Aykırı Çiçek 45.Bölüm

 45.BÖLÜM



Haziran 2002, İstanbul

 

“Pınar?” diye seslenerek anahtarla açtığı kapıyı yavaşça kapattı Savaş. Yaman ve Yekta’nın bahçede Selim ile birliktw oyun oynadıklarını az önce görmüştü. Annelerini sorduğunda ise evde cevabı almıştı sadece.

“Mutfaktayız!” Karısının sesini duyduğunda adımlarını oraya yönlendirdi. Yüksek ses kullandığına göre üçüzlerin uyumuyor olduğuna emin olmuştu bu sırada.

Mutfağın kapısından girdiğinde karşılaştığı manzara ise başını geriye atarak gülmesine sebep olmuştu. Mutfaktaki ada tezgâha sırayla dizilen Rüzgar, Toprak ve Deniz üçlüsü önlerindeki yemeklere gömülmüşlerdi. Pınar ise arkalarında elleri belinde yorgun bir ifadeyle bekliyordu.

“Bayba!” diyerek her zamanki gibi Savaş’a algısı en açık olan isim Deniz olduğunda diğerlerinin bakışları da kapıya çevrilmişti. Rüzgar ve Toprak her akşam gelen babalarını gördüklerine çok heyecanlanmadan yemeklerine devam ederken annelerinin arkalarında bekliyor olması onlar için yeterliydi.

Deniz ise önündeki patates püresiyle doldurduğu yanaklarını zar zar indirmeye çalışırken kollarını babasına doğru uzattı. “Meleğim,” Savaş kızını kucaklayıp sarılırken Deniz ağzındakileri çiğnerken keyifle ona sırnaşmıştı.

“Rüsgar benim köftemi ham yaptı bayba.” Hızla ispiyonculuk işine girişen Deniz, babasının kızmak yerine güldüğünü görünce sinirle yerinde kıpırdandı.

“Sana yenisini verdim ya annecim, aynı sayıda köfte yediniz.”

“Ama o benimdi.” Ağlamaya bir kala duygusallığıyla köfte için gözlerini dolduran Deniz ağzındaki henüz bitmemiş patates kalıntılarını çiğniyordu.

“Sen de benim kurabiyemi yedin.” Rüzgar açıklamasını yapıp bilmiş bilmiş konuşurken Savaş başta gülse de Pınar’ın sorgular bir ifadeyle çocuklara baktığını gördüğünde duraksadı.

“Ne kurabiyesi annecim? Nereden buldunuz kurabiyeyi?”

“Yengem yapmış, Selim abim verdi bana. Ben yicektim ama Deniz yedi hepsini az önce.”

Savaş, Rüzgar konuşmasını dahi bitiremeden telaşla dolaba yönelen karısını gördüğünde kaşları çatık bir halde Deniz’i sıkıca tutmaya devam ederek konuştu. “Ne oluyor Pınar?”

“Fındıklıydı o kurabiyeler Savaş! O yüzden getirmedi bize hatta, Selim çok seviyor diye yapmış ama bizimkilere göstermemiştik.”

Savaş sesli olmamasına zar zor özen gösterebildiği bir küfür mırıldanırken Deniz’i tezgaha oturttu. Çenesini tutup hafifçe yüzünü havalandırdı. “Bak bakayım babaya can suyum.”

Dudaklarını ve ağzını aralayıp dilini kontrol ederken hafifçe şişmeye başladığını gördüğünde Pınar’ı tamamen telaşlandırmak istemese de yapacak bir şeyi yoktu. “Ver ilacı güzelim, şişmeye başlamış dili.”

Deniz’in fındık alerjisini birkaç ay önce, Pınar’ın yaptığı bir kek sayesinde öğrenmişlerdi. Daha önce hiç haberleri olmadığından, Deniz’in dili şişip nefes almasına engel olana dek fark edememiş olsalar da artık daha tecrübeli sayılırlardı.

Deniz, şurup şişesini gördüğü anda ağlamaya başlarken Rüzgar ve Toprak da o ağladığı için korkarak ağlamaya başlamışlardı. Pınar hangi tarafa yetişeceğini bilemeyen bir halde duraksadığında Savaş bunu anlayarak oğullarını işaret etti. “Salona geçin siz, geliyoruz. Korkmasınlar Pınar, hadi hayatım.”

Pınar zar zor üçüzlerinden ayırdığı oğullarıyla mutfaktan çıkarken Savaş, şurubu içmemek için direten kızına ağladığı için içi giderek baksa da zor bela bir kaşık şurubu yutturmayı başarmıştı. “Tamam kızım, tamam babacım geçti. Bak bitti.”

Kaşığı kenara bırakıp Deniz’i yeniden kucakladı. Babasının boynuna sinip, aklınca ağzını yeni bir şurup vakasına karşı saklıyor olan Deniz’in bedeni iç çekişleriyle sarsılıyordu.

“Bayba,” diyerek mırıl mırıl konuştuğunda Savaş saçlarının üzerini peş peşe öptü. “Söyle babasının canı.”

“Haysta olmadım ben, ilaç içmiyim.”

“Olmadın Deniz, ama fındıklı kurabiye yemişsin babacım. Hani fındık seni mutsuz ediyordu ya, konuşmuştuk.”

Deniz’in dilinde alerjinin karşılığı için Savaş bunu bulabilmişti. Az çok ikna olmuş sayılırdı.

“Fındık güzel bişi ama bayba, niye mutsuz olayım?”

Savaş, bazen obur bazen iştahsız olsa da sevdiği şeyleri patlayana dek yiyebilen kızına çoğunlukla ağzı açık bakakalıyordu. “Ben sana dün aslında bir şey aldım, ama çok karnın tok olduğu için saklamıştım. Bugün vereyim mi onu?”

Konuyu değiştirdiğinde Deniz heyecanla başını babasının omuzundan kaldırdı. Şurup içtiğini çoktan unutmuştu bile. “Süypiz mi aldın bana? Oyuncak gibi mi?”

“Oyuncak gibi değil.” derken dolaba doğru ilerledi Savaş kızını bırakmadan. Buzdolabını açtığında Pınar’ın her ihtimale karşı yıkayıp koyduğu çilekleri görebilmişti. Dolaba baskın yapıp ne var ne yok tüketebilecek çocuklara sahip olduğundan, yıkanmamış hiçbir sebze ya da meyveyi dolapta tutmazdı.

“Çilek!” Define bulmuş gibi hevesle ellerini çırpan, ardından dolaba doğru kendini atar gibi inmeye çalışan Deniz’i zar zor tuttuktan sonra tek eliyle dolaptaki kaseye uzandı. Çilekleri tezgaha bırakıp, kızını da hemen yanlarına oturttu. Deniz gözü başka hiçbir şeyi görmeden çilekleri birer ikişer ağzına yuvarlarken Savaş gülerek onu izliyordu.

“Sen de yicen mi?” diyerek en küçük çileği özel olarak seçip kendisine uzatan kızına bıyık altından gülerken küsmüş gibi baktı. “Bana en küçük çileği mi seçtin meleğim?”

Deniz hemen oltaya gelerek babasını üzmüş olmaktan çekindiğinden bu kez iri bir çileği tutup ona uzattı. “Bu büyük mü?”

Savaş eğilip yanaklarını birkaç kez öptükten sonra çileği elinden aldı, fakat kendi yemek yerine Deniz’e uzattı.

Çocuklarının tek bir gözyaşı için delirebilen, bundan başka önceliği olmayan bir adamdı. Pınar da ondan farksız bir şekilde çocuklarını sarıp sarmalamışken, hem birbirlerine hem de çocuklarına olması gerektiği kadar ilgiyi ve sevgiyi rahatlıkla verebiliyorlardı.

Deniz’in en büyük şanssızlığı ise, bunun tam tersi bir çifte anne-baba gözüyle bakarak yirmi yıl geçirmek zorunda kalacak olmasıydı.

 

~

Gözlerim birbirlerine yapıştırılmış gibi hissediyorken kendimi etrafı görebilmek için onları ayırmaya zorluyordum.

Neden uyuyordum, ne zaman uymuştum gibi sorulara henüz cevap bulamıyordum. Burnuma tanıdık olmayan bir koku doluyordu. Gözlerimi aralamayı başardığımda içinde bulunduğum odanın bir hastane odası olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Farkına varır varmaz, gözlerim kapanmadan önce yaşananlar aniden zihnime akın ederken telaşla yerimden doğruldum.

Başımın dönmesine aldırmadan yataktan ayaklanırken, odada benden başka hiç kimse olmaması korkumun artmasına sebep olmuştu.

Şirketin hemen önünde yaşananları baştan sona yeniden yaşarcasına gözlerimin önünden geçirdiğimde en son görüntü Acar’ın kırmızıya boyanan gömleğinden ibaretti. Çok geçmeden bedenimdeki güç çekilmiş ve neler olduğunu anlayamadan bilincimi kaybetmiştim.

Kimsenin yanımda beklemiyor oluşu, Acar’ın yanında olma ihtimallerini yükselttiğinde aklıma üşüşen senaryolar hep en kötüleriydi. Kolumda duran serum, yataktan kalkarken fark edemediğim için ters bir hareketle tenimden ayrılmış, ince bir yol halinde kan akmasına sebep olmuştu. Umursamadan elimle öylesine kanı silip odanın kapısına yöneldim.

Kolumun acıyıp acımadığını algılayamıyordum, aklım tamamen Acar’daydı.

Odadan çıktığımda nereye ilerlemem gerektiğini düşünemeden adımın yüksek bir sesle seslenildiğini duydum. “Deniz!”

Sese doğru döndüğümde birkaç adım ilerimde, üzerindeki beyaz önlükle duran Yekta abimi görmüştüm. “Abi,” derken sesim kısıktı. Her an ağlamaya başlayacak gibiydim.

Aramızdaki mesafeyi hızla kapatıp yanıma geldiğinde sırtıma kolunu sarıp beni kendisine doğru çekti. “İyi misin abicim? Yanına geliyordum, ne zaman uyandın sen?”

Sorduğu sorulara cevap vermedim, benim daha önemli sorularım vardı ona. “Acar nerede?” dedim alacağım cevaptan çekinerek. Gözlerim dolu dolu abime bakarken, iç çekti. Alnımı hafifçe öptü. “Aşağıdalar, senin yanında kalabalık beklemelerine izin vermedim.”

Burnumu sertçe çekip nefeslenmeye çalıştım. “Yarası… Çok kan vardı abi.” dedim beyaz gömleğindeki lekeler gözümün önündeyken.

“Omuzunu sıyırmış bıçak, sen korkuyla durumu çok daha kötü zannedince bayılmışsın ayka. Acar iyi.”

Rahatlamadan önce Acar’ı görmem ve abimin söylediklerinden emin olmam gerekiyordu. Beni kandırmadığı belliydi, yalan söylese hissederdim ama yine de aklım almıyordu.

“Yanına gidelim, nerede?” dediğimde abim beni daha sıkı sardı. Birlikte yürümeye başladık. “Odana dönelim, ben koluna bakayım. Aşağıdakileri ararım, gelirler. Tamam mı birtanem?”

Başımı hafifçe salladım. Bayıldığım için mi ya da yaşadığım duygu yoğunluğundan mı bilmiyordum ama bedenim yorgundu.

Odaya döndüğümüzde abim kim olduğunu tam anlayamasam da birini arayıp benim olduğum odaya gelmelerini söyledi. Ardından kolumdaki küçük yaraya bir şey sürüp kapattı. “Acıyor mu?”

Olumsuz bir ses çıkarttığımda kolumu öpüp geri çekildi. Yatakta ayaklarım yerde olacak şekilde oturuyordum. Abim ise ayakta durmayı tercih etmişti.

Odanın kapısının açılması birkaç dakika bile sürmemişti. Kapı açıldığında içeriye doluşan kalabalığı inceleyemeden bakışlarım tek bir kişinin üzerindeydi. Abimin söylediği gibi gayet iyi bir şekilde karşımda görünce bu kez gözyaşlarımı gerçekten rahatladığım için akıtmaya başlamıştım.

Kollarımı ona sarmak için açamadan, o çoktan yanıma gelip oturmuş ve beni kendisine çekmişti. Üzerinde artık o gömlek yoktu, siyah bir tişört giyiyordu. Kısa kollu tişört, omuzundaki sargının birazını açıkta bırakmıştı.

Benim tarafımda olan kolu sağlam olan koluydu, bu yüzden bedenimi ona yaslamakta bir sakınca görmemiştim. Boynuma doğru akan yaşlarla tişörtünü ıslatırken dudaklarını saçlarımın üzerinde hissettim. “Hiçbir şeyim yok, iyiyim zümrüt göz.”

“İyi ol.” diye tekrarlarken sesim kısıktı.

Bir süre sessizce Acar’ın omuzunda dinlendim. Sıkıca ellerinden birini iki avucumla tutuyordum, bırakırsam bir şey olacak gibi tetikteydim.

“Sen iyisin değil mi meleğim? Bir sorun var mı Yekta?” Babamı duyduğumda olumsuz bir ses çıkarttım. “İyiyim.”

“Acar’dan daha çok korkuttun bizi, kan mı tutuyor seni Deniz?” Toprak’ın sorusunu benden önce Koray cevapladı. “Kan tutmuyor, korkudan bayılmıştır o kesin.”

Acar’ın beni daha sıkı sardığını hissettim bunu duyduğunda.

Odada şirkette olduğundan çok daha fazla kişi vardı şu anda. Şirket ekibine; annem, Demet teyze, Koray, Rüzgar, Selim ve Melih eklenmişti.

Burnumu çekerek Melih’e baktım. “Çağla nerede?”

Acar’ın keskin bir nefes verdiğini duymuştum. Gülüyor muydu? Bence önemli bir soru sormuştum.

“Buradayım, herkes biraz dev gibi olunca arada kayboldum.” Yaman abimin arkasından bir anda kafasını uzatan Çağla’yı gördüğümde dudaklarım kıvrıldı. Çağla’nın cevabına diğerleri de gülmüşlerdi. Birlikte buraya geldiklerine göre beni dinlemiş olmalarını umuyordum.

“Biraz daha uzan istersen, aniden kalkmışsın belli ki. Yüzün ‘başım dönüyor’ diye haykırıyor.” Dayım araya girdiğinde Acar beni bırakacak gibi hareketlenince buna izin vermedim. “İstemiyorum.”

“Uzan, ben elini bırakmayacağım. Hadi güzelim.”

İtiraz etmek üzereyken bu kadar kişiye gücümün yetmeyeceğini bildiğimden son anda vazgeçerek yatakta geriye doğru kaydım. Acar belimin hizasındaki boşluğa oturup elimi tuttuğunda birleşen ellerimizi karnıma doğru bırakmıştım.

“Götürdüler mi onu?” diye sorarak, şu ana kadar kaçsam da içimi yiyen soruyu sormuştum. En son, abimlerin onu sıkıca yere bastırdığını hatırlıyordum.

“Emniyette, babam da orada.” Koray’ın cevabıyla başımı hafifçe salladım. Başka bir şey söylememiştim. Muhtemelen onu sorgulayacaklardı, olanların sebebini anlatıp anlatmayacağı hakkında bir fikrim yoktu.

Aradan en fazla yarım saat geçmişken odamdaki kalabalık olabildiğince azalmıştı. Pamir’i yengemle bırakmış olduklarını öğrenmiştim, annemi eve dönmeye ikna etmem zor olmamıştı bu yüzden. Toprak da onu eve bırakma görevini üstlenmişti. Demet teyzenin Acar’ı öğrenince geldiğini söylemişlerdi, Acar gerçekten iyi göründüğü için o da Melih ve Çağla ikilisi ile birlikte gitmeyi kabul etmişti.

Tuğrul amcanın burada olmama sebebinin, emniyette oluşu olduğunu da az önce Acar’a sorduğumda öğrenmiştim.

Yekta abim kontrol etmesi gereken hastalar olduğundan odadan çıkmıştı, amcam ve Rüzgar da kafeteryaya ineceklerini söylemişlerdi. Bunun Sedat amcaları aramak için bir bahane olduğunu fark etsem de sesimi çıkartmamıştım.

Acar yatakta oturuyordu, babam ise başucuma sandalye çekip yerleşmişti. Odadaki koltukta ise dayım, Koray ve Yaman abim vardı.

“Omuzun acıyor mu hiç?” diye sorduğumda Acar halen tutuyor olduğu elimi okşadı. “Acımıyor, sadece sıyırdı Feris. Derin bir yara yok.”

“Ama çok kanadı.” diye mırıldandım dudaklarımın aşağıya kıvrılmasına engel olamadan.

“Derin değil, ama üst kolundan omuzuna kadar uzun bir yara. O yüzden kan hızlıca gömleğine bulaştı. Sen de biz açıklayamadan düştün kaldın zaten dayıcım.”

Dayımın ve babamın o an orada olduklarını dahi fark edememiştim. Abimi ve Toprak’ı hatırlıyordum yalnızca.

Yaman abimin odaya girdiğinden beri en sessiz isim olması dikkatimi çekmişti. Normalde böyle sessizce etrafı izleyen biri değildi. Bakışlarımı ona çevirdim. “Abi?” diye seslendiğimde hemen bana döndü.

“Efendim denizkızım?”

“Sen iyi misin?”

Başını hemen salladı. “İyiyim abicim, iyiyim.”

Hiç inandırıcı durmadığı için en kolay ikna edebileceğim kişiye döndüm. “Hiç bana bakma, çek o koca gözlerini.”

Koray bakışlarını benden kaçırdığında daha da şüphelenmiştim. Kaşlarım çatılı halde hepsine sırayla baktığımda babam boğazını temizler gibi öksürdü. “Yaman şu herifi tutarken bıçağı olduğunu fark edememiş. Acar’ın senin yanından ayrılmasının sebebi de oymuş zaten, müdahale etmeseydi Yaman ya da Toprak daha ciddi bir şekilde yaralanabilirlerdi.”

Bu senaryo gerçekleşmemiş olsa da duymak dahi ürpermeme sebep olmuştu. Ciddi bir şey olmamışken bile delirecek hale gelmiştim, eğer birine gerçekten bir şey olsaydı ne hissedeceğimi kestiremiyordum.

“Çok romantik değil mi İzgi’m? Tam film sahnesi, Yaman dönüp Acar’a aşık da ols-…”

Sinirim bozularak deli gibi gülmeye başladım. Teorik olarak haklıydı, Acar bıçağın önüne atlayarak abimi kurtarmıştı ve tam bir esas oğlan hareketiydi.

Abim Koray’ın kafasına patlatırken Acar da ‘komik mi’ dercesine bana bakıyordu. Kendimi durduramadığım için babam ve dayım da dayanamayarak gülmeye başlamışlardı.

“Feris!” ve “Deniz!” aynı anda abim ve Acar’dan yükseldiğinde yanaklarımı şişirerek kendimi durdurdum.

“Kesin lan sesinizi.” Babamı duydum. “Gül sen can suyum, susma.”

Başımı yana çevirip ona baktım. Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama bu onu gülümsetti. Büyük avucuyla uzanıp alnıma dökülen saçlarımı geri ittiğinde aklım onu ilk gördüğüm güne gitti.

Bir hastane odasında gözlerimi aralamış, tam yanıbaşımda babamı bulmuştum. Dokunuşunun hem tanıdık hem de çok yabancı hissettirişini halen hatırlıyordum. Şimdi ise o kadar tanıdıklaşmıştı ve buna alışmıştım ki babam olmadan nasıl yıllarca yaşadığımı sorguluyordum. En sonunda ise kendimi ‘babam’ olduğuna inanarak böyle hissettirmesini beklediğim Alpay Levendoğlu’nu düşünürken buluyordum.

Kimseye -buna gözümden içimi okuyabilen Koray da dahildi- anlatmıyor olsam da geçirdiğim yirmi yılın sızısı zaman zaman beni yokluyordu. Bazen babamın sarılışında, bazen annemin ilgiyle gözümün içine bakışında kendimi yabancı hissetmeye başlıyordum. Onlara geç de olsa kavuştuğum için mutluydum, ama bir hiç uğruna çocukluğumun ve devamındaki en güzel yıllarımın yanışını kabullenmek zordu.

“Deniz?”

Babamı duyduğumda dalgınlaşmış olduğumu ve bunu fark ettiklerini yeni anlayabilmiştim. “Ne oldu babacım?” Alnımdaki elini yanağıma doğru indirip okşadı.

Başımı hafifçe iki yana salladım. Yüzüm eline sürtünmüştü bunu yaparken. “Bir şey olmadı, dalmışım.”

Dalgınlığımın sebebini Cem’e bağladıklarından olacak ki üstelemediler. Aslında aklımdan neler geçiyor olduğunu öğrenselerdi, hepsi üzerime titreyeceklerdi; biliyordum.

Birkaç dakika sonra Acar’ın telefonu çaldığında elimi bırakıp cebine uzandı. Telefonun ekranına baktı, ardından ayaklandı. “Geliyorum şimdi.” diyerek odadan çıktığında kaşlarım arkasından çoktan çatılmıştı. Burada konuşamayacağı kişinin kim olduğunu düşünüyordum.

“Ben daha iyi hissediyorum, gidebiliriz Sedat amcamın yanına.”

Benim de ifade vermem gerektiğini, ama bir acelesi olmadığını söylemişlerdi. Bir an önce bu konuyla ilgili her şey olup bitsin istiyordum.

“Emin misin İzgi’m? Biraz daha dinlen, kendine gel istersen. Babam acelesi yok dedi zaten.”

Koray’a bakarken yavaşça yatakta doğrulmaya niyetlendim. Babam sırtımı sıkıca destekleyip yardım etmişti. Bir yerim kırılmış gibi özenli davranmasına dudaklarımı kıvırarak gülümsedim. “İyiyim ben gerçekten, bir an önce halledelim. Eve gitmek istiyorum sonra.”

“Tamam meleğim, nasıl istersen.” Babam onayladığında toparlanmam çok kısa sürdüğü için biz kapıdan çıkarken Acar henüz içeriye girmemişti.

Ben babamın yanındaydım, önümüzde ise diğerleri vardı. Acar’ın dikkati çoktan buraya çevrilmişti dolayısıyla.

“Ne oluyor?” diye sorduğunda abim cevapladı. “Emniyete geçiyoruz, Deniz istedi.”

Bakışları beni buldu. “Önce eve gitseydik?” Sorar gibi mırıldandığında neden tereddüt ettiğini bilmesem de yalnızca olumsuz bir şekilde kafa sallamakla yetindim.

Buradan sonrası hızlı gelişmişti. Kalabalık yaratmanın bir anlamı olmadığından amcam, dayım ve zor ikna olsa da Rüzgar’ı da geride bırakıp tek araba ile emniyete doğru yola koyulmuştuk.

Ben arkada Acar ve Koray’ın arasında oturuyordum, arabayı kullanan babamdı ve abim de hemen yanındaydı.

Hava çoktan kararmıştı. Biz şirkete gittiğimizde zaten akşamüzeriydi, şimdi ise saat iyice ilerlemişti. Uzun sayılamayacak bir süre devam eden yolculuk sessiz geçmiş sayılırdı, herkesin özellikle zihinsel olarak yorgun olduğu açıkça ortadayken kimse pek bir şey konuşmaya niyetlenmemişti.

Koray’ın omuzunda yatıp Acar’ın eliyle oyalandığım yolculuk tamamen sonlandığında araba durdu. İndikten sonra bedenime sarılan ceketin sahibi olan abime başımı geriye atarak baktım. “Üşürsün, bünyen hassas.”

Ceketi omuzlarıma düzgünce yerleştirirken bir elimle ona yaklaşmasını işaret ettim. Bir şey söyleyeceğimi zannederek yaklaştığında dudaklarımı yanağına bastırdım. Kısa bir an afallasa da her zaman olduğu gibi öptüğümde kocaman gülümsedi. Ardından o da beni öptü. “Canımın içi.” Dolu dolu bir sesle mırıldandıktan sonra ceketiyle sarma gibi sardığı bedenimi omuzlarımdan kavrayıp kendisine doğru yasladı.

Önünde bulunduğumuz binada daha önce hiç bulunmamıştım. Saatten dolayı bahçesi boş sayılırdı, ön kapıda duran iki polisi buradan beri görebiliyordum.

Sedat amcayla olan haşır neşirliğimden dolayı polisler beni germek yerine oldukça güvende hissettiriyorlardı küçüklüğümden beri. Burada bulunma sebebim dışında her şey yolunda sayılırdı yani.

“Oyalanmayın, esiyor bayağı.” Babamın uyarısıyla yürümeye başladık. Girişteki kontrolden geçerken biraz sonra neler olacağını düşünmekle meşguldüm.

“Babam geliyor, az önce haber verdim. Bekleyin girişte dedi.” Koray’ın söylediklerinden sonra girdiğimiz geniş alanda durduk. İlerideki asansörlerin olduğu kısımdan bize doğru gelmekte olan tanıdık bedeni gördüğümde oraya döndüm tamamen.

Yanımıza ulaştığında kollarını iki yana açtı. Duraksamadan kollarının arasına girdim. Sırtımı sıvazlarken bir şey söylemek yerine sessiz kalmıştı. Ben de ona uyarak sakince göğsüne yaslı bekledim.

“Bana da sıra gelecek mi?” diye soran kişiyi duyduğumda Sedat amcaya yasladığım başımı kenara çekip arkasına doğru baktım. Kaçamak bakışlarım Tuğrul amcayı gülümsetti.

“Sanmıyorum.” diyen Sedat amcaya ‘çok ayıp’ içerikli bakışlarımı atarak kollarından hafifçe çekilmeyi denedim.

“Kayınpederin olma ihtimali var diye çok sorun yapma, biz yenisini buluruz.” Sedat amca ve Tuğrul amcanın bol bol vakit geçirmelerine bir nevi, hatta direkt ben sebep olmuştum. Son zamanlarda yani yangından sonraki günlerde mesleklerinden dolayı fazlasıyla hem konuyla hem de birbirleriyle içli dışlı olmuşlardı. Samimiyetlerinin ilk günden çok daha farklı olduğu belliydi.

Acar’ın biber gazı yemiş gibi öksürüşünü göz ardı ederek Tuğrul amcaya uzandım. “Şaka yapıyor.”

“Şaka diye oğlumu kalpten götürmese daha iyi olurdu, rengi attı bak.” dediğinde kıkırdadım. “Babam da biraz komik bakıyor sanki…” diye devam ettim.

“Kız tarafı o, ondandır. Zor olur.”

“Erkek tarafı olmak kolay mı ki?” diye sorduğumda eliyle ‘herhalde’ der gibi bir şey yaparken geriye çekildim. “Ben, bu iki çürük kasayı birilerine satsam da kurtulsam diye sabırsızım mesela. Bak Savaş’a, kayınpeder denildi diye dizleri boşaldı adamın.”

Girişteki gayet olağan ve komik sohbetin ardından, bulunduğumuz durumun aslında bambaşka bir şey olduğunu anımsadığım için asansöre binerken gerginliğim had safhadaydı.

Bildiğim kadarıyla tüm olayları anlatmam yirmi dakikaya yakın zamanımı almıştı. Söylediklerimi bilgisayara not alıyor olan polis sık sık sorular sorarak konuyu genişletmişti. Sanırım Sedat amcanın etkisiyle, ifadem onun odasında alınmıştı. İçeride bizden kimse yoktu, ama yine de rahattım.

“Eklemek istediğiniz bir şey var mı?”

“Hayır, bu kadardı.” dedikten sonra derin bir nefes aldım. İfadenin yazılı haline de imzamı attıktan sonra odadan çıktıklarında içeride tek kaldığımı düşünmeye başlayacakken bir anda odaya doluşan kişileri görünce kapıya döndüm. En önde Sedat amca varken arkasında da diğerleri diziliydiler.

Beni uzun uzun süzerek ruh halimi anlamaya çalıştıkları fazlasıyla belliydi.

“Artık gidebilir miyiz?” diye sordum araya girerek.

Bir an önce eve gitmek ve mümkünse uykuya dalmak istiyordum. Hem bedenim hem zihnim yorgundu. Ve bu bir ilk değildi.

 

~

 

“Zorlamasaydın omuzunu, sorun oldu mu?”

Melih, kendisini dinlemeyip eve gelir gelmez duşa giren ikizine söylenirken Acar’ın kapsama alanında olduğu söylenemezdi. Aklı en son emniyetten ayrılmadan önce gördüğü, o sırada da fazlasıyla sessiz ve yorgun duran İzgi’deydi.

Omuzundaki yara yüzünden aklının ailesiyle eve gitmiş olsa da kendisinde kalacağını bilecek kadar tanıyordu onu. Tanımasa da bugün omuzundaki kanı gördüğü anda korkuyla bayılmasından anlamamak imkânsız olurdu. Kendi evine değil, babasıyla birlikte ailesinin evine gideceğini söylemişti içi rahat etsin diye ayrılırken.

Tabii ki bunu uygulamamış, annesinin de delirmesine sebep olacak şekilde kendi evinin yolunu tutmuştu. Demet de çözümü Melih’i yanına yollamakta bulmuştu.

Acar salondaki geniş koltuğa bedenini yayvan bir şekilde bırakıp yarı uzanır hale geçti. Melih çaprazındaki koltuktan onun dalgın halini seyrediyordu. “Adam her şeyi itiraf etti, kapı gibi ifade varken salacak halleri yok. Tehlike geçtiğine göre sen de biraz rahatlasan mı? İzgi de iyi, bir şey yapamadı o piç.”

Acar başını hafifçe Melih’e çevirdi. “İzgi iyi değil Melih.” dedi dümdüz bir sesle.

Melih afallamış bir şekilde kalakalmıştı. “Korkması çok doğal, ama yavaş yavaş geçecek.”

“Bundan bahsetmiyorum,” dese de açıklamaya devam etmedi. Bakışlarında, ani ruh hali değişimlerinde Acar onun için endişelenmeden edemiyordu. Her şey üst üste geldikçe, saçının telinden ruhuna dek her zerresine karşı hissettiği koruma içgüdüsü zedeleniyormuş gibi geliyordu.

Melih bir iki kez daha soru sorduysa da Acar cevapsız bırakarak önüne dönmüştü.

Sabahın erken saatlerinde Melih uyandığında, ilk uyananın kendisi olduğunu zannetse de Acar salonda bütün gece uyumadığını belli eden gözlerle oturmaktaydı. “Uyuyamadın mı?” diyerek salona giren Melih’i gördüğünde başını iki yana sallamakla yetindi.

Melih sıkıntıyla iç çekerek koltuklara ilerlemek üzereyken kapı zili duyulduğunda yönünü çevirdi. “Kim ki bu saatte?” diyerek kendi kendine sorarak kapıya ulaşmıştı.

Kapının binanın dışından değil direkt evin önünden çalıyor olduğunu anladığında beklemeden açtı. Karşısında gözleri kıpkırmızı kesilmiş, yüzünde günlerdir uyumamış gibi bir ifade olan tanımadığı bir adam bulmayı beklediği söylenemezdi.

 

~

 

“Simit alalım mı şuradan? Bayağıdır yürüyoruz, acıkmadın mı güzelim?”

Rüzgar’a olumsuz anlamda kafamı salladığımda ısrar etmedi.

Dün gece uyumamı kolaylaştırması için üçüzlerimin arasında yatma fikrini ortaya atmıştım. Güneş neredeyse doğmamışken gözlerimi aralamama bakılırsa pek işe yaramış sayılmazdı ama henüz ev ahalisi uyanmamışken onlarla birlikte sahile geldiğimiz için geceye göre çok daha iyiydim.

Arabayı bırakıp, yaklaşık bir saattir deniz kenarında yürümeye devam ediyorduk. İkisinin arasında, ara sıra ellerini tutup çocuk gibi öne arkaya sallayarak yürümeyi sürdürüyordum.

“Ama biraz oturabiliriz, yoruldum.” dediğimde ilk gördüğümüz banka, yine benim arada kalacağım şekilde yerleştik. Denizin tam karşısında olduğumuz için gözlerimi rahatça maviliğe dikebilmiştim.

Toprak, kucağıma bıraktığım elimi tutup parmaklarımın üzerini öpünce ona dönerek gülümsedim.

Benim sessiz kalma isteğimi, dile getirmesem de anlayıp buna uyum sağlamalarını seviyordum. Belki saçmaydı, ama onlarla kaybolan yirmi yılımız sanki pek bir şeyi değiştirmemiş gibiydi. Bunun üçüz oluşumuzla ne kadar ilgisi vardı bilmiyordum.

Bir süre daha oturduk, Rüzgar’ın ve Toprak’ın telefonları aynı anda çalmaya başladığında irkilmiştim.

Bu tesadüf onları da şaşırtmış gibiydi.

“Babam arıyor,” ve “Acar arıyor,” demelerine birbirlerine karışırken kaşlarım çatılmıştı. Telefonları açıp kulaklarına yasladıklarında sabah sabah bu ikilinin aynı anda neden üçüzlerimi aradığını düşünmeye çalışıyordum.

Rüzgar ve Toprak sadece onay verici birkaç şey söylemişlerdi, ama şaşkın olduklarını yüzlerinden okuyabiliyordum.

Aynı anda ayaklandıklarında kafa karışıklığım artmıştı. “Ne oluyor?” diye sorduğumda Rüzgar elimi sıkı sıkı tutarak beni oturduğum yerden kaldırdı. Göğsüne bir nevi çarparak ayakta durabildiğimde ne olduğunu anlayamadan yürümeye başlamıştık.

“Tamam, eve geçiyoruz. Araba ileride bayağı ama bilmiyorum.”

İkisinin beni takmaması sinirlerimi hoplattığında ayaklarımı yere sertçe bastırıp hareket etmeyi kestim. İkisi aynı anda gerilerinde kalmak üzere olan bana döndüklerinde cevap beklediğimi belli eden bakışlarla onlara bakıyordum.

“Arabaya gidelim, anlatacağım Deniz. Lütfen canım benim, hadi.”

Rüzgar elimi bırakmadan ikna etmeye çalışır bir ses tonuyla konuşurken uzun bir nefes verip sabretmeye, sakin olmaya çalıştım.

Geldiğimiz yolu geri yürümeye başlarken Toprak telefonu kapatsa da Rüzgar kapatmamıştı. Yani halen hatta olan kişi Acar’dı.

“Verir misin telefonu bana?” dediğimde itiraz etmeden telefonu bana verdi.

“Acar,” diyerek telefonu aldığımı belli ederken karşı taraftan onun sesini duyuşum gecikmedi.

“Feris, eve geçin zümrüt göz. Oyalanmadan, üçüzlerinin yanından hiç ayrılmadan eve geçin tamam mı lütfen.”

Sesindeki tedirgin tınıyı algılayabildiğim için bir yandan yürürken bir yandan da dudaklarımı dişlerimle çekiştiriyordum. “Yine ne oluyor?” diye sordum yorgunca. “Cem mi serbest bırakılmış, ondan mı kaçıyoruz?”

“Hayır,” demesini beklemiyordum. Aklıma gelen tek mantıklı sebep buydu çünkü. Afallamıştım.

“Sorun başından beri Cem değilmiş zaten Feris, öğrenmekte geç kaldım ama öğrendim bir şekilde.” Bilmece gibi konuştuğu için hem şüphelerim hem de gerginliğim artıyordu her geçen saniye.

“Kimmiş o zaman?” dedim beklemeden.

Aldığım cevap başıma bıçak misali sert bir sızı saplamıştı. Acar’ın söylediği ismi duyduğumda zihnimdeki dağınık yapboz parçaları telaşla birleşmeye çalıştığından gözümün önünü bulandıracak kadar yoğun bir ağrıyla karşı karşıyaydım.

“Şeyda.” demişti sinir aktığını hissedebildiğim sesiyle. “Cem’i kışkırtan da, planları yapan da oymuş.”

Eve nasıl geldiğimiz, bunun ne kadar sürdüğü gibi sorulara verecek cevaplarım yoktu. Yol boyunca cama kilitlenen bakışlarımla olanları baştan sona düşünmüştüm sadece. Şeyda’yı ilk gördüğüm andan beri yaşananlar, Melih-Merih karmaşası ve son karşılaştığımız sabahı tek tek anımsadım.

Melih’ten hoşlandığını bildiğimi ve Acar’la birlikte olduğumu söylemiştim. Bu sadece onu gerçek yüzünü göstermeye ikna etmek için bulduğum bir çözüm yoluydu. Ama gerçek yüzünün birilerine fiziksel olarak zarar verecek, hatta öldürecek kadar korkutucu olduğunu hesaba katmakta gecikmiştim.

Şeyda gerçek yüzünü, yangınla, tehditlerle bana gayet açık bir şekilde göstermişti. Cem ise ajanstan atıldığı için kışkırtılması kolay, basit bir piyondu sadece.

Acar’ın bana dikkatli olmam için söylediklerini hatırladım zihnimi kurcalarken. Onun tahmin ettiğinden daha farklı bir zihne sahip olduğunu unutmamaya çalış, kişi konusunda yalan söylese de bu hislerinin hastalıklı oluşunu değiştirmiyor. Eğer bugüne kadar Melih olarak dinlediğim tüm her şey aslında benimle ilgiliydiyse…

Eve ulaştığımızı adımı seslenerek anlamamı sağlayan Toprak’ın ardından kapımı açarak arabadan indim. Bahçeyi geçip kapıya vardığımda ben zile basamadan kapı babam tarafından açılmıştı. Araba sesini duymuşlardı sanırım.

Acar’ın ilk önce onu aradığını anlamıştım, dışarıda olduğumuzu öğrenince de aynı anda Rüzgar’ı ve Toprak’ı aramışlardı zaten.

Bir şey söylemeye pek halim olmadığından sessizce içeri geçtim. “Acar gelecekmiş birazdan.” dediğinde başımla onaylayarak salona ya da mutfağa hiç uğramadan odama yol aldım.

“Deniz?” diyen annem merdivenlerin yarısında durmama ve arkama dönmeme sebep olmuştu. “Geleyim mi annecim yanına?”

Omuz silktim. Nasıl istersen gibi bir şey kastetmiştim.

Annemle birlikte odama girdiğimizde kendimi sırtüstü yatağıma bıraktım. Annem kapıyı yavaşça kapatıp yanıma geldi, yatakta bıraktığım boşluğa yerleştiğinde ona bakmadan gözlerimi tavan doğru diktim.

Yanıma tamamen uzandığında tam olarak aynı şekilde ama aramızda biraz mesafe varken yatıyor haldeydik.

“Bebeğim,” diye seslenerek başını yan çevirdi. Gözlerinin benim üzerimde olduğunu hissediyordum ama ona dönecek cesareti bulamadım o an için.

“Aklını, kalbini yoran tek şey son olanlar mı Deniz? Bunlar bittiğinde her şey yoluna girecek mi annecim?” derken aslında bu soruların cevabını biliyor gibi bir tavrı vardı. Koray’dan bile saklayabildiğim düşüncelerimi okumuş olması fikri beni afallatırken titreyen dudaklarımla başımı omuzuma doğru yatırıp ona baktım.

Yüzünde bir ayna varmış gibi ifadesi benimkinden farksız bir hal aldığında onu üzdüğüm için kendime kızmıştım. Yanağımı avucuyla sarıp okşadı. “Anlat bana, hiç kendini sıkmadan, hiç hissettiklerini azaltmadan anlat bebeğim.”

Anneme, hatta babama, abimlere, üçüzlerime yani hayatıma son bir ayda dahil olan kimseye yirmi yıl boyunca aslında ne yaşadığımı anlatmış sayılmazdım. Babamın bir şeylerden şüphelendiğinin farkındaydım, ilk karşılaştığımız günlerdeki halimden yaptığı çıkarımlar onu doğruya yakın sonuçlara ulaştırmıştı biliyordum.

Onlar için Deniz’dim, ama İzgi’yi hiç tanımıyorlardı. İzgi’nin dinmeyen sızıları boğazıma dayandıkça ben kendimi hiçbir yere ait hissedemiyordum, arafta asılı kalıyordum.

“Anne,” diye başladığımda günlerdir, haftalardır biriken her şeyi bir avazda anlatabilmem imkânsızdı. Ama başka kimse üzülmesin diye kendimi paralamaktan, en çok ben üzülmekten artık çok yorulmuştum. Gücümü yıllarca bununla tüketmiştim.

“Söyle annem, söyle bebeğim.”

Yanağımı narin hareketlerle okşamaya devam ediyordu. Kolumun üzerinde dönüp tamamen yönümü ona çevirdim. “Ben sizi çok seviyorum.” dediğimde böyle başlamamı beklemediği için kahverengi gözleri kısıldı. Şaşkınlığını saniyeler içinde hemen saklayarak beklentiyle bana bakmayı sürdürdü. “Ama bazen…” derken nefesim tıkanmış gibi yutkundum. Devam edecek gücü bulamadığımda biraz bekledim, gözlerimi annemin üzerinde gezdirdim.

“Bazen ne birtanem?”

“Yirmi yıl boyunca anne-baba dediğim insanların varlığını zihnimden tamamen atmak çok zor geliyor.” dedim yakınır gibi. “Babam var, ben iyi olayım diye gözümün içine bakıyor beni bulduğu günden beri. Ama yanında büyüdüğüm, beni görsün diye gözünün içine baktığım biri vardı yıllarca. Kafam çok karışıyor, çok yoruluyorum.”

“Seni görsün diye…” dedi fısıltıyla. Gözleri dolu dolu olmuştu çoktan. Başımı aşağı yukarı salladım. “Ama hiç görmedi, hep bekledim, çok bekledim ama görmedi.”

Anneme daha fazla bakarsam konuşmaya devam edemeyeceğimi hissettiğim için yüzümü göğsüne doğru yasladım. “Onunla konuşmak istiyorum, ama ulaşabileceğim bir toprak yığınından başka hiçbir şey yok ki.”

Annemin kaskatı kesilen bedeni, onun öldüğünü bilmediğini ve şu anda benden öğrendiğini haykırırken sessizleştim.

“Karısı başka biri olsaydı, o da iyi bir baba olabilirdi belki de. Birbirlerine olan hastalıklı bağlılıkları bu kadar yoğun olmasaydı, beni de benimseyebilirlerdi.” Bu, özellikle dünyayı anlamlandırmaya başladığım yaşlardan itibaren her gece düşündüğüm senaryolardan sadece biriydi.

Alpay Levendoğlu, karısının aksine anne sevgisini, baba sevgisini tatmış biriydi. Ben, karısı tarafından kızları değil de evin zorunlu bir üyesi gibi ötekileştirilmeseydim hayatım bambaşka olurdu, emindim. Umudumu yitirmeyişimin en büyük sebebi de buydu, bir gün gelecek ve babam beni sevebilecekti; inanıyordum hep buna.

“Onun yanına gitsem, babam çok üzülür mü?” diye sorduğumda annemin burnunu sertçe çektiğini duyumsadım. Ağlıyordu.

“Üzülmez annem, sen iyi ol yeter ki, baban başka hiçbir şeye üzülmez.”

O andan sonra, anneme aklıma gelen ve içimde yara bırakan anılarımı tek tek anlattım. Dakikalarca göğsünden hiç kalkmadan konuştum. Boğazım her düğümlendiğinde saçlarımı öpüp, yanımda olduğunu hissettirdi, kelimeler dilimden dökülmediğinde sessizce bekleyip yeniden gücümü toplamam için zaman tanıdı.

Annemle ilk kez Deniz olarak değil, İzgi olarak konuşuyordum. Bunun benden yük alırken, anneme yük verdiğini o an için görmezden geldim. İlk kez -ve belki de son kez- en çok kendimi düşündüm.

Göğsünde uyuyakaldığımı, gözlerimi yeniden aralamak üzereyken fark edebilmiştim. Fısıltıyla konuşuyor olan seslerden biri anneme, diğeri ise babama aitti.

“Sorarsak hatırlatırız, hatırlarsa üzülür diye erteledim aptal gibi. Hep aklında olduğunu, asıl böyle üzülüyor oluşunu fark edemedim.” Babamın kendisine kızar gibi konuşması, fısıltı şeklinde de olsa belirgindi.

“Çok utanıyorum,” diyen annemin neyi kastettiğini başta anlayamamıştım. “En çok anneye ihtiyacı olan zamanlarını en anne olamayacak kişiyle geçirdiği için, yanında olamadığım için çok utanıyorum Savaş. Acımız bizi yıllarca kör etmese, araştırsak bir yolunu bulsak onun nefes alıyor olduğunu öğrenebilirdik. Yapmadık…”

Daha fazla konuşmalarına izin vermeden, annemin göğsünde kıpırdandım. Uyandığımı belli eden hareketliliğim direkt olarak susmalarına yol açmıştı.

Gözlerimi aralarken başımı yukarı doğru çevirip anneme baktım. “Uyumuşum.” dedim ne diyeceğimi bilemeden.

“İyi yaptın annecim, erken uyanmıştın zaten.”

Annemin gözlerinin şişliğini fark ettiğimde sıkıntıyla nefeslendim. Çok ağlamış gibi duruyordu.

Ayakucumuzda oturuyor olan babama göz ucuyla baktığımda bana göz kırptı. Bir iki saat de benim göğsümde uyu bence, yetmemiştir belki bu.”

Dudaklarımın küçük bir gülümsemeyle kıvrılmasına o da eşlik etti. “Bu evet demek mi?”

“Avucunu yala demek Savaş, biz iyiyiz böyle. Git oğullarını uyut göğsünde.”

Annemin tepkisine gülüşüm hızlandı. “Yaman abimi uyutsun ama.”

“Oldu, istersen Barış’ı uyutayım can suyum.”

Kıkır kıkır gülerek annemin boynuna doğru yaslandım. Gözümde canlanmıştı.

Babam kalkıp yatağın diğer tarafına dolandı. Aralarında benim kalacağım şekilde yatağa uzandığında sırtüstü döndüm. “Kıskanç bir adamsın hayatım, biliyorsun değil mi?”

Annem alayla konuşurken babamın umurunda gibi değildi. “Sadece size, elimde değil.”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm