Düşten Farksız 3.Bölüm
3.BÖLÜM
Planlarımı sık erteleyen biri değildim.
Bir kenarda yapacak bir şeyin beni bekliyor olması rahatsız hissettirirdi.
İstanbul’a gelişim, sanırım en uzun
erteleme süresi tanıdığım planımdı. Aslında kontrolüm dışında
gerçekleştiğinden, bir noktada plan olmaktan da çıkmıştı.
Annemin hayatında son iki yıldır var olan
hastalık, aylar boyunca savaşıp çabalamak için bize zaman tanımıştı. Uyandığı
her günün sabahında kendimi çok şanslı hissetmiştim her seferinde. Ölmeden
önceki son üç ayı ise birinin hafızamdan çekip alması karşılığında her şeyimi
verebileceğim kadar korkunçtu.
O üç aydan önce, umut etmek çok daha
kolaydı. Bir gün gelecek ve annem iyi olacaktı. Görünürde hiçbir şeyi yoktu
çünkü. Sadece hızlı yorulan, eski haline göre daha zayıf bir kadındı artık. Son
olduğunu bilmediğimiz üç ay başladığında ise, göğüs kafesimi kırılmış gibi
ağrıtan sancılarla da olsa kabullenmek zorunda kalmıştım artık.
Annem
ölüyordu. Ve benim kadar o da bunun farkındaydı.
İkimiz de birbirimizi teselli edemeyecek
kadar durumu kabullendiğimizde, tek derdim onun yanından bir an olsun
ayrılmadan ne kadar kaldığını bilmediğim zamanımızı hiç kaybetmeden
değerlendirebilmek olmuştu.
İlk haftaları hastanede geçen sürecin
sonunda, eve dönmüştük. Eve dönüşümüzün ne demek olduğunu da sessizce
kabullenmiştik.
Sessizliğin bozulduğu gün, benim içimde de
hiç susmayacak olan sesler doğuran gündü.
Aklım almaya başladığı andan beri öldüğü
gerçeğiyle kucak kucağa olduğum babam aslında yaşıyordu. Bu bir gerçek değil,
oldukça ağır bir yalandı.
Odamdaki yatağın ortasında, bacaklarımı
kendime çekerek cenin pozisyonu almış halde uzanıyordum. Yanağımın altına
sıkıştırdığım ellerim uyuşmaya başlamıştı, uzun bir süredir burada kıpırdamadan
yattığımı kanıtlıyordu bu.
Uzun bir süreden kastımın gerisinde, odaya
çıkmadan hemen önce kollarından ayrıldığım adamı kırmış olabileceğim gerçeği
hazırda bekliyordu.
Sınırlarımın geçilmesine, örülü
duvarlarımın inmesine izin vererek ona sarılmıştım. Pişman da değildim. Yine
olsa yine sarılacağımdan emindim.
Beni evlerine davet etmesinin altında,
beni tanıma telaşının yattığını biliyordum. Teklifini geri çevirmemin sebebi,
altında başka bir şey aramak değildi. Onu kırmaktan çekinmeme rağmen bu
teklifini zorlukla da olsa reddetmemin sebebi, korkumdu.
Orada kalmak, birkaç gün de olsa bir gün
de olsa vakit geçirmek, düzenlerini görmek ve istemesem bile alışacak olmak
demek; hayatlarına dahil oluyorum demekti. Farkında olmadan kuracağım bağların
benim için düğümlere dönüşebilme ihtimalinden korkuyla kaçıyordum.
Tanımak için ülke değiştirdiğim, zor
olacağını bilsem de göze aldığım bir aylık zamanı evinde geçirmek için valizimi
sırtlanıp geldiğim bir babam vardı. Beni tanışma anımızdan birkaç saat sonra,
nerede kaldığımı dahi sorgulamadan bırakıp gitmesini ve bir daha aramaya dahi
çalışmamasını hiç hesaba katmadığım bir babaydı.
Ailesiyle bağ kurmam, onunla kuramayacak
olduğum bağa çok daha fazla aklımı takacağım demekti. Böylesine belirgin bir ateşe
adımlamak istemiyordum. Savaş verdiğim bambaşka konular varken, bir de bu
eklenirse tüm savaşlardan aynı anda yenilgiyle ayrılacağım kesindi.
Mirza Bey’in -dedem olduğunu altını çizmiş
olsa da bir anda o adımı atmak zor geliyordu- bana kabul ettirebildiği tek şey,
bu akşamki uçuşumun iptaliydi.
Biletimi iptal etmiştim. Yeni bir bilet de
almamıştım. Henüz…
Bunu, beni yarın ya da ertesi gün onlarla
kalmaya ikna edebileceğini düşünerek mi yapmıştı bilmiyordum fakat itiraz etme
kotamı ev konusunda doldurunca uçak konusunda sesim fazla çıkmamıştı. Gömmeye
çalıştığım hislerimin bir yankısı olan, aniden aldığım biletimi iptal etmek çok
zor da gelmemişti zaten. İstanbul’u biraz daha solumak, burada olmak
istiyordum.
Otelin akşam yemeği saati çoktan
geçmişken, aşağı inmemiş; Mirza Bey gittikten sonraki saatlerde yaptığım gibi
uzanmayı sürdürmüştüm.
Yatağın yanındaki komodinde duran
telefonum titrediğinde elimi oraya uzatıp telefonumu aldım. Buraya geldiğimden
beri, telefonum tek bir ismin aramasıyla dolmuştu.
Tek arayanımın o olmasının verdiği sinir,
beni telefonu açacağım kadar delirttiğinde elim ekrana uzandı. Birkaç dakika
önce sorsalar, asla açmayacağımı savunurdum. Şimdiyse kulağıma yasladığım
telefondan gelen ses tüylerimi ürpertecek kadar yakınımdaydı.
Yatakta sırtüstü dönüp rahat etmeye
çalıştım. Adımı seslendiğinde, yumuşacık yastıkların üstünde de olsam rahat
hissetmenin kıyısından geçemeyeceğimi biliyordum.
“Pou
eísai?” Adımı seslenişine tepkisiz kaldığımda
konuşmaya devam edince telefonu açtığıma çoktan pişman olmuştum.
(*Neredesin
sen?)
“Eímai
polý makriá sou.” Son zamanlarda aldığım tek ve en
büyük keyif sanırım bu cümleyi kurabilmekti.
(*Senden
çok uzaktayım.)
“Eísai
stin Konstantinoúpoli, sostá?”
(İstanbul’dasın
değil mi?)
Nerede olduğumu bilmesine şaşırmamıştım.
Sessizce bekledim. Telefonu yüzüne kapatmak için hangi anın daha hoş duracağını
hesaplıyordum. “Eímai o patéras sou. Den
chreiázesai kanénan állon.”
(*Ben
senin babanım. Başka kimseye ihtiyacın yok.)
Telefonu kapatmak için doğru anın geldiğini
anladığımda kulağımdan çektiğim telefonu hızla kapattım.
Gözlerimi sıkıca kapatıp birkaç saniye
düzenli nefesler alıp vererek sakinleşmeye çalıştığımda çabam sonuçsuzdu.
İçinde baba geçen tüm hayallerim, iğne
batırılmış bir balondan farksız halde sönüyorlardı.
Belki
de bazı çocuklar, her ne olursa olsun babasız kalmaya mahkûmlardı ve ben de o
çocuklardan biriydim.
~
Önceki gün bitiremeyip odama taşıdığım,
tesadüfen bir manavın önünden geçince canım çekince aldığım bir avuç erikten
kalanları yüzüm ekşiye ekşiye yerken odamın anlamsız manzarasını izliyordum.
Otelin ön kısmı deniz görüyorken, odamın
bulunduğu kısım binadan başka bir şeye açılmıyordu. Camın önündeki koltukta
oturmuş, görüntülerinin aksine limondan farksız tattaki eriklerimi yerken İstanbul
maceramın daha ne kadar sefilleşebileceğini tahmin bile edemiyordum.
Saat dokuza geliyordu. Uykum olsa çoktan
günü bitirip uykuya kucak açmaya girişirdim ancak bir gram uykum yoktu.
Telefonumda oyalanabileceğim her şeyi fazlasıyla tüketmiş, öylesine indirdiğim
garip oyunlarda rekorlar kırdıktan sonra bıkkınlıkla bu köşeye çökmüştüm.
Oflayıp puflamaktan dudaklarım yorulmuşken
elimdeki erik çekirdeklerini çöp kutusuna dönüştürdüğüm pet şişeye attım.
Eriklerim de bittiğine göre, sıkılmaya daha rahat şekilde devam edebilirdim.
Dışarı çıkmaya niyetlendiğim anlardan
beşer saniye sonra, omuzlarım çökerek uyuşup yerime yapışıyordum. Hiçbir şey
için ne heves ne de güç sahibiydim.
Dakikalar sonra, tanıdık olmayan bir
telefon sesiyle kaşlarım çatılırken bakışlarım sesin kaynağını, masada duran
otel telefonunu buldu. Resepsiyonla iletişim kurabilmek için bir kez kullanışım
dışında elimi sürmediğim telefona doğru ilerlerken aramanın sebebini
düşünüyordum.
“Alo?” diyerek açtığım telefondan ince bir
kadın sesi geldi. “Despina Hanım, iyi akşamlar. Ben resepsiyondan arıyorum.”
“İyi akşamlar,” dedim sorgular bir
şekilde. “Bir sorun mu var?”
“Bir misafiriniz var, dilerseniz odanıza
yönlendireceğim. Haber vermemi istediler.”
Mirza Bey’in geri gelmiş olması dışında
hiçbir ihtimali değerlendirmediğim için soru sormaya gerek duymadan onayladım.
Bunda biraz afallamışlığım, biraz da adımı ve burada oluşumu aynı anda bilen
tek kişinin Mirza Bey oluşu etkiliydi.
Telefon kapandığında odama ortalıkta
bıraktığım saçma bir eşyam var mı diye kısaca göz atıp bir iki şeyi valizime
fırlattım. Üstümde, üst bacağımın yarısını kapatacak uzunlukta kalın askılı bir
gecelik vardı. Elbise sevgim, geceleri de çoğunlukla kendini gösteriyordu. Bu
da bir nevi elbiseydi sonuçta.
Birkaç dakika geçmeden, odamın kapısı bir
kez çalındı. Kilitli duran kapıyı açmak için oraya doğru ilerledim. Kilidi
açıp, kapı kolunu aşağıya indirdiğimde bir yanım Mirza Bey’i yeniden göreceği
için heyecanlıydı. Diğer yanım ise neden geri geldiğini merak ediyordu.
Kapıyı açıp duvara doğru araladığımda
karşımda göreceğim kişinin Mirza Bey olacağına o kadar odaklıydım ki, bir
başkasını bulan bakışlarım şaşkınca irileştiler. O bir başkasının, beklediğim son kişi oluşu ise
şaşkınlığımın sınırlarını zorlayarak donakalmama sebep olmuştu.
Timur
Akdoğan buradaydı.
“Bu oteli nereden buldun?” diye
sorduğunda, ilk cümlesinin bu olmasını beklemediğimde dudaklarım aralı kalsa da
cevap verememiştim. “Adımı bile sormadan bana oda numaranı verdiler, yabancı
biri olabilirdi.”
Boyum kısa değildi, buna rağmen ona bakmak
için boynumu hafifçe germem gerekmesine sinirlerim bozuluyordu. Sonuçta
babamdı, boyum ona benzeyip daha da uzun olamaz mıydı?
“Sen de yabancısın.” dedim birden. Öyleydi
çünkü.
İlk karşılaştığımız andan beri, ona bolca
malzeme vermiş olsam da bu ikinci duraksamasıydı. İlki annemin öldüğünü dile
getirdiğim andı. İkincisi ise bu tepkimle olmuştu.
“Öyleyim,” dedi bahsettiğim duraksama sona
erdiğinde. “Adından başka bir şey bilmeyen bir yabancıyım.”
Söylemek ve duymak arasında belirgin bir
fark vardı. Dilimden dökülürken böyle hissettirmediğine emin olduğum kelimeler,
ondan duyunca kalp atışlarımı yavaşlatmış ve tam orada bir ağrı başlatmıştı.
“Neden geldin?” diye sordum. Ona,
düşünmeden pat diye konuşma işine adapte olmaya başlıyordum. Bu biraz da, onun
benim halimi önemsemeden konuşup kestirip attığı şeylerin soğumaya başlamamış
intikam yemeklerinin hazırlığıydı. “Baban mı gönderdi zorla?”
Kaşları çatıldı. Derince çattığı kaşları,
ifadesinde anbean takip ettiğim sert değişimle birleştiğinde karşımda az
öncekinden farklı bir adam vardı sanki.
“Babam burada olduğunu biliyor muydu?”
Soruma soruyla yanıt verirken, Mirza
Bey’in konuyla bir bağlantısı olmadığı açıkça belliydi. Buraya babası
yollamadıysa kendi gelmişti. Peki beni nasıl bulmuştu ve daha da önemlisi neden
bulmuştu?
Sessiz kaldım. Cevap gerektirmeyen bir
soruydu zaten. Bir önceki cümlemden sorusunun cevabı çoktan ona ulaşmıştı.
“Neden geldin?” diye tekrarladım. “Baban
burada olduğumu biliyor ya da bilmiyor, konumuz bu değil. Neden buradasın?”
Uzun konuştuğumda daha belirginleşen
aksanım kulağımı biraz tırmalasa da üzerinde durmadım. Benim aksime o, üzerinde
duramamışa benzemiyordu. “Helen gibi konuşuyorsun Türkçeyi.”
Annemi anması, herhangi bir başkasının
annemi anmasından çok daha karmaşıktı. Aralarında yıllar önce ne olup bittiğini
bilmiyordum, ancak olanların benim varlığımın sebebi olduğunu biliyordum.
“O öğretti çünkü.” dediğimde kapıya
tutunmamı gerektirecek kadar dizlerimi titreten bir şeyler döküldü dilinden.
“Ben öğretseydim…” dedi kısık sesle. “Ben öğretseydim daha farklı mı olurdu?”
Bunu, ‘keşke ben öğretseydim’ der gibi
değil; gerçekten ‘ben öğretseydim nasıl olurdu’ sorusunun cevabını bulmak ister
gibi söylemişti. Bazı parçaların hâlâ onun için yerli yerine oturmadığını
anlayabiliyordum.
“Bilmem,” dedim omuz silkerek. Az önceki
kapıya tutunacak hale gelişimi hızlı atlatmaya çalışıp umursamaz görünmeyi
deniyordum. Onun yaptığı gibi ifadesiz durmak da bir seçenekti gerçi. “Hiçbir
zaman da bilemeyeceğiz. Cevabı olmayan sorular sormayı seviyorsun ama galiba.”
Ona içeri gelmesini söylemem gerekip
gerekmediğini bilmiyordum. O koridorda, ben odadayken aramızda bir adım
mesafeyle dikiliyorduk. Devam eden konuşma durumu gittikçe garip hale
bürüyordu.
“Sonuçlar çıktı, bu sabah.” dedikten sonra
çenesindeki sakallara hafifçe parmaklarını sürttü. Bir sonraki cümlesinin ne
olacağını seçmek onu zorluyor gibiydi.
“Haberim var,” dedim. Dediğimden pişman
olmam bayağı kısa sürmüştü. Elalarında bir şeyler tutuşmuş gibi ani bir parlama
belirdiğinde geriye çekilecek gibi oldum. “Bütün günümü seni aramakla geçirdim
ve babam yerini biliyor muydu? Sana sonuçları getirebildi öyle mi?”
Bütün
günümü seni aramakla geçirdim…
Mirza Bey’le yaptığımız konuşma aklımda
yankılandı.
‘Timur’un
seni kırk yıl arasa da bulamayacağını biliyordum, birinin sana sonuçları
ulaştırması gerekiyordu.’ dediğinde direkt olarak ‘Aramazdı ki.’ demiştim ona.
Aramış mıydı? Aramış ve bulmuş muydu?
Bir anda cebinden telefonunu çıkarttığında
şaşkın gözlerle fevri hareketlerini takip etmeye çalışıyordum.
Ekranda birkaç yere dokundu. Ardından
birini aradığını belli eden düzenli tekrar eden sesi duymaya başladım. Net bir
biçimde duyuyordum çünkü hoparlörü açmıştı.
Koridora yayılan ses başka birilerini
rahatsız ediyor olduğumuza dair sinyallerle beni yerimde kıpırdatırken
istemsizce kapıdan biraz geri çekildim. Bu, içeri gelmesi için sessiz bir
davetti. Konuşması sonlanana kadar odamda durabilirdi.
“Söyle,” diyerek açılan telefondan
duyduğum sesi bir iki saniye geç de olsa tanıdım. Mirza Bey’in sesiydi,
babasını aramıştı.
Odanın kapısını kapattığım anda gelen sese
tam odaklanamadan o konuştu. “Bugün öğlen seni aradığımda neredeydin?”
Mirza Bey birkaç saniye sessiz kaldıktan
sonra havadan sudan bahseder gibi yanıtladı. “Kızının kaldığı otele doğru yola
çıkmıştım.”
Babasının sözlerinden sonra güler gibi bir
ses çıkarttı. Eğleniyor gibi değil de, sinirden boğazında şişen damarlarla bir
öfke nöbetinde gibi görünüyordu. Gözlerimi kırpıştırarak biraz uzağından ona
bakıyorken, ifadesizliğini bu haline tercih edeceğimi fark etmiştim.
Sinirliyken pek(!) bakılası görünmüyordu.
“Dalga mı geçiyorsun sen benimle baba?”
“İşim gücüm kalmadı, senin dalganla mı
uğraşacağım ulan ben? Her gittiğim yerin hesabını mı keseceğim sana Timur?”
“Keseceksin!” diye soludu bağırmasa da
bağırmaktan farksız sesiyle. “Mahalleden arkadaşının yanına mı gidiyordun baba,
onun yanına gittiysen bana da haber verecektin. Nerede olduğunu bulduysan, yola
çıkmadan önce bana söyleyecektin.” Dişlerinin arasından öfkeyle soluyordu artık.
“Neden?” diye sordu sadece telefondaki
ses. Cevabını benim de beklediğim, basit ama kuvvetli bir soruydu. “Yanına
gittiğim kişi senin kızın diye mi?”
Kalçamı yasladığım yüksek, aynalı masaya
ağırlığımı daha fazla bıraktım. Kaskatı kesilen çenesini çözemediğinden ya da
belki bir cevap bulamadığından sessiz kaldı. Onun yerine Mirza Bey’in sesi
duyuldu yeniden.
“Hastaneden sonra, telefon numarasını
almaya dahi gerek duymadan yanından ayrılırken de kızındı Timur. Ulan hadi
kızın olmasın, ülkeye damdan düşer gibi seni babası bilerek gelmiş bir kız
çocuğuydu karşındaki. Ben kırk yıllık ömründe sana bir gram insanlık
öğretemedim mi oğlum? Sonuçlar çıkana kadar bildiğim, güvenli bir yerde kal
diyemedin mi o an?”
Kollarımı göğsümde kavuşturmuş halde
beklememin sebebi, tavır almış bir çocuk gibi görünmek değildi; Mirza Bey’in,
benim duyduğuma ihtimal vermediği için rahatça özetlediklerinin içimi
üşütmesine müdahale etmeye çalışmamdı. Fakat işe yaramamıştı.
Timur Akdoğan’la, babam olduğunu bilsem
dahi içimden bile baba demenin beni zorladığı adamla bakışlarımız kesiştiğinde
pes etmeden ona bakmaya bir süre devam ettim. Gözlerini çekenin o olacağını
düşünmüştüm. Beni yanıltarak elalarını yüzümden çekmedi.
“Afallamaya hakkım yok muydu, baba?” diye
sorduğunda sesi az önceki öfke patlamasından sıyrılıp yeni bir örtünün altına
atmıştı kendini. “Karşımda ‘ben senin kızınım’ diyen, yirmi yıl boyunca tek bir
haber almadığım bir kadının kopyası gibi görünen birini bulduğumda; şaşırmaya
hiç mi hakkım yoktu?”
Mirza Bey’e söylüyor gibi görünse de,
bakışları yüzümde o kadar dikkatle bekliyordu ki asıl muhatabının ben olduğuma
dair fikirlerim şüpheye dahi düşememişlerdi. Benimle konuşuyordu, bana açıklama
yapıyordu.
“Hastaneden çıktığımda, sonuç pozitif
olursa ne kadar geç kalmış olacağımı hesaplamayı denerken; onun yanından hiçbir
iletişim bilgisi almadan uzaklaştım. Uzaklaşmamalıydım ama uzaklaştım.”
dedikten sonra duraksadı. Bu kez bakışları benden ayrılıp telefonunu buldu.
“Sen bana karşı hiç hata yapmadın mı baba? Babalar
da hata yapma hakkına sahip değiller mi?”
Telefondan hiçbir ses duymadım. Mirza
Bey’in devam eden sessizliğine onun sessizliği de eklenince odada yoğun bir
soğukluk hissettim.
Kollarımı kendime daha sıkı sarmama sebep
olan yalancı soğuk kaybolmadan, telefonun ekranına dokundu. Aramayı
sonlandırmıştı. Cebine geri koymak yerine yatağa fırlatırcasına attığı telefonu
bir iki kez yerinde sekip yüzüstü durduğunda kendisi de telefonunun biraz
yanında kalacak bir noktaya oturdu. Burun kemerini iki parmağı arasında sıkıştırıp
beklerken, bana bakmamasını fırsat bilerek gözlerimi hiç çekmeden onu
izliyordum.
Az önce söyledikleri sanki odada duyulmaya
devam ediyormuş gibi kulağımdaydı.
Saf bir pişmanlık içermiyordu
söyledikleri. Muhtemelen o anları yeniden yaşasak, yine benzer şekilde
davranırdı. Ama hata yaptığını kabullenebilmesi, battığı yerden çıkamasa da
çırpınıyor olduğunu görmemi sağlamıştı.
Dudaklarım aralanmadan, hatta hiç
kıpırdamadan onu izlemeyi sürdürdüm. Burnunda duran elini yüzüne bir nevi siper
haline getirerek o da sessizce ve kıpırdamadan kalmıştı yerinde. Birinin
hareketlenmesi ya da en azından bir kelime etmesi gerekiyordu. Aksi halde
saatlerce böyle bekleyecek gibiydik.
“Kalacak bir yerin olduğunu söyledin, bir
otel olduğunu bilseydim…”
Kendi kendine söylenirmiş gibi
konuştuğunda gözlerim kısıldı. “Kalacak bir yerin var mı diye sorduğunda hayır
deyip sümük gibi peşinden mi
gelseydim zorla?”
Söylediklerimin ne içerdiğini sorgulamama
sebep olacak şekilde güldü birden bire. Gülüşüne daha önce tanık olmadığımdan
ya da fazla karizmatik güldüğünden olsa gerek bir an afalladım.
“Ne?” dedim mırıldanarak.
“Sülük,” dedi sakince. “Sümük değil,
sülük.”
Dudaklarımı ıslattım düşünceli bir
biçimde. Aklımdaki sözlüklerden Türkçeye ait olanı açıp, yaptığım hatayı
kesinleştirdiğimde sümüğün doğru anlamını bulunca yanaklarım yanmıştı biraz.
“Ben sümük demek istedim,” dedim burnumu
havaya dikip. Yanaklarıma tırmanan sıcaklık yokmuş gibi davranıyordum bu
sırada. “Konuyu değiştirip haklı olamazsın, deneme bile.”
“Haklı olmaya çalışmıyorum,” derken omuz
silkti. “Böyle bir amacım yok, Despina.”
Adımı ikinci kez dile getiriyordu. İlkinde
olduğu gibi düzgün bir biçimde ve yıllardır söylüyormuş gibi rahatça
seslendirdiği için dişlerimi birbirine geçirip çenemi kastım. Mirza Bey gibi
hızlıca söyleyip, vurgusunu kaçırabilirdi. Öyle olduğunda daha rahattım.
“İyi,” dedim ‘bana ne’ der gibi. “Artık
odamdan gidebilirsin o halde. Konuşacağımız konular bitti.”
“Konuşabileceğimiz binlerce konu
bulabilirim, beni kovmak için daha yaratıcı olmak zorundasın.”
“Otel güvenliğini arayabilirim, yeterince
yaratıcı olur mu?”
Düşünüyormuş gibi bekledi bir an. “Gelecek
olan güvenlikleri yere serip, ortalığı birbirine katmamı ister miydin?”
Kıkırdadım abartısına. “Nesin sen? Hulk
falan mı?”
İri bir bedene sahipti, bu iriliğin kastan
ibaret olduğunu da görüyordum fakat öylece insanları devirebilmesi mümkün
değildi.
Alaycı soruma tepki vermedi. Dudakları
kıvrılmıştı yalnızca birazcık.
“Eşyalarını toplamak için kaç dakikaya
ihtiyacın var?” Sorusu algılamaya harcadığım birkaç saniye bittiğinde
anlamsızca göz kırpıştırmakla kalakalacağım kadar beklenmedikti.
“Seni yukarı aldılar diye başka bir otele
geçmemi tavsiye edeceksen, umurumda değil. Burada kalacağım.” İlk aklıma gelen
ihtimali doğru varsayıp itiraza girişmiştim hemen.
“Bir aylık sürenin mutlaka sabah mı
başlaması gerekiyor? Yarın sabah mı almalıyım seni?”
“Hı?” diyebildim sadece.
“Evimde geçireceğin bir ay, bu gece
başlasa olmuyor mu?” diye tekrarladı. Anlamadığım kısım elbette bu kısım
değildi.
“Evinde bir ay geçirmeyeceğim,” dedim
başımı iki yana sallarken. Bu teklifim, ilk dile getirdiğimde verdiği tepkinin
ardından geçerliliğini yitirmişti.
Bakışları ve yüz ifadesi aynı anda nötr
bir hal aldı. Bu, telefonda babasına -ya da bir yandan da bana- söylediklerini
aklıma taşımıştı yeniden: ‘Babalar da
hata yapma hakkına sahip değiller mi?’
İkinci şanslar kimlere, hangi koşullarda
verilirdi? Bilmiyordum.
Bir babaya, baba olduğunu on dokuz yılın
sonunda öğrendiğinde yaşadığı afallamaya bakılıp ikinci kez hak tanınır mıydı
mesela?
Timur Akdoğan, bu üç gün boyunca her
aklıma geldiğinde zihnime kurduğumdan bile haberimin olmadığı hayallerimin
kırıkları batmışken; o kırıkları umursamadan önüme bakabilir miydim? Kendimi
çok acınası mı gösterirdim bunu yaptığımda?
Sorularım bitmek bilmezken, yüzümde nasıl
bir ifade taşıdığımın farkında değildim. Yataktan kalkıp bana doğru geldiğinin
de son anda farkında olabilmiştim hatta.
Önümde, aramızda bir başka insan
duramayacak kadar az mesafe bırakarak beklediğinde başımı kaldırmadım. Bu,
boynunun biraz altıyla bakışıyor olmama neden olmuştu.
Tişörtünün kumaşını ilgimi çekiyormuş gibi
izlerken elinin havalandığını, bana doğru uzandığını çok geç fark edebildim.
Bu, iyiye işaret değildi.
Ne yapmak için yüzüme doğru yaklaştırdığını
asla bilmediğim eline, ateşe yaklaşmışım gibi tepki vererek geri gidemeyeceğim
halde arkamdaki masaya belimi acıtacak kadar yaslanıp başımı aniden hareket
ettirdim.
“Ben,” dedi hayretle. “Çeneni
kavrayacaktım, bana bakman için. Sana vuracağımı mı sandın? Verdiğim izlenim bu
kadar mı boktandı? Afallamışlığımı sikeyim.” Son birkaç kelimesi, özellikle
argo olanlar kısıktı. Kendi kendi mırıldanmıştı ama bu denli yakınımdayken
duymamam imkânsızdı.
Refleksimin ona özel olmadığını dile
getirmek istedim. İstedim ancak dudaklarım aralanmadı. Eğer söyleseydim, bir
şeyler fark ederdi ve bunun için erkendi. Hatta erkeni geçi yoktu, hiçbir zaman
fark etmemeliydi. Hayatına konuk olduğum zaman kısıtlıydı. Benimle ilgili sığ
bilgilerden fazlasını bilmesi ikimizin de işine gelmezdi.
Geri çekilişimin ondan korktuğum için bir
refleks olduğunu düşünmesine engel olmadım. Yüzündeki ifadeyi düzeltmek için
bir an dudaklarım aralanacak gibi olmuştu. Daha önce söylediği herhangi bir
şeyi böyle bir ifadeyle söyleseydi, pişman olduğuna dair şüphe duymazdım.
Bana vuracağından korkmam, onu sınıra
ulaştırmışa benziyordu.
“Despina,” dedi adımı söylemesinin aklımı
bulandırdığını ona söylememiştim ama biliyor gibi doğru anda adıma başvurmuştu.
Sesinden dökülen adıma odaklanıp bakışlarımı elalarına dikecek cesareti buldum.
“Söylediklerim, dahası söylemediklerim seni incitti; biliyorum. Ama sakın,
böyle aşağılık bir şey yapacağımı düşünme bir daha. Böyle bir adam değilim
ben.”
“Tamam,” dedim mırıltıyla. Karşımda
kendini kanıtlamak için çırpınmasından hoşnut değildim.
“Etraftaki eşyalarını toplayalım, çıkalım
artık. Helen haklıydı, beni tanımak için bu bir aya ihtiyacın var. Daha fazla
gecikmeyelim.”
Onu yanlış anlamam, karşısına geçip ‘ben
senin kızınım’ dememden çok daha büyük bir etki yaratmıştı. Aceleciydi, ne
kadar dirensem de pes etmeyeceğinin kanıtı olan elaları yoğundu.
Mirza Bey’e yaptığım gibi reddedip, onunla
kalamayacağımı söylemeliydim. Bir aylık ‘deneme paketi’ fikrinden çoktan
soğumuştum; en azından soğuduğuma kendimi inandırmıştım. Şimdi en başa dönmek,
avuçlarıma umut ışıkları bırakmak demekti.
Annemin onu tanımamı istemesi, bir aylık
bir zaman belirtmesi boşuna olmayabilirdi. Belki de Timur Akdoğan birkaç günde
hakkında fikir sahibi olduklarınızın çok daha ötesinde bir adamdı. Ancak öyle
değilse, Timur Akdoğan bu bir ayın sonunda ya da şansım biraz varsa daha
öncesinde bütün bu iyimser ihtimallerin benim kendime anlattığım yalanlar
olduğunu bana gösterecekti.
Kapatamadığım, kapanması için ne yapmam
gerektiğini bilmediğim yaralarıma ateş basacaktı. Dağlanan yaralarım, ölene dek
peşimde kalacak beni hiç bırakmayacaklardı.
~
“Araba mı tutuyor seni?”
Arabaya bindikten birkaç dakika sonra
kapattığım ve bir daha açmadığım gözlerimi soru sorduğunda aralayarak başımı
hafifçe ona çevirdim. Araba kullandığı için saniyelik kaçamaklarla bana
bakabiliyr ardından yine yola dönüyordu.
“Nasıl tutuyor?” dedim yüzüm garip bir hal
alırken. “O nasıl oluyor ki?”
Burnundan kısa bir nefes verdiğini
duyumsadım. “Araba yolculuğu mideni bulandırıp, başını döndürüyor mu demeye
çalıştım. Araba tutması bu demek.”
Uzunca açıkladığında kalıp-tanım
birleşmemi zihnimde eşleyerek not ettikten sonra başımı iki yana salladım.
“Hayır, neden sordun?”
“Gözlerini hiç açmadın, yola bakmamak için
yaptığını düşündüm.”
“Yok,” dedim sadece reddederek. Daha fazla
bir şey söylemedim. Ondan kaçmak için gözlerimi kapalı tuttuğumu bilmesine
gerek yoktu. Gerçi evine yol alan arabanın bagajında valizim ve koltuğunda da
kendim varken ondan kaçma çabam biraz anlamsızdı. Üstelemedim. Düşündükçe
kendimi yormaktan başka bir yere varamıyordum.
Araba bir süre daha hareket etmeye devam
etti. Gözlerimi tekrar kapatmış, bu kez sağıma doğru dönüp beni göremeyecekmiş
gibi gereksiz bir önlem de almıştım.
Yavaşlayarak durduğumuzu hissettiğimde
önce tek gözümü aralayıp etrafa baktım. Bir otoparktaydık. Çoğunlukla dolu olan
park yerlerine bakılırsa, kalabalık bir binanın otoparkındaydık.
Gözümü kapattığım için binanın dışını
görememiştim. Bunun şu anki son dertlerimden biri oluşu, fazla sorun etmeden
kemerime uzanmama yol açtı.
Kemerimi açıp inene dek o çoktan inmiş,
bagaja ulaşmıştı. Kapımı kapattıktan sonra yanına adımladım. Valizimi yastık
kaldırır gibi kaldırıp yere bıraktı. Sürüklemek için uzanacağım sırada
gözlerini yüzüme çevirip boş boş baktı. “Sen kendini taşı asansöre kadar, ben
valizini alırım.”
Mantıklı bir şeymiş gibi başımı salladım.
Kendimi taşıma işlemini başarıyla hallettiğimde biraz yürümeyi gerektiren
asansöre ulaşmıştım. Valizimin teker sesleriyle birlikte o da yanıma geldiğinde
benim çoktan dokunduğum çağırma tuşu sayesinde asansör gelmişti.
Rahatça bizim dışımızda dört kişiden
fazlasını alabilecek asansörde ondan uzak durma konusunda sıkıntı yaşamamış,
arkadaki aynaya doğru yapışmıştım.
Kendi tarafında kalan kat tuşlarından on
altı yazana dokunduğunda çıkacağımız katı öğrenmiştim. Uğurlu sayımın on altı
olduğunu dile getireceğim bir samimiyette değildik, bu bilgiyi kendime
sakladım.
Asansör durduğunda önden o ilerledi. Ben
de ses çıkartan hafif topuklu sandaletlerim eşliğinde peşindeydim. Üstüme o
beni beklerken banyoda apar topar geçirdiğim, önceki gün üstümde olan sarı
elbisemle biraz fazla enerjik bir görünümde olsam da içimde aynı enerjinin
yarısını bile taşımıyordum.
İndiğimiz katta tek bir daire vardı. Karşı
komşusu yoktu. Asansörden, otoparkın genişliğinden ve binanın içinden anladığım
kadarıyla lükse kaçan ve kesinlikle yüksek olan bir binadaydık.
Valizimi bırakıp anahtarını çıkarttıktan
sonra hızlıca kapıyı açtı. Geçmem için geri çekildiğinde içeriye adımlamadan
önce ona döndüm. “İçeride ayakkabılarla dolaşan bir pis misin?”
Oldukça açık ve ani sorum yüzünde garip
bir ifade oluşturdu. “Hayır, değilim.”
‘Güzel,’ der gibi başımı oynatıp
ayakkabılarımdan kapının dibinde kurtuldum. İçeriye girince kenarda bir
ayakkabılık olduğunu görmüştüm zaten.
Tavana değen uzun bir dolaptı, bir dolu
ayakkabı vardı. Hepsinin ona ait olup olmadığını bilmiyordum. Gözlerim aklıma
bu denli geç düşmesine şaşkınlıkla tepki verdiğim bir detayı anımsayan aklımı
kırmayarak o raflarda bir kadın ayakkabısı aradı.
Onun evli olup olmadığını bile
bilmiyordum. Sorgulamamıştım da. Her şey hızlı ve karmaşıkken oldukça yüksek
ihtimalli bu durumu aklıma getirmemiştim.
Raflarda, benim yerleştirdiğim
sandaletlerden başka bir kadın izi görmemek bir nefes vermemi sağladı. Onun
fark edemeyeceği bir rahatlama yaşamıştım.
Ayakkabılarımı bıraktıktan sonra bir adım
daha atıp arkamı dönerek ona bakıyor hale geçtim. Valizimi aşağıda yaptığı gibi
rahatça havalandırıp içeri aldı. Kapının yakınında yere bıraktıktan sonra oda
ayakkabılarını çıkarttı.
Kapıyı kapattığında artık evin duvarları
arasında ve yalnızdık. Farkındalığım içimi tanımlayamadığım birden çok hisle
tıka basa doldurmuşken bir şeyler söylemesi ve buradan hareket etmemiz için
beklentiyle ona bakıyordum.
“Adı misafir odası olan ama kimsenin
kullanmadığı bir oda var evde, oraya yerleştirelim seni. İhtiyacın olan şeyleri
de yavaş yavaş temin ederiz.” dedikten sonra ben soramadan ekledi. “Temin etmek
derken, buluruz demek istedim. Alırız, yaparız gibi…”
Anladım diyerek başımı salladım. Kelime
kutuma ekleme yapması güzeldi. Türkiye’de, Türkçemi geliştiremeyeceksem başka
nerede geliştirecektim? Bugüne kadar annemden dinlediklerim -ki o da benim gibi
yarı Türk yarı Yunan ve Yunanistan’dan nadiren ayrılan biriydi- ve kendi
çabamla öğrendiklerim dışında bir kaynağa sahip değildim.
Önden ilerleyip yol göstererek, koridorda
bir kapının önünde durdu. Birden fazla kapının daha bulunduğu koridorda
hangisinin nereye açıldığına dair bir fikrim yoktu.
Odanın kapısını açtı, yine önden benim
girebilmem için geri çekildi. Çift kişilik olmak için küçük, ancak tek kişilik
bir yatağa göre de fazla büyük bir yatak orta kısımdaydı. Odanın karşı
duvarında iki kapaklı bir dolap vardı, diğer tarafta ise birkaç kutu diziliydi.
Kutulara baktığımı görmüş olacak ki konuşmaya başladı. “Onları çıkarıp valizini
getireceğim şimdi. Dediğim gibi birkaç gün geçmeden önce oda daha yaşanılabilir
hale gelecek, endişe etme.”
Endişe ediyordum. Fakat endişem odanın
boşluğundan kaynaklanmıyordu. Bambaşka endişelerle doluydum.
Kutulara doğru ilerledi. Büyük olanı
kaldırıp kucakladığında kapıya yöneldi hemen. Boş boş durmak yerine daha küçük
duran kutulardan birini alıp yardım etmek için hareketlendim. Küçük kutuya
yakınlaştığımda, kapalı olmadığını görmüştüm. Kutunun içindekileri ister
istemez görüyordum.
En üstte duran, ince bir çerçeveye
yerleştirilmiş fotoğrafı gördüğümde duraksadım.
Eğer ilk gördüğüm andan beri sürekli
gözümde canlandırdığım, annem bana verdiğinden beri belki yüz kez baktığım ve
bakmadığımda da durmadan aklımda çizip durduğum fotoğraf var olmasaydı; bu
fotoğrafta kimin olduğunu bulamazdım.
Elindeki eldiven yüzünün çoğunu örtmüş,
bulunduğu ringde çekilen açı sebebiyle yarı görünür halde olan kişinin Timur
Akdoğan’ın gençliği olduğunu fark edebilmem, tamamen annemle göz göze olduğu
gençlik fotoğrafına olan ezberimdendi.
Ne yaptığımın farkına varamadan elim
çerçeveye uzandı. Fotoğrafı kaldırdığım anla, kapıda adım sesi duyduğum an peş
peşeydi.
Parmaklarım sıkıca çerçeveyi kavramışken,
bedenim hafifçe kapıya çevrildi. Oteldeyken güvenliklerle ilgili kastettiğinin
bir abartı olmadığını kavrayınca, başımı hafifçe omuzuma doğru yatırarak bir
ona bir de fotoğrafa baktım.
En son yeniden ona döndüğümde elimdeki
fotoğrafı görmese de ne olduğunu anladığını belli ederek sakince beni izliyor
halde bulmuştum karşımda onu.
“Benden ürktüğün anın ardından, bu
fotoğrafı bulman hoş bir tesadüf olmadı.”
Dudaklarım kuru hissettirdiğinde hafifçe
ıslattım konuşmadan önce. “Boksla mı ilgileniyordun?” diye sordum onun
söylediklerini irdelemeden.
Cevap beklemeyen bir soruydu. Öylesine bu
şekilde giyinip bir ringde fotoğraf çektirmemişti elbette.
“Hem öğretmen hem de boksör müsün? Bu
ikiliyi neden birleştirdin ki?” derken bu kez cevap bekliyordum.
Yüzü karmaşık bir ifadeye büründü.
“Öğretmen olduğumu neden düşündün?”
“Annen beni karşısında bulduğunda
öğrencilerinden biri olduğumu düşünmüştü.”
Yüzündeki karmaşa kayboldu. Güldü hatta.
“Antrenörüm, öğrenci derken onlardan bahsetmiş. Öğretmen değilim.”
Yapboz parçalarım yerine yerleşirken
fotoğrafı hâlâ sıkıca tuttuğumu hatırlayarak apar topar kutuya geri bıraktım.
“Yanlış anlamışım anneni.”
“Yanlış anlamana uygun bir konuşma olmuş,
öğrenmiş oldun doğrusunu.”
Öyleydi. Öğrenmiştim.
Onun hakkında isminden, soy isminden ve
belki bir iki anlık tepkisinden başka öğrendiğim ilk derin bilgi buydu. Babam bir boksördü.
Anneme mesleğini sorup durduğumda küçükken
beni sporcu diye geçiştirmesi de aslında babamla ilgili söylediği tek doğruydu
sanırım. Adını bile uydurmuşken, bu konuyu neden gerçeğe çok yakın
dillendirmişti bilmiyordum.
Annemin burada olup hem benim hem de onun
sorularına cevap vermesine ikimiz de fazlasıyla muhtaçtık. Hiçbir zaman
giderilmeyecek olan bu ihtiyaca dair yapabileceğimiz tek şey, karşılıklı
sorular sorup cevaplamaktı.
Yorumlar
Yorum Gönder