Aykırı Çiçek 20.Bölüm
20.BÖLÜM
Yaşamım boyunca annem ve babamla başlayan her cümlemde ya
bir kırgınlık ya da bir şikâyet kendisini gösterirdi. Onlarla ilgili güzel
anılarımı tüm bu birikintinin altında bulmakta zorlanırdım. Bunun benim suçum
olmadığını bilsem de tüm suçu onlara yıkmak beni rahatlatmış olmuyordu. Tam
aksine, boyumu aşan soru işaretleriyle öylece ortada kalakalıyordum.
Araba hareket etmeyi bırakana dek yaslandığım cama doğru
büzüşüp sessizce ağlamaya devam etmiştim. Kimseden tek bir kelime dökülmüyordu.
Koray, “İyiler…” demişti ve ardından büyük bir sessizlik arabayı kaplamıştı.
Arabanın durduğunu fark ettiğimde bulunduğumuz yerin
neresi olduğunu görmek ağlayışımı biraz daha hızlandırmıştı.
Çalıştıkları hastanenin önünde duruyorduk.
Koray, kazayı evin çok uzağında yapmadıklarını
söylemişti. Burada olmalarına şaşırmamalıydım bu yüzden ama yine de bu gerçek
içimi acıtmıştı.
Kapımı açıp bir ayağımı dışarıya atarken Koray hızla
benim olduğum tarafa dolanıp önümde beklemeye başladı. Arabadan indiğimde
kolunu sırtıma sararak ayakta kalmam için destek olmuştu. Gözümden
durmayacakmışçasına akmaya devam eden yaşlar yanaklarımı, boynumu ıslatmayı
sürdürürken onun adımlarına uyarak yürüdüm.
Buraya birkaç kez gelmiştim. Hepsinde yanımda annem ya da
babam vardı, istisnası yoktu bu durumun. İlk kez onlar olmadan, birazdan
üzerlerindeki beyaz önlükle kapıdan görünmeyeceklerini bilerek bu kapıdan
girmek garip hissettiriyordu.
Hastanenin bahçesindeki kalabalıktan sıyrılıp binaya
girdiğimizde danışmaya yöneleceğimizi sanıyordum ama Koray nereye gitmemiz
gerektiğini biliyormuş gibiydi. Asansöre ulaştık.
Asansöre bindiğimizde Soner abi de hemen arkamızdan
gelmişti. Kocaman bir aynayla kaplı olan asansörde yansımamla karşı karşıya
kaldığımda yüzümdeki ifade irkilmeme sebep oldu. Gözlerimden yaşlar iniyordu,
ağlıyordum. Fakat bu yaşlar bana ait değilmişçesine boş ve ifadesiz bakıyordum.
Gözlerimden geçen duyguları ben dahi okuyamıyordum.
“İzgi, geldik.” Koray’ın seslenmesiyle yüzümü incelemeyi
bırakarak arkamı döndüm. Açılmak üzere olan asansör kapıları yavaşça
aralandığında önden Soner abi ve arkasında halen beni sıkıca tutan Koray ile
ben ilerlemeye başladık.
Asansörden çıkar çıkmaz karşıdaki duvarda asılı tabelaya
gözüm takıldı.
Kalın puntoyla yazılı 6. kat yazısının hemen altında ameliyathane yazıyordu.
Ameliyattalardı.
İyi değillerdi.
Zihnim hızla parçaları kendi mantığında birleştirip
farklı yollara savrulurken sol tarafa doğru yürüdük. Etraftaki bekleme
koltuklarında tanımadığım birkaç insanı görmek midemi burkmuştu. Birazdan ben
de bir kenara oturacak ve böyle görünecektim. Annemi ve babamı bekleyecektim.
Attığımız son birkaç adımda gördüğüm iki kişi bu kez
tanıdıktı. Yan yana oturmuş sessizce bekleyen kişiler Sedat amca ve Yeliz
teyzeydi.
“Baba.” diyerek geldiğimizi belli eden Koray’dan sonra
ikisi de hızlıca bize döndü. Sedat amca hemen ayağa kalkıp yanımıza geldi.
“İzgi…” dedi sadece. Sesinden ne diyeceğini bilemediğini anlayabilmek zor
değildi. Çaresizce yüzüme bakıyordu.
Henüz yüzüne ulaştırmadığım bakışlarımı yavaşça gözlerine
diktim. Sedat amcanın kısa bir an afalladığını fark etmiştim. Bakışlarım ona da
mı garip gelmişti?
Omuzumdan nazikçe destekleyerek beni göğsüne doğru çekip
sardı. Kollarım iki yanında salınmışken sesimi çıkartmadan bana sarılmasına
izin verdim. Nefes alıp verdikçe burnuma dolan kokusunun babamla olan
benzerliği ciğerlerimi yakar gibi içimi acıttığında yere düşmüş gibi büyük bir
acıyla inledim.
Sedat amca beni kollarıyla sarmıyor olsaydı kendimi yerde
bulmam kaçınılmazdı. Dizlerimin beni taşımadığını hissedebiliyordum.
Kimse bana ‘Sakin ol, durumları iyi’ demiyordu. Bunun
farkındalığı zihnimdeki kötü senaryoları alevlendirdi. Sedat amca beni az önce
oturuyor olduğu sandalyeye oturttuğunda boş bir çuval gibi onların beni
zorladığı hareketleri uygulamaktan başka bir şey yapmıyordum. Yeliz teyze
bacağımın üzerine bıraktığım elime uzanıp sıkıca tuttu. Bunu yalnız hissetmemem
için yapıyordu.
Ama yalnız hissetmek beni korkutmuyordu. Ben yalnızlıktan
korkacak en son kişiydim, yalnızlığı avucunun içi gibi bilendim.
Yakınlaşana dek herkese sunduğum duvarlarımı kimse aşıp
benim yanımda olmaya çalışmamıştı. Koray’ı göz ardı ediyor gibi konuşuyordum. O
hep benimleydi evet, ama ailesiyle ve benim dışımda kalan arkadaşlarıyla
geçirmesi gereken zamanlar hep vardı. Doğal olan buydu.
“Birazdan iyi haberler alacağız inşallah, kuzum benim.
Alpay da Reyhan da sağ salim toparlanacak kısa zamanda, içini ferah tut.” Yeliz
teyzenin elimi iki avucuyla sarıp kulağıma doğru mırıldandıklarını duysam da
bir şey söylemedim.
Biz geleli bir saati çoktan geçmişti. İlerdeki duvarda
asılı büyük saatten dakika dakika izliyordum geçen zamanı. Kimse henüz çıkıp
bir bilgi vermemişti. Büyük bir sessizlikle beklemeye devam ediyorduk.
Yeliz teyze elimi hiç bırakmamıştı, arada saçlarımı
okşayıp seviyor, kulağıma telkin edici bir şeyler söylüyordu. Ağzımı açıp tek
kelime etmemiş olsam da bunları yapmayı bırakmıyordu.
Yarım saat daha geçip gitti. Omuzlarım her geçen dakika
daha aşağı iniyor, başımı dik tutmakta zorlanıyordum. Saatlerdir oturmuyormuş,
yük taşıyormuşçasına yorgundum.
Çaprazımızda duran cam kapı iki yana açıldığında sonunda
bir hareketlilik görmüş olmanın telaşıyla ayağa kalkmayı denedim. Sendeler gibi
olduğumda yanımda duran Soner abiye tutundum. Kapıdan çıkan iki kişiye baktım.
Maskelerini yarı yolda indirdiklerinde birini sima olarak
tanıdığımı fark ettim. Annemlerin arkadaşlarından biri olmalıydı. Onun da
bakışları beni buldu. Yorgun görünüyordu.
“Reyhan’ın ameliyatı bitti. Herhangi bir komplikasyon
gelişmedi fakat yine de yoğun bakımda durumunu yakından takip edeceğiz bir
süre. Geçmiş olsun.” dedi sakince. Derin bir nefes almaya çalıştım. Korktuğum
kadar olumsuz bir şeyden bahsetmemişti, yoğun bakıma girecek olması gözümü
korkutur gibi olmuştu ama ameliyatı atlatabildiyse oradan da bir şekilde
çıkardı. Annemin inadını en yakından bilen kişi bendim.
“Görebilir miyim annemi? Kısacık bir an bile olsa…” dedim
yalvarır gibi. Az önce konuşan kadının annemin arkadaşı olduğuna artık daha
emindim. Beni de tanıdığını biliyordum.
“Henüz değil İzgi, annen ameliyattan yeni çıktı. Girmen
için uygun zaman geldiğinde ben sana bizzat gelip haber vereceğim, olur mu?”
“Olur.” dedim söylediklerine güvenerek. “Beklerim ben.
Hem babam çıkmadan buradan ayrılmak istemiyorum.”
Kadının gözlerindeki kırılmaya neyin sebep olduğunu
anlamayarak dikkatle yüzüne baktım. Onun bakışları ise benden ayrılıp Koray ve
diğerlerinde gezindi.
“İzg-…” diyerek konuşmaya başlayacağı sırada Sedat amca
öksürmeye başlayınca dikkatim dağılarak bir an ona baktım. Koluna tutunduğum
Soner abi beni daha sıkı kavramış, sanki önlem almaya çalışmıştı.
“Ne söyleyecektiniz?” dedim yeniden kadına dönerek. O
sırada koridorun ucundan buraya doğru gelen adım sesleriyle ikinci kez dikkatim
dağıldı. Üzerinde önlüğüyle bize doğru gelen kişiyi bu kez ismen de tanıyordum.
Yaşar abiydi. Babamın sık sık görüştüğü bir arkadaşıydı, o da burada doktordu.
Yaşar abi bize yaklaştıkça yüzünü daha net seçebilmeye
başladım. Bu da kaşlarımın gittikçe çatılmasına sebep olmuştu. Açık mavi
gözlerinin etrafı kanlanmıştı, uzun süredir ağlıyor gibiydi.
Yanımıza gelir gelmez, Soner abiye tutunmadığım elimi
kavradı. Onun elleri mi çok sıcaktı yoksa ben buz mu kesmiştim bilmiyordum ama
hissettiğim sıcaklık irkilmeme sebep olacak kadar fazlaydı.
“İzgi, özür dilerim, ben… Geldiklerinde her şey için çok
geçti, yapamadım. Kurtaramadım onu.” Yalvarır gibi konuşuyordu. Nefes almadan
özür diliyor, kızarık gözlerinin yeniden yaşlarla dolmasına sebep oluyordu.
“Kimi kurtaramadın?” dedim büyük bir dinginlikle. Bütün
telaşım, endişelerim aniden kaybolmuşçasına sakindim. Yaşar abinin kendi
kendine söylediği her şey bıçak gibi kesildi. Bakışlarımız çarpıştığında bunun
uzun sürmesine izin vermeden gözlerini arkama doğru çevirdi. Arkamda yalnızca
Soner abi vardı. Ona çok kısa bir an bakıp yeniden bana döndüğünde ise dudaklarından
fısıltıyla dökülen tek bir kelime, beni bir uçurumun kenarından aşağıya
itmesine yetmişti. “Baban.”
Dudak uçuklatan bir yükseklikten, dibi görünmeyen bir
denize yol alıyormuş gibi sarsılan bedenimi birilerinin tuttuğunu, benim
düşmeme izin vermediklerini hissediyordum. Nefes alamıyormuş gibi dudaklarımı
aralamaya çalıştım, bedenimin verdiği en büyük tepki titreyişlerimdi. Özellikle
ellerimin titreyişini kontrol edemiyordum.
Saniyeler sonra ellerim bir avucun hapsindeydi. Sıkıca
tutulan ellerimi kurtarmak en büyük işimmiş gibi kıvrandım.
“İzgi! Beni duymuyor musun canımın içi, ben tutuyorum
ellerini İzgi’m. Nefes al, kurban olayım nefes almaya çalış.” Etrafımdaki tüm
sesler az önceye kadar uğultulardan ibaretti; beni telaşlandıran, kaçma
güdüsüyle dolduğum uğultuları dağıtıp zihnime sızan sesin sahibi ise Koray’dı.
Yerde dizlerimin üzerinde oturuyor olduğumu fark ettim
önce, hemen önümde de Koray vardı. Yüzümde gezinen bakışlarıyla odağını zar zor
toparlayan bakışlarım çarpıştığında hareketlendi.
Koray’a öylece bakarken artık dik durmaya bile gücüm
kalmamıştı. Yana doğru düşmemek için ne kadar daha dayanabileceğimi bilmezken
dudaklarım kıpırdadı. “Baba…” dedim. Ama fısıltıya bile dönüşmemişti, yalnızca
dudaklarım kıpırdamış, ne demek istediğimi bir tek ben duyabilmiştim.
Koray’ın bir şeyler daha söylediğini hareket eden
dudaklarından görebilmiştim. Ama seslere olan algım çoktan kapanmıştı.
Saniyeler sonra ise kapanan bir diğer şey bilincim oldu.
Bilincimin yerine gelmesi ne kadar zaman aldı, bu süreçte
neler yaşandı bilmiyorum. Tek bildiğim uyuyorken bile geçmeyen bir acıyı
göğsümde ağırlıyor olduğumdu. Daha önce başıma gelmeyen türden,
tanımlayamayacağım kadar yabancı bir acıydı bu.
İlacı babamdaydı, babam neredeydi?
Saçlarımın arasında dolaşan parmakların varlığını
hissedebilir hale gelmiştim, ama gözlerimi aralayacak kadar kendimde değildim.
Saçlarımı yumuşak dokunuşlarla parmaklarına dolayıp ardından yavaşça serbest
bırakan kişinin Koray olduğunu sandım önce. Bu çok kısa sürmüştü, çünkü elin
sahibinin kokusu burnumdan ciğerlerime dolarken onu tanımamam mümkün değildi.
“Gizleyecek misin benden yeşillerini? Aralamayacak mısın
gözlerini?” Sesini ilk kez bu kadar sakin ve büyük bir şefkatle bezenmiş halde
duyuyordum. Net cümlelerine, keskin tonlamasına alışık olan kulaklarım kısa bir
an bunu yadırgadı.
Uyanmış olduğumu ona fark ettiren neydi, bilmiyordum.
Saçlarımla uğraşmaya ara vermemişti ama hareketlerinin artık daha
hissedilebilir olduğunun farkındaydım. Öncesinde beni uyandırmak istemediği
için temkinli davranıyor olmalıydı.
“Feris…” Adımı ondan duymaya kısa sürede çok fazla
alışmıştım. Kimliğimde yazsa da kimse bana bu ismimle seslenmezdi,
çocukluğumdan beri bu böyle süregelmişti. Herkes için İzgi’ydim ben. Onun hayatına ise her şeyden sıyrılıp, Feris olarak girmiştim.
Gözlerimi aralamak için duymayı beklediğim adımı
mırıldanmasıymış gibi, birbirine yapıştığını düşündürtecek kadar zor ayrılan
kirpiklerimi zorlayarak gözlerimi açtım. Derin bir uykuya daha dalmak, uzun bir
süre zihnimi arafta tutmak istiyordum. Açık bir bilinçle çekeceğim acıdan kaçıp
saklanmanın tek yolu buydu.
Sırtüstü uzandığım yatağın bir hastane odasına ait
olmasına şaşırmamıştım. Görüş alanımı ilk işgal eden beyaz bir tavan olurken
oyalanmadan başımı omuzuma doğru yatırdım. Yattığım yatakta bıraktığım boşluğa
kendini sığdırmış olan Acar’a baktım. Yastığa dökülen saçlarımla uğraşan
parmakları hareket etmeyi bıraktı ama eli oradan ayrılmadı.
“Serumun biteli neredeyse yarım saat oluyor, onu
çıkartırlarken uyanacaksın zannettim ama beni yanılttın. Biraz daha uyusaydın
endişelenmeye başlamıştım muhtemelen.” Acar’ı dinledim, söylediklerini anladım
ama dilimden karşılık olarak bir şeyler dökülmedi. Sessizce ona bakmayı
sürdürdüm.
Sessizliğim, söyleyecek bir şey bulamamamdan mıydı ya da
konuşmaya başlarsam devamında neler olacağını kestiremediğimden miydi emin
olamıyordum.
Saçlarımda duran elini yanağıma doğru uzattı. Avucunun içinde
kaybolacakmış gibi kalan yanağımı başparmağını tüy hafifliğinde kıpırdatarak
okşarken yeniden gözlerimi kapatmak istedim. Ancak yapmadım.
“Acını alamıyorum, senden o acıyı söküp alamıyorum ve
bunu yapabilecek başka birinin olmadığını da biliyorum. Ama dinecek Feris,
dinene kadar buradayım. Günler de sürse aylar da geçse hep bu kadar yakınında
olacağım. Söz veriyorum.”
Uyandığım andaki sakinliği sürüyordu ama bu cümleleri
kurarken her kelimenin dudaklarından bir yemin keskinliğinde, net olarak
döküldüğü açıktı.
Birkaç dakika -belki de daha fazlası- paylaştığımız
sessizlikle sürdü. Yanağımı avucuna daha sert bastırmak dışında
kıpırdamamıştım.
“Sarılayım mı sana?” Bu sabahtan önceki herhangi bir anda
duysam gözlerimi ışıl ışıl parlatacak, içimde kelebeklerin uçuşmasına sebep
olacak sorusuna gözlerim dolu doluyken sırtımı yataktan ayırarak cevabımı
verdim.
Tam doğrulamamış olsam da Acar yarı yolda sırtıma sardığı
koluyla beni karşılayıp göğsüne çekti. Kollarımı kaldıracak gücü o an için
kendimde bulamadım. Yanağımı omuzunun boynuna en yakın yerine yaslayıp burnumu
sıcak boynuna sürttüm. Yanımda olduğuna, gerçekliğine tutunmaya çalışırken Acar
sırtımı bir bebeği sakinleştirir gibi sıvazlıyordu.
Bacaklarımı uzatıyor halde olduğum için bulunduğumuz
pozisyonun ona rahat hissettirmediğini düşünerek kıpırdandım. Dizlerimi kendime
doğru çekip toparlandıktan sonra Acar’ın yardımıyla kucağına sindim.
Üzerimde sabahki beyaz elbisem vardı. İnce kumaştan
dolayı Acar’ın sırtımdaki ellerini tenime direkt değiyorlarmış gibi
hissedebiliyordum.
Gözlerimden aniden taşmaya başlayan yaşlar boynuna
dökülürken kendimi tutmaya çalışmadım. İçim sökülüyormuş, canımdan bir parça
koparılıyormuş gibi ağlarken Acar’ın her hıçkırığımda kendini kasıyor olduğunu
fark ediyordum. ‘Ağlama’ demek
istiyormuş ama bunun beni durdurmayacağını bildiğinden sessizce bekliyormuş
gibiydi.
Boğazlarım yanana, artık kendi ağlayışım kulağımı
tırmalamaya başlayana dek ağladım. Gözlerim kapalı olmasa da babamın siluetini
görüyordum sanki. Gözümün önünden ayrılmıyordu, uzansam ulaşacakmışım gibi
yanımdaydı.
Tüm enerjimi tükettiği sandığım bir anda hıçkırıklarım
kesildi. Gözyaşlarım akmaya devam etse de artık ağlayışım sesli değildi. Acar
kollarını mümkünmüş gibi sıkılaştırıp belimi daha sert kavramayı denedi.
İç çekişlerim odada duyulan tek ses olmaya başladığında
Acar’ın dudakları saçlarımın üzerinde birkaç yerde gezindi. Öptüğü yeri
keşfedemeden yeni bir öpücük bırakıp başımın üstünü öpücüklere boğduğunda iki
yanda öylece sallanan ellerimden birini ensesine uzattım.
Saç diplerini parmak uçlarımla, çizgilerin üzerinden
kayıp geçen bir kalem gibi keşfederken sesini duydum. “Sesini dinletsene bana,
konuş benimle Feris.” dediğinde bir şey demedim. Ne diyecektim ki? Bunu duymuş
gibi devam etti. “Acar diye başlayabilirsin ya da belki kıyamayıp Acarcım da
diyebilirsin. Pek kıyamıyorsun bana sen, değil mi zümrüt göz?”
Dudaklarımı kıvırmayı denedim. Tatlı tatlı konuşmasına,
ondan ilk kez duyduğum bir hitapla bana ‘zümrüt göz’ diye seslenmesine
gülümsemeyi denedim. Gülümsemeye çalıştığımda önüme düşen siluet bana engel
olmuştu. Babam gitmişti, ben onun varlığını zihnimde canlandırıp onu görmeye
çalışıyordum. Gülemezdim ki.
“Tamam, tamam siz bilirsiniz Feris Hanım. Son bir teklif
yapacaktım, ama gerek yok o zaman.” Sersem bir tavırla başımı küçük bir açıyla
omuzundan kaldırdım. Bana eğilip yüzünü daha rahat görebilmemi sağladı.
“Meraklı bir kedisin, ama hayır teklifin süresi doldu.”
Israr edip etmemek arasında karar vermeye çalışıyorken
şakağıma bastırdığı dudaklarıyla gözlerimi kırpıştırıp görüş açımı yaşlardan
arındırmaya çalışarak ona baktım. Bu sırada başımı tamamen kaldırmış, onunla
yüz yüze gelmiştim. Kucağında olduğum için yukarıdan bakmak zorunda kalıyordum
ona.
“Yüzüme böyle küçük bir kız çocuğu gibi masum masum
bakarsan…” diye başladığı cümleyi yutkunarak kesti. Ardından devamı geldi. “Ben
hep yenilirim sana Feris. Bunun istisnası olmaz bu saatten sonra, bil olur mu?”
Az önce kıvrılmayan dudaklarım bu kez ben denemeden küçük
bir kavis kazandı. Gülümsemeye dönüşemese de saniyelik bir tebessümün
dudaklarımda belirdiğini ve Acar’ın bunu gördüğünü biliyordum.
Tebessüm saniyeler içinde kaybolmuştu fakat bu Acar’ın dudaklarımın
kıpırdadığı ilk an dudaklarımızı birleştirip sakince tebessümümden öpmesi için
yeterli bir süre oldu. Dudaklarını geri çekip ikinci öpücüğü dudağımın kenarına
bıraktı.
“Yabancı değilsin diye teklifi bir kez daha sunuyorum.” dediğinde
merakla yerimde kıpırdandım. Belimi okşayıp hareketliliğimi kesti. “Merih de o
zaman bana.”
Ağlayışımın verdiği etkiyle yandıkları için aralamakta
bile zorlandığım gözlerim şaşkınlıkla irileşti. Aklıma üşüşen Melih’ten
dinlediğim ve Acar’ın bu isme olan nefreti ile ilgili olan birkaç konuşma
birbirine karışmıştı.
Acar Merih ve Ali Melih…
Anneleri tarafından ikiz oldukları için isimlerinin de
mutlaka çok benzemesi gerektiği düşünülüp ikinci isimlerini almışlardı. İlk
isimleri ise babalarındandı.
Melih’in anlattıklarına göre, okula başlayana dek Merih
ve Melih isimlerini kullanıyorlarmış ve hiçbir sorun yokmuş. Asıl olay ise
insanların daha aşina olduğu ve söylenmesi kolay olan Melih ismini sürekli
Acar’a da söylemeleriyle başlamış.
Acar’ın şimdiki halinden çokta uzak olmayan bir çocukluk
yaşadığını, huysuz ve kıskanç olduğunu böylece öğrenmiştim. Melih, evde bu
konuyla ilgili kıyametler koptuğunu, Acar’ın annelerini dahi Merih isminden
soğuttuğunu söylemişti.
Aslında biraz empati yapmayı denediğimde ikizimin ismiyle
çağırılmak muhtemelen beni de üzebilirdi. Fakat bunun ismimden nefret etmeye
uzanan bir yol çizeceğini sanmıyordum. Bu,
Acar’a özel bir seviyeydi.
“Merih mi diyeyim gerçekten?” Sesim boğazımdan dolayı
yarı tam yarı kesik çıksa da cümle kurmayı başarmıştım.
Cümlem bitmeden, sesimi duyar duymaz elmacık kemiğimin
üzerinde sert bir öpücük hissettim. “Merih de gerçekten, ama ağız
alışkanlığıyla o isim Melih ol-…”
Başımı yavaşça iki yana salladım. “Karıştırmayacağım ki.”
“Tabii,” dedi uzata uzata. “Göreceğiz onu Feriscim,
göreceğiz.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder