Aykırı Çiçek 22.Bölüm
22.BÖLÜM
Bazı yalanlar zorunluluklardan doğardı, bazıları ise
kaçışlardan.
Hem öldüren hem yaşatan yalanlarla doluydu hayatlar.
Gerçekler her zaman ortada olmazdı, gerçekleri gizlemek o an için doğru
sanılandı.
Koray, elindeki içki bardağını evirip çevirerek gözlerini
karşısındaki duvara odaklamışken fazlasıyla sessizdi. Bardaktaki içkinin tek
damlası dahi kalmamışken, asıl sorun şişenin de boş olmasıydı. Bir haftadır her
günü böyle geçtiğinden artık kaçıncı şişenin dibinde boğulduğunu bilmiyordu. İlk
günlerde olduğu kadar sarhoş olmayı da başaramıyordu. Aklı yarı yerindeyken
içtiklerinin bir anlamı yoktu.
Bu haftadan önce gelip geçen üç haftayı ömrü boyunca
unutamayacak gibiydi. Aklına gelen her yere ulaşmış, herkese haber vermiş,
gidebileceği her yere kendisi gidip bakmıştı.
Ama nafileydi.
Günün sonunda kendisini ‘Neredesin İzgi’m?’ diye sayıklarken bulup durmuştu. İzgi yoktu,
kuş olup uçmuş, yer yarılmış içine girmişti. Koray buna inanmaya başlamıştı,
çünkü yerin altı ve göğün kendisi dışında elini atmadığı yer bırakmamıştı.
Aklı tam bir ay öncesine sürüklendi. Hastanede, o
koridorun bir köşesinde abisiyle konuşmamış olmak için her şeyinden vazgeçmeye
razıydı. Fakat zamanı geri alamıyordu. Tıpkı gerçekleri anlatmak için olduğu
gibi buna da çoktan geç kalmıştı.
İzgi’nin yere düşen bedeninin çıkarttığı kargaşayı fark
ettiklerinde, bu düşüşün sebebinin ne olduğu Soner için de Koray için de
oldukça açıktı.
İzgi’nin bayılması odadakileri de ayaklandırırken o
uyanmadan önce herkes neler olduğunu Soner’den dinlemişti.
Koray, olan biteni ilk kez duyuyor olan tek isim olan
Acar’ın kendisine bakışlarını unutmamıştı. İzgi’nin ona neyi ne kadar
anlattığını bilmiyordu, fakat zeki bir adam olduğundan emindi. Anneannesinin
tavırlarından, konuşmalardan İzgi’nin ailevi
durumlarını anlamamış olması imkânsızdı.
Koray bu gerçeği öğrendiğinde 16 yaşındaydı. İzgi ile
aralarında hepi topu iki yaş vardı. Öğrenme şeklinin de İzgi’ninkinden bir
farkı yoktu. Anne ve babasının bir konuşmasında tesadüfen öğrenmişti İzgi’nin
evlat edinildiğini.
Koray, hatırlayabildiği en eski anılarında dahi beraber
olduğu, yeşil gözlerini aça aça etrafında dolaşan o kız çocuğunu karşısına alıp
bu gerçeği nasıl anlatabilirdi? Herkes saklıyorken, kimse bunun lafını dahi
etmiyorken İzgi’sini nasıl yıkabilirdi?
İzgi’nin çocukluğundan beri ebeveynleriyle sağlıklı bir
ilişkisinin olmadığını biliyordu. En yakından biliyordu hem de. İzgi’nin eksik
hissettiği her yanını sarmaya çalışan hep kendisi olmuştu, hoş bundan da
gocunmamıştı hiçbir zaman.
Son yıllarda ailesinden tamamen kopan İzgi’ye birkaç kez
bu gerçeği anlatmaya niyetlenmişti. Belki onların gerçek ailesi olmadığını
öğrense, daha az üzülür diye düşünmüştü. Fakat aklına bir türlü yatmamıştı bu.
Anlatsa yıllarca çektiği sancıları bir anda silip atamazdı, hatta gerçek
ailesinin varlığı onda çok daha büyük bir sancı yaratırdı diye kendisini
durdurmuştu.
İzgi’nin 4 yaşına gelmesine az kala Alpay ve Reyhan
tarafından evlat edinildiğini öğrenmişti babasından zar zor. O yaşta
yetimhaneye bırakıldığına göre ya ailesi ölmüştü, ya da İzgi’yi istememişlerdi.
Koray’ın aklına başka bir sebep gelmiyordu.
Koray en çok Alpay’ın ölüm haberini aldığında kalbinde
büyük bir ağrı hissetmişti. Bu ağrının bir kısmı yıllarca yakınında olan adam
öldüğündendi, ama ağrının asıl kaynağı artık gerçeklerin altında daha sıkışmış
hissetmesiydi.
Elindeki bardak o an için gücü çekildiğinden ağır
hissettirdiğinde bardağı yere bıraktı. Oturduğu koltuğun tam karşısında duran
tuvalin ters durduğunu ilk kez fark ediyordu. Bir haftadır buradaydı, ancak
bilinci etraftaki gerçekliğe o kadar kapalıydı ki doğru düzgün bakmamıştı bile.
İzgi’nin resimlerini hiçbir zaman arkası dönük
saklamayacağını, onları gözünün önünde tuttuğunu bilirdi. Fakat karşısında
duran tuval tam tersini söylüyordu.
Sarsak adımlarla ayağa kalktı. Salonun parkelerini bol
bol boş şişeyle doldurmuştu, İzgi görse delirirdi.
“İzgi görse…” diyerek sesli olarak tekrarladı. “Gelip
görse, saatlerce günlerce kızsa bana ama gelse…”
Şövalenin yanına ulaştığında parmaklarını kenarlarına
sarıp tuvali olması gerektiği yöne çevirdi. Aynı şekilde yerine bıraktığında
bakışları İzgi’nin tuvale bıraktığı izlerde gezindi.
Salonun bir kısmını kaplayan, hatta kendi evinde,
odasındaki çoğu yerde de asılı duran resimleri adı gibi ezbere biliyordu.
İzgi’nin kullandığı renklere, neyi nasıl resmettiğine hakimdi.
Bu resim ise bir başkasının elinden çıkmış kadar yabancı
duruyordu. Koray, siyahın baskınlığını ilk bakışında görebilmişti. Resme
baktıkça içinin daraldığını hissediyordu. Bir an İzgi’nin hastaneden kaşla göz
arasında onlara fark ettirmeden kaçtıktan sonra buraya gelip bu resmi yapmış
olduğunu düşündü. Fakat bu düşünce çok da uzun süre zihninde yer tutmadı.
İzgi’nin hastaneden ayrılmasından çok kısa bir süre sonra
yokluğu fark edilince ilk işi buraya bakmak olmuştu. Yedek anahtarla girdiği
eve o kadar kısa sürede gelip resmi yapacak hali yoktu. Bunu tamamen
kesinleştirmek isteyerek tuvali yerinden oynattı.
İzgi’nin bir tuvale başlarken her zaman sağ arka köşeye
ince bir kalemle tarih işlediğini biliyordu.
Haklıydı da. 11.08.22
şeklinde yazılmış tarih oradaydı.
Bu tarih Koray’ın sertçe yutkunmasına sebep oldu. O sabah
yapılmış olmasına ihtimal vermemişti hiç. Hastaneye gelmeden önce zihninden ve
kalbinden dökülenler bunlar mıydı o halde?
“Hissetmiştin değil mi, kötü şeyler olacağını her zamanki
gibi çoktan hissetmiştin?” İzgi duyacakmış gibi sorduğu soru cevapsız
kaldığında düşen omuzlarıyla yeniden koltuğa doğru yürüdü. Koltuğa bedenini
bırakamadan zil sesi evin duvarlarına çarpıp içeride yankılanınca telaşla
adımlarını hızlandırıp yönünü kapıya çevirdi.
İzgi gelmiş olabilir diye yaşadığı heyecanı, kapıyı hızla
açtığında karşısında bulduğu ikiliyle düğümü açılmış bir balon gibi hızla
söndü.
Melih ve Acar’ı bekliyor olduğu söylenemezdi.
Acar, Koray’ı görmemişçesine içeriye ilerlerken Melih
sakince geçip kapıyı da kapattı. “Telefonunu arada açmayı dene istersen. Kaç
kere aradım.”
Koray, sessizde bıraktığı telefonuna uzun bir süredir hiç
göz atmadığını o an fark etse de Melih’e bir şey demedi.
Salona geçtiklerinde Acar’ı tuvalin önünde dururken
bulmuşlardı. Melih ilk kez giriyor olduğu atölyede meraklı bakışlarla etrafı
incelerken yavaşça koltuğa yerleşti. Koray da onun yanına oturmuştu.
“Leş gibi içki kokuyor burası, çakmak çaksam patlarız
anasını satayım.” Melih yüzünü buruşturup yerdeki şişelere baktı bir süre.
Koray sessiz kalırken Acar yavaşça sırtını dönüp Koray’a baktı. “Boya ve Feris
kokuyordu burası, zıkkımlanacak başka yer yok muydu?”
Melih, ikizinin halinden çok da hayırlı duran bir
konuşmanın başlangıcında olmadıklarını kestirebildi. Acar, çoğunlukla gergin ve
öfkeli olurdu. Bu, yeni bir durum değildi fakat o öfkeyi yaklaşık bir aydır hiç
dışarı yansıtmadan içinde büyütüyordu. Patlama anının kimde ve nerede
yaşanacağını anlayamıyordu dolayısıyla.
“Yoktu.” Koray, dümdüz bir ifade ve sesle cevap verdi.
Melih, ona bakıp ‘yapma’ anlamında bir bakış atmış olsa da Koray ona değil
ikizine bakıyordu, görmemişti.
“Bunu da sen mi çizdin oturup, etraftaki hiçbir tabloya
benzemiyor. Feris’in varlığını etraftan silmişsin, siktirip gitseydin şuradan.”
Koray kaşlarını derince çatarak karşısında tüm heybeti ve öfkesiyle dikilen
adamı süzdü.
Tuvali görür görmez onu İzgi’nin yapmadığını sanmıştı.
Onun renkleri, çizgileri nasıl kullandığını bu denli kısa bir sürede nasıl
keşfetmiş olabilirdi?
“İlgilendiriyor mu seni?” Resmi yapanın kendisi
olmadığını belirtmek yerine bunu söyleyip Acar’ın damarına bastığını o an için
fark etmeden konuştu.
“Öyle bir ilgilendiriyor ki, o aklın almaz senin.” Acar
gülümser gibi konuştu fakat bu gülümsemenin mutlulukla ya da olumlu herhangi
bir duyguyla alakası olmadığı açıktı.
Koray, belki az önce dibini bulduğu içki şişesinin
verdiği cesaretle belki de zaten bir köşede sakladığı düşüncelerle ayaklandı.
“İlgini alamadığın için mi gerginsin Acar Bayazıt, aylarca seni bekleyen, son
iki haftada da bol bol ilgisini sömürdüğün kadın ortada yok diye mi gerildin?
Korkma, bulursun başka birini, unutursun gider.”
“Koray!” Melih, Koray’ın bir anda neden böyle konuşmaya
başladığını anlayamayarak olay büyümeden müdahale etme ihtiyacıyla adını
bağırdı. O da yerinden kalkmıştı. Bir ay öncesine kadar Acar ve İzgi’nin
arasındakiler ilerlesin diye kendisiyle plan yapan adamla az önceki cümleleri
kuran adam aynı kişi miydi, anlayamıyordu.
“Ağzını topla, yoksa ben seve seve toplarım. Bir daha
dilin onunla ilgili hiçbir şeyi basitmiş gibi zikretmesin, sikerim o ağzını
senin.” Acar tane tane söylediği, bağırmadığı halde boğazları yırtılır gibi
bağırmışçasına yankılanan cümleleri bittiğinde attığı birkaç adımla Koray’ın
dibindeydi.
Koray’ın üzerindeki tişörtün yakası elinde buruş buruş
olurken Melih hızla koluna yapışıp onu geriye itmeye çabaladı. “Acar!
Saçmalama, çekil şuradan. İçmiş deli gibi, ne dediğinin farkında değil. Bırak.”
“İzgi’yi hak etmiyorsun, ben onun senin için döktüğü her
gözyaşını aylarca omuzumda dindirdim. Sen onun ne aşkını ne de yanında olmasını
hak etmiyorsun.”
“Doğru söylüyorsun.” Melih, Acar’ın Koray’ı onaylamasının
şaşkınlığını yaşarken Acar’a baktı dikkatle. Dalga geçiyor gibi değil de
gerçekten bunu onaylar gibi söylemişti. “Ben onu hak etmiyorum, hiçbir sikim
yapmamışken bana âşık oluşunu hak etmiyorum, yeni yeni onu kırmamayı öğrenen
bir aptalım. Onunla öğrenecektim hatta.”
Koray, bulanık bilincine rağmen Acar’ın söylediklerini
dikkatle dinliyorken Acar konuşmaya devam etti. “Hayatında geriye kalan
herkesin onu tıpkı benim gibi kırıyor olduğunu biraz geç fark ettim. Belki daha
fazla dinleyebilseydim onu, anlardım, anlatırdı, dinlerdim. Ama izin
vermediniz. Üst üste o kadar çok darbe almasına sebep olmuşsunuz ki, benim ondan
dilediğim ikinci şansımı kullanmaya bile vaktim olmadı.”
Acar, Koray’ın yakasını halen sıkı sıkıya tutuyordu.
Melih, buna rağmen artık ikizinin bileğini tutuyor olmaya devam etmedi,
bıraktı. Koray’a saldırmaya niyetinin olmadığını görüyordu. İçini dökmeye çalışıyordu,
belki bu hikâyenin suçlularından daha sicili temizdi fakat Acar’ın
ulaşabileceği en yakın isim Koray’dı.
“Ben hafızamda geriye gidebildiğim en eski yerden beri
onunlayım, düştü, kaldırdım. Bazen kaldıramadım, yanına eğilip onunla yerde
bekledim. Baba olmanın ne olduğunu bilmiyorken bile fark etmeden babamdan
gördüğümü ona göstermeye çalıştım, o eksik hissettikçe delirdim. Bu hikâyenin
günahı benim başıma mı patlayacak? Patlasın lan, sikimde bile değil. Gıkım
çıkmaz, gelsin kafama sıksın benim. Hatta tut, o geldiğinde sen vur beni. Ah
edersem şerefsizim lan ben.”
Koray, yarısında gözlerinden akmaya başlayan yaşlarla
sarsıldığı cümleleri zar zor tamamlarken titriyordu. Acar onu sıkıca tutmuyor
olsa dizleri bedenini daha fazla taşımazdı, ortadaydı.
Acar, dinlediği her cümlede dişlerini birbirine daha sıkı
bastırmış, kaskatı kesilen bedenini çözmeye uğraşmamıştı. Ağlamaya devam eden
Koray’ı odaksız gözlerle izledi bir süre. Ardından yakasındaki eliyle zaten zar
zor ayakta duran bedenini arkalarındaki koltuğa doğru itti. Koray, karşı
koymadan koltuğa düştüğünde Acar ellerini saçlarına geçirip çekiştirdi.
Başı patlayacakmışçasına ağrıyordu. Bunun dişlerini
kıracakmış gibi sıkmasından ya da kasılı bedeninden kaynaklandığına inanmaya
çabalamadı. Zihninde canlanan senaryolardı ağrının asıl özü.
Baba ya da anne eksikliği ne demek bilmiyordu, Acar. Her
ikisi de hep oradalardı, hem fiziken hem ruhen eksikliklerini hiç
hissetmemişti. O an, Koray’dan duydukları daha önce hastanede şahit
olduklarıyla birleştiğinde rahatsız edici bir dürtüyle o hissi hayal etmeyi
denedi.
Yapamayacağını biliyordu. Olmayan bir duyguyu
hissedemezdi, fakat düşünmeye çalışmak canını yakmıştı. İzgi’nin ailesinden
uzaklaşmasını son yıllarda yaşanmış olabilecek herhangi bir olaya bağlamıştı
hastanedeyken. Ancak Koray az önce başka şeyler söylemişti, bu tezini aniden
çürüten korkunç şeyler.
Gözlerinin önüne sinir ve ağrıdan dolayı inen puslu
perdede bir çift yeşil göz belirince Acar, hıçkırıklarını duyabildiği Koray’a o
an eşlik etmeye başlayacağını sandı. Kendisine bakarken parıl parıl parlayan,
heyecanla koyulaşan yeşillerin şu anki hayali öyle görünmüyordu. O gözlerin
dolu dolu, kırgın bakıyor olduğunu düşlemişti.
Yeşil gözler biraz sonrasında ise bir bedenle bütünleşip
tamamlanmaya başladı. Acar’ın zihninde beliren bu siluet bir ay önce sardığı
bedenden çok farklıydı. Küçüktü.
Yeşil gözleri yaşlarla dolu, kahverengi saç tutamları
omuzlarına dökülen narin bir kız çocuğu vardı gözünün tam önünde. Daha önce
İzgi’nin küçüklüğünü görmüş değildi, fakat sanki eliyle koymuş gibi zihni bu
resmi bulup önüne çıkartmakta hiç zorlanmamıştı.
Melih, koltukta ağlayan Koray ve gözlerini karşıya dikmiş
öylece duran Acar arasında mekik dokuyan bakışlarını yorgunca önüne çevirdi. İkisinin de ilacı birdi, ama o ilacı
çoktan kaybetmişlerdi.
~
“Çorbanı alayım mı annem, sevmedin mi?”
Melih, sorunun kendisine yönelmediğinin farkındaydı.
Çoktan çorbasını bitirmişti zaten. Sorunun asıl muhatabı olan ikizine baktı.
Acar, önünde neredeyse tamamı dolu çorba kâsesini dikkatle izliyor gibi
görünüyordu.
Atölyeden ayrılmadan önceki düşünceli halinin devam
ediyor oluşu Melih’i biraz korkutuyordu. Acar’ı böyle görmeye alışık değildi,
Koray’ın söylediklerinden sonra bu hale geldiğini biliyordu ama bu kadar uzun
süreceğini düşünememişti.
“Merih?” Annesinin arada seslenmeleri dışında evde
kimseden yükselmeyecek olan isim annesi Demet’in dudaklarından döküldüğünde
Acar irkilerek ona baktı.
‘Merih de o
zaman bana.’
‘Merih mi
diyeyim gerçekten?’
Minik bir gülümseme görebilmek, sesini duyabilmek için
bir an bile düşünmeden sunduğu teklifi ve teklifin gerçekten gülümsetmeyi
başardığı İzgi’yi anımsadığında elindeki kaşığı sertçe tabağın kenarına
bıraktı.
“Bir şey mi diyordun?” Neden kendisine seslendiğini çok
merak etmese de sormuştu bunu.
Demet, oğlunun ruh halini okuyabilecek kadar tanıyordu
onu. Göz ucuyla kocasına baktıktan sonra Acar’a döndü yeniden. “Çorban soğudu
diyorum annecim, nohuttan vereyim mi sevmediysen?”
“Aç değilim.”
“Düşüncelerinle mi doydun, kaç saat oldu eve geleli
hiçbir şey yemediniz. Eminim dışarıda da yememişsindir. Doğru mu Melih?”
Melih bir şey söylemese de Demet bunun sessiz bir onay
olduğunu biliyordu.
Yeniden konuşmak üzereyken çalan telefon masadaki kısa
süreli sessizliği dağıttı. Tuğrul, oğullarının üzerinde dolandırdığı
bakışlarını kenara bıraktığı telefonuna yöneltti. Ekrandaki ismi görür görmez
ise telefonu hızla açıp kulağına yaslamıştı.
“Efendim Mine?”
Masadaki herkes arayanın Tuğrul’un kız kardeşi olduğunu
anlamış oldu böylece. Acar ve Melih bakışlarını babalarından çekerken Demet
kulak kesilmiş halde onu dinliyordu.
“Kötü mü?” derken ayaklanan Tuğrul ile birlikte onun
yüzüne yansıyan endişe masadakilere de yansıdı. İyi bir şey duymadığı belliydi.
“Ne oluyor Tuğrul?” Demet, kocasına seslense de cevap
alamadı.
“Tamam, ben yola çıkıyorum. Birkaç saate orada olurum,
arayacağım tekrar. Dikkat et.”
Telefonu kapattıktan sonra oğulları ve eşinin dikkatle
kendisine baktığını fark eden Tuğrul mesleğinin verdiği soğukkanlılıkla
ifadesindeki endişeyi hızla parçalayıp yok etti.
“Halam ne dedi? Kötü falan dedin baba.” Melih telaşla
sordu. Babasını bu saatte Bursa’ya doğru yola çıkaracak haberin hayırlı
olduğunu sanmıyordu.
Tuğrul, karısına döndü. Birlikte geçirdikleri yılların
getirisi olan konuşmadan anlaşabilme yetileri sayesinde Demet, kocasının ondan
ne yapması gerektiğine dair tavsiye istediğinin farkındaydı. “Söyle artık, bu
kadar zaman geçti, kimse kimseye geç kalmasın Tuğrul.” derken kısa bir an
Acar’a bakmıştı.
Acar, üzerindeki bu kısa süreli bakışı hissettiğinde
kaşlarını derince çatarak babası gibi ayağa kalktı. “Ne çeviriyorsunuz siz? Ne
oluyor?”
“Yolda anlatırım, Bursa’ya gidiyoruz. Sen ve ben.” dedi
Tuğrul, Acar’ı kastederek.
“Dalga mı geçiyorsun? Ne için gidiyoruz Bursa’ya akşam
akşam?”
“Bir aydır aradığına kavuşmaya, İzgi’yi görmeye
gidiyoruz.”
Tuğrul’un ağzından dökülenler ikizlerin şaşkınlıkla
donakalmalarına sebep olurken konuşmayı başaran ilk kişi Melih oldu. “Bir
aydır… Bir aydır İzgi, halamın yanında mıydı?”
“Sizin gibi akılsız değil benim kızım, kimden ne için
yardım isteyeceğini çok iyi biliyor.” Tuğrul’un hafif gururlu tavırla
söyledikleri ortama bomba gibi düşerken Acar bedenini yeniden ele geçirmeye
başlayan öfkeyle masayı sıkıca kavradı. Öfkesini bu şekilde dışarıya vurmayı
denedi, aksi takdirde babasına patlayacaktı.
Ardından bir dakika dahi geçmeden sandalyeyi sertçe
geriye iterek arabasının anahtarını aldığı gibi kapıya yöneldi. Bir ay
beklemişti, nasıl beklediğini bir kendi biliyordu. Ama bir dakika daha
beklemeye tahammülü yoktu.
Acar’ın kendisini beklemeyeceğini bilen Tuğrul hızlı
adımlarla ona yetişirken arkalarından da Melih koşuyordu. Sürücü koltuğuna
yerleşen Acar, o an için doğru sürücü tercihi miydi, bu tartışılabilirdi. Hem
öfkeli hem de telaşlı tavrıyla arabayı ilk virajda uçurabilme potansiyeli
yüksekti.
Ön yolcu koltuğuna Tuğrul, arkaya da Melih yerleştiğinde
Acar sırtlarını koltuğa sertçe yapıştıracak bir hamleyle park yerinden ayrıldı.
Saatin akşam 9’a gelmesinin avantajıyla muhtemelen çok fazla trafiğe
takılmayacaklardı. 3 saat civarı sürecek olan yol Acar’ın bu haline bakılırsa
daha kısalabilir gibi duruyordu.
Acar, gözlerini yoldan ayırmadan dudaklarının ucunda
duran, dakikalardır dökülmeyi bekleyen soruyu çekinerek dile getirdi. “Kötü
dediğin… Kötü dediğin Feris miydi? Neden apar topar gitmeye karar verdin?”
Melih sıkıntıyla bir soluk alıp arkasına yaslandı.
Tuğrul, geçiştiremeyeceğini bilerek açıkça cevap vermeye karar vermişti.
“Sabahtan beri ateşi vardı, Mine düşürmeye çalışıyordu.
Bir ara düşürdü de hatta, ama kötüleşmiş şimdi. Acile götürmüşler, çok
sayıklıyormuş. Bir aydır Mine ile ama yine de daha güvende hissetsin diye
giderim diye düşündüm, siz de piyangodan çıktınız biraz.”
Acar, ateşlendiğini ve sayıklıyor olduğunu duyduğunda
elinin altındaki direksiyonu kıracakmış gibi sıkarak arabayı hızlandırdı.
“Piyangodan çıktık öyle mi? Evde olmasak tek başına
gidecektin değil mi Tuğrul Bayazıt?” Melih babasına soru soruyormuş gibi dursa
da bundan çokça emindi.
“Evet.” dedi Tuğrul açıkça.
Zar zor attığı adımlarla adliyede kapısının önünde
beliren kızın o kırgın haline içi gitmişti. ‘Tuğrul
amca beni herkesten saklar mısın, kimse bulamasın beni.’ dediğinde neye
uğradığını şaşırmıştı. İzgi’yi ilk olarak Melih’in arkadaşı olarak tanımıştı, o
sıralar Acar bir iş için yurt dışındaydı. Melih’le bu şekilde başlayan bağın,
Acar cephesinde bambaşka olduğunun da farkındaydı.
Evlerine de sık sık gelip giden İzgi’yi hem kendisi hem
de eşi fazlasıyla sevmişlerdi. Sevilmeyecek bir tarafı da yoktu, cıvıl cıvıl
konuşan, gözlerinden duyguları açıkça görünen tatlı bir kızdı Tuğrul için.
Bir ay önce, odasında duyduğu şeyleri sık sık
anımsıyordu. İkinci görüşünde dahi ısınabildiği bu kızın bu kadar boyunu aşan
problemin ortasında kalması canını sıkmıştı. Bu yüzden onu ikiletmemiş,
istediği gibi saklamıştı. Herkesten.
“Evet diyor bir de, delireceğim ben ya evet diyor!” Acar,
sesini kontrol edemeden bağırırcasına konuştuğunda Tuğrul oğlunun bu halini
bıyık altından gülümseyerek izledi. Bir ay özlemek belli ki annesi yerine
kendisine çeken soğuk nevale oğluna bir yandan iyi gelmişti.
Annesinin kopyası olan Melih’e karşın Acar kendisinin
klonuydu. Duyguları çocukluğundan beri kapalı bir kutuda beklerdi, o kutuyu da
kimse değil açmak göremezdi bile. İhtiyacın
olan özlemekmiş demek ki eşek herif dedi içinden Tuğrul.
“Söz verdim kimseye yerini söylemeyeceğime, şimdi bile
içim rahat değil zaten. Sizi getirdim diye küserse bana ağzınızı yamulturum
sizin, ayağınızı denk alın.”
Acar, sabır çekerek sinirini önündeki hafif yavaşlamış
araçtan almak ister gibi korna çaldı. Melih ise babasına ayıplar bakışlar
atıyordu. Koray’a İzgi’yi bulduklarını yazmak aklının ucundan geçtiyse de önce
Bursa’ya varmayı beklemeye karar verdi.
Şimdi haber verirse Koray’ın muhtemelen sarhoş da olsa
uykulu da olsa Bursa’ya doğru yola koyulacağını biliyordu. Bir de bunu riske
atamazdı.
Yoldaki birinci saatleri tamamlandığında neredeyse
yarılanan yola bakılırsa Bursa’ya 3 saatten önce varacakları kesinleşmiş
gibiydi.
“Halamı arasana bir daha, Feris’i sor.”
Tuğrul, Acar’ı duyduğunda başını iki yana salladı. “Mesaj
attım az önce. Serum vermişler, biz gidene kadar eve geçerler muhtemelen.”
“İyi mi yani?”
“İyi.” dedi Tuğrul. Ateşiyle ilgili bir problem yoktu
fakat İzgi’nin çok da iyi olduğunu sanmıyordu. Ama bunu şu anda Acar’a söylemek
akıl kârı değildi.
Araba Bursa il sınırlarından geçtiğinde saat 11’i
geçiyordu. Halasının yaşadığı yere ulaşabilmek için 20 dakika daha yol
gideceklerini bilmek Acar’ın canını fazlasıyla sıkıyordu. Yol bitmek
bilmemişti.
Hastaneden çıkmış olduklarını yaklaşık 15 dakika önce
öğrenmişti babasından. Bu yüzden bir şey söylemeden eve doğru sürmeye başladı
direkt.
Mahalleye girdiklerinde Tuğrul da dahil olmak üzere
hepsinin üzerinde elle tutulabilecekmiş kadar yoğun bir gerginlik vardı. Acar,
dakikalar sonra arabayı halasına ait olan dairenin bulunduğu 3 katlı apartmanın
önünde durdurduğunda oyalanmadan arabadan indiler.
Acar, üç saate yakın bir zamandır mola vermeden araba
kullanıyor olmasının verdiği uyuşmayı umursamadan arabadan ilk inen oldu.
Anahtarı babasının eline tutuşturup inmişti. Kilitleme işini onlar
halledebilirdi.
Apartmana ulaştığında zili çalmak için uzanacakken bunun
İzgi’yi eğer uyuyorsa uyandıracak olmasından çekinip telefonunu çıkarttı.
Halasının numarasını bulup aradığında çok geçmeden kapıyı açtırmıştı.
Bu sırada Tuğrul ve Melih de yetişmişlerdi ona.
Birinci kattaki daireye ulaşmak için asansöre gerek
duymadan merdivenleri peş peşe çıktılar. Kapıda bekleyen Mine, abisinden
ikizlerin de geleceğini öğrendiği için önde duran iki yeğenini gördüğüne
şaşırmadan kapıdan biraz geriye çekildi. “Hoş geldiniz.” diye mırıldandı.
Melih onu cevaplarken Acar halasını gözü görmüyormuş gibi
çoktan içeri girmişti. “Nerede?” diye bir soru yöneltti halasına, içeriye geçen
ikizini ve babasını beklemeden.
“Küçük odada, benim odamın yan-…” Cümlesini bitiremeden
Acar onun tarif ettiği odayı anlayarak oraya doğru adımladı.
Kapısı küçük bir boşluk kalacak şekilde aralı duran
odanın önüne geldiğinde hiç duraksamadı. O an tereddüt etmek için bile vakit
yok gibiydi, bir an önce onu görmeliydi.
Kokusunu almalıydı, dudaklarını yumuşaklığını unutmamak için bir aydır
çabaladığı tenine bastırmalıydı.
Halasına kalmaya geldiklerinde kendisi ve Melih’i
ağırlayan bu odaya aşinaydı Acar’ın gözleri. Odanın köşesinde camın hemen
altında iki kişilik olamayacak kadar dar fakat bir kişi için biraz geniş bir
yatak vardı. Melih ile hangimiz yatakta hangimiz koltukta yatacak kavgası
yaptıklarını anımsıyordu.
Odadaki her şey hatırladığı gibiydi. Tek fark -ki bu
fazlasıyla büyük ve önemli bir farktı Acar için- yatağın üzerindeki zarif
bedendi.
Acar, nedenini bilmediği bir dürtüyle yüzüne bakamadı bir
an. Ayak ucundan başlayan bakışları yavaş yavaş yukarıya tırmanıyordu. Karnına
kadar örtülü ince soluk pembe örtünün sınırlarında takıldı bakışları. Biraz
daha yukarı çıkarsa yüzüne bakabilecekti. Bu bir ayda sıkça zihninde misafir
ettiği yüzün hayal olmayanı karşısındaydı.
Gözlerini yüzüne dokundurmadan önce zaten fazla geniş
olmayan odada bir iki adım atıp yatakla arasında kalan mesafeyi sıfıra
yaklaştırdı.
İzgi, yatakta o kadar az yer kaplıyordu ki Acar kalan
boşluğa koca bedenini rahatça sığdırmış, belinin hizasında oturabilmişti.
Kendisine dönük olacak şekilde yanağının üzerinde uzanan kadının yüzüne nihayet
bakmaya cesaret edebildi.
Baktığı anda neden bakmaktan korktuğunu kendi kendine
itiraf etmişti. Yıkımı görmekten
korkuyordu. Uyurken dahi yüz hatlarından okunabilen, Göz altlarından dudak
kıvrımına kadar her zerresine yansıyan o yıkımı görmekten çok korkuyordu Acar.
Yastığa yaslı olan yanağı yüzünden biraz şişkin duran
yüzünün, aslında ne kadar zayıflamış olduğunu kısa bir an sonra fark etti.
Örtünün altında saklı bedeninin de inceldiğine emindi. Bu bir ay boyunca
düzenli yemek yemediğini tahmin etmek zor değildi.
Acar, uyanmasın diye zili çalmaktan korktuğu kadının
yanağını büyük avucuyla sararken ikinci kez düşünmedi. Yanağına yapboz
parçalarını aratmayacak bir uyumla yerleşen avucuna yayılan ısı gözlerini
kısmasına sebep oldu.
Elini alnına kaydırıp ateşini kontrol edebilirdi. Avucu
bunu hissetmesi için yeterliydi, fakat öyle yapmadı.
Yavaşça eğdiği başını İzgi’nin yüzüne yaklaştırıp alnına
dudaklarını bastırdı. Yoğun bir sıcaklık hissetmemek içini rahatlatırken
dudaklarını geriye çekmedi. Aksine burnunu da saç diplerine yasladı.
Saçlarından yayılan kokunun bir ay öncekiyle aynı
olmadığını duyumsadı. Muhtemelen kullandığı şampuan ile ilgiliydi. Fakat
umurunda değildi, kokuyu eşsiz kılan Feris’in ta kendisiydi. Kokunun kaynağının
o olması Acar için fazlasıyla yeterliydi.
“Yeşil gözlü cadı,”
diye mırıldandı dudaklarını alnından çekmeden. Sesi o kadar kısıktı ki
kendisine bile ulaşamamıştı. “Hangi büyüyü üzerimde denedin bilmiyorum ama bu
kadar işe yaramış olmasını sen bile hayal edemezdin.”
Yorumlar
Yorum Gönder