mı yaşamak?
Zile basan Toprak oldu. Zil sesi birkaç kez yankılanıp
ortadan kaybolduğunda kapı çok az bir süre sonra açıldı. Kapıyı açanın kim
olduğunu babam ve Toprak’ın arasında kalan küçük boşluktan görebilmiştim.
Rüzgar’dı.
Ben onu zor görebilmişken, o sanki benim de geleceğimi
anlamış gibi direkt olarak bakışlarını üzerime çevirdi. Gözlerinde, ilk
karşılaşmamıza göre çok daha fazla, sakin parıltılar vardı. Beni gördüğüne
sevinmiş olduğunu görmüş olduğum için nasıl hissetmem gerektiğini bilememiştim.
“Hoş geldin.” diyerek karşısında bir tek ben varmışım
gibi konuştu. Toprak ve Rüzgar’ı yan yana gördüğümde bir kez daha benzerlikleri
gözüme takılırken yavaşça başımı sallayabildim. “Özür dilerim.” demesini
beklemiyordum. “Amacım seni üzmek değildi o gün.”
Aklım hızla o güne dönerken bunun doğru bir karar
olmadığını düşünerek engel olmaya çalıştım. Babam da benimle aynı fikri
paylaşıyor gibiydi. “Rüzgar, sonra babacım. Şimdi zamanı değil, sonra konuşup
anlaşırsınız.”
Rüzgar önce babama döndü, ardından bana bir kez daha
bakıp kapının önünden çekildi. Toprak ve babam içeriye girdiler. Ben halen
abimin elini tutmuş, ilkokula başlayacak bir çocuk kadar gergin ve
heyecanlıydım kapının eşiğinde.
“Pınar!” Babam içeriye seslenerek ilerlerken ilk adımımı
attım. Onun heyecanından güç almak istiyordum. Annemin vereceği tepkinin babamınkine benzeyeceğini düşünüyordum.
Eve girdiğimde içerinin rüyalarımdaki ev olduğu fark
ettiğim için duraksadım. “Mutfak sağ tarafta, babamın girdiği yer de salon
değil mi?” Gördüklerimi canlandırmaya çalışarak daha eşikten yeni geçmişken
söylediklerim hem abimi hem Rüzgar’ı afallatmışa benziyordu. “Öyle… Sen nereden
biliyorsun?” Rüzgar’ın sorusunu “Rüyalarımdan.” diyerek cevapladım. Bir şey
anlamadıklarından emindim, rüyalarımdan haberi olan tek kişi henüz sadece
babamdı.
“Deniz!” Duyduğum yüksek sesin beni neden korkutmadığını
bilmiyordum. İnce bir sesten dökülmesine rağmen oldukça güçlü bir haykırıştı.
Biz ilerleyemeden az önce babamın girdiği kapıdan iki
kişi çıktı. Sabah babama sorduğum kahverengi düz saçlar, aynı renk gözler ve en
fazla benim kadar olan boyuyla karşımda duran kadın Pınar Göktürk’tü, annemdi.
Arkasında bekleyenin küçük abim olduğunu bilmek gözlerimi
ona çevirme ihtiyacıyla dolmama sebep oldu ama gözlerinden yağmur yağmaya
başlamış gibi hızla dökülen yaşlarla bana bakan annemden kafamı çeviremedim.
“Deniz…” Bu kez az önce neredeyse bağırıyor olan o
değilmiş gibi fısıltıyla seslendi. Dizlerim titriyor gibi olduğunda abimin
elini sıktım. Ayakta duramıyor olduğumu anladı mı bilmiyorum ama sırtıma
koyduğu avucuyla bana destek olması mantıklı bir karardı.
Annem aramızdaki mesafeyi tek adımıyla kapatıp üzerime
doğru geldiğinde yanaklarımı avuçlarının arasına aldı. Yüzüne bakmasam ağlıyor
demezdim ama o kadar çok yaş akıtıyordu ki…
“Neredeydin sen annecim, neredeydin prensesim? Çok
özledim ben seni, çok özledim Deniz.” Alacağım nefes beni rahatlatacakmış gibi
burnumu acıtacak kadar derin bir iç çekerek nefes almaya çabaladım.
Yanaklarımdaki eller mi çok sıcaktı ya da ben mi buz kesmiştim?
Ben buradaydım diye
bağırmak istedim. Siz yoktunuz,
neredeydiniz beni neden bulmadınız diyerek bağırmak istiyordum. Bunu
yapamadığım için sanki cümleler yine de benden dökülmek istemiş gibi hıçkırdım.
Annemin sessiz gözyaşlarının aksine ben hıçkırarak ağlamaya başladığımda
babamın bize yaklaştığını fark ettim. Ama gelmesine annemin ona uzattığı eli
engel oldu.
Annem yanaklarımdaki ellerine dökülmeye başlayan
yaşlarımla birlikte canı acımış gibi acıyla inledi. “Ben kızımı nasıl
sakinleştireceğimi bilmiyorum.” Kendi kendine mırıldandığı cümlesi sertçe
yutkunmaya çalışmama sebep olurken babama seslendi yardım ister gibi. “Savaş!
Savaş ben kızımızı nasıl sakinleştireceğimizi bilmiyorum. Neden bilmiyorum?”
Yanağımda duran ellerini ateşe değmiş gibi çekti. Kendi
kafasına sertçe vurduğunda babam elini tutup ikinci kez aynı şeyi yapmasına
engel oldu. “Pınar yapma, kurban olayım yapma. O senden daha şaşkın, daha
korkuyor. Daha da korkutma, n’olur.”
“Korkmasın Savaş, annesinden korkmasın benim kızım.”
Kendimi saniyeler içinde bulduğum yer annemin omuzu oldu. Beni kendisine çekip sardığında
daha önce beni saran kocaman cüsseli bedenlere rağmen onun kollarında da aynı
güven vardı. Belki daha bile fazlasını hissettirerek sırtımı, omuzlarımı
sardığında yüzümün yaslı olduğu omuzunda sessizce hıçkırdım.
Sırtımı, saçlarımı bir bebeği sakinleştirir gibi okşarken
en son beni o kadarlık bir bebekken kucaklayabildiğini biliyor olmak ağlayışımı
hızlandırdı.
İkimizi aynı anda göğsüne çeken kişinin babam olduğunu
görmemiştim, ama hissediyordum. Kocaman kollarını ikimize aynı anda sardığında
annem beni bırakmamıştı ama artık üçümüz sarılıyorduk. Kısık bir sesle
şükrettiğini duyduğum sırada annemin omuzunda başımı dinlendirmeyi
sürdürüyordum.
Halen yaşananların bir rüya olduğunu zannediyor olduğum
anlar vardı, aynı anda anne ve baba sıcaklığını hissedebiliyor olduğum bu an
ise o rüyanın en hoş köşesiydi. Rüyaysa da uyanmaya niyetim yoktu.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder