Gözyaşı Kadehleri 18.Bölüm
18.BÖLÜM
Hazırlanma süremi
çok kısıtlı tutmamak ve kaçmak istesem de kaçamadığım kahvaltılar sebebiyle
iyice geç kalmamak için sabah alarmım oldukça erken bir saate kuruluydu. Bu
yüzden alarm sesi duymadan öyle kendi kendime uyanıp güne başladığım zamanlar
istisna olurdu.
İstisnalardan
biri de bu sabah yaşanmıştı.
Gözlerimi
araladığımda saat odanın güneşle tamamen aydınlanacağı kadar geç ve alarmımın
çalmasına yarım saatten fazla süre kalacak kadar da erkendi.
Yatakta
kıpırdanıp dönmemin yanımda uyuyor olan, ona doğru dönük uyuduğum için
gözlerimi açar açmaz gördüğüm bedeni uyandırmayacağından emindim. Ondan erken
kalkmama ve odada gezinip hazırlanırken sesler yapmama bağışıklık kazanmıştı
artık. Kendi alarmını duyana dek devrilip uyuyordu.
Sırtüstü uzanmış,
yüzü tavana dönük şekilde derin görünen bir uykudaydı. Aldığı düzenli
nefeslerle göğsünün hafifçe şiştiğini ve ardından eski haline döndüğünü
görebiliyordum. Bunda üstümüzde örtülü olmak yerine yatağın ucuna toplanmış
örtünün etkisi de büyüktü.
Dün gece
sinirlerimi hoplatan ‘uyuyunca üstünü açıyorsun’ bilgisini doğrulayan durumun
üzerinde fazla durmadım. Dursaydım örtüyü yukarı çeker ve onu boğardım.
Kolumun üstünde
yatmayı kesip sırtüstü döndüğümde tavanla bakışmak yerine ellerimi yüzüme doğru
kapatıp bastırarak yüzümü ovdum. Yeniden uykuya dalamayacağımı biliyordum,
kendimi zorlayarak güne sinirli başlamanın bir anlamı yoktu.
Yatakta önce
oturur hale gelip biraz sonra da tamamen kalktığımda ayaklarım yere basar
basmaz hedefim odadaki banyoydu. Sabahın köründe uyanacağımı bilseydim gece duş
almak yerine bu ana ertelerdim ancak iş işten geçmişti.
Yüzümü yıkayıp biraz
kendime geldikten sonra üstümdeki geceliği çıkartmak yerine kapıya yöneldim.
Siyah, saten kumaşlı midi boy bir gecelikti. Gözlerinizi kısıp baktığınızda
günlük bir elbise olduğunu söyleyebilirdiniz.
Merdivenleri aşıp
mutfağa inmeden önce adımlarım beni koridorun diğer tarafına, varlığından yeni
haberim olan misafir odasına götürdü.
Nilgün teyzenin
uyandığını sanmıyordum ancak içimden bir ses oraya gitmemi ve onu kontrol
etmemi söylemişti. Sanırım her an ona bir şey olabilecekmiş gibi tetikte olan
tek isim Cevahir olmaktan çıkmıştı.
Odanın kapısına
varıp olabildiğince az ses çıkartarak kapıyı açmayı planlamıştım ancak kapı
yarı aralı şekilde açıktı. Cevahir’in her ihtimale karşı özellikle açık
bıraktığını düşündüğüm kapıyı biraz ittiğimde ise sebebin bu olmadığını
görmüştüm.
Boş ve toplanmış
bir yatak, oda havalansın diye açılmış bir pencere… Nilgün teyze benim erken
uyandım diye yakındığım saati de fazlasıyla aşmış görünüyordu.
Salona gitmiş
olduğunu tahmin ettiğim için burada oyalanmadan merdivenlere doğru gidip
yavaşça alt kata indim.
Normalde bu
saatler evin yardımcılarının geliş saatleriydi ancak dün gece ‘ortak’ bir
kararla onları izinli kılmıştık. Vildan Hanım’ın ya da Mira’nın burada
olmasında bir sakınca yoktu ancak Nilgün teyze buradayken Neşe ile onu sürekli
bir arada tutmak mantıksızdı. Bunu dile getirdiğimde Cevahir’in çoktan durumu
hallettiğini, üçüne de izin verdiğini öğrenmiştim.
Yalnızca Neşe’yi
yollamak onun köstebek olduğunu bildiğimizi belli etmek olurdu ancak toplu bir
izin sadece Cevahir’in annesi için pimpiriklenmesi gibi görünüyordu dışarıdan.
Küçük ve büyük
tüm hesapları sıfır hatayla yapabilen, aklı farklı çalışan bir adamdı. Bu
özelliği çoğu kez benim için olumsuz sonuç vermişken bu kez işime gelmişti.
Alt kata
indiğimde salona doğru yürüyecekken mutfak tarafından gelen kısık ama evin
sessizliği sebebiyle duyulur olan sesler beni ters yöne döndürmüştü.
İçeri girince
görmeyi beklediğim manzara kendisi için bir şey arıyor olan bir kadın iken beni
ocağın kenarında koca bir kap ve tavayla birlikte uğraşıyor olan Nilgün
Avcıoğlu oldu.
Henüz pişirmeye
başlamış değildi ama o kabın içindekilerin birer birer kreplere dönüşeceğini
anlamam zor olmadı. Bu saatte uyanmış ve kahvaltı hazırlamaya mı girişmişti?
“Günaydın,” diye
mırıldandım kapı arkasında kaldığı için yaklaştığımda birden korkmasın diye. Sesimi
duyar duymaz çırpıyor olduğu karışımı tezgâha bıraktı ve arkasına döndü.
“Günaydın
Seraycım,” dedi bakışlarımızın kesiştiği anda.
“Neden tek
başınıza giriştiniz bunlara, ben hallederdim? Yorulmasaydınız.”
Elini salladı
havada ‘ne olacak’ der gibi. “Uyandım erkenden, siz işe gideceksiniz hem. Asıl
sen yorulma.”
Gülümsedim.
“Yardım edeyim o zaman, birlikte hazırlayalım. Ama pişirmeye başlamayın
isterseniz.”
Kaşları havalandı.
“Neden?”
“Cevahir’in
uyanmasına bir saatten daha fazla var, soğur yaptıklarınız.”
“Soğuk da yer o,”
dedi. “En sevdiği şeydir kahvaltıda, küçükken o kadar çok yaptırırdı ki bana…”
Yüzümdeki ifadeyi
sabit tutmayı denedim ancak konuşmaya devam etmesi bana pek yardımcı olmuyordu.
“Kaç yıl oldu yapmayalı bilmiyorum, kıvamını tutturmak için iki kez baştan
yapmam gerekti. Oğlumun en sevdiği basit bir şeyi yapmayı bile unutmuşum Seray,
nasıl bir anneyim ben?”
Anneliğini
eleştirebilmek için doğru olacak son insanım demek istedim aslında ona, ancak
yapmadım. Bir ekmeği ortadan ikiye bölse dahi benim ölçütümde mükemmel bir anne
oluverirdi.
“Kendinize
yüklenmeyin, bunun bir faydası yok kimseye. Cevahir bununla uğraşmış olmanıza
bile sevinecek, sorun değil.”
“Sorun,” dedi
başını hafifçe sallayarak. “Her şey büyük bir sorun ama o sorunların kaynağı
nerede bilmiyorum.”
Dudaklarımı
kıvırmaya çalıştım.
Bana ilaçlarını
değiştirdiklerini söylediği günden beri yoğun bir şekilde içinde bulunduğu
durumu sorguluyordu, bunu anlamamak imkânsızdı. Daha önce farkında olamayacak
kadar aklı karışmış ve sisliydi fakat bir şekilde kapıldığı o düşünce aslında
onu ipten almıştı.
İlaçları
değiştirilmiyordu ama içmesi gerekenden belki beş kat fazla ilaç içiyordu.
Terapilerle, basit ilaçlarla gittikçe iyileşebilecekken tam tersi yönde
savrulmuştu.
“Önceliğimiz
sizin sağlığınız,” dedim sakince. Derin bir nefes aldı. “Benimle sizli bizli
konuşmaya devam etmeni istemiyorum”
İstediklerini
yaptırma, uygulatma ve asla geri adım atmama konusunda Cevahir’in annesinin
genleriyle beslendiğini kısa sürede anlamama yardımcı olmuştu Nilgün teyze.
Önce ‘hanım’ dememem için, şimdi de resmi konuşmamam için aynı şeyi
uyguluyordu.
“Peki,” dedim
oğlunun isteklerine yaklaşımımdan biraz farklı bir şekilde. Aynı istek
Cevahir’den gelseydi tepkimin ne olacağı belliydi. “Bundan sonra yapmam.”
Memnun
olmuşçasına başını salladı. “Şimdi ben krepleri yapmaya başlayayım, sen de
yavaş yavaş sofrayı kurarsın.”
“Olur Nilgün
teyze,” dedim yine onaylayarak.
“Uslu uslu da
onaylıyorsun her şeyi, Cevahir’im nereden bulmuş seni acaba?”
Kendi kendine
konuşmuş olmasına içimden bolca gülmüştüm ancak dışarıdan yalnızca düz bir
ifadeye sahiptim.
Elime aldığım
servislerle birlikte salona geçecekken kapının eşiğinde beni durduran yine o
oldu. “Seray,” dedi bir eli tavanın sapındayken omuzunun üzerinden bana bakıp.
“Efendim?”
“Sen ne seversin
kahvaltıda? Sana da onu yapayım.”
Cevap vermedim.
Cevap veremeyecek kadar donuktum. Tabakları tutan parmaklarım kasıldı,
tabakları elimden düşürmek istesem de düşüremeyecek kadar sıkı tutuyordum
artık.
Ben ne severdim
kahvaltıda?
Daha önce bu
soruyu duyduğumu hatırlamıyordum. Özellikle de soruyu soranın annem olma
ihtimali öylesine sıfırlanmıştı ki…
“Bilmem,” dedim
pürüzlü bir sesle. “Uğraşma hiç, önemli değil Nilgün teyze.”
Kaşlarını çattı
biraz. Korkutucu ya da öfkeli değil, düşünceli gibiydi. “Sen söylemezsen
uyanınca Cevahir’e sorup yine öğrenirim, uğraşmak istiyorum belki ben. Sana
neymiş?”
Sorunun cevabının
oğlunda bulunmadığını dile getirmedim. “İştahım olmuyor sabahları,” dedim
öylece.
Yeniden tepki
vermesini beklemeden tabaklarla birlikte mutfaktan çıktığımda omuzlarım bir an
bile direnemeden düşmüştü. Tabakları götürüp yemek masasına bıraktıktan sonra
yeniden mutfağa dönmek yerine sandalyelerden birine yerleşip biraz bekledim.
Nilgün teyzenin
burada kalması fikri benimdi. Bundan bir şikâyetim de yoktu. Ancak henüz yirmi
dört saat bile olmadan birden çok kez travmalarımın böyle ağır tetikleneceğini
hesaba katamamıştım.
Oğlunun saçlarını
okşamasından, ona -zihnindeki boşluklarla savaşarak bile olsa- seviyor diye
sabahın köründe krep yapıyor olmasından dolayı nasıl bu kadar yara alabilirdim?
Olduğum yerde
biraz daha bekledim, sonra iyice uzatmanın durumu daha garipleştirdiğini fark
ederek mutfak ve salon arasında mekik dokuyup kahvaltının hazır olması için
uğraştım. Artık tek tük eksikler kalmış, kreplerin pişmesine odaklandığından
benimle iletişim kurmayan ve bundan o an için memnun olduğum Nilgün teyzeyi
yalnız bırakabileceğim zaman gelmişti.
“Ben artık
giyineyim, yukarı çıkıyorum.”
“İnerken
Cevahir’i de getir, alarmı çalmasa da sen uyandır kocanı bir şey olmaz. Alarm
sesindense karısının sesini duysun.”
Alarm sesini
karısının sesine tercih etme ihtimali yok sayılamayacak kadar yüksekti ancak
Nilgün teyzeye sadece gülümsemiş ve baş sallamıştım.
Merdivenleri
çıplak ayaklarımla çıkarttığım sesler eşliğinde tamamladığımda odaya geçişimde
sessiz olmaya çalışmak gibi bir derdim yoktu. Aksine, odada uyuyan biri
olduğundan haberim yokmuş gibi rahattım.
Girip kapıyı
kapattıktan sonra göz ucuyla Cevahir’e bakmış, her sabah ben gider gitmez
yaptığı gibi yastığıma yuvarlandığını görünce bıkkın bir bakış atmıştım. Ben
kalkar kalkmaz denizyıldızı gibi kolunu bacağını açıp yatağı kaplıyor, suratını
da mutlaka yastığıma gömüyordu.
Giyinme odasına
geçtiğimde ne giyeceğime dair bir fikrim olmadığından biraz oyalanmış, en son
kumaş siyah bir eteği altıma geçirmiştim. Üst bacağımın yarısında kalan rahat
bir etekti, ancak şimdi de üstüme ne giyeceğimi düşünmem gerekiyordu.
Eteğim ve
giyeceğim şey ne olursa olsun altında sırıtmayacağını bildiğim açık renk
güpürlü sütyenimle birlikte odayı kaplayan dolapların bana ait kısmını
süzüyordum.
Gömleklerimden
birine uzanıp üstüme tutmak için askıdan indireceğim sırada arkamdan gelen
tıkırtı yüzünden afallamış ve yönümü kapıya çevirmiştim. “Günaydın,” diyerek
boğuk, uykudan saniyeler önce uyandım diye bağıran sesiyle konuşan Cevahir’i
kapının yanına yaslı şekilde gördüğümde gözlerimi kapatıp açtım.
Uyanır uyanmaz
banyoya değil buraya gelmesinin bir açıklaması var mıydı?
“Sana da,” dedim
ağzımın içinden. Az önce gözüme kestirdiğim gömleğime uzanıp askıdan aldığımda
kollarını üstüme geçirdim. Düğmelerini iliklemeden önce kendimi görebilmek için
çaprazımda kalan boy aynasına doğru adımlamıştım. Bu hamlem, Cevahir’in daha da
yakınımda kalmasına yol açmıştı.
Kendilerinden
büyük birinin hazırlanmasını izleyen meraklı küçük kız çocukları gibi kapıda
durmuş beni süzüyor olmasını çok sorgulamadım. Gömleği yeterli bulduğumda
düğmeleri alttan başlayarak kapatmaya girişmiş, karnımın biraz üstüne
geldiğimde durmuştum.
Gömleği giyiş
şeklim böyle, sütyenin kupları apaçık olacakmış gibi görünüyorken sanki artık
hazırmışım gibi odadan çıkmak için hareketlendim.
Kapıdan geçmem
için Cevahir’in oradan çekilmesi gerekiyordu.
“Çekilecek
misin?” diye sordum yüzüne bakarken.
“Giyinmen bitti
mi?” derken sorgulayıcıydı. Doğru yolda olduğumu fark ettiğim için içten içe
keyiflensem de yüzümü bozmadım. “Bitti, makyajımı yapacağım izin verirsen.”
“Vermem,” dedi
başını sallayarak. Kaşlarımı havalandırdım. “Pardon?”
“Kapatsana
düğmelerini, gömleğin kullanım şeklinden haberin yok mu senin?”
Üstüme bakar gibi
yaptım. “Kapattım işte.”
Ağzının içinden
bir şeyler homurdandı. Henüz homurtuları son bulmadan iki eli aynı anda öne
uzanıp gömleğimin iliklenmemiş en alt düğmesine denk gelecek şekilde kumaşları
kavradı.
Sütyenimin
başlangıç çizgisinde kalan düğmenin iliklenebilmesi için kumaşı sertçe
çekiştirdiğinde bedenim kontrolsüzce ona doğru savrulmuştu.
“Bu muydu
derdin?” diye söylendi. “Ben mi giydireyim seni?”
Dilimi damağıma
vurarak olumsuz bir ses çıkarttım. Dikkatle düğmeleri kapatmakla uğraşan
parmaklarını izlerken hiçbir şekilde müdahale etmiyordum.
“Derdim bu değil,
Avcıoğlu. Derdim, senin gözlerini açtıktan sonra kapatana kadar geçecek her
anda rahatsız olman; hatta gerekirse uykunu bile bana ait kâbusların bölmesi…”
“Rüyalarımı
süslemek yerine kâbuslarıma girmek isteyen bir kadınla ilk kez karşılaşıyorum,”
dediğinde sesi alaycıydı. Tek bir düşüş bile yaşamadan sinir bozucu bir
ifadeyle yüzüne kaldırdım parmaklarındaki bakışlarımı.
“O halde o
kadınlardan birini nikâh masasına oturtmak için kırk takla atsaydın, benim için
değil.”
Kapatmaya devam
ederse boğazıma kadar iliklemekte bir sakınca görmeyeceği kalan düğmeleri
elinden kurtarmak için kendimi geriye doğru çektim.
“Şimdi çekil
önümden, ben hazır olana kadar da işini bitirmiş ol. Kahvaltı hazır.”
Omuzunun beni
sıyıracak olmasını umursamadan yanından geçip odadaki makyaj masasına doğru
ilerledim. Arkamdan ne yaptığına dair bir fikrim yoktu ancak ben yerleşene dek
yerinden kıpırdamadığından emindim.
Çenesini
kapatmazsa, ben ondan iki kat fazla vurucu olurdum.
Kiminle dans
ettiğini fark edene dek, kafasına vura vura da olsa ona bunu ezberletecektim.
~
“Seviyor derken
şaka yapmamıştım,” diyerek koca bir krepin yarısından fazlasını ağzına atmış
çiğniyor olan Cevahir’i bana işaret eden Nilgün teyzeydi.
Masanın başında
Cevahir oturuyordu, sağında annesi varken ben de her zaman oturduğum tarafta
yani solundaydım.
“Fark ettim,”
dedim bir domates dilimini ağzıma atmadan önce. “Bize kalmadı pek, hepsini
yedi.”
Cevahir bana
baktı uzun uzun. Ardından tek yaptığı tabağında kalan krep parçasını alıp
ağzıma bir nevi tepmek oldu.
Gözlerim irice
açılmış, beklemediğim atağın gelişine sadece yüzümle tepki verebilmiştim.
Nilgün teyze bu
anı kıkırdayarak karşılarken ben ağzımdan sarkan krepi kopartmış, tabağıma
bırakmıştım. Ağzımın içinde kalan kısmı çiğnerken çatık kaşlarla Cevahir’i
süzüyordum. O ise halinden memnun, çayını yudumluyordu.
“Karımdan bir
parça krep mi sakınacağım?” dedikten sonra annesine baktı. “Nazlanıyor,
görüyorsun değil mi? Ben yedireyim diye. Odada da ben giyd-…”
Cümlenin
devamının nasıl geleceğini anlar anlamaz öksürmeye başladım. Ciğerlerimi kusuyormuş
gibi öksürdüğüm için Nilgün teyze telaşla bana dönmüş ve yerinden kalkacak gibi
olmuştu. Sevgili(!) kocam ise arkasına yaslanmış halde benim oyunculuğumu
izliyordu.
“İyi misin
canım?” dedi Nilgün teyze sıcak bir sesle. Ardından koluna patlatmak üzere
Cevahir’e döndü. “Oğlum kalksana… Karın boğuldu, krep kemiriyorsun hâlâ. Pes
yani!”
“İyiyim,” dedim
daha fazla ona kıyamadığım için. Aslında biraz kıyabilsem daha da abartır ve
gözümün önünde Cevahir’i dövmesini izlemek için gerekirse boğazlarımı tahriş
ederdim.
Nilgün teyze
rahat bir nefes alırken Cevahir de öne doğru geldi. Başını bana çevirip
konuştu. “Geçmiş olsun, yavrum.”
“Yavrun-…” diye
yükseldim birden. ‘Gebertsin seni’ gibi bir tamamlama planım vardı ancak
karşımda oturan ve bize sevgiyle bakan kadın buna şahit olmamalıydı. “-yesin
seni kocacım.” diyerek cümleyi bitirdiğimde dişlerinin arasından konuşan bir
manyaktan halliceydim.
Cevahir’in bıyık
altından güldüğünü, kıvranmamın ona nasıl keyif verdiğini gördükçe kahvaltılık
bıçaklara potansiyel cinayet aleti gözüyle bakmaya başlamıştım.
“Teo ne zaman
gelecek? Gecikecekse ben çıkayım birazdan, ayrı gidelim.” Konunun değişmesi ve
az önce kolumdaki saati gördüğüm için konuştuğumda Cevahir de kolunu kaldırıp
saatine baktı.
“Gelmek üzeredir,
birlikte çıkarız.”
Hayır, sen bensiz
çık dese dişimi kırardım zaten.
- yn: dişimi kırardım
yazarken aklıma direkt Despina geldi hhskdjlkşoailşkm şunu duyar duymaz atacağı
o anlamsız bakışlar…
Teoman, Nilgün
teyze ile birlikte evde olacaktı. Yine akşamüzeri onu hastaneye getirecek ve
Arif’le görüşmesi yapılacaktı. Bu da dün uyumadan öğrendiğim, Cevahir’in çoktan
hazırladığı günlük planın bir parçasıydı.
Kısa bir
sessizlik eşliğinde kahvaltının son demlerine devam ettiğimizde Teoman gelene
dek bu sessizliğin süreceğini düşünmüştüm ancak Nilgün teyzenin sesini
duyduğumda düşüncelerim dağıldı.
“Cevahir?”
dediğinde ikimizin de bakışları onu bulmuştu. “Siz ne zaman balayına çıkmayı
planlıyorsunuz annecim? Kaç hafta oldu evleneli, iş peşinde koşturuyorsunuz
öyle.”
Kahve kupamı
parmaklarımla sımsıkı tutup ağzıma dayadım. Böylece acilen kahve içmem
gerekiyormuş ve asla cevaba karışamazmışım gibi bir imaj çizmeyi hedeflemiştim.
“Balayına?” dedi
Cevahir boğazını küçük bir öksürükle rahatlattıktan sonra. “Erteledik biraz anne,
hastanede her şey yoğun.”
“Başlatma
hastanenden şimdi,” dedi Nilgün teyze ters ters. “Karını balayına götür,
gerekirse hastane batsın ne yapalım yani?”
Vita’nın öyle iki
günde batamayacak kadar köklü bir hastane olması dışında bir sorun yoktu.
Cevahir’in sanki ikimiz yokken hastalar ölecekmiş gibi açıklama yapması elbette
inandırıcı olmamıştı bu nedenle.
Nilgün teyze bir
anda bana döndü. “Sen de sıkıştırsana bunu köşeye biraz, işkoliklik yapmasına
izin verme. İstiyorum de, götürsün seni istediğin yere.”
Fincanı ağzımdan
çekip masaya bırakırken göz ucuyla Cevahir’e baktım. “Sıkıştırıyorum,” dedim bu
konudan dertliymişim gibi. “Vita’yı bırakamaz ki ama…”
Nilgün teyzenin
kaşları çatıldı. “Bırakacak efendim!” dedi sertçe. Azarlayacakmış gibi oğluna döndüğünde
her ne kadar bundan delice keyif alacak olsam da konunun uzaması işime
gelmezdi. “Gerek yok-…” diyecek oldum bu yüzden.
Ancak devam
edemedim.
“Gideriz o
zaman,” dediğini duydum Cevahir’in.
Gözlerimi
açabildiğim kadar açtım. “Ne?” dedim şokla.
Bu şaşkınlığımı
yanlış yorumlayan Nilgün teyze şefkatle konuştu. “Ay kuzum benim, kızı nasıl
oyaladıysan inanamadı birden Cevahir.”
“İnanamadım
Cevahir!” dedim şok içinde Cevahir’e bakıp. “Şaka yapıyorsun herhalde?” Sorum
‘şaka yapmıyorsan, benim şakam kanlı olacak’ tehdidi içeriyordu. Ancak tehdidimin
içi Cevahir tarafından dibi sıyrılan krep tabağı kadar boştu.
Mahvolmuştum.
~
“Anneni boşu
boşuna heveslendirdin,” dedim Teoman’la birlikte kapıdan bize bakıyor ve el
sallıyor olan Nilgün teyze görüş açımızdan çıktığı anda.
Arabaya biner
binmez de konuşsam beni Cevahir dışında kimse duyamazdı ama anlamsız bir
çabayla arabanın bahçeden ayrılmasını beklemiştim.
“Ne konuda?”
Gözlerini yoldan ayırmadan, bir eli direksiyonda diğeri ise dizinde dinlenirken
gayet rahat bir tavırla sormuştu bunu.
Yorgun bir nefes
aldım. “Balayı saçmalığından bahsettiğimi biliyorsun, Cevahir. İşlerim yoğun
demeye iki dakika daha devam edemedin mi o an?”
“Annem ikna
olmazdı,” dedi duraklamadan. “Annen ikna olmuyor diye balayına mı gideceğiz
yani?” diye sorarken sesim alaycıydı.
“Öyle görünüyor,
doktor. Cuma’dan sonranı bir süreliğine boşalt programda.”
Emniyet kemerimi
söküp üstüne atlamak ve onu boğmak için deliriyordum şu anda. Saçma sapan
şeyleri öyle rahat, öyle tasasız dile getiriyordu ki aklımı yitirecektim.
“Kafayı yemişsin
sen,” dedim sinirlerim bozulmuş halde. “Tatil mi yapacağım seninle bir de? Bir
bu eksik hayatımda zaten, evet.”
“Balayına bensiz
mi gitmeyi isterdin?”
Başımı salladım
hevesle. “Evet, bunu seçiyorum.”
“Balayının vizyonuna
aykırı bir durum bu, kocan olmadan gidemezsin.”
Dudaklarımı
kıpırdatarak ancak sesimi ona tam olarak ulaştırmadan söylenmeye başladığımda
başımı geriye doğru atıp koltuğa yaslamıştım.
“Kocam ansızın
yok olsa da mı gidemem?”
“Ağlarsın ama
arkasından,” dedi yalandan olduğu belli bir acıyla.
“Çok,” dedim
uzata uzata. “İçim dışıma çıkar ağlamaktan hem de. Canım kocam.” Son kısmı
aşkımdan ölüyormuşum, içim kaynıyormuş gibi seslendirdiğimde bakışlarını yoldan
anlık olarak çekip göz ucuyla bana baktı.
Hiçbir şey
söylemeden yola odaklanmaya döndüğünde ben de sesimi kesmiş ve camdan dışarıyı
izlemeye koyulmuştum.
Hastanenin
otoparkına giriş yapıp asansörden sonra ayrılana dek sessizliğimiz sanki
yeminler etmişiz gibi hiç bozulmadı.
Öğlene kadar
oldukça yoğun bir tempoda hastalarımla boğuşmuş, öğleden sonra da odamda olmak
yerine serviste olacağım için kendime biraz uzun bir öğle tatili hediye
etmiştim.
Odamdan
çıktığımda beni karşılayan boş bir koridor olur sanıyorken, koridorun soluna
doğru birikmiş kalabalığı gördüğümde merakla durumu anlamaya çalıştım.
Ceylin masasında değildi,
ona soramadığım için kendim çözmek zorundaydım.
Kalabalığa doğru
ilerlerken bu yoğunluğun karma bir gruptan oluştuğunu fark etmiştim.
Aralarından seçebildiğim herhangi bir beyaz önlüklü yoktu ancak güvenlik
görevlileri ve çeşit çeşit insan bir aradaydı.
Yaklaştığımı
gören güvenliklerden biri gözleri irileşerek bana doğru adımladı. Hafifçe
kolunu tuttuğu bir adamı hemen bırakmıştı bu sırada.
“Seray Hanım,”
dedi sessizce. “Uzaklaşın lütfen. Karışık burası.”
“Ne oluyor?” diye
sordum. Güvenlik, resmen benim önüme duvar örmüştü. Kalabalığın dikkatini
çekmeyeyim diye yaptığı belliydi.
Adam ne
diyeceğini bilemiyormuş gibi bekledi. Bu duraksamanın bir ay önce sorsam
yaşanmayacağından o kadar emindim ki. Durumu Cevahir’e yetiştirmemden
çekiniyordu belli ki.
Zor durumda
kalmaması ve işini yapabilmesi için daha fazla üstelememeye karar vermiştim.
Arada doktor ya da herhangi bir sağlık personeli olmadığına göre hastalar kendi
aralarında tartışma yaşamıştı yüksek ihtimalle.
“Tamam,” dedim
sakince. “Çıkıyorum ben.”
Adamdaki
rahatlama gözle görülür şekildeydi. Arkamı dönüp kalabalıktan uzaklaşacakken
adımlarımın henüz ikincisi gelmeden durmasına neden olan ise istenmeyen otun
burnun dibinde bitmesini uygulamalı anlatıyordu.
Cevahir Avcıoğlu
buraya doğru yürüyordu.
Ceketini giymiş,
elinde araba anahtarı tuttuğuna göre kata gelme sebebi olay değil de bendim.
Yemeğe çıkalım diye gelmiş olmalıydı.
Bakışları önce
beni, ardından gerimde bulunan kalabalığı buldu. Yüzü direkt soğuyup,
kasılırken derin bir nefes aldım.
Hastanedeki en
ufak bir pürüze bile tahammülü olmayan yöneticimizin bu sahneyi keyifle
karşılayacağını sanmıyordum.
Adımları onu
yanıma ulaştırmadan önce ben ona doğru gittim hızlı bir iki adım atarak.
Güvenliklerin
başı yanmadan onları uzun bir gerilim seansından kurtarabilirdim belki.
Avuç içim göğüs
boşluğuna dayanacak şekilde elimi gövdesine bastırdım. “Küçük bir olay,
güvenlikler hallediyor. Çıkalım biz.”
Bakışları
gerimdeyken, göğsüne dokunduğum anda başını eğerek yüzüme doğru bakmıştı. Ben
de aynı şekilde ona bakabilmek için başımı geriye doğru attım.
Beni ezip
geçebilir, rahatça kenara itebilir ve asla sözümü dinlemeyebilirdi. Az çok
yaşanacak olanın bu olduğuna inandırmıştım kendimi.
Göğsü kısa bir
nefesle şişti. Ona yaslı olan elim bu hareketle yerinden oynasa da temasımı
kesmedim.
“Sabah bütün
krepleri sen yedin, ben çok açım.”
Bir an, çok kısa
bir an yüzündeki belirgin soğukluğun kaybolur gibi olduğunu yakaladım. Dikkatle
yüzüne bakmıyor olsam muhtemelen kaçıracağım o anı izlerken gözlerimi yavaşça
kapatıp açmıştım.
“Ne yiyeceğimizi
seçtin mi?” diye sorduğunda bu kez göğsünü nefesle şişiren bendim. Rahat bir
nefes alarak başımı iki yana salladım. “Sen seç,” dedim ona asla bırakmadığım
yemek seçimi konusunda bir istisnaya imza atarak.
Yürümeye
başlayacakken istemsizce bakışlarımı arkama doğru, bir süredir görüş açımda
olmayan kalabalığa çevirmiştim. Kalabalığın içindeki birkaç kişinin
bakışlarının net bir şekilde bizde olduğunu, açık açık bizi izlediklerini
gördüğümde ise farkında olmadan koca bir oyun sergilediğimi anlamıştım.
Bazen Cevahir’in
medya erişimi olan ortalama bir insan için oldukça tanıdık bir yüz olduğunu,
onunla evlendiğimden beri ona yakın bir tanınırlığa sahip olduğumu
unutabiliyordum.
Amacım Cevahir’in
olaya müdahalesi engellemekken, ona yakınlaşarak kalabalığın dikkatini dağıtmış
ve güvenliklerin işini kolaylaştırmıştım.
Cevahir’e
yanaşmam benden başka herkese yarıyordu.
Birbirine eş
adımlarla yürümeye başladığımızda sırtımın tam ortasına yaslanan elinin
sıcaklığı gömleğimi aşarak tenimi ısıtıyordu. Asansöre bindiğimizde
sessizliğimi bozmamış olsam da boş olan kabinde beni tutmasına gerek olmadığını
düşünerek ileri adım atıp elinden sıyrılmıştım.
Öğleden sonra
randevulu hastam olmadığında genellikle yemeklerimi hastanede değil, dışarıda
yerdim. Koşturarak yetişmem gereken belli bir saat olmaması beni daha rahat
hissettirirdi ve nadiren gerçekleşen bu zamanları hastaneden kaçarak
değerlendirirdim.
Cevahir hayatıma
girdikten sonra bu şekilde geçen günlerim bir elin parmağından azdı. Ancak bu
sayı onun durumu bir tesadüf değil de alışkanlık olarak yorumlamasına yetmişti.
Hastanedeki
günlük planımın Ceylin tarafından Cevahir’e sızdırıldığını anlamamak için aptal
olmak lazımdı. Ne zaman nerede olacağımı benden daha iyi bilen Avcıoğlu her
zaman kârlı taraftaydı.
Yukarıdayken
elinde araba anahtarının olmasını ve şimdi de yemek alanına değil otoparka
gidiyor olmamız az önce bahsettiklerimden kaynaklanıyordu.
“Et yedireceğim
yine sana,” diye konuştuğunda arabaya binmeden önce üst taraftan ona baktım.
“Etçilliğini bana da bulaştırmak zorunda mısın?”
Evlendiğimizden
beri et yemekten kan değerlerim hiç olmadığı kadar zenginleşmiş olmalıydı. Eve
geldiğim ilk gün başlayan bu olayın sonu asla gelmiyordu. Vildan Hanım’dan
sebze yemekleri rica etsem de Cevahir yanına bir çeşit et ekletiyor ve zorla
yememi bir şekilde sağlıyordu.
“Yemeği seçmemi
istedin az önce.”
Ofladım. “En
büyük hatamdı.”
Kapıyı açıp
arabaya bindiğimde o da sürücü koltuğuna yerleşti hemen. “En büyük hatanın
benimle evlenmek olduğunu sanıyordum.”
Kemeri çekiştirip
yerine takarken yüzüne baktım. “Hata olması için bunda benim bir payım olmalı,
Cevahir. Yazıp oynayan sendin, ben sadece direndim.”
“Yeterince
direnememişsin o halde.”
Sinirlerimle
oynama çabasını sonuçsuz bıraktım. Torpidoya attığım, günlük yanıma aldıklarımı
orada burada unuttuğum için sade olanlardan birini arabasında bırakmaya karar
verdiğim güneş gözlüğümü çıkarttım.
Öğle güneşinin
arabaya bolca akın etmiş olmasının beni rahatsız ettiği kadar onu da edeceğini
ve araba kullanan tarafın o olduğunu algılayınca omuzlarımı düşürdüm. Tekrar
torpidoya uzanıp onun gözlüğünü de çıkarttım.
“Tak sen de.”
“Elim dolu,” dedi
araba kullanmaya bugün başlamış gibi iki eliyle yapıştığı direksiyonu işaret
ederek.
Gözlerimi kıstım.
Sabah utanmasa iki elini de bırakıp direksiyonu ayağıyla çevirecekti. Yalan
söyleye söyleye çarpılacaktı bir gün.
Homurdanarak
kabından çıkarttığım gözlüğünü yüzüne yaklaştırıp düzgünce taktım.
“Ödeştik bu
arada,” dedi ben geri çekilirken. Sorar gibi tekrarladım. “Ödeştik?”
“Sen gözlüğümü
taktın, ben de sabah gömleğini giydirmiştim sana.”
Beklemediğim
cevapla birlikte kendimi tutamayıp sesli bir şekilde güldüm. Başım geriye doğru
gitmiş, içten bir gülüş dudaklarımdan fırlamıştı.
“Sen hâlâ orada
mısın? Taktın gömleğime.”
“Yardım etmesem
her yerin meydanda kalacaktı.”
Başımı salladım
yavaşça. “Memelerimin güvenliğinden sorumlu hissetmen çok ince, Cevo.”
Araba hafif
trafikli yolda, normalden yavaş bir hızla ilerliyorken bana bakabilme süresi
uzundu. “Sınırsız ve ücretsiz bir hizmet, değerini bil.”
“Karınım diye
mi?” dedim gülüşüm azalsa da sönmeden.
“Karımsın diye,”
dedi önce onay verip. Sonra yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz bir sesle devam
etti. “Giyip durduğun gecelikler sayesinde bolca yüz yüze geldiğim göğüslerinin
etkisi de yok değil.”
Bir kısmını
anlamam, neye söylendiğini algılamama yetmişti. Keyifle dudaklarımı kıvırıp
oturduğum yerde bacaklarımı çaprazladım.
İradesiyle övülen
bir adamın iradesini sınama fikri egomu okşamıştı, yalan yoktu.
Araba daha önce
gelmediğim, adını da duymadığım bir restoranın önünde durduğunda inmek yerine
beklemiştim. Cevahir’in valeden önce davranıp kapımı açacağının güvencesine
sahiptim.
Eğer kanlı
bıçaklı olduğumuz bir anda değilsek ve arabadan ineceksem, kapım Cevahir
Avcıoğlu tarafından açılıyordu.
Arabadan indi.
Yaklaşmış olan valenin kapıma doğru gelmesine küçük bir baş hareketiyle engel
olduktan sonra anahtarı adama uzatıp bana doğru yöneldi.
Açılan kapıdan
çıkıp, ayağımdaki topukluları yere saplayarak ayaklandığımda bir elim onun
avucunun içindeydi.
Sol elimi
tutuyordu. Yüzüğümün onun parmağındaki alyansa çarptığını hissetmiştim.
Sabah elime
eldiven takmaya başladığım anda çıkartıp çantamdaki kutusuna koyduğum, öğlen
odamdan çıkarken geri takmayı -unutmak istesem bile- unutmadığım ve çıkış
saatinde de yeniden parmağıma geçirdiğim yüzüğümle her geçen gün daha da samimi
bir ilişkimiz oluyordu.
Bugüne dek her
çeşit saçmalık yüzünden atışmışlığımız vardı ancak yüzük konusu hiçbir zaman
masada olmamıştı. Bunun sebebi de benim yüzüğe olan alışmışlığımdı.
Parmağımda
ağırlığını hissetmeye, elime baktığımda onu görmeye alışmıştım. Çıkarmak gibi
bir istekle dolmuyordum.
Yüzüğe bir
evlilik izi gibi değil de sıradan bir takı gibi davranıyorum demem de sanırım
çok doğru olmazdı. Garipti ama evliliğe dair beni en az geren şey yüzüğü
taşımaktı.
Restorana
girerken elimi bırakmak yerine ikimizin arasında kalacak şekilde parmaklarımızı
birbirine dolamıştı.
Rezervasyonumuz
olmadığından emindim ancak girdikten sonra yönlendirildiğimiz masaya bakılırsa
taze soyadımın ekmeğini yemek üzereydim. Geniş camlardan yoğun çiçekli bir
bahçeyi gören, buna rağmen bu kısma yürürken gördüğüm restoranın öğle saati
yoğunluğuna rağmen boş sayılan alandaydık çünkü.
Bahçeyi daha net
görebileceğim tarafa geçmek için Cevahir’in fikrini almaya gerek duymadan
oturacağım sandalyeyi seçip adımladım. Sandalyemi geriye çektiğinde başımı
geriye doğru kaldırıp ona bakmıştım. Kapı açmasına aşinaydım ama sandalye çekme
anları daha istisnaiydi.
Karşımdaki yerine
geçip oturduğunda kısa bir diyaloğun ardından menüleri bize uzatan garsonu
durdurdu. “Menüye gerek yok,” dedikten sonra ayrı iki şey seçip saydı.
Genç kadın
söylediklerini başını sallayarak onayladıktan sonra, “İçecek olarak ne
alırsınız Cevahir Bey?” diye sordu.
Cevahir’in
bakışları bana çevrildi. Gözlerindeki soru işaretinin ne olduğunu anlamam güç
olmadı. “Hastaneye döneceğim,” dedim yeterli cevap olacağını bilerek.
Sarhoş bir doktor
olarak Vita’da yeni bir tarih yazmak ve Hipokrat’ı salya sümük ağlatmak
istemezdim.
“Su alalım,”
dedim garsonun beklediğini görünce. Gülümseyip yanımızdan ayrıldığında
Cevahir’le yalnız kalmıştık.
“Şarap
içmiyoruz,” dedi farkındalığı yeni kazanmış gibi. “Mahzeni unutmuş olabilir
misin? Evde hiç uğramıyorsun. Senin evine her geldiğimde elinde kadehle
karşılıyordun oysa beni.”
Abartısına biraz
güldüm. Alkolikmişim gibi davranması komikti.
“Biraz yoğun
günler geçiriyorum,” dedim sanki aynı hayatı bölüşmüyormuşuz ve benden haberi
yokmuş gibi.
“Öyle mi?”
diyerek oyunuma ayak uydurdu. “Özel değilse öğrenmek isterim sorunlarınızı.”
Dudaklarımı
büktüm. “Kocam…” dedim içli içli. “Manyağın teki, Cevahir Bey. Lütfen yardım
edin bana.”
Ters ters bakmaya
başladığında kıkırdadım istemsizce. “Şaka da kaldıramıyorsun, yaşlandın iyice
Cevo. Yeni yaşına gireli daha iki gün oldu aslında.”
“Cevahir Bey
demeni mi yoksa Cevo’yu mu daha rahatsız edici buluyorum, seçemiyorum doktor.
Beni ikilemde bırakabilen tek varlıksın.”
“Türümün tek
örneğiyim,” dedim havalanarak. Burnundan kısa bir nefes vererek güldü. Daha
doğrusu onun için gülmeye en yakın olan ifadelerinden birini takındı.
Yemekler gelene
kadar Cevahir’in olabildiğince çok sinirine dokunmaya gayret etmiş ancak, bugün
yatağın doğru tarafından kalktığı için olsa gerek, pek başarılı olamamıştım.
Nilgün teyze krep
karışımına sakinleştirici de koymuş olabilirdi gerçi. Cevahir’i bu kadar
dikensiz ve sakin görmek her an yaşanabilen bir durum değildi çünkü.
Önüme bırakılan
tabağı ve tabağın ortasında duran koca bir parça eti sağından solundan
süzdükten sonra Cevahir’in tabağına baktım. Onun tabağındaki sosun rengi koyu
bir mora çalıyordu. Kendi tabağımdaki kahverengi sos yerine daha iştah açıcı
bir seçenek olabilirdi.
“Bana neden o mor
sosludan söylemedin?” diye sordum tabağına gözlerimi dikmişken.
Bıçağına ve
çatalına uzanmış, eline almıştı bu sırada. “Tadına bak,” dedi kendi etinin bol
soslu kısmından kesip çatalına batırınca.
Uzattığı parçayı
ağzıma alıp çiğnediğim, daha doğrusu dilim o parçaya değdiği anda yüzüm
buruşmuştu.
Bu kez cidden
güldü. “Reyhan var sosta,” dedi arkasına yaslanıp. “Sevmediğin bir otla dolu
sosu yemek istemeyeceğini düşünmüştüm.”
Doğru düşünmüştü.
Kendi tabağımdaki
kahverengi sosla yetinmeli ve renkli diye başka tabaklara göz koymamalıydım.
Ağzımdaki bir
şekilde yuttuktan sonra suyumdan yudumladım. Kendi etimi kesmeden önce
konuştum. “Reyhan sevmediğimi nereden biliyorsun sen?”
Omuz silkti.
“Kuşlar söyledi.”
Kuş muhtemelen
evdeki yardımcılardan biriydi. Yemeklere eklememelerini istemiş, illa
ekleyeceklerse de bana o yemeği yemememi belirtmelerini rica etmiştim. Sadece
Cevahir’in neden durup dururken bunu öğrendiğini anlamamıştım.
Tabağımdaki sosun
damak zevkimden uzak olmaması sayesinde parçaladığım eti yemekte sorun
yaşamıyordum. Henüz yarısına bile gelememişken Cevahir’i duyduğumda başımı
tabağımdan kaldırdım.
“Cuma akşamına
ayarlattım uçuşu.”
Ağzımın içine az
önce attığım et parçasına dişlerimi geçirmeden boş boş yüzüne baktım. Başımı
salladım. “Uçuş?”
“Uçuş,” dedi
onaylayıp. “Cumartesi sabahı da olur, gece uçmayı sevmiyorsan. Pilota tekrar
haber veririm, izinler değiştirilir.”
Eti ağzımın
sağına itip dudaklarımı araladım. “Dalga mı geçiyorsun?” dedim yanağım şiş
haldeyken.
“Geçmiyorum,
sabah söyledim ya Seray. Hazırlan, programını boşalt diye. Program konusunu
hallettim, Ceylin senin yerine gelecek olan geçici uzmanla iletişim kurdu.”
Ben ne diyordum o
ne anlatıyordu? Sorun gece uçmak, program boşaltmak mıydı şu an?
Ağzımdaki lokma
biter bitmez kısık ama öfkeli bir sesle konuştum. Hafifçe öne doğru eğilmiş,
olur da sesimi duymazsa diye tüm önlemleri almıştım. “Seninle değil tatile,
karşı yakaya bile gitmek istemiyorum Cevahir. Bu balayı saçmalığını listenden
sil.”
“Tüm odağını bende
tutmak yerine, denizi havuzu falan düşünsene sen. Aklını dağıtıp dinlenebilme
ihtimalini asla düşünmeden neden saldırıya geçiyorsun?”
Kaşlarım çatıldı.
Ben konuşamadan o devam etti. “Burada kalsan da beni göreceksin, tatile gitsen
de beni göreceksin. Hangi seçeneğin daha dinlendirici olacağını sen düşün.”
Bir an
duraksadım.
Balayına gitmemek
demek, Cevahir’siz bir hayat demek değildi. Aynı evde, aynı odada yaşamaya ve
aynı çatı altında çalışmaya devam ediyor olacaktım.
Yüzümdeki
ifadenin değişmiş olması onun anlayacağını anlaması için yetmiş de artmıştı.
“Ben de öyle
düşünmüştüm,” dedi başını çok hafif bir hareketle oynatıp. “Anlaştık o halde.”
Derin bir nefes
alıp önüme döndüm. Eti bitirmeyeceğim belliydi ama kenarından köşesinden
keserek biraz vakit öldürmüştüm.
Bir iki dakikanın
sonunda merakıma yenik düşerek sordum. “Nereye gidiyoruz?”
“Bodrum,” dedi
direkt.
Kaşlarım
havalandı. “Şile’deki benim kaldığım pansiyona gitseydik bari,” dedim alayla.
Lüksü de şatafatı da umurumda değildi ama soyadının vaat ettiklerinin yanında
Bodrum tatili biraz devede kulak kalmıştı.
“Nasıl bir cevap
hayal etmiştin, doktor?” dediğinde omuz silktim. “En azından sınır kapısını
geçeriz sanıyordum, Yunan adalarından dahi bahsetmeden hedefimiz Bodrum yani
öyle mi?”
Nedense bu planın
altında bir başka plan yatıyor gibiydi ancak ne soracak ne de sorgulayacak
enerjim yoktu.
Konu uzamasın
diye evin bahçesinde balayı fikrine bile ses çıkartmayabilirdim.
“Yurtdışına
çıkmak istiyorsan, çıkarız başka bir zaman.”
Boş boş baktım. “Elimden
tutup gezdirir misin peki beni?”
Dalga geçtiğimi
anladığı için cevap yetiştirmek yerine bitirmek üzere olduğu yemeğine döndü.
Ben de onu taklit ederek tabağıma odaklandığımda aklımda bu tatilde
yaşanabilecek birden fazla saçma senaryo kol gezmeye başlamıştı.
Umudum hepsinin
senaryo olarak kalması ve hayata uyarlanmamasıydı. Aksi halde balayından
döndükten sonra kocasını boğan bir kadın olacaktım.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder