Düşten Farksız 25.Bölüm

 25.BÖLÜM



Yeni bir günün başlamasına aşağı yukarı iki saat kalmıştı.

Kapının çalmamış olmasını ve bu iki saati balkonda geçirmiş olup sonrasında uyumak üzere hareketlenmek isterdim. Ancak şu anda bunun gerçekleşmesinin hiçbir ihtimali kalmamıştı.

“Timur nerede?” diye sorduğunda ‘evde yok’ yanıtı verip kapıyı kapatma güdüsüyle dolmuştum. Babamı sormasını istemiyordum, oysa onu sorma hakkına benden çok daha belirgin bir biçimde sahip olduğu gerçeği açıkça ortadaydı.

“İçeride değil mi?” Yeniden sorarak sesini duyururken bu kez kapının eşiğinde durmayı bırakmış, bir adımını eve basmıştı.

“Kim gelmiş çığırtkan? Koşturdun kapıya hemen, saatin farkında m-…” Özgür söylene söylene yürürken sesi gittikçe daha net duyulabilir bir hal alıyordu. Cümlelerinin sonunu getiremeyişi de artık kapıya varmış ve kapıdaki bedeni görebilir hale gelmiş olmasındandı.

“Canan teyze? Hayırdır, bir sıkıntı yok değil mi?”

Canan Hanım’ın yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Özgür’ü gördüğünde yüzüne konuk olmuştu bu ifade, az önce kesinlikle herhangi bir iz yoktu.

“Yok, oğluma telefonda söz dinletemeyince bir de çat kapı gelip yüz yüze deneyeyim dedim sadece.”

Onu en son dün, evlerindeyken görmüştüm. Yaşanan, daha doğrusu yaşandığından haberim olmadığını sandığı konuşmalardan sonra Canan Hanım’a karşı içim karmakarışıktı.

Bir yanım ona hak vermemenin bencillik olduğunu düşünüyorken, diğer yanımın tek derdi ruhumu koruyabilmekti.

Özgür pek bir şey anlamış gibi görünmese de onaylar gibi gülümsemiş ve salon kapısının tam önünde durduğu için biraz kenara doğru çekilmişti. “Balkonda oturuyorduk, sen geç. Konuşun rahat rahat.”

Canan Hanım başka bir şey söylemeden Özgür’ün dediğini yaparak salona doğru ilerledi. Adım sesleri uzaklaşırken balkona çıktığını düşünmüştüm. Oysa o balkona çıkamadan babamın içeri girmiş olduğunu biraz sonra sesini duyduğumda fark edebildim.

“Anne?” diye seslenişi kulağıma dolarken omuzlarım istemsizce düştü. Canan Hanım’ı bu saatte buraya getiren konunun ne olduğunu merak ediyordum, odama kaçmayışımın tek dayanağı buydu zaten.

“Ne dönüyor acaba?” diye mırıldanan Özgür’le birlikte tek meraklanan kişi olmadığımdan emin olmuştum. Ona baktığımda bakışlarımız kesişti. “Niye yüzün beyazladı senin? İyi misin çığırtkan?”

Yüzüm mü beyazlamıştı? O söyleyene kadar böyle bir farkındalığım yoktu.

“İyiyim,” dedim halen açık duran kapıyı yavaşça itip kapatırken. “Uykum geldi biraz.” Küçük bir yalan uydururken bana inanmış olmasını umuyordum.

“Uyursun o zaman erkenden, küçük tavuk.”

“Tavuk mu?” diye mırıldandığımda kolunu omuzuma dolayıp beni kendisine çekti. Ona doğru yaslandığım sırada bana erken uyuyanlara tavuk dendiğine dair bilgiler vermeye başlamıştı.

“Yanlarına gitmemiz garip olabilir, mutfakta oturalım olur mu?” Özgür soru sorar gibi görünse de beni çoktan mutfağa doğru yönlendirmeye başlamıştı zaten. İtiraz etmeden adımlarımı ona uydurdum.

Mutfak masasının etrafında dizili sandalyelerden yan yana olanlara yerleştiğimizde ben oyalanmadan başımı omuzuna bıraktım. Boynum ağrımasın diye biraz yayılarak oturur hale geldi, böylece omuzuna uzanmak için kendimi yukarı itmeme gerek olmuyordu.

Birkaç dakika boyunca sessizce bekledik. Özgür’ün sessiz kalması işime gelmişti. Canan Hanım’ı karşımda bulmak beni hızla düne sürüklediğinden aklımda dönüp duran tonla düşünce vardı. Konuşmak zorunda kalırsam bir şekilde halimi belli edeceğimden korkuyordum.

“Bir kere de beni dinle Timur!”

Şu ana dek salondan tek bir ses duymamıştık. Canan Hanım’ın sesi fazlasıyla yükselerek mutfağa kadar ulaştığındaysa irkilip Özgür’ün omuzundan kalkmıştım hemen.

“Bunca yıl sözümü dinletemedim sana, bir kez olsun dinle. Oğlum için kimin ya da neyin doğru-yanlış olduğunun gayet farkındayım ben.”

Büyük bir sinirle konuşuyordu. Bugüne kadar -aslında düne kadar- oldukça sakin ve ılımlı bir insan olduğunu düşündüğüm o yumuşak ifadeli kadının nasıl bu kadar sinirlendiğini anlamakta zorlanıyordum.

“Neden bağırıyor?” diye mırıldandım kendi kendime. Babam üzülecekti, benimle ilgili birçok şeye yeterince üzülüyordu. Başka konularda da üstüne gitmese olmaz mıydı?

Özgür’ün beni duymaması için çok uğraşmamıştım. Zaten o kadar yakındık ki uğraşsam da başarılı olma ihtimalim çok düşüktü.

“Bir şey yok, yani büyük bir sorun yoktur. Baban halleder. Sen canını sıkma çığırtkan.”

Babam halleder diye tekrarladım içimden. Bir şey yok, her şey yolunda.

Canan Hanım’ın sesi geliyordu ancak babamı hiç duyamıyordum. Annesi oldukça yüksek sesle konuşmayı tercih etse de o sesini hiç yükseltmemişti anladığım kadarıyla.

Konuşma sesinin devamını duyacağımı düşünürken birden adım sesleri duyuldu. Sert adımlar yeri döverek yüksek sesle yankılanıyorken Özgür’e baktım. O da ne yapsa bilemiyormuş gibi görünüyordu.

Aklıma gelen en düzgün ihtimal Canan Hanım’ın evine dönüyor oluşuydu. Adım seslerinin kaynağı bu olabilirdi belki.

“Sen aşağı inmeyeceksen, o yukarı gelecek. Oturup iki normal insan gibi konuşacaksınız Timur. Önceliklerin konusunda saçmaladığının farkında değilsin.”

Canan Hanım’ın sesi artık holden, dış kapının yakınlarından geliyordu.

“Anne,” diye başladığı cümlesiyle birlikte artık babamı da duyabiliyor olduğumuzu fark ettim. Kendini zorluyormuş gibi çıkan tane tane konuştuğu bir şekildeydi konuşması. “Uzatmamanı söyledim. Peşinden sürüklediğin kişiyi de al ve eve dön. Sınırlarımı zorluyorsun, dokunmaman gereken yerlere el sürüyorsun; yapma.”

Peşinden sürüklediği kişi…

Meltem, annemin eski bir iş arkadaşının kızı demişti babam saatler önce. Canan Hanım’ın yanında getirdiği kişi Meltem miydi?

Gözlerim irileşirken avuçlarımı sıkıca masaya yasladım. Canan Hanım barışmalarını istiyordu. Konuşmalarını sağlamaya çalışıyordu.

Az önce altını çizdiği ‘öncelik’ konusunun bir ucunun bana dokunuyor olduğundan da emindim.

Dün duyduklarımı harekete döküyordu. Babamın direkt olarak beni hayatından çıkartmayacağını biliyordu bu yüzden aceleyle Meltem kozunu oynuyordu. Araları düzelirse ben aradan kaybolurdum.

Zihnimde çok fazla senaryo aynı anda başlayıp farklı şekillerde son buluyorken dudaklarım birbirlerine yapışmış gibi sessizdim. Hissettiklerimi, düşündüklerimi dile getiremiyordum. Oysa korkularım ve endişelerim dışarıya çıkabilmek için can atıyorlardı.

“Despina!”

Yanaklarımdan sıkıca kavrandığımı, tenime değen avuçların sıcaklığı hissediyordum. Bu hisle birlikte kulağıma yüksek bir sesle adım da dolduğunda anın gerçekliğine dönmem kaçınılmaz olmuştu. Beni yanaklarımdan tutan kişi Özgür’dü.

Kahverengi irisleri gözüme çarpan ilk şey olduğunda, orada yalnızca endişe görmüştüm. “Niye titriyorsun? Ne oldu güzelim?”

Özgür’ün sesi, tıpkı onların sesinin bize ulaşışı gibi hole varmış olmalıydı ki birden babam mutfak kapısında belirdi.

Gözleri telaşla üzerimde gezindi. Ona tutunan bakışlarımda ne gördü bilmiyorum ama dudaklarını aralayıp tek kelime etmeden hızla yanıma geldi. Özgür yanaklarımdaki ellerini indirerek ona yer açtığında artık yüzüm babamın elleri arasındaydı.

Tam önümde, dizlerini kırarak yere çöktüğünde ben ona biraz yukarıdan bakıyor haldeydim.

“Benim tek önceliğim sensin, bunu değiştirmeye gücü yetecek kimse yok. Evindesin, babanın yanındasın ve öyle de kalacaksın.”

Dudaklarımdan titrek bir nefes çıktı sadece. İlk kez konuşmama gerek kalmadan beni anlayabilmişti. Bakışlarımı görmesi, neye yakındığımı anlamasına yetmişti.

Yanağımda duran ellerini kıpırdatmadan başparmaklarıyla gözaltlarımı okşadı yavaşça. “Mavilerin böyle dolduğunda bana nasıl hissettirdiğinden haberin var mı?”

“Yok,” diye mırıldandım çocuk gibi. Sesim kırıktı, bakışlarımda da benzer kırıklıklar taşıdığımı düşünüyordum.

Dudakları küçük, çok küçük bir hareketle kıvrıldı. “Yanaklarında benim ellerim olmasaydı, parmakların tenine ulaşmazdı yani; bu bir yalan değil öyle mi?”

Gözlerimi peş peşe, hızlı hızlı kırpıştırdım. Çoğu zaman yalan söylediğimde farkında olmadan yanaklarımla uğraştığımı biliyordum. Engel olmayı hep unuttuğum bir alışkanlığımdı. Babamın farkında olduğunu düşünmemiştim.

Duraksayışım ve yüzüme de yansıdığından emin olduğum şaşkınlığım babamın daha belirgin şekilde gülümsüyor hale gelmesine yol açtı. Sırtım hafifçe ona dönük hale geldiğim Özgür’den de küçük bir nefes sesi duymuştum. Bunun gülüşüne ait olduğunu biliyordum.

Bizi duyuyor olan bir diğer kişi, mutfak kapısından ileriye doğru gelmemiş olsa da tam orada ayakta bekliyor olan Canan Hanım’dı. Babam içeriye girdikten sonra varlığını hissetsem de dönüp ona bakmamıştım hiç.

Göz ucuyla kapıya doğru baktığımda onu dikkatle bize bakarken bulmuştum. İfadesinde hiçbir anlaşılır yan yoktu. Tamamen nötr görünen bir biçimde buraya bakıyordu. Ne öfkeyi ne mutluluğu ne de başka bir hissi barındırmayan elaları babamın sırtına ve benim de yüzüme saplıydı.

Ona göz ucuyla bakmış olsam da bakışları benim yüzümü de içeren yerlerde gezindiğinden direkt bakışlarımız çarpışmıştı. İstanbul’a ayak bastığım gün gerçekleşen karşılaşmamızda olduğu kadar dikkatli bakıyordu bana.

İlk tanıştığım kişi oydu ancak ironik bir biçimde bugün en uzağında olduğum kişi de yine oydu.

Bakışlarımı ondan çekip babama çevirdiğimde göğsümdeki ağır yük tamamen hafiflemiş değildi, ama babamın az önce söylediklerinin onun için yemin sayıldığını bana fısıldayan iç sesime hak veriyordum.

Timur Akdoğan bize öylesine bir şeyler söyleyecek bir adam değildi. Söyledikleri altı boş sözlerden ibaret olamazdı.

Bu andan biraz sonra Özgür eşliğinde banyoya ilerlemiş ve yüzümü yıkayıp biraz kendime gelmeye çalışmıştım. Özgür’ün benimle geliş amacı, babamı ve Canan Hanım’ı yalnız bırakmaktı sanırım. Bunu anlasam da ses çıkartmadan ona yaslanmış ve uyum sağlamıştım.

Banyodan çıktığımda Özgür kapının önünde duruyordu. “Burada beklemene gerek yoktu,” dedim nöbet tutmuş olmasına gözlerimi kısmış halde bakarken.

“İyilik de yaramıyor sana, iyi beklemem bir daha.” dedi tavırlı bir biçimde. Gözlerini devirerek arkasını dönecekken koala gibi iki kolumla tek koluna sarıldım. “Küsme!” dedim panikle.

Yanağımı koluna yapıştırıp sıkıca onu tutuyorken istese kesinlikle beni fırlatıp yoluna devam edebilirdi. Fiziki açıdan yirmi katım kadar güçlüydü, sadece beni fırlattığında on parçaya bölünmeme göz yummayacağına güveniyordum.

“Çekil, sırnaşma bana.” Kolunu sallayıp beni ağaçtan meyve düşürür gibi düşürmeye çalıştığında güldüm. “Hayır!”

Özgür beni daha sert salladığında bu kez gerçekten uçacağımı düşünerek panikle koluna daha sıkı yapıştım. Aynı anda da dudaklarımdan tiz bir ses fırlamıştı. Sesin evin her yerine yayılabileceğini fark ettiğimde dudaklarımı birbirine bastırdım.

Duraksayışım Özgür tarafından kolayca algılanmıştı. Duraksayışımı anlaması yetmemiş gibi sebebini de anlamıştı hatta. “Baban içeride sadece, Canan teyze çıktı.”

Göğsüm rahat bir nefesle şişerken en azından bu gecelik bu konuyu düşünmeye devam etmeme gerek olmayışı beni hafifletmişti.

Başını hafifçe eğip koluna yasladığım başıma çenesini dokundurdu. Yüzünü göremiyordum ama yerim gayet konforluydu.

“Canan teyze biraz geç alışıyor, sana özel değil çığırtkan. Bunu deneyimlemiş biri olarak konuşuyorum, için rahat etsin diye değil.”

Kendimi hızla geri çekmeye çalıştım. “Sen de-...” diye konuşmaya başladığımda bana devam etmem için izin vermeden kendi konuştu. “Ben de, evet. Konu aynı, sadece ben senden üç-dört yaş kadar küçüktüm.”

Omuzlarım düştü. Koluna sardığım kollarımı açıp bu kez aynı şekilde koca gövdesine sarıldım. “O zamanda da böyle gıcık mıydın?” diyerek şakaya vurmaya çalıştım. Eşlik ederek güldü. Göğsü titremişti.

“Hayır,” dedi bir koluyla sırtımdan desteklerken. “Sana özel bu, dünya tatlısı bir adamım ben çığırtkan.”

“Buna inansa inansa Mayıs inanır, o da yazık aşkından kör olmuş diye yani… Yalanlarını başkalarına anlat hırsız.”

Özgür bu kez büyük bir kahkaha attı. Az önceki gülüşü biraz zorlamaydı ama bunun gerçek bir gülüş olduğunu hissetmiştim. Güldürebildiğim için mutluydum.

“Özgür!” diye yükselen ses konuşmamızı bölünce başımı geriye doğru attım. “Yaramazlık yapmışsın, bu sinirli ses tonu.”

Özgür gözlerini kırpıştırdı ağır ağır. “Bir şey yapmadım ki.”

“Şarj kablosunu kopartmıştın, bence onu buldu.”

Özgür panikle beni kenara ittirdi. Anlayamadığım bir şeyler homurdandıktan sonra salona doğru yürümeye başladı.

“Despina’nın koparttığı kabloyu mu buldun abi? Geliyorum!”

Arkasından şaşkınlıktan ağzım açık kalmış bir biçimde birkaç saniye bekledikten sonra hızlı hızlı salona koştum. Çıplak ayaklarım yerde sesler çıkartırken salona varmıştım.

“Ben yapmadım,” diyerek daha salona yeni girmişken hemen konuştuğumda ikisini yan yana ayakta dikilirken bulmuştum.

“Biliyorum bebeğim, bu evde sadece tek bir ayı yavrusu besliyoruz. Senin bunu koparacak gücün yok.”

“Kırıcısın abi, ben biraz odama çekilip ağlayacağım. Size baba-kız iyi geceler.”

Özgür duygusal konuşmasını yapıp babamın yanından sıyrılacakken kapının önünde ufak da olsa bir engel oluşturup kollarımı göğsümde birleştirdim. “Böyle söyleyip kandırıyorsun bizi, ama ağlamıyorsun.”

“Aşk olsun,” diye mırıldandı. “Ben sadece seni kandırıyorum çığırtkan, baban kanmıyor ki.”

Ters ters baktım. Bu sırada babam parçalanan kabloyu kenara bırakmış koltuğa doğru ilerliyordu.

“Abi gördün mü, senin gibi bakıyor; gerçi senin korkutamayan minik versiyonun gibi…”

Özgür hiç susmadan benimle dalga geçiyorken oflayıp kirpiklerimin arasından babama baktım.

“Gel yanıma,” diyerek kolunu açtı. Küçük adımlarla yanına yürüyüp koltukta dibine oturduğumda alnımı öpmüştü. “Sen korkutmak istediğinde bana söyle, ben senin yerine bakarım tamam mı?”

“Tamam!” dedim birden. “Den mas katalavaínei ótan miláme elliniká pántos.”

*(Zaten Yunanca konuştuğumuzda o bizi anlamıyor.)

Babamın tam olarak hangi ölçüde söylediklerimi anlayacağını da bilmiyordum ama büyük bir çoğunluğunu anlasa da yeterdi. Burnundan kesik bir nefes vererek güldüğünde beni anladığını algılamıştım zaten.

“Hızlandırılmış kursa başlayacağım yakında, sövüyor musun ne anlatıyorsun acaba arkamdan?” diye söylenerek yerinde hareketlenen Özgür yeterince siniri bozulmuş görünüyordu.

“Ben öğretirim sana,” dedim hevesle. Az önce babama Özgür’ün Yunanca bilmemesinin iyi olduğunu söylerken birden fikrim tam tersi yöne çevrilmişti. “Öğreteyim mi? N’olur?”

Özgür de babam da bu kadar hevesli olmamı bekliyor gibi görünmüyorlardı. “Öğretirsin, sakin ol kızım tamam.” derken çaprazımızdaki koltuğa yerleşti Özgür. “Öğretmenlik hayalin mi vardı, onu mu tetikledik acaba?”

“I idéa na didáxo ston aderfó mou káti pou xéro fainótan tóso diaskedastikí.”

Yunanca konuştuğumda bu kez kurduğum cümlenin babam için de anlaşılır olmadığından emindim. Özellikle yapmıştım.

“Ne?” dedi Özgür saf saf. “Ne dedi abi?”

“Bu kadarına benim Yunancam yetmiyor ki,” diye omuz silken babama güldüm. “Türkçesini de söyle Ahu’m.”

Ahu diye seslenmesine kilitlenmemeye çabalayarak dudaklarımı araladım.

Abime çok iyi bildiğim bir şeyler öğretme fikri çok eğlenceli geldi.”

Tek nefeste konuştuğumda, Özgür ilk kelimeden sonrasını dinliyormuş gibi görünmemişti gözüme. Babam onun şaşkın suratına mıydı yoksa benim içten bir şekilde abi deyişime miydi bilmiyorum ama sakince gülüyordu.

Daha önce doğum gününü ilk kutlayan olmaya çalışırken ona yine Yunanca olarak ‘abi’ diye seslenmiş ve bana teşekkür ettiğinde Yunanca da olsa ‘rica ederim abi’ demiştim kulağına. Küfür sansa da konunun bununla pek ilgisi yoktu.

“Abi mi?” diye mırıldandı kısık bir sesle. Gözleri resmen parlıyordu. Bu kadar çok mutlu olacağını bilseydim, kendimi zorlayarak çok daha erken söylerdim bunu ona.

“Hı hım,” diye onayladım. “Demeyeyim mi?”

“Kalk ayağa,” dedi birden. Gözlerim panikle irileşti. Ne oluyordu?

Babam ne olacağını anlamış mı diye bakmak için ona döndüm. Keyfi yerindeydi. Demek ki canım tehlikede değildi. Sakince ayaklandım.

Ben ayağa kalktığımda Özgür de ayaklandı.

Sarılacak mıydık acaba? Heyecanla ona doğru adımladım. Kollarımı açtığımda birkaç saniye içinde dünyam tersine dönmüştü. Her şey o kadar hızlıydı ki şokla kalakalmıştım.

Omuzundan sarkıyordum!

“Düşeceğim!” diye bağırdım. “Özgür kafayı mı yedin?”

“Özgür kim kızım? Başlarım Özgür’e şimdi, az önce ne dedin sen bana?”

“Ya indir beni!” diye bağırdım tekrar.

“Tekrar söyleyene kadar ayakların yere basmayacak.” dedikten sonra ben omuzunda değilmişim gibi bir eli cebinde bir eli dizlerimin arkasındayken balkona doğru yürümeye başladı.

“Aşağı mı atacaksın beni?” diye sordum dramatik bir şekilde. “Çok yüksek ama…”

“Neresi yüksek? On altı kat alt tarafı.”

Balkona çıktığımızda hafif esen rüzgar bedenimi ürpertmişti. Tersten de olsa sıkıca beline sarıldım. “İyi bir şey söyledim, bu ne ceza gibi?”

“Gözün korkmazsa sen inat edip bir daha abi falan demezsin, abi demediğinde neler olacağını gör diye ön gösterim bu.”

“Bu saatten sonra herkese abi derim, sana demem. Beni aşağı atmakla tehdit ediyorsun!”

Özgür duraksadı.

“Benden başka birine abi diyebileceğini düşündüren nedir sana?”

“Kendimim, ben karar verdim.”

Pis pis güldü. “Aynen ondan çığırtkan, aynen ondan.”

Oflayarak sırtına vurdum. “Midem bulandı, üstüne kusayım mı yoksa indirecek misin?”

Durdu. Sanırım doğru noktadan vurmuştum. Sırtında midemin içindekileri görmek istediğini zannetmiyordum.

Ayaklarım yere basar hale geldiğimde derin bir nefes alıp biraz bekledim. Dengem normale döndüğünde avucumun tersini sertçe göğsüne vurmuştum. “Böyle abi mi olur?”

“Elindekiyle yetineceksin artık, sana düşen malzeme de bu abi olarak.” dediğinde gülümsedim. Göğsüne yapışıp boynumu geri atarak yüzüne baktım. “Şaka yaptım ki zaten, çok mutluyum beni kız kardeşin gibi görmenden.”

“Bal mısın kızım sen? Kafayı yiyeceğim, doğru anda naz yapmayı kim öğretti sana?” Yanağımı sertçe öpüp diğer yanağımı da boş bırakmamak için aynı sertlikte parmaklarının arasında sıkıştırıp makas aldı.

Ben İstanbul’a kimsesizliğimle gelmiştim. Tek umudum bunu yıkacak olmasını umduğum babama kavuşmaktı. Ama şehrin bana hiç beklenmedik sürprizleri olduğunu kesindi.

Varlığını daha önce hiç tadamadığım yakın bir kız arkadaş, annemin ve babamın yaşları zaten ben doğarken çok genç olduğundan asla sahip olamayacağımı düşündüğüm bir abi, babamın beni kabul etmesi mucize gibi gelirken ondan daha hızlı bir biçimde beni kucaklayan bir dede, hala ve amca edinmiş olmak kesinlikle buraya gelirken aklımın ucunda bile yer edinmemişti.

Aşkımızı da bulduk diye çığlıklar atan iç sesime umutsuzca gözlerimi kapatarak tepki verdim. Bir onu bir de Pars’ı durduramıyordum. Birbirlerinden farkları yoktu, acaba içimde bir yerde Pars’ın ruhundan bir parça mı taşıyordum?

 

~

 

“Sıkılırsan anında bana söyleyeceksin, anlaştık değil mi?”

“Anlaştık,” diye yanıtladım. Babam onuncu kez aynı soruyu sormadan önce arabanın durmasını umuyordum çünkü bu verdiğim dokuzuncu aynı cevaptı.

Canan Hanım’ın ani misafirliğiyle birlikte hareketli geçtiği söylenebilecek olan gecenin devamı, ilk kısımlarından çok daha hoştu. Özgür’ün yeni konuşmaya başlamış bir bebekmişim gibi bana ‘abi’ dedirtip durması, ben babamın omuzunda kendimi uyuyakalmaya zorlayana dek sürmüştü.

Sabah gözlerimi babamın yanında araladığımda kendimi zorlamamın gayet işe yaradığını fark etmiştim. Omuzunda uyumuştum, üstelik beni odama bırakıp odasına gitmek yerine yanıma kıvrılmayı tercih etmişti. Onunla uyumanın beni ne kadar güvende hissettirdiğinin farkına mı varmıştı yoksa yanımda uyumak isteyişinin kendine göre başka nedenleri de mi vardı, bilmiyordum.

Özgür’ün ben uyanmadan önce çıktığını kalktıktan sonra anlayabilmiştim. Kahvaltıda yalnızca babam ve ben vardık. Nereye gittiğini babama sorduğumda onun da haberi olmadığını söylemişti, ben de çok zorlamamıştım.

Özgür’ün evde olmayışı ve bugünün Korel’in işe dönüşünün ilk günü olması bir araya gelince babamın beni rahatça evde bırakabileceği bir fırsatı oluşmamıştı. Bu da yola çıkışımızın asıl sebebiydi.

Babamın eğitim veriyor olduğu yere gidiyorduk. Bunu düşününce ilk geldiğim gün onu öğretmen sanışımı anımsamıştım ve kendi halime gülmüştüm. Başta insanın aklına öğrencileri var denildiğinde kesinlikle ‘boks antrenörü’ olduğu ihtimali gelmiyordu.

“Neden sıkılacağımı düşünüyorsun, çok mu sıkıcı bir yer?” diyerek şu ana kadar sorgulamadığım kısmı sorgulamaya karar verdim.

“Nasıl baktığına göre değişir, bence sıkıcı değil.”

Omuz silktim. Araba kullandığı için o pek bana bakamıyordu ama ben neredeyse tamamen ona dönüktüm. “Ders verişini izleyeceğim, bence sıkılmam.”

Araba biraz hızlandı, kısacık bir an sonra yeniden normal hıza dönmüştü.

“Dersi mi izleyeceksin?” diye sordu. Neden şaşırdığını anlayamamıştım. Ona dair her şeyi merak ediyor olduğumu pek belli etmiyor muydum? İlgimi çeken şey boks değildi, kimsenin birbirini yumruklamasından keyif almazdım; ama konunun bir köşesi Timur Akdoğan olduğunda dengem şaşıyordu.

“Evet, başka ne yapacağım ki orada?”

“Dersim bitene kadar arabada beklersin diye düşünmüştüm.”

Gözlerimi kıstım. Şaka mı yapıyordu acaba?

“Öğrencilerine kötü davranan bir öğretmen misin? O yüzden mi izlemeyeyim?”

Yüzü buruştu. “Öğrencileri ders sırasında yarı çıplak ve gereksiz testosteron yayan bir öğretmenim, yavrum. O sahneye şahit olmanı ister gibi mi görünüyorum?”

Derdinin ne olduğunu anladığımda sırıttım. Kıskanıyordu. Kıskanırken inanılmaz tatlıydı. Beni üzmemek için tepkilerini olabildiğince törpülüyor, birazı taştığında bile her an ifademi kontrol ederek abartmadığından emin olmaya çalışıyordu. Daha önce elbiselerime verdiği tepkiler ve Korel’le tanıştığımız günden aşinaydım bu haline.

“Boksörler ilgimi çekmiyor.” dedim ciddi bir biçimde. Sesimi ciddi tutmak zor olmamıştı, ancak elimi yanağıma uzatmamak kesinlikle zordu. Düpedüz bir yalandı. Boksörler fazlasıyla ilgimi çekiyordu. Hem hayatım boksörlerle çevrilmişti bir anda, nasıl ilgim olmayabilirdi ki?

“Kim çekiyor ilgini?” diyerek konuyu genişlettiğinde gözlerimi kırpıştırır halde yüzüne bakakaldım. Konumuz bu değildi, zorlukla söylediğim yalanımı kabul etmeli ve susmalıydı.

“Hı?” dedim anlamamış gibi. “Kimse çekmiyor.” demiştim hemen sonrasında da.

“Aynen,” derken ağzının içinden homurdanmıştı resmen. “Öyledir tabii.”

Köşeye sıkışmış olmamı bir tarafa bırakıp, kıskanç halinin tadını çıkartmaya karar vererek kollarımı göğsümde bağlayıp koltuğa yayıldım.

Henüz hikâyelerinin yarısını bile bilmiyordum ancak her senaryoda anneme, Timur Akdoğan’a âşık olmuş olması konusunda yüzde yüz hak verebilirdim. Olunmayacak gibi biri değildi. Ama benim babamdı, yani kimsenin âşık olmasını bu saatten sonra olumlu karşılayacağımı zannetmiyordum. Kotamı annemde doldurmuştum. Dahası yoktu.

Araba durduğunda geldiğimiz yerin dışarıdan nasıl göründüğünü anlamak için heyecanla etrafı incelemeye başlamıştım. Ancak görünürde dümdüz bir spor salonuydu. İçerisi gayet hareketli görünüyordu, kapıdan giren çıkan insanlar vardı.

“İn bakalım, madem kimse ilgini çekmiyor rahatça gelebilirsin benimle.”

Benimle dalga geçtiğini hiç saklamayan sesine aldırmadan kapıma uzandım. Özgür’ün dolabından aldığım geniş, kısa kollu arkası baskılı bir tişörtün altına siyah tayt geçirmiştim. Elbiselerim olmadan kendimi eksik hissediyordum ama spor salonuna da çiçekli uçuş uçuş elbiselerle gelecek kadar aklımı yitirmemiştim. Her yanımdan geçenin beni deli sanıp dönüp bana bakmasını istemiyordum.

Yanıma telefonum dışında bir şey almamıştım. Telefon da elimdeydi, çantasızdım. Salına salına babama doğru ilerledim. Bu sırada o da arabadan inmişti.

“Geç kaldık mı?” diye sordum yürümeye başladığımızda. Evden çıkmadan önce duş almamı beklemişti, dışarı çıkma planı ani olduğu için hazırlığım da aniydi. İki elim kanda da olsa saçım ikinci gününü yıkanmadan tamamlayamazdı.

“Kalmadık, on dakikamız var hatta. Kahve içmek ister misin, ya da başka bir şeyler..?”

Salonun girişinden geçtiğimizde içerinin iki ayrı kanada ayrıldığını görmüştüm. Sol taraf tamamen açıktı ve alabildiğine genişti. Bolca spor aletinin belli aralıklarla ve düzenli şekilde dizildiğini buradan beri görüyordum. Bir kısmı insanlar tarafından şu anda da kullanılıyordu zaten.

Babam o yöne değil de sağ tarafa yönelmemizi sağladığında bu kısımda ne olduğunu görmek için gözlerimi merakla etrafta gezdirdim. Birkaç adım attığımızda küçük koridorumsu kısmı tamamlamıştık. Bu koridor, salonun diğer kısmının tamamen dövüş ağırlıklı sporlar için ayrıldığını görmemi sağlamıştı.

Girdiğimiz kısımda tek tük insanlar vardı. Şu an kimse içinde olmasa da birbirleriyle çapraz şekilde denk gelecek iki ayrı ring bulunuyordu ayrıca. Alandaki birkaç kişi iki ayrı grup halinde sohbet ediyordu. Hızlı gözlemimle görebildiğim kadarıyla aralarında yalnızca bir kadın vardı, kalanlar erkekti. Az önce babamın arabadayken bahsettiği ‘yarı çıplak öğrenciler’ kısmını da gayet iyi kavramıştım. Gerçekten birçoğu öylelerdi.

“Kahvaltıda çok çay içmiştim,” dedim babamın sorusuna halen yanıt vermediğimi fark ettiğimde. “İşin bitince içeriz.”

“İlk kahvaltımızda bir bardaktan fazla çay içemediğini söyleyen sendin değil mi?” Arada bu konuda üstüme gelmeyi ihmal etmiyordu asla. Özgür ve babam o kadar çok çay içiyorlardı ki evde çay içmemek çok yanlış ve yalnız hissettirmeye başlamıştı. Ayrıca içe içe de insan alışıyordu, ilginç bir bağımlılıktı.

“Ben değildim, bir hata var.” dedim alayla.

Yüzümdeki küskün ifade hafif yüksek bir sesle gülmesine yol açmıştı. Onun gülüşü, çok da sesli olmayan ortamda yayılarak iki gruba ulaşınca ise bakışların odağı olmuştuk aniden.

“Hocam!” diyerek yerinden hareketlendiği gibi koştur koştur buraya gelen esmer adamın en fazla yirmi beş yaşında olduğunu düşünüyordum. “Gelmeyeceksiniz diye düşünüyorduk tam, normalde en az bir saat erken geliyordunuz. Merak ettik.” Nefes almadan konuşup, en sonunda sustuğunda peşinden sürü halinde diğer herkes de gelmişti. İlk gelene göre daha yavaş adımlamışlardı ama hepsinin bakışlarında gezinen merakı görmek mümkündü.

“Nefeslen, Arda. Başlamamıza beş dakikadan fazla var, kaçta geldiğimin sizin için bir önemi var mı?”

“Yok hocam,” derken Arda’nın enerjisi sönmüşe benzemiyordu. Babamın dümdüz cevaplamasına aşina olabilirdi, ikinci görüşünüzde bunu kavrıyordunuz zaten. Yapısı buydu.

“Kayıtlar sonlanmamış mıydı, buna rağmen gruba bir melek kabul etmişsiniz hocam. Gördüğüm en hoş kayırma, böyle devam ed-…”

Bakışları bende duruyorken küçük bir tebessümle konuşuyor olan, Arda’nın sağ arkasında kalan tişörtsüzlerden biriydi. Cümlesinin sonunun neden gelmediğini anlamak için kaşlarım havalanırken onu sertçe dürtüp başıyla babamı işaret eden kalabalığın arasındaki tek kızı fark ettim.

“Sus gerizekalı, sence yeni kayıt olsa Timur hoca beline mi sarılırdı?”

Dürtmesi yetmeyecekmiş gibi fısır fısır uyarısını da yapmıştı. Gerçi o an kimse konuşmadığı için fısıltısı herkes için duyulur haldeydi.

“Aramızda aklını kullanabiliyor olanları görmek güzel,” derken babamın kızı kastettiğini anlamıştım. Belimdeki kolu kasılmıştı. “Bir ara boks yerine, böyle bir ders de aldıralım sana Doruk.” Bakışları az önceki kadar dik şekilde olmasa da yine ara ara bende olan çocuğun adını da öğrenmiştim böylece.

“Hocam-…” diyerek savunma yapacakmış gibi başlasa da yüzünde herhangi bir çekince yoktu. Sanırım bu eksikliği babam da fark etmişti ki hiç uzatmadan sözünü kesti. “Kızım, Despina. Bu derse izleyici olarak katılacak.”

Beni kısaca tanıttıktan sonra elalarını Doruk’tan çekmeden devam etti. “Şimdi çeneniz değil kaslarınız çalışmaya başlasın, ısının.”

Gruptan birkaç kişinin gözlerinin irileştiğini görmüştüm. Kızı olmama ihtimal vermedikleri açıkça belliydi. Kendisinden yirmi yaş küçük sevgilisi olduğumu düşünmüş olabilirler miydi? Ürkünçtü…

Erkekler direkt olarak az önce oldukları kısma doğru dağılırken en yavaş hareket edenleri Doruk ve Arda’ydı. Arda’nın bana özür dilermiş gibi gülümsediğini görmüştüm, sanırım Doruk’un yerineydi. Belli belirsiz bir tebessümle yanıtladım. Böylece o da uzaklaşmaya başlamıştı. Uzaklaşırken Doruk’u da yanında sürüklemişti hatta. İkisinin yakın olduğunu anlamıştım böylece.

Geriye yalnızca az önce Doruk’u uyaran, aralarındaki tek kız kalmıştı.

“Doruk’un kusuruna bakma lütfen. Ağzının ayarı yoktur, gelişimini tamamlayamadı henüz.”

Son birkaç kelimesiyle direkt kıkırdamıştım. Ben de bunu Özgür için kullanıyordum.

“Sorun yok, başkası adına özür dilemene gerek yok.”

“Birilerinin onun yerine bunu yapması gerekiyor. Yoksa sonu ya hapiste ya hastanede bitecek bir gün…” Az önce Arda da onun yerine özür diler gibi bakmıştı, şimdi de bu kız sesli olarak aynısını yapıyordu. Belli ki Doruk çok sağlıklı değildi bu konuda.

Gözlerimi kapatıp açtım sorun yok dediğimi tekrar edercesine. Kız da bana gülümseyip babama kaçamak bir selam verdikten sonra hızla arkadaşlarının yanına ilerlemişti.

“Gözlerinden ışın çıkmıyor, bence boş ver.”

Kilitlenmiş bir biçimde ileriye bakıyor olan babamı ciddi olmayan bir biçimde uyardığımda elalarını kendi üstüme çekmeyi başarmıştım.

“Arabada beklemeni boşuna istememişim değil mi?” dedi homurdanarak.

“Abartma istersen,” dedim omuz silkerken. “Ben şurada oturayım, sen de artık dersine başla. Sonra da gidelim, lütfen.”

Duyamadığım bir şeyler mırıldandı. Ardından alnıma sert, kokumu içine çektiği bir öpücük bırakıp cebindeki telefonunu da bana bıraktıktan sonra ringlerin arasında kalan kısma doğru ilerledi. Ben de öpücüğü henüz hissedilirliğini kaybetmeden onları az çok görebileceğim bir konumda olan sırtı olmayan bir bank gibi görünen yere yerleştim.

Babamın söylediğine göre dersler ortalama iki saat sürüyordu. Duruma göre azalıp artabildiğini söylemişti. Muhtemelen bu azalan bir süreye sahip derslerden olacaktı, babam burada ne kadar az durursam o kadar mutlu olacağa benziyordu.

Babam hareketleri göstermek için hep onu mu seçiyordu, yoksa bugünün şanslı o muydu bilmiyordum ama ilk bir saat boyunca Doruk’un adını çok kez duymuştum.

Artık yaptıklarını izlemekten sıkılmaya başladığımda yeni odağım telefonum oldu. Telefonumda anlamsız büyüklükte yer kaplayan oyunlardan seçip oynamaya başlarken biraz daha zaman geçirmiştim.

Elimdeki telefondan değil, kucağımdaki telefondan kaynaklanan titreşimle birlikte irkildiğimde çalıyor olan babamın telefonuna baktım. Ekranda gördüğüm dört harf küçük bir an için kalbimin ağzıma tırmanmasına sebep olmuştu.

Adına bakmak, zihnimde sesinin yankılanmasını nasıl sağlayabilmişti?

Babam telefonunu açmama bir şey der mi acaba diye düşündüğüm kısa anın sonunda olumsuz sonuca varmıştım. Arayan kişiyi tanıyordum, açıp acil bir şey olup olmadığını öğrenebilir ve acil değilse boşuna dersi bölmemiş olurdum.

Acilse ikinci kez arayacaktır, önce bekle o zaman diyerek bilmiş bilmiş konuşan iç sesime çığlıklar atıp karşılık vermek istiyordum. Neden susmuyordu?

Ne iç sesimi ne de mantığımı dinlemeden ekrana dokunup aramayı yanıtladım.

“Efendim?” diye mırıldandığımda karşı tarafta birkaç saniyelik bir sessizlikten başka bir şey yoktu.

Babamın elinde duran yastığa benzer şeylere sırayla yumruk atıyor olan öğrencilerin konuşma ve vuruş sesleri benim kısık sesimin oraya ulaşmasına engeldi. Aksi halde babamın direkt buraya bakacağını biliyordum.

“Despina?” diyerek belli belirsiz bir şaşkınlıkla konuşan Pars’ın adımı bir kez daha seslenmesi için duymamış gibi yapmam komik mi olurdu?

Evet cevabı iç sesimden geldiğinde uzunca bir nefes verdim. “Benim,” demiştim bu sırada telefona da.

“Nasılsın?” diye sorduğunda duraksadım. Direkt babamı soracağını ya da telefonu neden benim açtığımı sorgulayacağını düşünmüştüm. Pars bunun yerine sanki aradığı kişi benmişim gibi rahat bir hale bürünmüştü.

“İyiyim,” dedikten sonra beklemeden ekledim. “Sen?”

Bu hızda konuşursak birkaç saat boyunca hal hatır sorabilirdik birbirimize.

“İyiyim,” dedi telefonda biraz farklı olsa da gerçeğini aratmayan hafif boğuk, sert sesiyle. Sertliği asla kaba durmuyor, aksine beklenmedik bir çekicilik katıyordu ona. “Şu an kesinlikle çok iyiyim, Afrodit.”

Telefonu benim açışıma olan şaşkınlığı biraz engel yaratmıştı ancak dur durak bilmeyen Pars’ın dönüşü gecikmemişti. Tekrar aramızdaydı.

Boğazımı temizledim küçük ve kısa bir öksürükle. “Dersteydi, ben açtım telefonu.” diyerek açıklamaya giriştim durumu.

“Telefonu evde mi bıraktı?” diye sordu. Bu ne saçma bir tahmindi? Asıl olasılığı düşünmeden aklına gelen ilk şey bu muydu?

“Spor salonundayız, Pars.” dedim ayıplar gibi. “İlginç bir düşünce yapın var, telefonu evde değil ben onun yanındayım.”

Pars’ın burnundan verdiği keskin nefes telefondan kulağıma dolduğunda gözlerimi yavaşça kapatıp açtım.

“Güzel,” dedi sakince. “Babana derste olup olmadığını sormak için aramıştım. Birkaç dakikaya orada olacağımı haber verecektim.”

Göğsümün bir kısmı işlevsizleşerek sıkıştı. Bu, Pars’ın birkaç dakika içinde burada belireceğini anladığı anda çırpınmaya başlayan kalbimle ilgili olabilirdi sanırım.

Boksörler ilgimi çekmiyor, baba; kimse ilgimi çekmiyor… diyerek arabadaki cümlelerimi tekrarlayan iç sesime göz devirdim. ‘Baba’ kısmını kendisi mi eklemeye karar vermişti? Çok tatlıydı(!). Dalga geçmediği sadece bu kalmıştı; babama sesli olarak baba diyemeyişim…

“Nefes seslerini dinlemekten sıkıldığımı söyleyemeyeceğim ama birkaç dakika sonra arada telefon olmadan, çok daha yakından duyumsamayı ve görmeyi tercih ederim minik tanrıça. Kapatabiliriz, istersen yani…”

Telefonu kapatmadığımı ve en son söylediklerine de hiçbir cevap vermediğimi bu şekilde fark ettiğimde telaşla telefonu kulağımdan çekip pat diye kapattım.

İyi bir çözümdü. Ya da bu anın düşünme yetimi elimden alışı nedeniyle ulaşabildiğim tek çözümdü…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm