Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

 27.BÖLÜM



Yeni yılın ilk bölümüyle geldiimm

Bugünün bir özelliği daha var tabii… 3 Ocak’tayız. Seray’ın doğum günü bugün <3

Kendisine pek ‘iyi ki doğmuşum’ diyebilen biri değil ancak gerçekten iyi ki doğmuş, iyi ki var olmuş.

Bölüm uzunca bir bölüm. Düşündüklerinizi okumak için heyecanlıyım, yorumlarda görüşmek üzere

İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

Anlatmaya değil, dinlemeye kuruluydu düzenim. Bu yüzden ne zaman biraz fazla anlatsam dengem altüst olurdu.

Yine öyle olmuştu.

Masada duran su bardağını dudaklarıma yaslı tutarak sonsuza dek saklanamazdım. Birazdan içtiğim su bitecekti, bardağı masaya geri bıraktığımda konuşmaya devam etmem için yüzüme bakıyor olan adamın bakışları karşısında savunmasız kalacaktım.

“Seray,” dediğinde bardağı bırakmasam da savunma hattımın çökebileceğini görmüştüm. Su içene yılan bile dokunmuyorken Cevahir Avcıoğlu yılan kadar olamamıştı.

Bir yudumluk su kalan bardağımı masaya bıraktıktan sonra bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Efendim?” dedim hiçbir şey olmamış, son on dakika yaşanmamış gibi davranarak.

“Susma,” dedi açık açık. “Konuşmaya başlamışken, susma.”

Oradan bakınca bu kolay görünüyordu belki ama benim için söylediği kadar basit değildi hiçbir şey.

Birkaç ay önceki iki insan değildik artık, bunu hissediyordum ama bir yandan da o hep beni şantajla evliliğe sürükleyen adam olarak kazılıydı zihnimde. Bir şeyler anlattığımda, sustuğum anlar susmadıklarımdan az olduğunda eline beni yakması için benzin veriyormuş gibiydim. Çakmak zaten ondaydı, benzini de ben verince alev almam için tüm şartlar yerine gelmiş oluyordu.

“Ne söyleyeceğim ki daha?” dedim kaçabileceğim bir köşe arayarak. “Söyledim işte, evliliği kabul ederken tek motivasyonum senin şantajın değildi.”

Evlenilebilecek bir kadın olduğumu, birinin hayatına girdiğimde orada yaşayabileceğimi görmek istedim.

Ona duyurduğum bu gerçeği aslında kendime de geç itiraf etmiştim.

Tüm suçu ona atmış, şantaj yüzünden evlendiğimi öne sürüp durarak çıldırmıştım.

Zihninde tuttuğu sırrı, yani Muhsin’in babam olduğunu söylemesi beni yaralardı. Doğruydu. Fakat bu benim için kıyamet değildi. Söylese en fazla ne olurdu? İşyerim değişirdi, belki şehrim değişirdi hatta tamamen uzaklaşır ve ülke değiştirirdim. Açığa çıkan sır beni değil, Muhsin’i rezil ederdi daha çok.

Evlenmezdim ve kaçabilirdim ama kaçmamıştım. Çünkü kaçmak istediğim bambaşka bir şey vardı.

Televizyona, internete erişimi olan herkesin bir şekilde önüne düşecek kadar medyatik bir evliliğe evet derken Cevahir kadar benim de çıkarlarım olmuştu. Buna rağmen kolay olanı seçmiş ve tüm yükü onun üstünde bırakarak, hiç pay almadan haftalardır rahatça yaşamıştım.

“Söyledin, evet.” dedi kaşları çatılır gibi olmuşken. “Söyledikten sonra da dakikalarca sessizliğe gömülüp bakışlarını daldırdığın yerden ayıramadın. Evlenilebilecek bir kadın olup olmadığını sadece kendine mi ispatladın, bu mu konu?”

Zekasını hafife alıyordum. Benim hatamdı. Bir söylesem, geriye kalan üçü de kendi anlayabiliyordu.

“Cevap verdiğimde başka bir soru sormayacağına söz verecek misin?”

Bakışlarındaki ışıklar merakla yandı. Merak onu söz vermeye itecekti, söylediğimden sonra ise söz verdiğine pişman olacaktı. Onu bu döngüye sokmak özel olarak çaba harcadığım bir iş olmamıştı.

“Tamam,” dedi başını hafifçe sallayıp. “İrdelemeyeceğim.”

Masada duran boş kadehi parmağımla yerinde döndürdüm. Başladığı noktaya geri döndüğünde ise bakışlarımı kadehten çekip yeniden Cevahir’e saplamıştım.

“Vita’ya gelmeden önce nişanlıydım ben,” dedim tek nefeste. “Evlenmek üzereydim.

Söyleyeceğim başka herhangi bir şey onu bu denli şaşkın bırakabilir miydi, bilmiyordum.

Hiçbir insani ilişkisi yok görünen, hayatına aldığı günden beri yalnızlığıyla boğuştuğu kadının birkaç yıl önce böyle bir eşikte olduğunu öğrenmek ona ne düşündürüyordu şu anda, bilmiyordum.

Bende de ona ait sırlar vardı artık. Ailesine dair dikenli sırlar… Kendimi korumaya almadan onunla açık konuşmamın güvencesi bu diye düşünüyordum, kendimi buna inandırmıştım. Oysa içimde gizli bir köşede duran, varlığını unutacağım kadar uzun zamandır sesini duymadığım biri ayaklanarak beni bunları söylemeye itmişti.

Kendinden başkasına güvenmeyi bilen tarafımdı, yaşamım boyunca doğru düzgün kimseye rastlamadığı için ölmek üzere olan taraftı.

Cevahir Avcıoğlu onun küllerinden doğmasına sebep olmuştu.

 

 

 

~

 

 

 

Bana başka bir şey sormasın diye söz vermesini isterken beklentim yalnızca bu konuyu kapsıyordu.

Cevahir ise o andan beri sessizlik yemini etmiş gibiydi.

Çok fazla şey sormak istediği için kendini tutmak üzere sustuğunu düşünmek fazla iyimserlik olurdu. Rahatsızdı, duydukları içini tırmalıyordu ve belli ki bu yüzden susuyordu.

Kafasının içinde neler kurduğunu, hangi gerçek olmayan senaryolara ihtimal verdiğini ve gerçek olanlardan hangilerini aklına bile getirmediğini bilmiyordum.

Arabadaydık. Eve dönüyorduk.

Trafikte takılı kaldığımız için henüz yolun yarısı bitebilmişti. Etrafta uzun sıralar halinde bekliyor olan arabaları izlerken refleksle titretip durduğum dizim aniden elinin baskısı altında ezildi.

“Yeter,” dedi dizimi sıkar gibi tutup. Kumaş pantolonun üstünden tenime sızan sıcaklığını hissederken ona itaat ederek dizimi sallamayı kesişim bu akşama özel bir uysallıktandı.

“Cevahir-…” diyecek olduğumda birden dizimdeki elini çekip sertçe korna çaldı.

Kilitli trafikte korna çalışıyla birlikte sağdan soldan ona uyarak kornaya basan araçlar yoğun bir gürültü yaratmıştı.

Cevahir’in derdi beni susturmaktı, diğer araçların ise tek derdi sanıyorum ki yolun açılması ve trafiğin akmasıydı.

Dudaklarımı birbirine bastırarak bekledim. Ön camdan dışarıya doğru bakıyordum. Aynı noktaya dikkatle bakmaya devam ettim.

“Aferin sana,” dedim sessizce. “Söyledin, bravo sana Seray.” Kendi kendime duyulmaz bir fısıltıyla konuşuyordum.

Her şeye ve herkese sinirli olduğu bir zaman diliminde bu konuyu açıklayasım gelmişti. Manyaktım, ona diyordum ama ben de ondan aşağı kalır yanı olmayan manyağın tekiydim.

Trafik biraz olsun rahatlamaya başladığında bakışlarımı hiç ona çevirmeden camdan dışarı bakmakta ısrarcıydım.

Arabadaki keskin sessizliği telefonu böldü. Ön panelde duran telefonu çalmaya başladığında arabaya bağlı olduğu için sesi bir anda içeride yankılanmıştı.

Bakışlarımı ekrana doğru kaydırmaktan alıkoymamıştım kendimi. Arayan Fahri Bey’di.

Telefonu açtı. Alıp kulağına yaslamak yerine sesin arabada yankılanmaya başlamasını tercih etmişti. Konuşmasını benim de dinleyecek olmam umurunda değildi belli ki.

“Efendim dede?” diye yanıtladığında karşı taraftan Fahri Bey’in tok sesi duyuldu.

“Müsait misin Cevahir?”

“Arabadayım, dinliyorum. Bir şey mi oldu?”

“Orasını sen söyleyeceksin,” derken takındığı sorgulayıcı tavır yerimde kıpırdanmama neden oldu.

“Neyi söyleyeceğim?”

“Anneni korumak istemen başka, aileni düşman bellemen bambaşka oğlum. Zerrin’den gelen zarar için sen hepimize mi sırt çeviriyorsun?”

Yola bakıyor görünen Cevahir’e doğru başımı çevirdiğimde yüzünün kasıldığını fark etmemem mümkün değildi.

“Nilgün’ü ziyaret edeyim, halini hatırını sorayım istedim. Kapısından giremiyorum.”

Şaşkınca Cevahir’i süzdüm. Dedesini de mi güvensiz buluyordu?

“Yanlış anlamışlardır dede, senin girmende bir sakınca yok. Yanında şoförün mü var? O yüzden almamışlardır.”

Bir karışıklık olduğunu açıkladığında ben de şaşkınlığımı kesmiştim.

“Babanlayım,” dedi Fahri Bey. Şaşkınlığımı kesmemem hatta şaşkınlıktan çok daha fazlasını hissetmem gerekiyordu öyleyse. “Kapıdan giremeyecek olan o olmadığına göre, yasağı olan benim belli ki. Ara şu güvenliği, dikti kapıya beni.”

Ellerimi birbirine geçirdim. Cevahir kısa bir an bana doğru baktı.

Eve girmemesi gereken, Cevahir’in engellediği kişi dedesi değildi; babasıydı. Fahri Bey buna hiçbir mana bulamadığından kendisini giremiyor sanıyordu.

Cevahir’in Levent’le konuştuktan sonra hiç beklemeden bu konuyu halledeceğini düşünebilmeliydim.

Annesini zehirliyor olan Zerrin’di. Yani bir iki gün öncesine kadar onun bildiği kısım buydu. Şimdiyse Zerrin’in yanında bir isim daha vardı.

“Sen mi anneme gitmek istedin?” diye sordu Cevahir birden. “Babama sen mi söyledin?”

Bir an ses gelmedi karşıdan. Fahri Bey’in soruya şaşırdığı belliydi. “Hayır,” dedi sonra. “Babanın gideceğini öğrenince, peşine ben takıldım.”

Cevahir’in direksiyonu sıkan eli damarları patlayacakmış gibi gergindi.

“Bekleyin,” dedi. “Yirmi dakikaya oradayım.”

Dedesinin başka bir şey söylemesine izin vermeden telefonu kapattığında araba sol şeritten en sağa doğru olabildiğince hızlı şekilde geçmiş ve kıyısında olduğumuz sapaktan içeri girmişti.

“Şerefsiz herif!” diye patladı birden. “Ne bok yiyeceksin de ziyaret edesin tuttu?”

Onu sakinleştirmek için bir şeyler zırvalamaya çalışmadım. Zira kendisiyle aynı fikirdeydim.

Nilgün teyze o eve yerleştiğinden beri doğru düzgün yanına gitmediğini bildiğim adamın birden karısının ziyaretçisi olması, durumlar karıştığında buna girişmesi hiç iç açıcı değildi.

Araba o kadar hızlıydı ki Cevahir’in yirmi dakika diye bahsettiği süre neredeyse yarısına kadar düşmüş, şehrin daha az kalabalık bir kısmında olduğundan trafiğe uzak konumdaki ev görünmeye başlamıştı.

Buraya birkaç kez Cevahir’in peşine takılıp gelmiştim, tek başıma gelmişliğim de vardı. Cavit’in aksine benim giriş iznim tamdı.

Araba durduğunda Cevahir’in fırtına gibi esip birden dışarı fırlamasına yetişmem güçtü. Gözlerimi iri iri açarak arabadan inmiş, koşar adım peşinden gitmiştim.

Babasıyla yüzleşme yaşamamıştı henüz, o yüzleşmenin annesi ve dedesi bu denli yakındayken gerçekleşmesi demek kıyamet kopabilir demekti.

“Cevahir!” diye seslenerek arkasından giderken beni beklemeden demir dış kapıya varmıştı.

Kapının yanında sırtları duvara dönük şekilde bekliyor olan Fahri ve Cavit Avcıoğlu ikilisini gördüğümde sakin kalmaya çalıştım.

Cavit midemi bulandırıyordu. Kardeşinin karısıyla birlikte olması baştan aşağı rezillikken, karısının zehirlenmesine ve resmen delirtilmesine göz yummuş olması insanlık dışıydı.

Cevahir’in bağırmasını, öfkeyle konuşmasını ya da onu buradan kovmasını bekliyorken ve bunlara müdahale etmek için kendimi hazırlamışken elinin babasının boğazına sarıldığını gördüğümde ağzımdan bir nida fırladı.

“Nasıl bir yaratıksın lan sen?”

Fahri Bey, benden daha beter bir haldeydi. Torunu, oğlunu boğuyordu.

“Cevahir,” dedi hayretle. Kolundan tutup onu geri çekmeye çalışsa da gücü yetersizdi. Araya kaynayıp iyice ortalığı karıştırmaması için Fahri Bey’in omuzuna dokunup biraz geri çektim.

“Kendine gel!” diye bağırarak Cevahir’i iten, daha doğrusu itmeye çalışan Cavit’e bakamadım doğru düzgün. Ne olduğunu şaşırmıştı o da muhtemelen. “Ne yaptığını sanıyorsun?”

“Şerefsizin tekinin kanını taşıdığımı sindirmeye çalışıyorum,” dedi Cevahir. Gözlerinin akı kızarmaya başlamış, öfkesi yüzünün her zerresine yansımıştı.

Babasının sırtını arkasında kalan duvara çarptı sertçe, boğazını bırakmıştı ama önünde dikiliyordu hâlâ.

Fahri Bey konuşacak gibi olduğunda durması için kolunu tuttum. “İzin verin,” dedim sadece onun duyacağı şekilde. “İçini döksün, bu saatten sonra durmaz.”

Cevahir’i kolundan tutsam da, önüne geçip engel olmaya çalışsam da ağzını açmışken susmayacaktı. İnce hesaplar, kurulu planlar… Annesine yeniden bir şey olacağı ihtimalini düşündüğü anda anlamını yitirmişti.

“Ne oluyor?” dedi Fahri Bey bitkin bir halde. “Aileme ne oluyor?”

Üst üste gelenlerin onun için, aile konusunda hassasiyetleri olan bir adam için nasıl çarpıcı olduğunu tahmin edebiliyordum.

“Nasıl yaptın?” dedi Cevahir bir eli ensesindeyken. Sinirden titriyordu. “Anneme nasıl yaptın bunu?”

“Oğlum-…” demeye çalıştı Cavit. Cevahir’in tahammülü yoktu. “Kes sesini!” diye bağırdı. “Ne oğlu lan? Ne oğlundan bahsediyorsun? Aile mi bıraktın da oğlum diyorsun?”

“Ne diyorsun Cevahir?” diye soran Fahri Bey’e bu kez engel olamamıştım. Cevahir’in bakışları bize doğru çevrildi. Ateş saçan bakışları odaksızdı.

“Oğlun uçkurunun keyfi için yıllardır hepimizi ayakta uyutuyor diyorum, dede.” Alayla konuşuyordu. Devam ederken de o alay hiç kaybolmamıştı. “Zerrin’in ne diye annemin aklıyla oynadığını sanıyorsun?”

Fahri Bey’in birkaç saniyelik anlama süresinin ardından yerinde sallandığını fark ettim. Kolunu sıkı sıkı tutuyordum. Titrek bir nefes aldım. Ben sürekli bu ailenin en korkunç yüzleşmelerine neden dahil oluyordum? Alt tarafı bir buçuk aydır soyadlarına ortaktım.

“Yeter!” diye söylendi Cavit. Cevahir’in bize dönük olmasından yararlanarak onu göğsünden itmiş ve kendisini duvarla oğlu arasında kalmaktan kurtarmıştı. “Haddini bil.”

“Sen mi had bildireceksin?” dedi Cevahir delirmiş bir sırıtmayla. “Yengesiyle ilişkisi olan, karısını sırf bu yüzden zehirleyen bir adamdan mı haddimi öğreneceğim ben?”

Fahri Bey’in az önce bir şeyler anladığı zaten kesindi ama Cevahir hiçbir yanlış anlaşılmaya alan bırakmadan açıkça konuştuğunda yaşlı bedeninin önümde sendelediğini fark ettim.

Levent’e kızdığı, saçma olduğunu söylediği şeyi şimdi kendisi yapıyordu.

Bu mu dâhiyane planın? Git söyle, kalbine indir adamın diyerek Levent’in dedesine gitmesine engel olmuştu. Dündü… Bugün ise kendisi yapıyordu aynısını.

Cavit, oğlunun bu yasak ilişkiyi öğrenmesinden çok üstüne yürümesine sinirli gibiydi. Onun iğrençliğiyle uzun süre meşgul olmama engel olan Fahri Bey’in kolunu tutuyor olduğum elime doğru yüklenen ağırlığı olmuştu.

“Fahri Bey!” dedim dikkatini çekebilmek için. Ardından onun dikkatini çekmek için geç kaldığımı anlayarak telaşla Cevahir’e döndüm. “Ambulans çağır.”

Tuttuğum yaşlı beden ile birlikte kaldırıma diz çökmek zorunda kaldığımda karşımda duran iki adam henüz ilk şoku atlatabilmiş değillerdi.

Cavit’in “Baba!” diye bağırdığını duydum, Cevahir ise tamamen andan kopmuştu.

Gömleğinin üstten birkaç düğmesini açarak yarı oturur vaziyette bana yaslı kalmasını sağladım. Bilinci yerindeydi.

“Hareket etmeyin,” dedim bedenini sıkıca tutarken. “Buradayım, birazdan ambulans gelecek. Hareket etmeye çalışmayın. Nefes alın yavaşça.”

Fahri Bey’le konuşurken sakin tuttuğum sesim, kafamı kaldırıp iki adım ötedeki adamları bulduğum anda yükseldi. “Ambulans diyorum!” diye tekrarladım. Çantam arabadaydı, telefonum bende değildi.

Duruma sebep olduğunu düşünerek tüm soğukkanlılığını kaybeden ve hareketsiz kalmaya devam eden Cevahir beni korkutuyordu. Cavit sonunda cebine uzanıp telefonunu çıkarttığında uzunca bir nefes verdim.

Ambulans sirenleri sokağı doldurana dek elimden geleni yapmış, Fahri Avcıoğlu’nun geçirmekte olduğu kalp krizinin hasarını düşürebileceğim kadar düşürmüştüm.

Cevahir’in yanında olmam, buraya gelişinde yalnız olmaması şu an için çarkın tek düzgün işleyen kısmıydı. İlk müdahaleyi geciktirmemiştim.

Ancak çark buradan sonra bir daha dönemeyecek kadar sıkışık bir hal alacak ve sanıyorum ki Avcıoğlu ailesi için karanlık bir dönem başlayacaktı.

 

 

~

 

 

“Bir iki yudum su iç en azından.”

Ona uzattığım, kapağını dahi açıp içmesi için hazır hale getirdiğim su şişesine hiç dokunmamıştı. Bakışlarını bile değdirme gereği duymamıştı hatta.

Derin bir nefes aldım. Yanında oturuyorken o başını çevirmedikçe gözlerine bakamıyordum. Kalkıp önünde dizlerimi hafifçe kırarak eğildim.

Bacaklarının dibinde, alttan ona bakar halde duruyordum. “Cevahir,” dedim sakin bir sesle. “Böyle yaparak kendini daha çok yoruyorsun sadece.”

Yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Kendisini öyle bir kapatmıştı ki baktığımda herhangi bir şey göremiyordum.

“Abi, yengemi dinlesen mi? Odana mı çıksan sen? Burada beklemenin de bir yararı yok zaten.”

Teoman’ın yanımızdan yükselen sesiyle birlikte başımı salladım. “Evet, gel yukarı çıkalım biz. Teo burada kalır, bir şey olursa arar hemen. Değil mi?”

“Aklınız kalmasın,” dedi Teoman direkt. “En ufak bir hareketlilikte ararım.”

Bizim konuşmalarımız, sunduğumuz fikirler Cevahir için hiçbir şey ifade etmiyor olacak ki kıpırdamadı bile.

Pes ederek Teoman’a baktım. Bakışlarımdaki vazgeçişi gördüğünde omuzlarını düşürdü o da.

Bir saati geçkin süredir buradaydık. Teoman da hemen hemen biz hastaneye geldiğimizden beri buradaydı. Onu ben aramıştım. Cevahir’e nasıl yaklaşacağımı bulamayınca çareyi onda bulmak istemiştim ancak benden farkı yoktu.

Çöktüğüm yerden kalkmak zor geldiğinde öne doğru ittim kendimi. Bacağına doğru yaslanmıştım.

Son bir buçuk saatin nasıl geçtiğini sorsalar anlatacak çok şeyim yoktu ancak hissettiklerim birbirine karışmıştı.

“Cevahir!” diyerek buraya doğru yaklaşan sesi duyduğumda yaslandığım yerden doğruldum. Yavaş yavaş herkesin buraya toplanacağını biliyordum. İlk gelen isimlerden biri de Beril olmuştu.

Yalnız olmadığını, arkasından adımlayan Levent’i de gördüğümde yerimden kalktım tamamen.

Cevahir’in onları duymamış gibi öylece beklemesi, Levent ve Beril’e açıklama yapmadan önce onunla ilgilenmem için beni zorluyordu. Durumu çoktan anlattığım Teoman’a baktım. Başımla gelen iki kardeşi göstermiştim.

Teoman dudaklarını birbirine bastırarak onlara doğru yaklaştı. Panik halindeki Beril’i kenarda bir yere oturttuktan sonra ona ve yanlarında duran Levent’e bir şeyler söylemeye başlamıştı.

Cevahir’in yanındaki yerime yeniden yerleştim. Hayatlarımızdaki düzensizlikler birbirleriyle çakışıyordu. Birkaç saat önce onun desteğine ihtiyacı olan benken şimdi roller değişmiş, destek vermesi gereken ben oluvermiştim.

Öylece bacağının üstünde duruyor olan eline kaydı bakışlarım. Elimi uzatıp eline dokunurken tereddüdüm yoktu. Parmaklarımı parmaklarına sarıp sıkıca ona dolanmadım ama avucumu elinin üstüne kapatarak elini korur gibi tuttum.

İçinde nasıl bir kaos yaşandığını kestiremiyordum. Ona nasıl ulaşabileceğimi de bulamamıştım ama en azından yanında bekliyor olduğumu hissetsin istemiştim.

Bakışlarım ellerimizdeyken birden üstüme doğru düşen gölgeyi hissettiğimde başımı kaldırdım. Levent vardı önümde.

“Çok mu kötü?” diye sordu. Alaylarına, sinir bozuculuğuna alışkın olduğum kişiyi son günlerde sürekli yorgun görüyordum. Bu akşam, diğer günlerle yarışabilecek kadar kötüydü.

“Bilmiyorum,” dedim sessizce.

Beril’in ağlayışı hızlandı. “Biliyorsun, söylemekten kaçıyorsun.”

İki kardeşin ateş hattında kalmıştım. Teoman onlara olay olurken benim de orada olduğumu söylemişti belli ki.

“Beril,” dedim ılımlı bir sesle. “İçerideki doktorları bekleyelim olur mu? Ben elimden geleni yaptım, ambulanstakiler de öyle.”

Beril ile Cevahir arasında sanırım iki yaştan biraz az vardı, büyük olan da Beril’di hatta. Ama şimdi küçük bir çocuk gibi beklentiyle bana bakarken ona benden yaşça büyük biri gibi davranamıyordum.

Levent’e döndüm. Ablasını sırtından destekleyerek benim yanıma oturttu yavaşça. Artık iki kuzenin arasında oturuyordum.

“Beni durdurdun, sonra kendin mi susmadın?”

Levent, Cevahir’e doğru dönüp konuştuğunda gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. Cevahir’in elini biraz daha sıkı kavradıktan sonra gözlerimi yeniden aralamış ve önce ona sonra da Levent’e bakmıştım.

“Sırası değil,” dedim düz bir sesle.

“Sırası mı değil?” diye sordu gözlerini irice açarak. “Ameliyata almışlar dedemi, sırası şimdi değilse ne zaman? Ölünce mi?”

Bulunduğumuz koridor, ameliyathanelere bağlanan ancak oraya ait olmayan bir koridordu. Buraya kimsenin girip çıkmaması için Teoman uğraşmıştı. Herkesin ortasında bu anları yaşamak, onlarca meraklı bakış altında oturmak korkunç olurdu zaten.

“Kimsenin öldüğü yok, ablanızı da korkutuyorsunuz.” Teoman, Levent’e Beril’i işaret ederek konuştuğunda ben onlara bakmayı kestim. Ağlayışı hızlanan ablasıyla birlikte tepemizde durmayı keserek koridorun diğer ucuna doğru yürümeye başlamıştı Levent.

“Cevahir,” dedim bir kez daha. Yanağımı omuzuna neredeyse değecek kadar ona yaklaştırmıştım. Yüzüne bu açıdan dikkatle bakıyordum.

“Suçlama kendini,” dedim Levent’in yaptığını telafi etmek ister gibi. “Kendini suçlaması gereken sen değilsin.”

Cevahir’den tepki almak için dakikalardır kıvranıyordum. Son söylediklerimle birlikte başını bana çevirdiğinde istediğime ulaşmıştım.

Omuzunda yakın durduğum için başını çevirdiğinde yüzü yüzüme yakın bir konumdaydı. “Kendimi kaybettim,” dedi pişmanlıkla. “Sadece öfke hissedebildim, dedemi umursamadım.”

Yavaşça nefeslendim. “Kendinde olsan yapmazdın, öfkenle savaşamadın. Her zaman sen galip gelemezsin.”

Gözlerini kapattı. Başını dik tutamıyormuş gibi alnını alnıma yasladığında elim ben farkında bile olmadan yüzüne çıkmıştı. Sakalları elime batarken yanağını usulca sevdim.

“Karını dinle,” diyen Beril’i duyduğumda belki başka bir anda olsam gülebilirdim. Karısının sözünden çıkmayan, mülayim bir adamla kuzen olduğunu mu düşünüyordu?

Burnunu çeke çeke bize bakan Beril’e doğru döndüğümde alnım Cevahir’in alnından ayrılmıştı ama elim halen yanağındaydı.

“Niye öyle bakıyorsunuz?” diye sordu ıslak gözleriyle. Sanırım Cevahir de benim kadar garip bakışlar atmaktaydı ona.

Cevap vermeye ikimiz de yeltenmeyince sessizlik olmuştu. Sessizlik devam edip büyüdü. Herkes önüne dönünce ortamdaki tek ses, koridoru arşınlayıp duran Levent’in adım sesleri oldu.

Levent kaçıncı turunu atıyordu bilmiyordum, Cevahir elini yine tutmamı ister gibi elime sürtünce onu tekrar kavramış ve yanağını bırakıp elini tutmuştum. Uzun bir süre de yerimden oynamamıştım.

Koridora giriş yapabilecek kişiler belliydi. Bu nedenle sol taraftaki cam sürgülü kapı aralandığında gördüğüm yüz beni şaşırtmamıştı.

Ecevit Bey’di gelen.

Beril hızla ayaklandı. “Baba,” diyerek içli içli ona koşturduğunda yeri ve asla zamanı olmamasına rağmen bakışlarım onlarda takılı kalmıştı.

Karşıma çıktığında sana kucak açsaydım bugün peşimde dolanan bir kadın olurdun, Seray.

Muhsin’in üzerinden henüz gün geçmeyen, ki zaten günler geçse de unutamayacağım, sözleri aklımda yankılandığında yanağımın içini ısırdım sertçe.

Beril ıslak gözlerini kurulayan babasıyla bir şeyler konuştu, Ecevit Bey bitkin görünmesine rağmen önceliğini kızı yapıp onu sakinleştirmeyi denedi. Bu süre boyunca bakışlarım hep onlardaydı.

Kendimi paralamama rağmen tepkisiz kalan, duvarı izlemekte ısrarcı olan Cevahir’in algıları ne zaman beni görecek kadar açılmıştı bilmiyordum ama sırtıma dolanan koluyla birlikte dikkatim dağıldı.

Beni çekiştirerek omuzuna düşürdüğünde sertçe ona çarpan yüzümü umursamadan düştüğüm yerde kaldım.

“Bende ara,” dedi başını çevirip kulağıma doğru eğilirken. “Bulamadıklarını bende ara, o piçten umduğun ama bende bulamayacağın hiçbir şey yok.”

 

 

~

 

 

“Sonuçlar çıktığında ters bir şey varsa haberim olsun, hastanedeyim şimdilik.”

“Tamamdır hocam, nöbetçi değildiniz ama burada denk geldiniz. Hastanın şanslı gecesiymiş.”

Hastane acilinde tedavi gören birine ‘şanslı gece’ yakıştırması ne denli mantıklıydı, bilmiyordum. Yine de aksine bir şey söylemedim.

Acilden çıktığımda günün tüm yorgunluğu omuzlarıma çökmüştü, yürürken yığılacak kadar bitik haldeydim.

Günü tam burada kapatıp, gözlerimi yummak ve derince uyumak istiyordum. Gece yarısına az kala hâlâ buralarda olmak her açıdan tükenmeme neden oluyordu.

Asansöre binip yukarı çıkarken cebimde duran telefonumu kontrol ettim. Herhangi bir arama yoktu. Ben acildeyken yukarıda kötü bir şey olmuş olsa Teoman’ın tembihleyip durmamı unutmayıp beni arayacağını düşünüyordum, bu nedenle cevapsız arama bildirimi olmayınca rahatlamakta sakınca görmemiştim.

Koridora vardığımda burada bulacağımı düşündüğüm aynı kişilerden oluşan kalabalık yerine bomboş sandalyeler gördüğümde kaşlarım çatılmıştı.

Elim telefonuma gitti tekrar. İlk aklıma gelen Cevahir’i aramak oldu.

Telefon çaldı, çaldı ve çaldı… Açılmadı.

İkinci hedefim Teoman’dı. Onun açacağına dair ümitliydim ancak ümidim boşunaydı. O da telefonunu açmıyordu.

Ameliyatın yapıldığı kısma geçerken adımlarım hızlıydı. İçeriye kadar giremezdim bu halde tabii ama çalışanların beni tanıyor olması artımdı.

“Bakar mısın?” diye seslendim içeriden yeni çıkmış olan ilk kişiye.

“Buyurun hocam,” yanıtı alır almaz sormuştum. “Fahri Avcıoğlu’nun ameliyatı bitti mi?”

“Biraz önce bitti, yoğun bakıma alındı diye biliyorum. Sorun mu var Seray hocam?”

Rahat bir nefes verdim. “Yok,” dedim yavaşça. “Bir sorun yok, teşekkür ederim.”

Gülümsedi. “Geçmiş olsun,” dedikten sonra yoluna devam etti. Bense olduğum yerde biraz beklemiş, kendime gelebildiğimde anca yola koyulmuştum.

Aklım bir karış havada olduğu için nereye gideceğimi şaşırdığımda rastladığım güvenliği durdurdum. “KVC yoğun bakım hangi kattaydı?”

“Altıncı katta Seray Hanım,” dediğinde ona da teşekkür ederek sonunda asansöre binmiş ve kata gidebilmiştim.

Önümü zor görür haldeydim. Odamı sorsalar odamı da tarif edemeyecek gibi hissediyordum.

Yoğun bakım ünitesinin bekleme alanına girdiğimde aradığımı ilk birkaç saniye için buldum sanmıştım. Beril buradaydı, onu görünce herkes yanında sanarak rahatlamıştım ama etrafında olan tek kişi kocasıydı.

Doğan’a başımla ufak bir selam vermekle yetindim. Beril’in beni fark etmesi uzun sürmedi.

“Seray,” diye fırladı yerinden. “Dedem iyiymiş, yoğun bakımdaymış ama tedbir içinmiş ameliyat oldu diyeymiş.”

Gözlerimi kapatıp açtım sakince. Tahmin ediyordum zaten. “Geçmiş olsun hepimize,” dedim onun tatlı heyecanını kırmadan. “Siz neden yalnızsınız burada?” diye sordum dayanamayıp. “Neredeler diğerleri?”

Beril dudaklarını anlamazlıkla büktü. “Hepimiz buraya gelmiştik ameliyat bitince, sonra amcam uğradı. O gelince aşağı indiler. Burası kalabalık olmasın diye galiba.”

İçimde bir alarm sesi başlamışken Beril’e yansıttığım tek şey, ona katılıyormuş görüntüsüydü.

“İyi yapmışlar, ben Cevahir’e bir bakayım o zaman. Görüşürüz tekrar.”

Başını salladığında başka hiçbir şey konuşmadan fırlamıştım dışarıya. Asansöre binip tekrar girişe inerken telefonumu bu kez Levent’i aramak için kullandım.

Çalıp duran telefonun yine açılmayacağını düşünüp sinirlenecekken son anda sesini duymuştum Levent’in.

“Alo?” dediğinde ben onun aksine bir ton konuşmuştum.

“Neredesiniz siz? Arıyorum kimse açmıyor, ortada yoksunuz. Cevahir nerede?”

“Bi’ nefes al kızım,” diye söylendi önce. Levent’le iletişim halinde olmak mı yoksa beni Muhsin’le tehdit ettiği dönem mi daha zorlayıcıydı, seçemiyordum. İlginç bir adamdı.

“Nefes al diyeceğine cevap versene,” dedim bıkkınlıkla.

“Kafedeyiz, aşağıda. Gel.”

Normalde capcanlı olan kafelerle restoranlarla dolu kısımda 7/24 açık olan tek bir yer vardı. Bu nedenle soru sormaya devam etmeden telefonu kapatıp oraya yönelmiştim.

Kapıdan girdiğimde içeride tek tük de olsa birileri vardı. Dolu olan masaları bakışlarımla tarayıp ilerleyeceğim yeri bulduğumda hızla adımladım.

Beril’in amcam geldi demesi yüzünden diken üstündeydim. Dedesi varken babasını boğmaya niyetlenen Cevahir’in o yokken ölçüsünü tamamen kaçıracağından şüpheleniyordum.

Kare bir masanın etrafında oturuyor olan Levent, Teoman ve Cevahir üçlüsüne baktım dikkatle. Boşta kalan sandalyeyi Cevahir’in yanına çekiştirip oturmuştum sonrasında.

“Bitmiş ameliyat,” dedim oturduğum anda kasılı tuttuğum her yerim sızlarken. “Geçmiş olsun.”

“Sağ ol, gelin.” diyerek zevzekleşen Levent’e baktım. “Ne anlatıyorsun sen ya?”

Teoman’a döndü. “Söylediklerimde yanlış olan kısım nedir kardeşim?”

Teoman bilmiş bir bakış attı. “Yenge diyeceksin, onu seviyor.”

Ortam müsait olsaydı ikisini de döve döve buradan atmak isterdim ancak hastanede bir forsum vardı. Ayıp olurdu.

Derin bir nefes alarak Cevahir’e odaklandım. “Fahri Bey iyiymiş, daha da iyi olacak. Sen de iyi olmaya çalışır mısın biraz artık?”

“İyi o, iyi. Babasının üstünden aldık diye bize sinirli sadece.”

Levent’e baktım hemen. “Ne?”

“Kocan sinir hastası, mutluluklar sana bundan sonra diyorum.”

İç çektim. Cevahir’i kolundan tutup bana bakması için sarstım. “Adım adım ilerleyen, soğukkanlı adama ne yaptın sen? Bu mu çözüm, bir günde iki kere üstüne saldırmakla mı çözeceksin?”

Keskin bakışlarının hedefi olduğumda bakışlarının ardındaki boşluk bir an garip hissettirmişti. “Üçüncüde gebertirim öyleyse, kökten çözüm.”

“Cevahir,” dedim bastıra bastıra. Söyle der gibi başını oynattı.

Bir şey söylemedim. Alnımı parmaklarımla sıkıp, masaj yapar gibi ovarak önüme döndüm.

Birkaç dakika masada sessizlik hakim oldu. Levent konuşup sessizliği böldüğünde elime doğru gömdüğüm başımı kaldırmıştım.

“Başhekimi postalamışsınız bu arada… Gündem yoğun olunca tebrik edemedim.”

Levent’in Vita’daki köstebeği kimdi bilmiyordum ancak gerçekten her şeyden dakikasında haberi olması takdirlikti. Zerrin bir ara ders almalıydı oğlundan, Neşe ve Fulya ile olacak iş değildi.

“Artık başhekim değil sadece, halen bu hastanede bir doktor. Postalandığı falan yok.” dedim düzelterek.

Muhsin’den bahsedip olmayan tadımı iyice buruklaştırmak ilk tercihim değildi ancak sessizlikle kaplanmak da istemiyordum.

“Darısı devamına o zaman,” dedi rahatça.

Levent’i süzdüm. “Sen iyi bir adam mısın kötü bir adam mı?” dedim açık açık.

Cevahir’i güldürmeye yaklaştığımı verdiği nefes sesinden anlamıştım. Bir taşla iki kuş olmuştu. Teoman zaten sırıtıyordu.

“İşime hangisi gelirse,” dedi en az benim kadar dürüst olup.

“Kabına göre şekil alıyorsun yani?” dedim sorar gibi.

Kaşları çatıldı. Tepkisine gülmemek için kendimi sıktım.

“Karına söyle sussun, Cevahir.”

Dudaklarımı büktüm. “Kocama şikayet etmek yerine kendin uğraşamıyor musun?”

“Küçükken de anneme ve dedeme beni şikayet ederdi, kendi laf yetiştiremiyor.”

Cevahir bana destek olarak Levent’in üzerine gittiğinde Levent’in kaşları daha derin çatıldı.

“Tencere kapak bir çiftsiniz.”

Teoman öne atıldı hemen. “Evet! Ben haftalardır diyorum, kimse desteklemiyor beni. Aynılar işte.”

İstemsizce başımı çevirip Cevahir’e baktım. Onun da bakışlarının benim üstümde olması nedeniyle bakışlarımız kesişti.

Bakışmamızın uzun sürmesi planlı değildi. Gözlerine daldığımı karşımızda oturuyor olan ikiliden birbirinin benzeri sesler yükselene dek fark edememiştim.

“Biz kalkalım isterseniz,” diyen Levent’ti. Teoman’ın derdi ise farklıydı. “İzliyorduk ne güzel ya, niye kalkıyoruz?”

 

 

~

 

 

“Seray!” diyerek alt kattan yayılan sesiyle evi inleten Cevahir’i duyduğumda onu aratmayacak şekilde bağırdım. “Ne?”

Nezakette sınır tanımayan insanlardık.

“Hadi artık.”

Bir dakika daha dayansa bu diyalog yaşanmadan hayatımıza devam edebilecektik aslında.

“Evlenmeden önce daha uzun süre bekleyebilen bir adamdın sen, evlilik yaramadı.”

Odanın açık kapısından çıkarken söylenmekle meşguldüm.

Fahri Bey’in rahatsızlanmasının hayatıma en olumsuz etkisi Cevahir’in kendini suçluyor olması olarak kalır sanıyorken, haftanın başında gerçekleşen olayın Pazar günü benim başıma patlaması beklenmedikti.

Hastaneden birkaç gün önce ayrılmış, evde Beril eşliğinde özenle bakılıyor olan Fahri Avcıoğlu ona kıyamadığından benim başımı yakmıştı. Normal şartlarda kendisinin katılacağı, yanına da oğullarını alacağı etkinlik gündemle birlikte Cevahir ve bana kalmıştı.

Gelinlerinden biri, diğerini zehirlemek ve iki kardeşi aynı anda götürmekle meşgul olduğundan artık davetlerden men edilmişti. Zerrin’in varlığını aradığım tek an buydu sanırım. Geri gelip koluna istediği ikinci nesil Avcıoğlu erkeğini takabilir ve bu akşam benim yerime etkinliğe katılabilirdi.

Adını duymamanın imkânsız olduğu bir başka şirketin kuruluş yıldönümünde benim işim neydi mesela?

Merdivenleri inerken elbisemin eteklerine takılarak yuvarlanıp günü böyle kapatmak istemediğimden eteğimi sol elimle hafifçe kaldırdım.

Ayağımdaki ince, uzun topuklularla merdivenleri inerken beni buna mecbur bırakan Cevahir’in asırlık çınar ağacı gibi uzun boyuydu. Eteğim terlik bile giysem ayakkabımı dışarıdan kimseye belli etmezdi ancak akşam yansıyacağımız karelerde yanında yer cücesi gibi çıkmak istemiyordum.

“Senden önce topuk seslerin geliyor,” diye konuştu salondan çıktığını tahmin ettiğim sesiyle. Ben yolu yarılamışken o da koridora çıkıyordu. “Giydin mi yine on metrelik ayakkabılarını?”

Yüzümü eğip bükerek söylendim beni görmeyeceğini bilerek. Son basamağı indiğimde yüzüm normal halini almıştı. Eteğimi tutmayı bırakarak yere doğru salınmasına sebep olurken aynı anda da başımı kaldırarak karşıya baktım.

“Sen dizden aşağını kestirebileceksen, giymeyeyim.” dedim ayakkabılarımı alaya almasına karşılık vererek.

Birkaç adım ilerimde, karşımda duruyordu. Üstündeki smokin takımının henüz sadece gömleğini ve pantolonunu üstüne geçirmişti. Bedenine göz alıcı bir ölçüyle oturan beyaz gömleğin ceketle kapanacak olması daha iyiydi sanırım. Kimsenin onun gömleği patlatacak gibi duran kollarını ya da sırtını görmesi gerekmiyordu sonuçta.

Bakışlarının açık hedefiydim. Hiç acele etmeden, bakışları her yerime eşit oranda ilgi göstererek beni süzüyorken onu bölmedim.

“Böyle mi geleceksin?” diye sorması biraz vaktini almıştı. Gözlerinin içindeki alevleri görmeseydim kıyafetimi gideceğimiz yer için kötü bulduğunu sanabilirdim belki fakat derdini biliyordum.

“Olmamış mı?” dedim dudaklarımı bükerek. “Yakışmamış mı?”

Derin göğüs dekoltesi, ince askıları ve bedenimde değdiği her yere yapışan kumaşıyla elbisemle bir bütün gibi görünüyordum.

Bana doğru iki büyük adım attı. Benim birkaç adım diye ölçtüğüm mesafe onun iki adımıyla kapanmıştı.

“Çantanda dudağına sürdüğün şeyden var mı?” diye sorduğunda anlamsızca baktım yüzüne. Ruj stoklarımla ne derdi vardı?

“Var,” dedim sorusunun gereksizliğini umursamadan. Çantamın işlevi buydu zaten, içinde makyajımı tazeleyebileceğim bir iki eşya ve telefonum vardı sadece.

Dudaklarıma açlıkla kapanıp beni ağzının içine çektiğinde sorusu yavaşça anlam kazanmıştı ve yavaş olan tek şey buydu. Zira dudakları beni yiyecek kadar sert, vakti daralıyormuş gibi aceleciydi.

Gözlerim geriye doğru kayarak kapanırken çantamı tutuyor olduğum elim havalandı, kolum omuzundan taşarak ensesine dolandığında dudağımdan fırlayan iniltiyi kontrol edememiştim.

Elbisenin sırt kısmında parmakları dolanmaya başladı, amacını anlayarak dudaklarının üstünde sırıttım. Sırt dekoltemi kontrol ediyordu.

Şanslı günüydü, sırtım yarıya kadar kapalıydı.

Kumaşın nerede bittiğini anladığında parmaklarının yöneldiği yer kalçam oldu. Kumaşla sıkıca sarılı olan kalçam avucunun içinde hamur gibi yoğurulduğunda öne doğru gidip ona kendimi çarpmıştım. Sırt dekoltem derin değil diye kendi dilinde bana tebrik mesajı yolluyordu.

Nefes nefese geri çekilmeyi başardığımda, irademi zor da olsa kullandığımda aradan çok da kısa bir zaman geçmediği belliydi. Dudaklarım sızlamaya başlamıştı çünkü.

“Çantanı yanından ayırma, bu akşam bolca işin düşecek.”

Ben nefeslerimi düzenlemeye çalışırken onun işi gücü yine arsızlığıydı. Ensesine parmaklarımı bastırdım. Sertçe sürtüp saçlarının başladığı yere kadar geldim. “Anca laftasın.” dedim oyuncu bir tavırla.

Yeterince delirmiyormuş gibi bir de hırslandırmak için özel çaba sarf ediyordum. Altında kalacaktım.

“Kaşınma,” dedi burnuyla burnumu itip. “Kaşırım, gamzeli.”

Beni ilgilendirmiyor der gibi omuz silktim. Kalçamda hissettiğim ani darbeyle birlikte bütün vücudum aynı anda uyarıldığında gözlerim iri iri açılmıştı.

Tokatlamıştı beni. Az önce sıktığı yere avucunu geçirmişti.

“Hayvan!” diye tıslar gibi konuştum dudaklarının üstüne nefesim vururken.

“İkincisini almak için kedi gibi elime sürtünmemeye nasıl zor direndiğini biliyorum, yeme beni.”

Göz devirdim. Öyle bir şey yapmıyordum. Ortam müsait değildi.

“Giyin artık,” dedim söylenerek. “Geç kalıyoruz diye beni delirttin, kendin hazır değilsin.”

Elinde durduğundan şu an haberim olan siyah, kenarı hafif parlak olan papyonu kaldırdı havaya. “Taksana.”

“Çok naziksin,” dedim elinden kumaşı çekiştirip alırken.

“Takar mısın, karım?” diye düzeltti.

Güldüm dayanamayıp. “Sen büyüdün de söz mü dinliyorsun Avcıoğlu?”

Çantamı onun eline tutuşturduktan sonra iki elimle yakasıyla meşgul olmaya başladım. Papyonu düzgünce takabilmek için dibine girmiş, yüzümü boynuna yakın bir yerde tutuyordum.

Dikkatimi tamamen yaptığım işe verdiğim için birden eğilip burnunu şakağıma sürttüğünde irkilmiştim. “Durur musun bi’?”

“Yok,” dedi açıkça. Dürüsttü, maşallahı vardı.

Sabır dilenerek işime döndüm. Papyonunu takabildiğimde sonunda geri çekilebilmiştim.

Evden çıktığımızda arabasına binebilmek için elbisemin önümde engel olmasıyla birlikte, belimin iki yanından tutup beni oyuncak bebekmişim gibi bindirmişti arabaya.

Kutlamanın bir yalıda gerçekleşmesi, deniz havası alabilecek olduğum için daha az gerilecek olmam demekti.

Arabadan indiğimde bir an önce içeri geçmenin değil, yalının bir köşesinden kaçıp boğazı izlemenin derdindeydim.

Hiçbir aksiyon olmadan içeri girebileceğimizi düşünmem benim hatamdı. Kapıya birikmiş olan kameraları ve bolca magazinciyi gördüğümde arabanın önünden dolanarak yanıma gelen Cevahir’e baktım.

“Arka kapı falan yok mu?”

Güldü. “Yürü hadi, karım değil metresimsin sanki. Ne arka kapısı?”

Elimin tersiyle karnına patlattım. “Başlatma metresine!”

Ölüyormuş gibi yüz buruşturdu. Canının yanmadığını biliyordum, aldırmadım. “Kıskandın mı?”

“Hayır,” dedim düz bir ifadeyle.

“İyi, metres fikrine alış o za-…” Karnına bu kez daha sert vurdum.

Kısa bir kahkaha attı. “Kıskansan alnımın ortasından vururdun beni demek ki, bu kıskanç olmayan halinse.”

“Gururuma yediremem,” dedim kıvırarak. “Herkes bizi gerçekten evli sanıyor sonuçta.”

“Aynen, öyledir mutlaka.” diyerek geçiştirdiğinde sinirle baksam da beni umursamadan elimi alarak kolundan geçirdi. Koluna girmiş, narince ona tutunmuş gibiydim.

İçeriye yöneldiğimizde bizden önce magazincilerin odağında olan her kimse, çoktan uzaklaşmaya başlamıştı. Girişe adımladığımızda tüm bakışların ve merceklerin bize çevrilmesi bundandı.

“İyi akşamlar, Cevahir Bey.” diyerek konuşan yerinde duramayan genç bir kadındı. Ya ilk işiydi ya da normal hali buydu, bilmiyordum. Fazlasıyla heyecanlı görünüyordu.

“İyi akşamlar,” dedi Cevahir kısaca. “İçeriye geçeceğiz, arkadaşlar. Kolay gelsin size.”

Kalıp uzunca sorularına yanıt vermeyecek oluşumuza şaşırdıklarını sanmıyordum. Cevahir’in huyuydu, ağzına mikrofon yaklaştırmıyordu. Durmuyordu.

Saniye başı suratımda patlayan ışıkların etkisinde ne kadar olabilirsem o kadar düzgün görünmeye çalışarak gülümsemekle meşguldüm. Deli gibi görünmemek için gülümsememde ölçü arıyordum, otuz iki diş gülüp yarın magazin sayfalarında ‘Cevahir Avcıoğlu karısını delirtmiş’ başlığı okuyasım yoktu. Yani yayınlansa aslında haber doğruyu yansıtmış olurdu ama rezillikti işte.

Bir iki itiraz ve ısrar yükselse de Cevahir duruşunu bozmadı. Belime sarmış olduğu koluyla beni yönlendirdiğinde adımlayacaktım ki adımı duyarak duraksamıştım.

“Seray Hanım, öncelikle çok şıksınız. Fakat sizi pek göremiyoruz böyle etkinliklerde, özel bir sebebi var mı?”

Boynunda asılı duran kamerası eşliğinde tek nefeste hızlı hızlı konuşmuş olan adama doğru baktım. Konuşan kişiyi bakışlarımla bulduğumda, benimle aynı anda Cevahir’in de bunu yaptığını fark etmiştim. Belimdeki eli olduğu yeri sıkar gibi sertçe kavradı.

“Teşekkür ederim,” dedim gülümsememi bozmadan. “Bu akşam uygun bir akşamdı, yoğun bir mesleğim var biliyorsunuz. Pek denk gelmiyor.”

Cevap verdiğimde altın bulmuş gibi birden herkes bana odaklanmıştı. Cevahir’in neden sessizlik yemini etmiş gibi davrandığını daha iyi anlamıştım.

“Fahri Bey’in sağlık durumu nasıl, siz mi ilgileniyorsunuz?”

Meslek dediğim anda konu buraya gelmişti tabii… Benim öngörüsüzlüğümdü.

“Gayet iyi kendisi, dinleniyor.” dedi Cevahir beni kurtarıp. “Normalde bu akşamın konuğu da oydu ancak iyice dinlenmesi için biz devraldık. Teşekkürler arkadaşlar, içeriye geçelim artık.”

Daha soracak çok şeyleri var gibi görünen insanlara aldırmadan beni kapıya doğru çevirdi Cevahir.

Yüksek, oymalı kapıdan geçtiğimizde adımladığımız antrede kimse görünmediği için Cevahir’e doğru çevirdim başımı. “Cevap vermese miydim?” diye sordum tereddütle.

“İstediğini yap, Seray.” dedi sorun olmadığını sesindeki rahatlıkla gösterirken. “İstiyorsan çık daha fazla konuş.”

“Ama sen hiç konuşmuyorsun.”

“Sevmiyorum,” dedi omuz silkip. “Bir soruya cevap verince, on soru geliyor. Gördün.”

“Gördüm, evet.” dedim kabullenerek.

Tepelerinde ayakta dikileceğimiz, yüksek yuvarlak masaların düzenli şekilde yerleştirdiği geniş bir salona giriş yaptığımızda etraftaki kimseyi bire bir tanıyor değildim ancak yüzlerini çıkartabildiğim derecede yarı ünlü kişiler görüyordum ara ara.

Yaklaştığımız masaya çantamı bıraktım. Cevahir yanımda, kolum koluna değecek kadar yakınımda duruyordu.

“Sandalye yokmuş,” dedim salon düzenine yakınırken. Ayaklarım umuyorum ki gece sonuna kadar beni taşıyabilecekti.

“Giymeseydin çivilerini,” dedi umursamazca. Oflamakla yetindim.

Bir süre masada yalnızdık. Zaten bu kutlamaya geliş amacımızı kameralar bizi çektiğinde çoktan tamamlamıştık. Zorunluluk içermeyen bir vefa borcuydu anladığım kadarıyla. Aileyi temsilen birilerinin buraya gelmesi ve bunun medyaya yansıması gerekiyordu.

Çantamın kenarındaki küçük kilitle uğraşırken bakışlarım etrafta geziniyordu. Bir köşede takılı kalınca Cevahir’in dikkatini çekmek için elimi kolumu kullanmadan sırtımı koluna doğru bastırdım.

“Hım?” gibi bir ses çıkarttı beni anlayarak.

“Bunlar boşanmamış mıydı ya?” derken hayretle ilerideki çifti izliyordum. Birkaç ay önce haber üstüne haber yapılan, kavga dövüş ayrılan medyatik bir çiftlerdi. Benim bu kadar içli dışlı olmamın kaynağı da, şaşırmayacaksınız ki, Ceylin’di.

Biz evleniyorken, düğün sürecinde bolca benimleydi ve o döneme denk gelen bu bomba ayrılığı ‘hiç yakışmıyorlardı zaten, siz çok yakışıyorsunuz ama’ şeklinde bana ezberletmişti.

“Onlar kim?” dedi Cevahir boş boş benim döndüğüm yere bakarken. “Evli olduklarını da bilmiyordum ki.”

“Yuh,” dedim sanki ben bunu Ceylin’den rastgele öğrenmemişim gibi. “Magazin cahili seni.”

“Oradan bakınca magazinsever biri gibi miyim?” diye sordu benim alayımı ciddiye alarak.

“İnsan en azından kendi haberlerini okur,” dedim başımı o çiftten ayırıp Cevahir’e doğru bakarken. “Bize de mi bakmıyorsun?”

Evlenmeden önce umurumda olmayan sayfaları, evlendikten sonra ara ara kontrol eden ve kendimi ya da Cevahir’i görünce sağını solunu inceleyen bir insana dönüşmüştüm. O yapmıyor muydu?

“Teo onları ayıklayıp yolluyor bana,” dedi sıradan bir şeyden bahsediyormuş gibi.

“Ya,” dedim abartıyla. “Sonra kesip biçip galerindeki klasöre mi koyuyorsun peki kocam?”

Bu konuyu unutmamıştım. Bodrum’daki konuşmamızı dün gibi hatırlıyordum.

Dik dik baktı suratıma. “Sen öyle mi yapıyorsun?”

Cevap vermek için ağzımı açacağım sırada bize doğru yaklaşan biri dikkatimi dağıtmıştı.

Saçlarındaki aklara rağmen karizmatik görünen, dinç bir adamdı gelen. Arkasında beliren, yaşı ona yakın ancak bedeni küçük kalan kadını sonradan fark etmiştim.

“İyi akşamlar, hoş geldiniz.” diyerek Cevahir’e elini uzattı önce. “Fahri Bey ile konuştum, çok geçmiş olsun. Sizin geleceğinizi söylemişti.”

“İyi akşamlar,” diyerek elini sıktı adamın Cevahir. Babasıyla yaşıt falan olmalıydı adam en fazla. “Nice yıldönümü kutlamalarına, diyelim.”

Etkinliğin sahibi olduklarını böylece anladığımda gülümsedim. Bu sırada adamın ve kadının bakışları da bana çevrilmişti zaten.

“Düğününüzde de bulunmuştuk ancak tanışamadık tabii, siz de hoş geldiniz.”

Düğünümde heyecandan(!) sizi gözüm görmezdi zaten diyemeyeceğim için gülümsemeye devam ettim. “Hoş buldum.”

Cevahir ile kısaca bir şey konuşmaya giriştiklerinde masamızdaki ziyaretlerinin uzun süreceğini düşünmüştüm ancak kadının bir anda ileride bir yere bakınarak paniklemesiyle birlikte durum değişti.

“Ay!” demişti telaşla. “Deniz yine tatlılara saldırmış, Savaş baksana!”

Adını bu şekilde öğrendiğim adam, artık eşi olduğundan emin olduğum kadına doğru baktı önce. “Ne oluyor Pınar? Sakin olsana hayatım.”

Pınar Hanım’ın bahsettiği yere baktığımda tatlılara saldıran kişiyi görmüştüm kolayca. Bakışlarım direkt karnına takılı kaldığında dudaklarımı sesli olarak gülmemek için birbirine bastırdım.

Hamileydi. Gözlerim beni yanıltmıyorsa karnında iki bebek taşıdığından da emindim. Mesleki deformasyondu sanırım...

“Kusura bakmayın,” dedi Savaş Bey bize doğru. “Tekrar uğrarım, keyfinize bakın lütfen.”

Cevahir onaylar bir şeyler söylediğinde yanımızdan uzaklaşmaya başladılar birlikte. Giderlerken en son Savaş Bey’in söylenen sesini duyabilmiştim sadece.

“Kocası nerede bu kızın Pınar? Tatlı yemesin diyor ama kendi ortadan kayboluyor. Geri alacağım kızımı, bakamıyorsa bıraksın ben bakarım.”

Masada tekrar baş başa kaldığımızda yüzümde asılı kalan gülümseme yavaş yavaş sönüp kayboldu.

Biraz daha ciddi sayılabilecek bir ifadeyle etrafı izlemeye başladığımda Cevahir’in belime sardığı koluna da, koluyla beni göğsüne doğru çekmesine de itirazım olmamıştı. Sırtım göğsünün yarısına denk gelecek şekilde ona yaslıydım.

Her şey olağan akışında devam ederken canım sıkılmasın diye insanlarla ilgili düşüncelerimi Cevahir’e aktarıyor, onun aklını sınıyordum.

Henüz ‘sus artık, n’olur’ dediği an gelmemişti. Beni dinliyor, dediklerime bir şekilde karşılık veriyordu. Beni kızdırırsa burada olay çıkarıp onu rezil ederim diye korkuyor olabilirdi belki…

“Makyajım bozulmuş mu?” diyerek başımı ona doğru çevirdim bir zaman sonra. Yüzümü uzunca inceledi. “Mahvolmuş,” dedi en sonunda.

Dalga geçip geçmediğini anlayamadığım için duraksadım. “Çok mu kötü?”

Başını salladı. Ardından elimden tutup beni yürütmeye başladı. “Al çantanı, baştan yapman lazım.”

Çantamı son anda alabilmiştim masadan. Cevahir beni bir yöne doğru ilerletti. Lavaboların olduğu kısma geçeceğimizi düşünüyorken beni girişte sorduğum ve sorunca metres saçmalığı ile sinirlerimi bozduğu ‘arka kapıya’ getirmişti.

“Nereye ya?” diye mırıldandım şaşkın şaşkın.

Bu yalıda daha önce birden çok kez bulunduğu belliydi. Nereye gittiğini bilerek ilerliyordu.

Kapıdan çıktığımızda etraf fazlasıyla sakindi. Görünürde kimse yoktu. Işıklandırma yoğun olmadığından tenha kalıyordu sanırım.

Sırtım çıktığımız kapının yanında kalan, girintili şekilde içte olan duvara yaslandığında onu önümde bulmuştum.

Yüzünü birden boynuma doğru sakladı. Askılı, derin dekolteli elbiseden koca bir alan çıplak kalıyordu. Yüzü direkt tenimdeydi.

“Cevahir?” dedim şaşkınca. “İyi misin sen?”

Boynumda sessiz, küçük ama sert öpücüklerini hissetmeye başladığımda omuzlarımı kıpırdatmaya çalıştım. “Aklımı kaybettiriyorsun bana,” dedi dudaklarını tenimden çok da uzaklaştırmadan. “Düşünmem gereken tonla saçmalık varken aklım bambaşka bir konuda.”

“Hangi konuda?” dedim elimi yanağına yaslayıp yüz yüze gelebilmemiz için onu çekiştirip.

“Gözü sana değen her yabancıyı o mu diye kontrol ediyorum. Ediyorum ama tanımıyorum ki, amına koyayım böyle ikilemin ben.”

Kafam karışmış halde gözlerine baktım. “Doğru düzgün anlatacak mısın?”

Stres topu bulmuş gibi elini kaldırıp çıplak koynumda gezdirdi. Parmakları göğüs oluğumu ve oraya bağlantısı olan her yeri turluyorken bakışları gözlerimdeydi.

“Evlenmek üzereymişsin,” dedi saf sinir taşıyan sesiyle. “Birine evlenmeyi düşünecek kadar yakınmışsın.”

Fahri Bey’in kalp kriziyle bölünen meselenin aslında öylece kapanamayacak kadar büyük olduğunu sert bir farkındalıkla zihnimde yeniledim.

Dedesi iyi olunca, kalan aile problemleri çözülmese de, konu bu oluvermişti.

“Adını söyle bana,” dedi birden. “Kimdi o? Herkesten, yanına yaklaşan herkesten şüphelenmemem için adını söyle.”

Nefesimi tuttum. Sessizliğim bir iki saniyeden ibaretti ama o kadar sabırsızdı ki dayanamadı.

“Almanya’ya giden o doktor muydu?”

Gözlerimi iri iri açtım. Bu adama neden iki üç haftada bir Oğuz’u anma perileri geliyordu?

“Hayır,” dedim hemen. “Kafayı yedin sen iyice, hayır tabii ki Cevahir.”

“Tamam,” dedi anlamış gibi. “Kim o zaman?”

Pes edecek gibi bakmıyordu asla. Gözlerimi birkaç kez kırptım. “Yeri burası mı bunun?” dedim kaçmaya çalışarak.

“Doğru,” dedi beklemeden. “Gidiyoruz, yürü.”

Ben daha çok ‘içeri girelim, haklısın’ der sanıyordum fakat çözüm yolum elimde patlamıştı.

Afallamış bir halde onun adımlarına uymaya zorlanan adımlarımla peşindeydim. Arabaya giderken bir tur daha magazincilerle uğraşacağız sanmıştım fakat öyle olmadı. Dolanarak çıktığımız için ön girişe yaklaşmamış, arabaya varana dek kimseyle karşılaşmamıştık.

Ön yolcu kapısını açtıktan sonra benim çırpınmama hiç fırsat vermeden beni yine iki yanımdan tutup kaldırdı, arabaya çantasıymışım gibi koyduktan sonra da kapımı kapatmış ve kendi yerine geçip oturmuştu.

“Seni içeride ne tetikledi?” dedim şaşkınca. Bir anda beni dışarı sürükleyip bu konuyu açmış olamazdı. Bir şey olmuştu.

Göğsü kuvvetlice şişip söndü. Ağır ağır nefeslenmesine sebep olan neydi?

“Çok güzelsin,” dediğinde beklemediğim iltifatla sarsılmıştım. Araba yolda hareket halindeyken şoför koltuğunda ben değil o olduğu için şanslıydık, bunu elim direksiyonda duysaydım bizi öndeki arabayla bir bütün haline getirebilirdim.

“Bakan bir daha bakıyor, bir daha bakmaya gerek duymayacak olan da gözünü hiç çekmiyor. Kafayı yiyeceğim.”

“Abartıyorsun,” dedim sadece.

“Keşke abartsam,” dedi gözlerini yoldan bir iki saniyeliğine ayırıp bana bakarken. Yeniden yola döndüğünde ben bakışlarımı onun yüzünde sabit tutuyordum.

Hangi yolu takip ettiğini, bizi eve hangi yollardan ulaştırdığını hiç izlememiştim. Araba durana dek onun kasılı duran yüzüne bakmış, konuşmasa da bir şeyler anlatacakmış gibi gergin olan bakışlarını incelemiştim.

Eve girdiğimizde merdivenlere ilk yönelen oydu. Aşağıda bir işim olmadığı için -peşinden gidesim olduğu için değildi, evet- ben de merdivenlere doğru yürüdüm.

Onun hızlıca çıktığı merdivenleri, ayağımdan girişte çıkartıp attığım topuklularım sayesinde çıplak kalan ayaklarımla olabildiğince hızlı tırmanmıştım.

Odaya girdiğimde onun giyinme odasına geçtiğini anlayacağım şekilde ışıklar yanıktı.

Küçük adımlarla ben de giyinme odasına girdim. Giyinirken istemediğim, çıkarırken de aslında ihtiyacım olmayacak olan yardımı çok ama çok gerekliymiş gibi yanına adımladım.

Kollarımı göğsümde kavuşturduğumda dikkatle onu izliyordum. Ceketi, papyonu, gömleği… Sırayla hepsini çıkarttı.

Bu tarz kıyafetleri haftalık düzenlerle kuru temizlemeye gidiyor, sonra yeniden askıda yer buluyordu. Çıkarttıklarını nereye attığı önemsizdi aslında ama düzenini koruyordu yine de. Kenardaki pufa doğru atmıştı kıyafetlerini.

Üstünde yalnızca pantolonu kaldığında sanki içeride olduğumu bilmiyormuş gibi hafifçe öksürdüm. “Ben de giyineceğim.”

Bakışlarını bana çevirdi. Dolabın önünde karşı karşıya duruyorduk.

“Ee?” dedi düz bakışlarla.

“Giyinmek için önce soyunmam lazım,” dedim ilginç bir bilgi verir gibi.

“Hadi ya,” dedi yalancı hayretiyle. “Bunun üstüne giyseydin geceliğini.”

Dayanamayıp ters ters baktım yüzüne. “Başka zaman olsa ‘ben soyarım’ diye kahramanlık yapmayı bilirsin ama, ayarsız adamın tekisin çünkü!”

Çıkışımla birlikte bir an duraksadı.

Ben söylene söylene aynanın önüne geçip elimi sırtıma atmıştım bu sırada. Elimin uzanabileceği bir yerde olan gizli fermuarı bulup aşağı doğru çekiştirmeye başladığım sırada aynadaki yansımamın arkasında onun görüntüsü belirdi.

Fermuarı sonuna kadar açmış, kalçamın ortasına kadar inen kısmı aralamıştım. Askılarıma uzanıp onları düşürecekken benden önce onun elleri yetişti oraya.

Askıları bollaştırarak omuzlarımdan çekti. Bile isteye omuzlarımı parmaklarıyla damgalaması, askıları bir saniyede çekebilecekken saniyeler harcaması koca bir tuzaktı.

Hem fermuar hem de askılar oyun dışı kaldığında çıplak göğsü sırtıma hiçbir engel olmadan değebiliyordu şimdi.

Elbise belimde küçük bir duraklama yaşadıktan sonra ayaklarımın dibinde bir kumaş yığınına dönüşmüştü.

Bir önceki yakınlaşmada tanıştığı, tanıştığında bayağı memnun olduğu çamaşıra benzer bir şey vardı üstümde. Elbisenin rengine yakın, kalçalarımı örtmeyen bir tanga giyiyordum. Üstüme yapışan elbiseler tercih ettiğim günlerde beni soyuyordu, yapacak bir şey yoktu.

“Sen ne antin kuntin şeyler peşindesin?” diye sorduğunda aynadan onunla göz göze geldim.

“Hım?” dediğimde iki eli aynı anda öne uzanıp göğüslerime yaklaştı. Elbise sütyen giyemeyeceğim kadar açıktı, göğüslerim ise hiçbir engel olmadığında dünyaya fazla atılgan duracak kadar şişkin... Bu nedenle göğüs uçlarımda iki küçük yuvarlak silikon vardı.

Silikon parçaları uçlarından tutarak kabaca benden ayırdığında mağaradan çıkmışlığına dayanamayarak güldüm.

“Elbiseden meme uçlarımı görmek mi isterdin tüm akşam?” diye sordum başımı geriye atıp omuzuna çarparken.

Gözleri kararır gibi oldu. Kendi göreceklerini mi yoksa başkalarının görme ihtimalini mi düşünmüştü bilmiyordum. Azgınlığı ve öfkesi bazen bakışlarında birbirlerinden ayırt edilemeyecek kadar aynı alevlerle yansıma buluyordu.

Altında ezilip can vereceğime olan inancım da bununla körükleniyordu zaten.

“Uçların durup dururken mi kabarıyor?” diye sordu yanağını şakağıma yaslarken. Aynadan bakışıyorduk. Aynadan bakışlarını ve ellerini takip edebiliyordum.

Elleri çekip yere attığı silikonlardan sonra ‘ben hallederim’ der gibi göğüslerime örtülmüştü. Sıkmıyordu, sadece avuçlarında tutuyordu.

“Hormonlarımla oynuyorsun,” dedim dürüst olarak. Ona çoktan yakalanmış, kaçamayacağım kadar karışık bir labirentin içine dalmıştım.

“Başka şeylerle oynayayım o zaman,” dedi sakin sakin. Sesindeki sıcağı hissetmeseydim bunu arsız bir bildiri olarak değerlendirmezdim.

“Aklımla mı?” diye sordum sırtım sert göğsünde ezilirken.

“İlk harf doğru, bravo.” derken keyifliydi.

Büzüşüp şişen meme uçlarım avucuna sürtündüğünde onları bekliyormuş gibi elleri göğüslerimden koptu.

İki kolunu birden karnıma doladı. Eğilerek çenesini omuzuma doğru yasladığında rahat bir pozisyonda olmadığını tahmin ediyordum. Deve çökünce yer buluyordu ancak Cevahir deveden de beterdi ve çökemiyordu bile.

Düşündüklerim kendi kendime kıkırdamama yol açınca dikkatini dağıtmıştım sanırım. Bakışlarını aynadan benimkilere çarptırmayı kesip yüzünü çevirdi. Belirginleşen gamzemin üstünü yanağımı ikiye bölecek gibi sertçe öptü.

Öperken nefeslenmiş, tenimi koklarken dudaklarını yanağıma bastırmıştı.

Doğumuna eşlik ettiğim bebekler, ilk doktor kontrollerine yine Vita’daki çocuk doktorlarından birine getiriliyorsa anneleriyle yanıma uğruyorlardı bazen. Onları kucakladığımda hem delice ısırıp sıkmak hem de sadece öpüp durmak istiyordum.

Cevahir beni öperken de aklıma bu alışkanlığım geliyordu. Hem beni yiyecek gibi hem de öpmekten başka bir şey yaparsa kırılacakmışım gibiydi davranışları.

“Üşüdüm,” diye mırıldandım birden. Düşündüklerim fazla gelmiş, kendi kendimi delirtiyor gibi hissetmiştim.

Üstelemedi, garipsemedi.

Uyurken giydiklerimin nerede olduğunu biliyordu. Arkamdan birkaç saniyeliğine çekilip geri geldiğinde elinde krem rengi bir geceliğim vardı.

Beni yeniden göğsüne yapıştırmak yerine olduğum yerde çevirip yüzüm ona dönük olacak şekilde durdurdu.

Kendisine ait oyuncak bebeği giydirir gibi kolumu kafasına göre şekillere sokup kumaşı üstümden geçirmeye çalıştığında güldüm. Elinden alıp kendim giyebilir, neden bununla uğraştığını sorarak onunla dalaşabilirdim ama tek yaptığım öylece beklemek ve gülmekti.

Üstümü giydiğimde etrafımda döndüm. Aynadan kendime baktım. “Sırada makyajımı çıkartma görevin var.”

“Az ye de uşak tut istersen,” dedi kolları göğsünde birleşmişken. Ona döndüğümde bu manzarayla karşılaşmıştım. Çıplak bir gövde, bolca kas ve kavruk bir ten görüyordum. Kollarını göğsünde çaprazlaması da tuz ekmişti işe. Kolları boğum boğum kastı şu an.

İç çektim.

İnsanlar kocası böyle bir şey olsun diye dilekler diliyordu, bense başıma damdan düşen cinsini bulmuştum. Çabalamadan buldum diye de kullanmaya kıyamıyordum galiba. Vitrinimde duruyor, gözümü boyuyor ancak dokunma fırsatım pek olmuyordu.

Fırsat bol da sen üşengeçsin diyerek derdini dile getiren sesi duymazlıktan gelerek giyinme odasından çıktım.

Cevahir giyinene kadar işim hiçbir şekilde bitmezdi ama yine de olabildiğince hızlı adımlarla makyajımı temizlemiş ve geceleri yaptığım cilt bakımımın ilk kısmına başlamıştım.

Banyonun kapısını açık tuttuğum için yüzümü tonikle sildiğim sırada odaya geçen Cevahir’i fark edebilmiştim.

“Uyuyacak mısın hemen?” diye sordu kafasını banyoya kapısında belirir belirmez.

“Bilmem,” diyerek dudaklarımı büktüm. Uyuyabilirdim, saat çok erken değildi ama beyefendinin gözünde tek damla uyku yoktu. “Bana kahve yaparsan belki uyumam canım kocam.”

Yüzünü buruşturdu. “İnadına öyle bir söylüyorsun ki şunu…”

Sesli bir şekilde güldüm. İşimin bittiği pamuğu çöpe fırlatırken yandan ona bakmıştım. “Senin gibi içli içli karım diyemiyorum. Özür dilerim.”

“Öğrenirsin,” dedi omuzunu kapıya doğru yaslayıp. “Zor değil.”

“Almayayım,” dedim nemlendiricimin kapağını açarken. “Sağ ol.”

Birden uzanıp elimdeki krem kutusunu aldı. Kutuyu kenara doğru attı.

“Sabah akşam suratına bu kadar şey sürmen çok mu gerekli? Zararlı değiller mi? Ne biçim doktorsun sen?”

“Dermatolog muyum ben?”

“İlla hamile kalınca mı kendi derdine derman olabileceksin?”

Laf yetiştirmek için sorduğu soru sonlandığında ikimiz de bir an duraksadık.

Bakışmamızı bölecek olan hamle ne benden geldi ne de ondan. Kalakaldık bir süre.

Otuz yaşına az kalmış bir kadındım. Kendimi hamile olarak hayal edemeyeceğim kadar karmaşık bir ömür sürmek benim suçum değildi.

Yüzüm ne annemden yana gülmüştü ne de çocuğuna anne olmayı umacağım bir baba adayı beni bulmuştu bunca yıl.

“Kahve,” dedim sesimi bulur bulmaz. “Kahveleri yapmaya in istersen, sen.”

Başını salladı. Bir şey söylemedi. Omuzunu yasladığı yerden çekti, arkasını dönmek üzereyken bir anlığına yaptığı ise beni tüm gece uykusuz bırakacak kadar yanlış bir hamleydi.

Kapıdan ayrılmadan önce bakışları karnıma çarpmış, orada dalgınca duraksamış ve ardından arkasını dönüp gitmişti.

Avuçlarımı lavabo tezgâhına sıkıca bastırıp aynadaki yansımamla göz göze geldiğimde cildim dakikalardır bakım yapmıyormuşum gibi renksizdi.

Bu dünyaya ne çocuk ne de anne olabilmeye gönderilmiştim. İkisini de tatmadan ölüp gidecek olan, böyle sınanan biriydim. Buna inanıyordum.

Dakikalar sonra aşağıya indiğimde Cevahir’i mutfakta kahveleri bardaklara paylaştırırken yakalamıştım.

Bana ayırdığını bildiğim, üstünde çiçekler olan kupayı tezgâhtan aldım. Hiç güzel olmayan, düz lacivert kupası onun olabilirdi.

“Teşekkürler,” diye mırıldandım iki elimle bardağa sarılıp.

“Afiyet olsun,” dedi kendisininkini alırken.

Salona doğru giderken önde ben vardım. Üstümde gecelikle salına salına geziniyordum. Bahçede mi içsek diyerek, bir saat Cevahir Avcıoğlu’ndan ‘ben kıskanç bir adam değilim ama bahçeye böyle nah çıkarsın’ konuşması dinleyesim yoktu şu anda.

Salonda oturduğumuz yerler belliydi.

Bu evde yaşadığım günler birbiri ardına devam ettikçe alışkanlıklarım sağlamlaşıyor, edindiğim yerler kalıcı hale geliyordu.

Koltuğun sağ köşesine oturduğumda aynı koltuğun diğer tarafına da o yerleşmişti. Onun yeri hep bu köşe miydi bilmiyordum ama ben geldiğimden beri çoğunlukla burayı seçmeye başlamıştı.

Sırtımı koltuğun kolçağına yaslayıp bacaklarım aramızda kalacak şekilde döndüm. Aramızda kalan boşluğa bacaklarımı dümdüz uzatmak yerine hafifçe kırmıştım dizlerimi.

Kahvenin dilimi yakacağını bile bile küçük bir yudum alıp yüzümü buruşturdum amaçsızca. Bile isteye yanıp sonra bunu dışarı yansıtmaya bayılıyordum bu aralar.

Kahveler hafifçe soğuyana kadar pek konuşmadık. Ben çıplak kalan dizlerimi inceleyip tırnağımı sürttüm boş boş. Cevahir de sırtı koltuğa yaslı, hafif bacakları aralı şekilde yayılmıştı. Tavana doğru bakıyordu çoğunlukla.

“Dedem yarın kontrole gelecekmiş,” dediğinde ağzımdaki kahveyi yutup konuştum. “Bir hafta oldu, normaldir. Doktoru istemiştir merak etme.”

“Kalbi şimdilik iyi görünüyor belki ama bu darbeyi nasıl kaldıracak bilmiyorum.”

Derin bir nefes verdim. “Zerrin ve amcanın şu an boşanmış olmaları iyi en azından,” dedim küçücük olan iyiliğe tutunup. “Dedenin zaten Zerrin’e güveni kalmamıştı, annenin doktoruyla ilgili durumu öğrendikten sonra yani.”

Fahri Bey’in iki olayı aynı anda öğrendiği bir senaryo hayal edemiyordum. İlk müdahaleyi falan geçin, hiçbir şey kalbini buna hazır edemezdi sanırım.

“Zerrin’e olsa olsa öfke duyar, kızar. Bab-… Oğlunun yaptıkları asıl mesele.”

Cavit’e ‘baba’ demekten kaçınması göğsümü ağrıtmıştı. Dedesinden örnek veriyordu ama bir yandan kendisini de anlatıyordu aslında.

“Nasıl bir yol izler deden?” diye sordum üstüne gitmeden. Cevahir’i bu konuda hislerini dökmeye zorlamak, ayrı bir yerden patlak verip yarın kıyamet gibi esmesine neden olabilirdi çünkü.

“Amcamla konuşmuş, Levent söyledi bana. Beril de biliyor artık zaten. Yani ailede bu iğrençliği duymayan kalmadı.”

İç çektim. “Annen dışında,” dedim sessizce. Olanlardan bihaber olan tek kişi Nilgün teyzeydi artık.

Bardağı daha sıkı tuttuğunu fark ettim. Kendi bardağımı uzanıp sehpaya bıraktıktan sonra dizlerimin üstünde ona doğru ilerlemiştim biraz. Bacaklarım altımda kalacak şekilde ona dönük oturduğumda dizlerim ona temas edecek kadar yakınındaydım.

Kahvesini pek içmemişti. Doluya yakın görünen bardağı elinden aldım. Onu da sehpaya bıraktım.

Başını tamamen geriye atıp koltuğa yasladı. “Arif’le konuşuruz istersen,” dedim kısa kollu tişörtünün kol uçlarıyla oynarken. Eline yumak tutuşturulmuş kedi gibi kumaşın dikiş kısmıyla uğraşıyordum. Bakışlarım da oradaydı.

“Annene neyi nasıl anlatmamız gerektiğini sorabiliriz. Böyle bir sırrı bir başkasına anlatmak tehlikeli olabilir belki ama…”

“Umurumda değil tehlikesi, annem için iyi olanı bulmak için sormak gerekiyorsa bin kişiye de anlatırım Seray.”

Az çok böyle yanıt vereceğini biliyordum zaten. Şaşırmamıştım.

“Tamam, o zaman yarın birlikte uğrarız Arif’e.”

“Olur,” dedi sadece. Sonra bakışlarını bana çevirdi. “Dedem artık hiçbir şekilde onu kendi işleriyle bağlantıda bırakmaz, bir şekilde holdingden de diğer her yerden de kopartacaktır.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Haklı da,” dedim ama eklemek zorundaydım. “Bu onları hırslandıracaktır, ilmek ilmek plan yapmışlar Cevahir. Öylece vazgeçmezler.”

“Geçecekler,” dedi bakışları yoğunlaşırken. “Seve seve vazgeçecekler ya da aradıkları bela ben olacağım onlar için.”

Avucumu göğsünün ortasına doğru bıraktım. Bastırmadan, sadece elimi hissettirerek dokundum.

“Deden fenalaşmasaydı elinde kalacaktı Cavit Bey,” dedim sessizce. “Seni bu kadar kontrolden çıkmış gördüğüm başka bir an olmamıştı.”

“Olmasın da zaten,” dedi göğsünde duran elime parmak uçlarını sürterken. “Çünkü ben de kendimi hiç böyle görmedim, yavrum.”

Pilimi bitiren hitabı oldu. Başımı öne doğru düşürüp çenemi omuzuna bıraktım.

Yarın sabah uyandığımda her şeyin yoluna girmesini istiyordum. Mucize beni bir kez olsun bulsun ve tüm rayından çıkanlar bir anda rayına otursun istiyordum.

Cevahir dudaklarını saçlarımın üstüne, şakaklarıma, alnıma sırayla bastırıp dururken elimi göğsünden hiç çekmemiştim.

“Dedem payları onun elinden aldığında bize dağıtacak muhtemelen, bu hafta hastanede çok kalamayabilirim. Holdingde Levent’in götünü toplamam gerekecek.”

Güldüm biraz. “En zekiniz Beril bence,” dedim dürüstçe. “Hem payı var hem de etliye sütlüye karışmadan keyfine bakıyor. Siz Levent’le birbirinizi yiyin durun.”

Orayı sen yönet, burayı ben şeklinde kaoslarda boğuşan Cevahir ve Levent’in örnek alması gereken isim Beril’di. Onların güç savaşından zenginliğine zenginlik katıyor, ne holdingle ne de herhangi başka bir yerle ilgilenmeden keyif sürüyordu.

“Evlenip kocasıyla çalışmaya başladı, biz ne yapalım?”

Başımı omuzundan kaldırdım. “Benim sekreterim olabilirsin,” dedim hevesle. “Sen de evlisin, maaşını ben cebimden vereceğim bak söz.”

Sekreter adı altında kendisini kölem yapma fikri şu an zihnimde ilk kez yer bulmuştu.

“Aklıma estikçe masanın altına girebilecek miyim? Böyle bir özgürlüğüm varsa teklifini düşüneceğim.”

Bir an şapşal şapşal baktım suratına. Ne ima ettiğini anladığımda ise göğsünde sakinleşsin diye tuttuğum elimi kaldırıp pat diye geçirmiştim gövdesine.

“Cevahir!” dedim cırlarken. “Sen… Sekreterlerinle arandaki ilişki bu mu? Utanmaz arl-…”

Bileklerimden yakalayıp beni sabitlediğinde üstüne doğru düşmüştüm. Cümlemi yarıda bırakan ise bu düşüş değildi.

Dudaklarıma atılıp ısıra ısıra öpmüştü bir anda beni.

Geri çekildiğinde aç bir şekilde yüzüme bakıyordu. “Genelleme yapıp durma, konu sensin diye kanım yerinde duramayıp aşağı iniyor.”

“Ya,” dedim içim acımış gibi yalandan. “Sen büyüdün ve artık sansür de mi yapıyorsun?”

“Nabzım sikimde atıyor demedim diye mi tebrik ediyorsun?”

“Yuh,” dedim gözlerimi irileştirip. “Yuh, hayvan herif.”

“Ağzım mı bozuk?”

“Ağzın kirli,” dedim yargılar gibi. “Pislik yuvası olmuş ağzın.”

“Temizle o zaman,” dedikten sonra dudaklarıma yapıştı yine. Alışkanlıktan bağımlılığa evrilen o aşamadaydı artık öpücükleri.

Sıklığı kontrolsüzce artıyor, dudaklarının dudaklarımı ne zaman bulacağı asla kestirilemiyordu.

Çok şikâyetçiydim.

Çok fazla şikâyetçiydim.

Şikâyetlerimi de tek bacağını bacaklarımın arasına alarak kucağına tırmanırken açıklamaya karar vermiştim.

Belimi ezerek tutup beni kendisine bastırırken birden diğer eli her ne yapmaya çalışıyorsa yapamamış ve bacağımın arkasına, dizime doğru bir yere çarpmıştı.

Delirmiş gibi huylandığım o noktaya değince elektriğe kapılmış gibi üstünde sallandım.

Sallanan tek şey vücudum değildi. Kafamı da oynatınca ona öpüşürken resmen kafa atmıştım.

“Ay,” dedim can havliyle geri çekilip. Alnımı kaşına doğru vurduğum için kendi kendime de beyin sarsıntısı geçirtmiştim.

Öpüşme zaten bölüneceği kadar bölünmüştü. Cevahir de intikamını dudaklarımdan alamayacağını anlamış olacak ki eli bu kez bile isteye bacağımın arkasını, huylandığım yeri buldu.

Tüy gibi hissettiren parmaklarıyla tenimi gezinmeye başladığında boğazımı ağrıtacak kadar çok gülüyordum.

Yüzüm refleksle öne düşmüş, boynuna kapanmıştı.

O kadar çok gülüyordum ki gülüşüm ona da bulaşmıştı sanırım. Göğsünün titrediğini hissediyordum.

Bir kolu kaçamayayım diye belime dolanmışken diğeri beni huylandırıp duruyordu.

Sabaha kadar beni bu şekilde esir ederse gülmekten öleceğime dair şüphem yoktu.

“Yeter,” dedim nefes nefese. Boynunda durup soluklanmaya çalışıyordum.

“Yetmez,” dedi başımı boynunda sıkıştırıp. Kendi başını benimkine bastırınca beni hapsetmişti boyun girintisine.

“Ama çok güldüm,” dedim sitemle.

“Hep çok gül,” derken sesi kısık bir fısıltıdan ibaretti. Kulağıma belli belirsiz dolmuştu.

Parmakları tenimi terk etmemişti ama bana duyurmaktan kaçındığı bu sessiz fısıltısıyla birlikte gülüşlerim yavaşlamıştı bir anlığına.

Omuzuna tutundum düşecekmişim gibi.

Daha önce hiç böyle bir dilek dilenmemişti benim için. Çok gülmemi, bunu hep yapmamı dileyecek kimseyle yolum kesişmemişti belli ki.

Durulduğumu, direnişimin yavaşladığını anladığında dizimdeki elini çekti. İki kolu birden belimdeydi artık.

Çok sık yapmadığım ancak sıklaşması için sürekli çaba gösteriyor olan bir adam olduğundan kendimi kontrol edemediğim şekilde kollarım havalandı. Koltukla onun arasından geçip boynuna dolandı.

Boynuna sıkı sıkıya sarıldığımı hissettiğinde herhangi bir değişim yaşanmadı ikimizde de.

Ne ben yaptığımdan cayıp geri çekilmeye çalıştım ne de o şaşırıp kasıldı.

Doğal bir anmış, hep olurmuş gibi kaldık.

Kollarımı ondan irademle çözemeyeceğimi, yarım saate yakın bir süre öylece durup en sonunda uykuya onun kucağında yenik düşeceğimi sabah olup yatakta gözlerimi açana dek bilemeyecektim.

Uyuduğumu anladığı halde beni yatağa götürmek yerine saatlerce kucağında tutup sardığından ise hep bihaber kalacaktım.

Bu onun küçük sırrıydı.

Cevahir Avcıoğlu’nun hayatındaki en öfkeli zamanlarının tam ortasında olmasına rağmen, öfkesinin zerresini hissetmeden huzurla nefeslendiği sırrı…

 

 

~~~

 

 

Bölümün ikinci yarısı… Ay bunlar fazla sevimli olmaya başladı yanlışlıkla, acil kaotik müdahale lazım hahhahahsjhd

İlk yarısında da Fahri Bey’le de vedalaşıyorduk masadan döndü adam :d Bundan sonra Cavit-Zerrin ikilisi için saklanma gereği kalmadı diyebiliriz. Herkes her şeyi öğrendi büyük ölçüde. Yeni stratejileri ne olur artık bilemiyorum

Bölümün asıl bombası, üstünde henüz çok duramasak da ‘nişanlılık’ meselesiydi bence. Eski sevgili diye düşündüğünüz kişi, eski nişanlı arkadaşlar. Yani nişan töreni anlamıyla düşünmeyin, evlilik arifesine kadar gelmiş birilerini düşünün tabii.

Cevo nişanı duyunca devamında denk gelen sahneyle o öfkesini de babasından bir güzel çıkarttı. Bu detayı kaçırmadınız inşallah hhahajhdkjlkşls Cavit’in başına patlayan sadece yasak ilişkisi değildi yani o anda. Cevahir zaten delirmişti baştan

Görüşmek üzere sonraki bölümde

Öptüm

Yorumlar

  1. Yazarım harika bir bölümdü💖💖

    YanıtlaSil
  2. Şaka mıduurrr bu bölüm erimişim bitmişim aman yazarım nolur nazar degmesinnnnnn😍😍😍

    YanıtlaSil
  3. Yine mükemmel bir bölüm yazmışsın yerimiz değişti ama bizimkilerin güzelliği de seninle yürüdüğümüz bu yolun heyecanı da hep aynı

    YanıtlaSil
  4. Ya denizi , savaşı , pınarı görmek çok mutlu etti benii

    YanıtlaSil
  5. “Vita’ya gelmeden önce nişanlıydım ben,” dedim tek nefeste. “Evlenmek üzereydim.”
    -Cevahir : Teooooo flfşfşşffü
    Hemen araştırmalar başlandı

    YanıtlaSil
  6. Birazda Seray kıskansa Cevahiri çok iyi olurduu yazarım

    YanıtlaSil
  7. Hemen yb hemeeeen :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm